2. Dünya Savaşı’ndan hüzünlü bir öykü: Kravat |
“İbrahim Öztürk’ün anısına”
“Yunanistan Alman işgali altındaydı. Bir akşam kapım çalındı. Kapı, anormal bir şekilde çalınmıştı, şaşaırdım. Tedirgin bir insanın çalışına benziyordu. Çalan kişi, sanki “Acaba çalsam mı, yoksa açılmayacak bir sesle tıklatsam, açılmazsa hemen ayrılsam” diye çalıyordu.
Kapıyı açınca karşımda dostum Salvator’u gördüm. Salvator; köy irisi, Yassıören kasabasındaki çocukluk arkadaşımdı. Küçük bir dükkânı vardı. Dükkânında tuhafiye malzemesi, kumaş ve benzeri malzemeler satardı. Almanlar geldikten kısa bir süre sonra Salvator’un dükkânını kapattılar. Ticaret yapmasına izin vermediler.
Salvator’un elinde kırmızı bir kravat vardı. Sordum; “Hayrola Salvator, gel geç içeri” dedim. Sokağa çıkma yasağı saati yaklaşıyor. “Yok” “geçmeyeceğim” dedi; Salvator. “Bizi yarın sabah toplama kampına gönderecekler, bir daha görüşeceğimizi sanmıyorum. Sana bunu getirdim. Bu kravat sana benden hatıra kalsın arkadaşım.”
İki arkadaş birbirine yaşlı gözlerle sarıldık. Salvator’un verdiği kırmızı ipek kravat elimde ardından bakakaldım.
Ertesi sabah Batı Trakya’daki tüm Yahudiler erkenden kamyonlarla tren istasyonuna götürüldüer. Trenler onları öldürülecekleri toplama kamplarına götürdü. O zaman kampların Nasıl bir yer olduğunu, neler yapıldığını bilmiyorduk.”
***
Diktatör Metaksas’ın ölümünden sonra Yunanistan iç kargaşaya düşmüştü. İtalyanı’n başına yeni bir lider geçmiş, kral etkisiz kalmıştı. Yeni bir Roma İmparatorluğu kurma hayali sürdüren faşist lideri Mussolini, Yunanistan’dan toprak talebinde bulundu. İtalyanlar tarafından ilhak edilen Libya’dan sonra Habeşistan, kanlı bir savaştan sonra İtalyanlar tarafından işgal edildi. Bu işgal listesine Avrupa’dan Arnavutluk da eklendi. Arnavut Kralı Zogo, İtalyanlar tarafından sürgüne gönderildi.
Mussolini, verdiği bir ültümatomla Yunanistan’dan toprak talebinde bulundu. Yunanlılar, İtalyanların verdikleri ültümatomu reddettiler. Bunun üzerine İtalyanlar, Ekim 1940’da Yunanistan’a saldırır. Habeşleri ancak zehirli gazlarla, uçaklarla zorlukla yenebilen İtalyanlar, Yunan ordusu tarafından kısa bir süre içinde püskürtülür.
Bununla bitmez Yunanistan’ın çilesi. Bu sefer Almanlar, Nisan 1941’de Bulgaristan ve Yugoslavya üzerinden ülkeye saldırırlar. Kısa sürede ülkenin işgali tamamlanır. Yunan kralı ve hükümeti zar zor yurt dışına kaçarlar. Sınırın öbür tarafında, Türkiye’de de tedirgin bekleyiş başlar. Trakya’da Alman saldırısına karşı yığınaklar arttırılır. Yüz binlerce insan askere alınır. Tanklara karşı özel siperler yapılır. Uçaklar içinse makineli tüfek yuvaları. Ülkemizde Alman yanlısı gruplar kuvvetliydi. Alman işgalcileri kırmızı halıyla karşılayacak çok insan vardır. Ankara, bütün bu gelişmelerden tedirgindir.
“Alman askerleri, askeri malzemeleri kamyonlara yüklediler. Motorize birlikler, tanklar hazırlandılar. Bölgedeki Alman kuvvetlerini binbaşı rütbesinde beyaz saçlı bir subay komuta ediyordu. Halka dostça davranıyordur. Ordudan emekli olmuş, savaş çıkınca tekrar orduya çağırmışlar. Birinci Dünya Savaşı’na da katılmış tecrübeli bir subaydı. Türkleri çok seviyordu. Alman askerleri, Türk topraklarına girmek için hazırlanmış bekliyorlardı. Sonra harekâtın iptali bildirilmiş. Tesadüfen birliğe geldiğimde, bu haberi alan o kır saçlı subayın şapkasını yere fırlatıp çılgın gibi çiğnediğini gördüm. Bir yandan da “Şimdi savaşı kaybettik” diye bağırıyordu.”
