Afrodisyas Afrodit’i, bildik Afrodit’lerden değildir. Afrodisyas Afrodit’i, o erkekten bu erkeğe koşan, topal ve kirli kocası Hefaystos’u (Hephaistos) beğenmediği için Adonis’ten Ares’e önüne gelene kucak açan Afroditlerden değildir. Hele o erken öten Denizli horozuna yakalanıp üzerine ağ atılan Afroditlerden hiç değil. Ne Knidos Afrodit’i gibi tepeden tırnağa çıplaktır o, ne de Milo Venüs’ü belden yukarısı üryan…
Adonis ve Ares’ten başka Afrodit’in sevgilileri arasında, o günün Cebrail’i o ayakları çabuk Hermes ile Troyalı Ankhises de vardır.
Afrodisyas Afrodit’i, İştar, Kibele ardılı bir Anadolu Afrodit’idir. Çocukları da aşkı da sarıp sarmalayan nice insani duygunun simgesidir.
Önce mitolojinin bize bellettiği Afrodit’e bir merhaba diyelim. O Afrodit ki, korkuyu (Phobos-fobi) ve dehşeti (Deimos) de doğurur, uyum (Hamonia) ile aşkı (Eros) da… Her biri, canevinin bir sesi… Yeri gelir cinsiyetler bir bedende birleşir (Hermaafrodit). Ankhises’ten olan oğlu mu, o da destanların kahramanı Ayneyas’tır (Aeneas).
Vergilius, Ayneyas’ı Roma’nın kurucusu olarak ölümsüzleştir. Romalılar, Afrodit’i babaanneleri olarak görür, öyle bilirler. Afrodit’in Etrürsk mitolojisindeki adı “Turan”dır. İlginç değil mi? O düşlerimizin anavatanı da sakın, o ana koynu, olmadı yâr koynu olmasın. Şu “Kızıl Elma”nın kütürdetildiği!…
Doğumu ile ilgili söylenceler de farklıdır. Homer, baştanrı Zeus’un, denizlerin tanrısı Okyanus’un (Okeanos) kızı Dione’den olan çocuğu olduğunu söyler. Hesiodos’a göre baba oğulun taht kavgasında Kronos, babası Uranos’un erkeklik organını kökünden kesip denize atıverir. O tanrısal spermli deniz, köpürdükçe köpürür. Oluşan o ak köpüklerden de Afrodit doğar. Anadolu’nun burnunun dibinde, Midilli önlerinde.
Sözcüğün kökündeki “Abra –Apra” da “bol su, gür su” demektir Luvi kökeniyle. Demek ki Afrodit’i doğuran da Anadolu…
Gelelim Afrodisyas Afroditi’ne. Afrodisyas Afroditi, ne evli bir kadını, o erkek delisi Helene’yi ayartan çöpçatan Afrodit’e benzer, ne de Psike’nin o gaddar kaynanasına… O, ne Rubens’in tablosundaki İda’nın tombul üç güzelinden birine benzer, ne de Bellini’nin midyeden çıkan sırım güzeline…
Biz, gördüğümüzü söyleyelim; Afrodisyas Afroditi, Afrodisias Müzesi’nin en görkemli heykelidir o. Tanrılar-Tanrıçalar Salonu’nun tam ortasına yerleştirilmiştir. Kente adını vermiş olana bir değerbilirlikle… Kibele ardılı kadim bir Anadolu tanrıçası olarak dimdik ayakta. Keşke o kafasındaki o küçük kırık da olmasaydı! Etrafındakiler ise, sanki ona saygı nöbetindedir, fırdolayı semada… Satirini parmak ucunda oynatan Diyanisos da, süslü tacıyla kanun yapıcı kabasakal Doneteinos da…
Cepheden betimlenen heykel, tanrıçanın tarihsel kimliğini, Anadolulu özelliğini yansıtmak üzere tasarlanmıştır. Başındaki yüksek başlık ve başörtüsü ile. İnce elbisesi, sert ve kalın bir üst giysi ile. Kaplama göğüs bölümünde bir adet, daha altta dört adet bezeme kuşağı ile… Gerdandaki hilalle… O hilal, bize neyi mi anımsatıyor? Hem Doğu mitolojisinin Sin’ini, hem de Romalı kadınların bullalarını, hani şu hilal biçimindeki muskalarını.
Kuşakların her birinde Afrodit’in dört ayrı özelliği, figürlü süslemelerle somutlanır. Birincide Üç Güzeller’i (Kharites) görürüz; onlar tanrıçanın kişisel yardımcılarıdır; güzellik, tazelik ve neşeyi simgelerler. Bir güzeller güzelinde başka neyin olması hayal edilebilir ki!… İkinci kuşakta Afrodit’in bu evrendeki uzantıları yer alır; Selene (Ay) ile Helyos (Güneş)… Üçüncü kuşakta Afrodit’i, tritonlarla birlikte bir deniz keçisi üzerinde görürüz; o klasik formuyla… Dördüncü ve son kuşakta tanrıçanın hem elçisi hem çocuğu olan Eros yer alır; bir kurban sahnesinde resmedilmiştir; üç kanatlı haliyle.
Afrodisyas Müzesi’nde, bu görkemli Afrodit kült heykelinden başka, pek çok Afrodit heykeli, büstü, rölyefi ile de karşılaşırsınız. O belinden yukarısı kayıp Afrodit heykeli ile müzenin simgesi de olan, o başı sur duvar tacı ile örtülü ve gerdanı hilal bullalı büst en ünlüleridir. Biz o tacı, sütunlu lahidin ortasındaki Tykhe’de de görüyoruz.
