İstiklal Marşı’mızın yazarı Mehmet Akif Ersoy’un yayın hayatına kazandırdığı Sebilürreşad Dergisi, zaman zaman yayınları kesintiye uğramış olsa da, günümüzde yayınlarına halen devam etmektedir.
Biz de anılan dergide 1910’lu yıllarda Ömer Fuad imzasıyla yayınlanan “Anadolu Mektupları”nda Karacabey ile ilgili bölümü, mümkün olduğunca günümüz Türkçesine çevirerek ve zaman zaman sadeleştirerek o yıllar Karacabey’inin yaşam tarzını, imkanlarını şöyle bir görelim istedik. Yazar birinci bölümde Bursa’dan Karacabey’e nasıl geldiğini ve yol izlenimlerini anlatıyor. Diğer bölümlerde de ilçenin iktisadi hayatı, ziraatı, hayvancılığı, eğitim imkanları gibi konularda bilgiler verilmiş. Yazarın değerlendirmelerini okurken ikinci Meşrutiyeti takip eden 1910’lu yılların, yani Karacabey’in adının Mihaliç’ten Karacabey’e yeni dönüştürüldüğü yılların hayatını yansıttığını dikkate almakta fayda var.
KARACABEY
Karacabey’in ismi eskiden Mihaliç idi. Karacabey kazası Bursa’nın 72 km. batısında ve onsekiz saat kadar mesafede bulunmaktadır. Buraya yaylı, makaslı tatar arabalarıyla körüklü fayton işler. Arabacılar müşterinin yabancı, bahusus elbisesi muntazam, düzgünce olanlardan fazla para istemekten katiyen çekinmezler. Çok iyi donanımlı tatar arabaları 4 Mecidiyeye, fayton 7 Mecidiyeye gider. Arabalar yazın gidip gelirken güçlük çekmezler ise de, kışın şoselerin müruru zamanla bozulup taşlarının yok olarak ancak toprak kalmasından dolayı, yolların bir çamur deryası halini almasından fevkalade sıkıntı müşkülat çekilir. Şosede en çok dikkati çeken şeylerden birisi köprülerin gayet eski ve harap bulunmasıdır. Mesela: Nilüfer Çayı üzerinde bir köprü var. Adı geçen köprüden araba geçtikçe köprünün her tahtasının bir kere kalkıp indiğine bakılırsa, asırlık bir köprü olduğuna belki ihtiyarlığından dolayı hiç kimse tarafından ehemmiyet verilmediğine hükmedilir.
Yolculuk esnasında dikkate çarpan şeylerden birisi de beş on haneden, beş on bacadan ibaret İslam köylerinin manzarasıdır. Bu gibi manzaraların İslam köyleri olduğuna en birinci delil hanelerin alçak, eski, viran, ottan samandan inşa edilmiş olması, köyün cami-i şerifiyle minaresinin -hemen ekseriya- yıkık, ilgi bekleyen, harap durumda bulunmasıdır. Halbuki ötede gözünüze gayet güzel ve muntazam şehirlere layık iki, üç katlı evler çarpar ki bunlar da hristiyan köyleridir. Demek ki biri sefalet ve miskinliğe diğeri de refaha ve saadete koşuyor.
Üç dört saat sonra uzaktan gümüş bir tepsi gibi, güneşin ışıklarından parlayan ve derununda birkaç adanın üstünde köyler bulunan (Apolyont) Gölü gözüktü. Yolun icabı göle doğru yaklaşıyorduk. Nihayet gölü takriben bir hayli geçtikten sonra, gayet köhne tahtaları eskimiş Uluabat köprüsünü geçtik. Uluabat küçük bir gölün ismi olduğu gibi, göl civarında bulunan bir köyün de ismidir. Her nedense köy ve civarında ağaç ağaçtan eser yok. Bu köyden Karacabey’e araba ile iki saatte gidilebilir.
Karacabey’e yaklaştıkça akıntısı hafif, genişçe, seyrüsefere müsait bir dere gözüktü. Üzülerek söylemek gerekir ki dereden insanlar yerine mandalar istifade ediyordu.