Kısa sürede ülkede Alman işgaline karşı direniş başlar. Bir yandan kralcılar diğer yandan komünistler partizan savaşı verirler. Bir yandan Almanlarla savaşırlar, diğer yandan birbirleriyle savaşırlar. “Türkler olarak, hep tarafsız kaldık bu iş çatışmada ama her iki tarafa da yaranamadık” Diyordurdu, İbrahim Öztürk.
Rusların karşı taarruzundan sonra savaşın kaderi değişmeye başlamıştı. Almanlar Ekim 1944’te Yunanistan’dan çekilir.
EAM-ELAS örgütünün lideri Markos geçici hükümet kurar. Markos, kralcı EDES güçlerini bozguna uğratılır. Selanik ve Atina dışında her yere komünistler, sosyalistler hâkim olur.
Tarihi yeniden yazmaya karar vermiş olan Truman, Stalin ve Churchil’in planlarında solcu, komünist Yunanistan yoktur. Yunanistan, İngiliz çıkar bölgesindedir.
İngiliz ordusu Yunanistan’a müdahale eder. İngilizlerin savaş gücüne EAM-ELAS güçleri direnemez. Şubat 1945’de yapılan anlaşmayla silahlar susar, seçim süreci başlar. Solculara verilen sözle tutulmaz. ELAS seçimleri boykot etse de siyasi saat çalışmaya devam eder. Önce kralcı hükümet kurulur, sonra kral geri döner.
Güçlenen kralcıların halka verdikleri sözleri tutmaya niyetleri yoktur. Bunun üzerine ELAM, Mart 1946’da tekrar silahlı mücadeleye başlar. Yunanistan’ın kuzeyinde hükümet kurar. Stalin ve Komintern bu isyanı desteklemez. Stalin, kendilerini dinlemeyen Markos’a çok kızar. ELAS’ın karşısında yıpranmış İngiliz kuvvetlerinin yerini ABD almıştır. ABD üstün silah gücüyle ELAM’ı yenilgiye uğratır. Kurtulabilen Elam üyeleri Arnavutluk, Yugoslavya ve Bulgaristan’a sığınır.
Sosyalist ülkelere sığınan ELAS üyeleri Stalin’in hışmına uğrar, kendisinden bağımsız devrim yapmak isteyen bu savaşçıların birkaç liderini öldürtür, kalanını Orta Asya’ya sürer. Dört yıl bulunduğum Özbekistan’daki Greklerin nereden geldiğini merak etmiştim. Batı Trakyalı bir Türk’le de karşılaşmıştım. Burada evlenmiş ve bir oğlu olmuş. Oğlu neredeyse benim yaşımdaydı. Yunanistan bunların, sürgünlerin yurtlarına dönmelerini sağlayacak affı ancak iki binli yılların başında çıkarır. Ama nedense bu Türk aile Yunanistan’a dönmemiş.
Ülkeye görünürde barış gelmiştir. Ama Batı Trakya’da Türklere yapılan baskılar son hadde çıkmıştır. Bir ara kasabanın belediye başkanlığı yürüten İbrahim Bey’in adı Kemalist’e çıkmıştır. Kralcılar kellesini istemektedir. Yaşanacak bir ortamın kalmadığın ı gören İbrahim Bey; Türkiye’ye gitmek isteyenleri de yanına toplar. Gizlice kaçakçılarla anlaşır ve yanındakilerle beraber Meriç’i geçerler. Kendisiyle beraber 180 kişiyi Türkiye’ye getirmiştir. Bu kafilenin gelişi Türk basınında geniş bir yer alır. Yunanistan hükümeti tutuşur. Yardımına ihtiyacı olduğu Türk hükümetini gücendirmek istemez. İstanbul’daki konsolosu Edirne’ye gelir. Gelenleri geri döndürmek için ikna etmeye çalışır. Gelenlerin sözcülüğünü İbrahim Bey üstlenir. Kendilerine yapılan baskıları tek tek sayar. Can güvenliklerinin olmadığını ispatlar. Konsolos kös kös İstanbul’a döner.