Kenan Erim’in Afrodisyas’a ayak bastığı gün, “Bir evin köşe duvarını kaplayan Afrodit heykelini gördüğümde, kendimden geçtim.” dediğini anımsayın. Ha, bir de arabadan iner inmez, yerde kendisine bakan o bir çift gözle göz göze gelince, günlüğüne düştüğü o ilk notu: “Afrodisias kısmetim benim.” O bir çift göz, kısmet tanrıçası Tykhe’nin gözleridir.
Afrodisyas’ın o Geyre günlerinde sütun kaideleri kahvehanenin iskambil masasıdır, sütunlar evin direği, lahitler üzüm çiğneme teknesidir… Özetle heykelden sütuna her şey, o eski köyün bir yapı taşıdır. Ara Güler’in Architectural Review’de yayımlanan fotoğraflarıdır bunlar.
Evet, Afrodisyas, o bol güneşli aşk sofrasıdır. Benim şiirimde de imgeden imgeye dönüşür: aşk terkisi, aşkın güneş sofrası, aşkta anız yanığı, beyaz sevinç, deli umut, bir gökyüzü sohbeti, coşkuyu estiren hüzün, çöpsüz üzüm, deli coşku, düşler üstü duru gerçek, filiz umut, göğün yüreği, gökkuşağı dolusu kor meme, masmavi uçarı coşku, o beyaz merhaba, o en eski yâr, sarışın rüzgâr, sözcük kokusu düş, süt beyaz merak, süt bade, şadan şakıma…
Peki, Anadolu’nun o büyük yağmasından, o arkeolojik talanından nasıl kurtulabilmiş? Örneğin, o demiryolcular, yeryüzünün notası saptanabilmiş o ikinci şarkısına ait Seikilos sütunu, ilki Mardin yöresinin Hurrilerine aittir, Tralles’ten Kopenhag’a götürürlerken Afrodisyas Afrodit’i nasıl yerinde kalabilmiş? Coğrafyanın şansı. Afrodisyas 1960’lara kadar bir yerleşim yerinin altındadır; denize ve demiryoluna da epeyce uzak…
1904’te Turgutlu demiryolunu yapan Fransız mühendis Paul Gaudin’in uyarısı üzerine farkına varmışız Afrodisyas’ın. Osman Hamdi Bey, burada da bir kazı başlatmış. Fransız mühendis de kazı fotoğrafçısı olmuş. Elin oğlu bizi bizden daha iyi biliyor. Elbette neyin nerede olduğunu da… Biz hâlâ öğrenemedik. Bu topraklarda yağmanın ve talanın kanalını kazan o Osman Hamdi Bey iyi ki burada daha fazla kalmamış. Vatan toprağı en iyi koruyucu. Sahip çıkamıyorsanız toprak altında kalması daha iyi.
Afrodisyas’ta heykeltıraş, çekici her vuruşunda taşın yüreği ve bilgisiyle buluşur. Afrodias Müzesi’nde sizi, Afrodisyas Afroditi gibi sanatın büyüsüyle şaşırtacak nice heykel ve rölyef karşılayacaktır: Sakallı Şaşı, Oturan Şair, Boğa Sırtında Europa, Zincire Vurulmuş Promete, Zoilos… Hele o “Keçi Sağan Köylü”… O rölyefe iyi bakın. O köylü erkek, bugününün pazı gösteren erkeği değil; o anaerkil günlerin, Tanrıçalar döneminin erkeği. Afrodit’in hâlâ soluk alıp verdiği günlerin…
Bütün düşüm; Sebasteyon’da (imparatorların tapınağı) Afrodit’le “kan”ı değil “aşk”ı konuşmak… O rölyefteki Selene’nin hilalini, bayrağımla buluşturmak… O Sebateyon kabartmalarından birinde Afrodit’in Roma tarafından taçlandırıldığını görürsünüz. Çünkü Afrodit, Roma’nın babaannesidir.
Bir başka düşüm; önündeki o Atrium Evi’nde, komşu Kibele Evi’nin esin perisiyle buluşmak… Agoradaki havuzu dolu, kenarındaki heykelleri yerinde görmek. Tiyatroda insanlarla buluşmak… Agoranın narh listesini, tiyatronun sahne duvarındaki o anı notlarını bir kez daha incelemek; “Bütün Asya’da, kendime bu kenti seçtim.” diyen Augustos’a teşekkürlerimi sunmak… O duvar yazılarından “Afrodit” ve “Afrodisias” sözcüklerini silen din yobazlarından hesap sormak!…
Ve kutsal alanın ana kapısı tetrapilonda dostlarla buluşup, amazon kalkanıyla bezeli o girişte Pentesileya’dan el alan kadınlarla merhabalaşmak… Sola sapıp odeonun bugün çakıl taşlarıyla örtülü mozaiğin bir daha görmek… Daha fazla yorulmadan müzeye koşup Troya prensi Troilos’u atından çekip alan Aşil’den Hektor, Pentesileya ve Troilos’un öcünü almak… İçimin yarasıdır, kalan bütün zamanımı da hâlâ gün yüzüne hasret o kütüphanenin ve Sezar’ın hediyesi o altın Eros’un izini sürmeye harcamak…
Kutsal alanlar, hep kutsal alan olarak kalıyor her yerde; o yedi yüz yıllık Afrodit Tapınağı da Bizans’ın katedral kilisesidir artık; ama bir eksikle sellasız ve Afroditsiz!…
Afrodisyas, biraz da Afrodit’le kol kola gezilmeli değil mi?… Ben, Afrodisyas’ı hep öyle gezdim.