Karacabey’in arazisinden dört dere geçer. Bunlardan birincisi: Simav taraflarından gelen (Hanife Deresi) ki Susığırlık namıyla maruftur. Diğeri: Manyas taraflarından gelen (Kara Dere) ile Apolyont Gölü’nden çıkan Kirmastı ve Keşiş Dağlarından gelen Nilüer Çayı ve dereleridir. Bu dereler kasabanın yarım saat mesafesinde bulunan Çarık Köyü nam mahal yakınında birleşip iki saat mesafe kadar gittikten sonra Karacabey deresi adını alarak denize dökülürler. Denize dökülen mahalle Karacabey Boğazı denir.
Bu derelerden hali hazırda bihak istifade edilemeyip belki mazaratları dokunuyor. Çünkü deniz lodoslu olduğu zamanlarda boğaz önüne kum taneleri toplanarak derenin denizle irtibatını kestiğinden boğaz tıkanıyor. Bu esnada seyrüseferin katiyen imkanı yoktur. Şayet poyraz esecek olursa boğazda biriken kumlar denize döküleceğinden, derelerin birleştiği mahalden boğaza kadar altı düz dere mavnaları bin müşkülat ile seyrüsefer yaparlar. Bahusus kışın derelerin tamamı birden coşup kasaba ovasını tamamen su basar. Adeta kasaba arazisini bir göl, bir bataklık haline koyar. Bu yüzden kasaba arazisi ile ovaya tesadüf eden 72-75 parça köyün arazisini mahv ve perişan ettiği gibi, yazın da bataklıkların kurumasından mütevellit sıtma vesaire gibi dehşetli sari hastalıkların zuhuruna meydan verir. Sıtmanın köylerde bazı halde cehalet yüzünden yaptığı tahribatın haddi hesabı yoktur.
İkinci defa, bu fezeyan dolayısıyla devlet hazinesinin a’şar vergisinden mühim bir suretle zarar görmesi ile karşılaşılır. Bunu ispat için kaza a’şar defteri tetkik edildiğinde su bastığı yıl a’şarıyla, basmadığı yıl a’şarları arasında büyük bir fark görülür. Dere temizlenerek su basmasının önü alınacak olursa bir tarladan iki defa mahsul alınması mümkündür. Mesela su basmadığı için Ekim’de ekilen mahsul Mayıs ayında toplanır. Sonra bu mahsulün yerine mısır, susam..v.b. yaz mahsulü ekilebilir. Adeta küçük bir Mısır demek. Nitekim su basmadığı yerlerde senede iki defa mahsul alınıyor. Çünkü toprak fevkalade münbit(verimli) ve mahsuldardır.
Üçüncü defa, derelerin taştığı sene mahsulat ve mezruat (ekilmiş tarlalar) mahvolduğundan asıl ihtiyacın en mühimi bulunan buğday zorunlu olarak memleketi idare etmediğinden dışarıdan (Dersaadet-İstanbul vasıtasıyla) Avrupa ve Amerika’nın indirimli, düşük kaliteli, adi, acı olanları alınarak beher kıyyesi (kıyye=okka= 1.282 gram) peşin para ile 2 kuruşa, veresiye olursa daha ziyade bir fiyatla satılır. Bahusus senelerden beri iliklerimize işlemiş insafsız herkesçe bilinen hor görme artınca fakir toplumun çektiği meşakkat sıkıntının nasıl olacağını siz taktir edersiniz. Demek ki bir kile buğday bir çok misli fiyatla satılıyor. Ekseriya böyle. İçlerinde insaflı olanların da bulunması mümkün. Lakin pek az.
Vurgunculuğun bir derece olsun önünü alıp köylülerimizi bu sefalet vartasından kurtarmaya tek çare kaza ve nahiye merkezlerinde Ziraat Bankası tarafından zahire depoları tesis etmek -ayni yahut bedeli mahsul vaktiyle alınmak suretiyle- mutedil fiyat ile köylülere zahire vererek köylülerimizi fakr-ü zaruretten kurtarmakla olur.