İbrahim Bey, İstanbul’a gelir. Gelir ama artık vatansızdır. Oysa okumuş olduğu için memur olabilirdi. Kendisine vatandaşlık verilmeyince İstanbul’dan Bursa’ya gelir. Geçinmek için inşaat kalfalığına başlar. İlk eşini bu süreçte kaybeder. Ancak ikinci eşi dolayısıyla Türk vatandaşı olur; kader.
İbrahim Bey, Türkiye’ye yabancı değildir. Birçok Batı Trakyalı gibi orta öğrenimini devam etmek için İstanbul’a gelmiş; Ayvansaray yakınlarında Yener Bey okulunda okumuş.
İbrahin Bey’le gelenler, İstanbul, İzmir ve Bursa’ya yerleştirilir.
İbrahim Bey Bursa’ya Ahmet Paşa mahallesine yerleşir. Bu sırada emperyalistler, Ortadoğu haritasını değiştirmeye başlamışlardır. İsrail devleti kurulur. İsrail’e Yahudi göçü başlar. Yahudilik mahallesinde boşalan bir eve yerleşir. Belki onları Yunanistan’dan tanıdığı için kültürel yabancılık çekmez. Grekçe, Bulgarca, Arnavutça, Sırpça, Makedonca bilen İbrahim Bey belki de üç beş kelimede olsa İbranice biliyordu.
Buradaki dostlarından biride Madam Hursi oldu. Kocasını yıllar önce kaybetmiş Madam Hursi’nin bir kızı, iki oğlu vardır. Salvator ve Sabetay ve Salvator’un eşi Luisa. Birbirlerine gidip gelmeler; karşılıklı bayram kutlamaları olağan hale gelmiştir. Kocasına kızınca ev eşyalarını, radyolarını sokağa atan Luisa’yı sakinleştirmek İbrahim Bey’in görevidir. Bunu başaran tek insandır. Salvator eşiyle İsrail’e göç eder. İstediği kızla annesi evlenmesine izin vermeyince Sabetay bir daha evlenmez, ipekli kumaş ticaretiyle uğraşır. Madam Hursi’de Sabetay’ı bırakıp gitmez. Sabetay doksanlarda vefat edince Madam Hursi İsrail’e göç etti. Seksen beş yaşındaydı göç ettiğinde. On yıl sonra Salvator Türk komşularına, dostlarına selam söyleyerek öldüğünün haberini yollar.
“ Çok konuşurlarda, Cumartesi çalışmazlar, sevap diye bol bol şarap içerlerdi. Şimdiki Arap Şükrü sokağının girişindeki şarapçı uğrak yerleriydi. Misi köyünden gelen şarap bardak bardak satılırdı. Sokakta başka bir şarapçı daha vardı kapandı. Yahudiler gidince bu mekânlar kapanmadı. Akşam iş çıkışında müdavimler buraya gelmeye devam ettiler.. Kimi cebinden yumurta, kimi çantasından, torbasından biber, domates çıkarır. Parası olan yandaki sakatatçıdan bir şeyler alıp ızgara yaptırırdı. Sokaktaki Arap Şükrü’nün meyhanesi revaçta idi. O zamanlar Taksi pahalı ve az, fayton sayısı sınırlıydı. Gündüzleri pazardan zerzevat, eşya taşıyan bu insanların bazıları meyhanelerin önünde beklerdi. Bizde sarhoş olup da ayakta duramayacak durumdaki arkadaşlarımızı küfeye koyar evine gönderirdik. Zevkine küfeye binip eve giderdim. Arap Şükrü sokağına girdiğinizde sağda küçük meyhaneler, şimdi kapalı olan Havra, kahve, fırın ve fırının yanında Samuel Markos’un hayrat olarak yaptırdığı çeşme vardı. Solda Misi şarapçısı, sakatatçı, kasap, gazeteci Ahmet Kulaner’in bakkal, bayi karışımı dükkânı, aktar Nazmi, tuhafiyeci İbrahim’in dükkânları vardı. İbrahim’in dükkânında kırtasiye malzemesi de bulunurdu. Oğlu büyüyünce balıkçılık malzemeleri, oltalar, kamışlar getirip satmaya başladı.”