Bundan 30 sene önce İngiliz tebasında mösyö Wayt (White) namında bir adam kasabaya bir çarık mesafede dere kenarında yaptırdığı un fabrikasının istikbalini(geleceğini), hayatını kurtarmak ve netice itibariyle küçük istinbot ve saire gibi deniz taşıtlarının cereyanının seyrüseferini temin etmek için Karacabey Boğazı’nı taraklama ameliyesiyle temizleyip 10 sene kadar çalışmaya devam etmiştir. Daha sonra, 20 sene kadar kullanılmaz halde kalması üzerine Dilaver Paşazade Rauf Bey, epeyce uzun müddet zarfında temizlemek ve seyrüsefere müsait bir hale getirmek şartıyla, Nafıa Nezaretinden (Bayındırlık Bakanlığından) imtiyaz almış. Bununla birlikte beher hisseden yüzde otuzdörtü kendisine terk edilmek suretiyle bir Anonim Şirket teşkil ettirilmiş. Fahiş (yüksek fiyatlı) olduğu için halktan kimse rağbet etmemiş. Bu senelerde imtiyaz müddeti sona ermiş. Nihayet 3. defa olarak uzatma müddetinde zaman aşımından evrak hala Nafıa Nezaretinde imiş. Gazetelerde gördüğümüze göre, Nafıa Nezaret bunun üzerine adıgeçenin üzerinden imtiyazı almıştır. İşte bu gibi meseleler toplumu hükümete bir türlü ısındırmıyor. Vakıa Nafia Nezareti diğer bir kampanyaya, yahut diğer bir zata imtiyazı verecek ise de uygulamanın ortaya çıkması senelere muhtaç olduğundan esas itibariyle mülkten sayılan Karacabey Ovası senelerce sular altında kalacak. Milletten sayılan ahali de daha nice seneler şikayetlere, kıtlık ve pahalılığa maruz kalacaktır.
Karacabey köylülerinin iktisadi hayatı:
Köylülerin ne gibi haller içinde olduklarına dair müşahademizi size arz edeyim: Karacabey’de her Salı günü Pazar kurulur. Bütün civar köylüler mevsime göre tereyağı, meyva ve sebze getirir. Ahaliye, şehirlerden gelen ve “madrabaz” tabir olunan mal toplayıcılara satarlar. Getirdikleri miktarın derecesi ise bir teneke kabak içerisinde bir miktar yağ parçası, yahut peynirdir.
Bir Salı günü idi. Karacabey’de Pazar epeyce kalabalık idi. Pazarın kenar tarafında bir köylü önünde duran çanak içerisine bir miktar tereyağı koymuş, mütevazi bir şekilde başını önüne eğmiş müşteri bekliyordu. Nihayet bir müşteri geldi. Okkası 12 kuruştan yağı aldı. Bunun üzerine köylü sevinç ve telaşla çarşıya koşturdu. Ben de arkasını takibe koyuldum. Bakkal dükkanlarından birisine girdi. Elinde bulunan kararmış yağlı tenekeyi bakkala uzattı. Bakkaldan yağ alıyordu. Bu aldığı yağ pamuk, çerviş margarin yağı gibi kötü , ucuz kıyyesi 6-7 kuruşa verilen sahte, vücuda zararlı yağdan idi. Bir miktar sabun, toz şeker gibi şeyler de aldı. Adeta eski yıllardaki gibi mübadele, mal karşılığı mal takası yapıyordu. Şayet hasıl ettiği tereyağını köyünde, yuvasında yiyecek olursa esas önemli ihtiyaçlarından olan tuz, sabun, şeker gibi şeylerin yüzünü görmemesi lazım gelecek idi. Bu suretle kumanyasını ikmal eden köylü yalın ayak Kirmastı şosesini takiben obasına gidiyordu.
Karacabey’de köylülerin ahvali böyle. Tabiidir ki diğer yerlerde de böyle olacak. Böyle olduğunu kulağımla işittiğim gibi gözlerimle de gördüm. Karacabey kazası ki İstanbul’un bir mahallesi sayılır. Böyle olursa acaba Anadolu’nun en ücra, yoldan şoseden yoksun kazaları, nahiyeleri, köylerinin nasıl olduğunu tasavvur etmek pek kolay.
Karacabey’in gelişimi :
Karacabey’in gelişmeye pek istidadı vardır. Yalnız buna mani olan bazı şeyler var ki bunların hükümetçe, toplumca önemle dikkate alınmaları icap eder. Ezcümle su baskınları Karacabey’in hayatını mahvediyor. Eğer bunun önü alınırsa, mesela Karacabey Boğazı önüne lodos havada dalgaların getireceği kumların boğazı tıkamaması için bir dalgakıran seddi ile her sene Kanun-u sani (Ocak) ve Mart’ta taraklama ameliyesi yapılırsa su basmanın önü alındığı gibi seyrüsefer de kolayca mümkün olacaktır. Boğaz açılırsa İstanbul’a mesela bir teneke peynir 3 kuruşa gidecektir. Halbuki Bandırma tarafıyla olursa 12 kuruştan aşağı gidemiyor.
Diğer taraftan boğaz da yalnız Karacabey kazasına münhasır olmayıp Kirmastı Atranos kazalarıyla, Susığırlık, Kocadağ nahiyesinin de ihracatı kolayca sevk olunacaktır.
Dereleri etrafında güzel bağlar, bostanlar vardır. Eğer dere temizlenmiş olsa her sabah Karacabey’den yükletilen sebze, kavun, karpuz velhasıl mahsulatından her şey akşam üstü İstanbul’da Eminönü’nde olacaktır.
Madencilik :
Fırın kiremiti imaline mahsus fevkalade yağlı ve balçıklı toprağı vardır. İstanbul ve sair mühim beldelerde ebniye (binalar) inşaatında kullanılan güzel, beyaz kefeke taş madeni vardır. Boğazda on dakika mesafede kilitli demir madeni, sırf derenin temizlenmemesinden arta kalan litoğrafya taş madeni, krokileri yapılan manganez, simli kurşun madenleri vardır. Bu gibi madenlerin ekserisinin ruhsatı alınmıştır. Malumdur ki ruhsat almak ne kadar kolaysa, imtiyazını alıp işletmek te o kadar güçtür.
Tarım ürünleri :
Çok iyi derecede bütün çeşitten hububat vardır. Şeker pancarı ticari amaçla ekilmiş. Neticede bir tanesi 4 kıyye (1 kıyye 1.282 gr.dır.) gelip başarı ile elde edilmiştir.
Bir sene zarfında Bandırma iskelesinden Dersaadet’e (İstanbul’a) 150.000 kıyye kadar koza nakil olunursa 100 bini Karacabey’in mahsulüdür. Karacabey’e koza yüzünden 20-25 bin lira girer.
Hele soğanı gayet meşhurdur.
Halis tereyağı mevsiminde 12-13 kuruşa alınır. Bu yağlar İstanbul’da 22-23 kuruşa satılıyor. Bu yağlar Kırım yağlarından üstün imiş. Bu seneye gelinceye kadar samanı okka ile satmak adeta yokmuş. Satılsa bile okkası bir paraya satılıyormuş. Muharabe sebebiyle Dersaadet’e (İstanbul’a) 40-5- paraya satıldığı zaman Karacabey’de 12 paraya çıkmış. Herkes hayret etmiş. Ahali hükümete 200 bin kıyye samanı meccanen (ücretsiz, parasız) vermiştir.
Ziraat aletleri :
Kaza dahiline 22-35 lira kıymetinde 25 kadar muhtelif çeşit orak makinası ile 7-8 yüz lira kıymetinde motorlu, motorsuz harman makinası vardır. Ziraatta bu makinalardan çok istifade ediliyor.
Damızlık hayvanlar :
Üzülerek söylemek gerekirse ahali damızlık hayvanattan istifade edemiyor. Bursa Ziraat Deposu Karacabey kazasına bir iki tane damızlık aygır ayırıyor. Bunları özel görevli ile gönderebiliyor. Bunlar güç hal bir ay kadar duruyor. Bir ay zarfında köylüler işlerini güçlerini terk edip gelseler bile müddetin azlığından damızlık aygırın bir iki tane olmasından, çektirme ameliyesine zor sıra geldiğinde, aygırda da mecal kalmıyor. Velhasıl bu sene köylülerin bir çoğu hayvanlarını aygıra çektirmeden gitmişler, istifade edememişler. Hiç olmazsa damızlığın adedini çoğaltmakla beraber üçer ay merkez kazada bulundurulurlarsa çok istifade edilecek, keçi gibi kalan beygirlerimiz adeta hakiki bir beygir vaziyetini alacak. Köylerde damızlık boğa namına hiç bir şey yoktur. Buna rağmen Çiftlikat-ı Hümayun’da (Karacabey Harası’nda) doludur. Lakin bundan ahalinin istifadesi yok.