O yıllarda Sakarya Caddesi trafiğe kapalı değildi. Altıparmak caddesinde iki üç katlı birkaç apartman dışında ahşap evler bulunuyordu. Otobüs durağının olduğu yerde bir gazete bayi vardı. Durağın yanındaki havuzun altı su deposuydu. Havuzun içinde karşıdaki balıkçıların attığı birkaç balık vardı. İçinde bir zamanlar büyük bir kara sazanın yaşıyordu. Bir sabah baktık ki balık havuzda yoktu. Kim bilir kim alıp götürdü. Sakarya Caddesi durağın arkasından geçerek Altıparmak caddesiyle birleşirdi. Misi şarapçısının yanındaki dar sokak yamaçtaki evlere çıkıyordu. Sokağın girişinde meşhur manav Abit ve oğlu Hasan’ın dükkânı vardı. Yol üzerindeki manavlar sadece meyhanelere değil işten çıkıp arabasıyla evlerine giden büyük esnaf ve bürokratlara hizmet verirlerdi. Yol kapanınca manav dükkânları müşterilerini kaybetti. Hepsi kapandı. Aktar Nazmi, daha sonra sokağın içine taşında meyhaneciler artınca dükkânını kapattı.
O yıllarda Zafer Alışveriş Merkezinin olduğu yerde belediyenin sıra dükkânları vardı. Sıra dükkânların arkasındaysa Hoca İlyas İlkokulu vardı. Bu okuldan mezun olan bir iş adamı bu okula ek bir tesis yaptırmıştı. Şerit Makinenin sahibi David Saydom (Sidon) yeni yapılan binaya asılan ismi yıllar sonra okulda yapılan tamirat esnasında kaldırıldı ve bir daha da asılmadı. Burası, daha önce hastane olarak kullanılmış. 18. Yüzyılda çok sayıda yabancı tüccarın yaşadığı Bursa’da Fransız rahibeler 1739 yılında burada bir hastane açarlar. Bursa-Mudanya tren yolunda çalışan yabancılara da sağlık hizmeti verilir. 1925’e kadar bu hastane faaliyetini sürdürürü.
Bugün altında pasaj bulunan apartmanın olduğu yerde ahşap bir bina vardı binanın yanında bir gazete bayiinin derme çatma bir barakası vardı. Onu geçince yeni yapılan büyük apartmanın alt katında PAY mağazası bulunuyordu. Günaydın gazetesi, okur kazanmak için pay kuponu adı altında promosyon dağıtıyordu.. İl merkezlerine bu kuponlarla alışveriş yapacağımız mağazalar açılmıştı. Mağazalarda çoğunlukla kırtasiye malzemeleri bulunuyordu. Günaydın gazetesi belli bir tiraja ulaşınca Pay kampanyası sona erdi ve mağazalar tasfiye olmaya başladı. Ben sonuna yetiştim. Elimdeki kuponlarla bir çorap alabilmiştim.
“Sabahları erken kalkardım. Mahalle fırınının yanındaki kahvenin anahtarları bendeydi. İşim olmadığı zaman kahveyi açar, çayı ben demlerdim. Hoca Hasan mahallesindeki Kadifeli Kahve’nin yanında fayton durağı vardı. Bazen komşuları toplar çağırdığım faytonlarla kültür parka götürürdüm. O zaman Bursa’nın tanınmış ailelerinin özel faytonları vardı.
Türk vatandaşlığına geç geçince memur olma fırsatını kaçırdım. Öztürk soyadını aldım. İnşaat nedir bilmezken inşaat kalfası oldum. Sütmanlar’ın çarşıdaki süt ürünü sattıkları dükkânlarını ben yaptım. Türk vatandaşı olunca Halk partisine üye oldum. Bir ara yerel yöneticilere kızıp Bölükbaşı’nın partisine üye oldum. Sonra tekrar CHP’ye geri döndüm. Yakamdan Atatürk rozetini hiç eksik etmedim. Eskiyince yeniledim. Atatürk’e hiç laf söyletmedim. Atatürk ve İnönü sağken Yunanistan’da rahatımız yerindeydi. Önce iç savaş rahatımızı bozdu. Oradaki akrabalarım DP iktidarı ve Kıbrıs Krizinde çok yoğun baskıya maruz kaldı. 1957’den sonra piyasalarda büyük kıtlık çıktı”.
1987 yılında kendisini İbrahim Öztürk’ü kaybettik. Geride anlatmadığı hikâyeler kaldı. Kendisinin en büyük zevki Kapalıçarşı esnafının oluşturduğu sünnet cemiyetine katılmaktı. Her yıl yapılan bu sünnet cemiyetinde bir çocuğu sünnet ettirirdi. Kükürtlü çay bahçesinde yaptırılan bu cemiyete Mehter Takımı gelip konser verirdi. “Sünnet olan çocukları ben yataklarına taşırdım. Yaşı büyük olanları ayrı bir yerde sünnet ederdik” derdi. Mekânı cennet olsun.