Ticaret :
Ticaretin yüzde sekseni hariçten gelenlerin elinde, yüzde on beşi her satılanlarda, yüzde beşi yerlilerdedir. Yalnız Müslümanların komandit şeklinde teşekkül etmiş bir ticaret şirketi vardır. Şirket epeyce ilerlemiş.
Zikre şayan ikinci ticaret Bulgaryalı Abacı Nikola’dadır. Koyunların tüylerinin arasına sokulup kanını emen kene gibi bu adam Bulgaristan’dan getirdiği abaları dikip köylülere satmak suretiyle Karacabey Müslümanlarının iktisadi kanlarını emiyor. Üzülerek söylemek gerekir ki bizim Müslümanların muteber kimseleri de köylülere kefalet ettikleri gibi, vakti geldiğinde parayı tahsil edip adı geçene verirlermiş. Muharebeden beri Nikola cenapları Bulgaristan ordusunda Müslüman ordusuna karşı silah atıp Müslüman öldürmek suretiyle kendi vatan görevini yerine getiriyor. Demek ki Nikola hem siyasi, hem iktisadi bir düşman.
Karacabey eşrafından ve sevdiğim zatlardan birisiyle bu hususa dair görüştüm. Dedim ki: Kazanız dahilinde acaba aklı başında azıcık parası olan insanlar var. Abacı Nikola’nın yapaağı işi siz yapsanız da hem dine, hem memlekete faydanız dokunsa olmaz mı?
Ben ve benim gibi birkaç arkadaş burada bir abayı bir yakası yapmayı arzuluyoruz. Lakin bazı zevat uygunsuzluk çıkarıyorlar, ittifak edemiyoruz. İttifak edinceye kadar Nikola burada kalacaktır.
Karacabey’e tabi dört saat mesafede bulunan Bey köyünde eski Feshane Nazırı Muhittin Paşa’nın iplik fabrikası vardır. Hali hazırda bu fabrikayı Fransızlar işletip halı ipliği çıkarıyorlar.
Cami-i şerifler :
Büyük-küçük 15-16 kadardır. En büyüğü Hüdavendigar Gazi Hazretlerini Cami-i Şerifi ile Hoşkadem Camiidir. Karacabey’e gittiğimin gecesi aşağıda zikri geçen zat bendenizi kasaba ve civar araziyi gezdirmeye başladı. Kasabanın doğusunda minaresinin şerefesinden yukarısı kopmuş, kabansın üstündeki kurşunu çalınmış, velhasıl harabiyeti mamuriyetine galip bir Cami-i Şerif iskeleti gördüm. Bu, Osmanlı tarihinde görülen, islamiyete büyük hizmetler eden Karacabey nam dilaverin türbe-i şerifesiyle inşa ettirdiği cami değil mi imiş. Doğrusu bu hale esef etmeli. Görünce gözümden birkaç damla yaş aktı. İnsan sağlam kalan taşların üzerine bakacak olursa bu gün cilalanmış gibi parıl parıl parlıyor. Asar-ı atika (eski eser) bir cami. Üzülerek gördüm ki mahv etmişler, bakmamışlar.
Camiin kapısının üstünde bir demir çubuk yarası gördüm. Sonra anladık ki şayet cami –i şerif yıkılacak veya başka bir suretle mahvolacak olursa yeniden inşasını temin için kapı üstünde bilmem kaç kulplu kazan içinde sarı sarı altınlar varmış. Buna vakıf olan hırslı akıllılardan birisi düşünmüş, taşınmış, nihayet eline koca bir demir alarak, olmuş meyva gibi hazır sarı madenleri ruhsatsız ve imtiyazsız elde etme hırsına kapılmış. Sebebi buymuş.
Avrupa ve Amerikalı seyyahlar bu camiyi görmeden katiyen gitmezlermiş. Hatta kapının üstüde bulunan gayet kıymetli bir taşa epeyce para teklif etmişler.
Velhasıl bu cami-i şerifi ihya için ne yapmak lazım gelirse yapmayı ve vakfın mütevelliyesini, vakıf şartlarının hepsini açığa çıkararak Evkaf Nezaretinin (Vakıflar Bakanlığının) icraatından beklenir şeylerdendir.
Mektepler (Okullar):
Muallimler (Öğretmenler) : Sekiz dokuz ay önce iptidai mekteplerin (ilkokulların) birisinde Muallim-i evvel (kıdemli öğretmen) ve Muallim-i sani arasında cereyan eden vukuatı hikaye edeyim. Bulgarların Çatalca’ya geldiği, İslam milletini üzüntülerin sardığı bir sırada bir Bursa Öğretmen Okulundan mezun Muallim-i sani bir efendi talebeye (öğrencilere) vatana dört elle sarılmak lazım geldiğini anlatır. Büyük edip Kemal Bey’in şiirlerinden birkaç parça da tahtaya yazdırır. Zihinlere vatan sevgisini işlemeye çalışır. Kabahati bu. Muallim-i evvel efendi derhal hiddete gelerek : “Böyle şiirlerle, beyitlerle, şarkılarla çocukların fikrini zehirliyorsun. Burası İbtidai mekteptir. Böyle şeyler okutma.” der. Muallim-i saniden intikam almaya kurar. Muallim-i evvel efendi tarafından atıcılığı talim eden ve taş atmada mahir bulunan afacan çocuklar Muallim-i saniyi bir gün mükemmel taşlarlar. Bunun üzerine Kaymakama şikayet olunur. Ne ise neticede Muallim-i evvel azlolunur. Muallim-i sani bendenizi gördü. Vukuu hali (olayı) anlattı. Fazla olarak şu ifadede bulundu. : “A birader! Ben memleketi, anamı, babamı terk ettim. Burada 200 kuruşa hizmet ediyordum. Kahveci çıraklığı etsem ustamın vereceği yevmiyeden maada elime 100 kuruş fazla geçecektir. 200 kuruş ile nasıl geçindiğimi Allah bilir. Allah korusun, milli onur düşüncesiyle vatan evladını cehaletten kurtarmak kaygısıyla burada bu kadar en iyi şekilde hizmet ediyorum. Az çok çocukların fikirlerini uyandırıp biz de diğer mektepler gibi yaşayalım arzusunu izhar ettim. Fakat, nihayet taşlanmaya mecbur oldum.”
Ders programları, kitaplar :
Bu sene Rüşdiye mektebinin (Ortaokulun) genel imtihanında bulundum.
Çocukları tahsil hususunda zayıf gördüm. Bunun muallimlerin sık sık değişmesinden, güzel, esaslı bir program takip edilmemesinden ileri geldiği anlaşıldı. Hele mektep kitaplarının sık sık her sene değişmesi, mektep kitaplarının pahalı olması mekteplerde talebenin artması değil, bilakis azalmasına neden oluyor. Birgün esnaftan biriyle konuştum. Bakın ne dedi :
Köy mektepleri :
Köylerde mektepleri birkaç kısıma taksim etmelidir. Önce hükümetin nezaret ve kontrolunda bulunan, daha doğrusu idaresi hükümete ait bulunan mektepler ki : Mesela, Karacabey kazasının 80-90 köylü olduğu halde mektep denilmeye layık büyük iki, üç mektebi çıkmaz. Bunların tahsili de köy çocuklarının keyfine kalmış mesaiyle. Tahsil galiba kışın oluyor. Yazın talebe efendi davar otlatmaya, keçileri sürmeye, velhasıl mektepten kaçmanın kolayı ne ise o gibi sebeplere yelteneceğinden köy mekteplerinde ne gibi tahsil, ne gibi hoca bulunduğunu murakabe edecek, kontrol altına alacak kimseler bulunmadığından mektepten doğal olarak istifade edilemiyor. Mosturası meydanda. Ekseriyet böyle.
Muallimlerin maaşları 150 den 250 ye kadar. 150 kuruş maaşlı Akçasığırlık kazası muallimiyle görüştüm. Halinden şikayet etti :
Köy hocaları çocukları kontrol altına alamıyorlar. Çünkü okuttuğu çocuğun babası hocanın da velinimetidir. Zahiresiz kalırsa zahire verir. Parası biterse para verir.Velhasıl efendisidir. Artık sen tut da çocuğa ne için devam etmiyorsun ? de. Şimdi seni döverim de de çocuğu döv. Ne haddine! Ertesi gün kıyamet kopar.
İkinci kısım mekteplerin ne halde olacağını artık siz tasavvur edin. Kasvetli, kapalı, karanlık bir mektep. Beş on çocuk, muallimi var. Muallim aynı zamanda köyün hocası. Acaba bu köy hocası hakikaten hoca mı? Burası meçhul. Olur ya, falan işe dair bir alem ve haber aramak lazım gelir. Jandarma veya tahsildar tabiidir ki köyün en mümtazı, en malumatlısı köy hocası olacak. Zavallı bilmiyor ne yazsın. İşte buna benzer şeyler.
Tabii bu ahvalden kulağı delik azıcık okumuş bir köylü de memnun değildir. Ne yapsın. Emir vukuu karşısında! Köyleri kontrol altına almalı. Bu biçareler vergi versinler, a’şar versinler, maarifiye versinler de ne için adamakıllı bir mektepleri olmasın. Ne için çocukları eğitim nimetinden mahrum kalsın. Hükümet bütün köy hoca ve muallimlerini elinden geçirdiği imtihandan geçirip, imtihanda muvaffak olanlara ehliyetname vermelidir.
Karacabey kazası :
Hükümet dairesi son derece eskimiş ve harap olmaya yüz tutmuş bir bina olup hükümetin şanıyla uyumlu değildir. Mamafih Kaymakam beyin ifadesine nazaran hal-i hazırı yine iyi imiş. Kaymakam bey geldiği zaman toz topraktan içine girilmiyormuş. Örümceklere mesken imiş. Ben diyorum ki: Kaymakam beyin teşrif ettiği zamanla şimdiki hal arasında fark yoktur. Şu kadar ki Kaymakam beyin gözü alışmıştır. Köylerin telefon gibi hudut sınırında bulunmamasından kanuni olayların takibinde çok sıkıntı çekiliyor. Faraza köyün birinde bir cinayet işleniyor. Aradan bir hayli zaman geçtikten sonra ancak hükümet haberdar ediliyor. O müddet zarfında ise katil gideceği yere, gizleneceği mahalle ferah ferah vasıl oluyor. Memurlar cinayet mahalline gidince maktulün cesedinden başka bir ize tesadüf edemiyorlar. Köylerin çevresinin bir kısmında jandarma karakol haneleri tesis olunup merkez kazaya telefon hattı bağlanmış olsa bu gibi hallerin önünün bir dereceye kadar alınmış olacağı tabiidir.
İkinci olarak, mahkemeye şahitlik için celp edilen köylüler, doğru şahitlik ifadesinde bulunmadıklarından , bu cihetle adliye memurlarının da işi güçleşiyor. Bir köylüye “Ne için doğru şahitlik etmiyorsun?” diye sorsanız vereceği cevap gayet basittir. “Korkarız”
Biçareler bütün Dünya’yı kendileri gibi sanıyorlar. Bu türlü yaşayış onlar için tabii bir hal olmuş. Bu hayvan hırsızı kotrabazlardan milletin çektiği nedir? Bu yüzden nice haneler kapanmıştır. Zavallı köylünün yarasına ne vakit merhem sürülecek? Derdine ne zaman şifa keşfi olacak? Bu hal ne vakte kadar böyle devam edecek? Köylüler Meşrutiyetten de hiçbir şey, ama zerre kadar hiçbir şey anlayamadılar. Faydası görülmeyen şeye muhabbet edilemeyeceği ise tabiidir. Dost değil bilakis düşman oluyorlar. Biçareler hürriyetten o kadar yılmışlar ki sözünü etmek istemiyorlar.
Bir gün Kaymakam beyin yanında bulunuyordum. Bir takım köylüler hayvanlarının çalınmasından dolayı arzuhal vermiş, ağlayarak sızlayarak şikayette bulunuyorlardı.
Zavallı koca sakallı, koca bıyıklı ağaların gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Yüreklerim eridi. Kaymakam bey derhal arzuhali konu ile ilgili bölüme havale buyurdu. Fakat köylü bu havaleden bıkmış, usanmış. Bu kadar zamandır derdine bir merci bulamıyor. Ah bu mahrumiyet. Ah bu zavallılık. Biçarenin sakalı ağardı. Hala gözleri gün görmedi. Ağla ey amca ağla! Ben de seninle beraber ağlamaya geldim.
Kaynak : Sebilürreşad Dergisi, Ömer Fuad, Anadolu Mektupları