Ali Kulcu: ‘Seul’den Kunuri’ye kadar harita olmaksızın gittim’ |
Bursa’nın Akçalar Köyü’nde 1928 yılında doğdum, ayı günü belli değil. Adım Ali Kulcu… Yirmi yaşıma kadar Akçalar Bursa arası iş yapan kamyonlarda çalıştım. 1949 yılında evlendim, aynı yılın onuncu ayında askerlik için Bursa’ya, oradan da Balıkesir’e gittim. Balıkesir 1950 yılında aynı Bursa gibi yandığında biz söndürdük.
Askere giderken şoför ehliyetim vardı. Askeri ehliyeti de orada verdiler. Edremit’te manevraya gittik. Bizi toplayıp; “Kore’ye üç şoför lazım…” dediler. Çok talip çıkınca tabur komutanı kura çekmeye karar verdi. Kura; bana, Ispartalı bir arkadaşa ve Bursalı başka birine daha çıktı. Bir günlüğüne köyüme geldim. Evdekilere; “Kore’ye gidiyorum.” diye söylemedim. Savaşa gidiyor diye meraklanmalarını istemedim. Ertesi gün Ankara Etimesgut’a gittim. İki gece kaldık. Beni İkinci Tabur Karargâh Bölüğü’ne şoför olarak verdiler.
Kara trenlere bindirdiler, İskenderun’a doğru yola çıktık. Tren Dörtyol ağzında durduğunda sigaralar içeriye kiloyla atılıyordu. Limonataların biri bitmeden diğeri geliyor, mataralarımız da dolduruluyordu. İskenderun’da bir gece kaldık.
«
Bizi Amerikan vapuruna bindirdiler. Daha önceden bu büyüklükte vapur gördüğümüz yok. Yemek saati geldi, yemekhaneyi bulamadık. Amerikalı görevliler dikilip yol gösterdiler. Boydan boya yemekhaneydi. Hangi yemeklerden istersen alabiliyordun. Sıra domuz etine geldiğinde; “No!” diyor, vermiyorlardı. Ekmeği, çatalı, kaşığı alıp, öyle oturuyorduk masaya. Salonda; peynir, tereyağı, reçel, şeker vardı. Hanginden istersek ondan yiyebiliyorduk. Çıkarken tabağımızı götürüyor, banta bırakıyorduk.
Makinaya beş sent atıp bir bardak gazoz alır, içip yukarı çıkardık. Koğuşların olduğu bölgeye gündüz indirmez, yukarıda tüfek talimi yaptırırlardı. Bizim tüfeklerimiz başka, onların verdikleri başkaydı. Port Sait’ten geçtik. Gemi büyüktü, bizim gemi geçerken başka gemi geçemedi. Vapurla yirmi gün yirmi gece gittik. Hiçbir yere uğramadı ne ekmek ne su ne de mazot almak için… Pusan Limanı’na indik. Aynı İzmir Kordon boyu gibiydi.
Gemi yakınladı, beş yüz metre kala durdu. Önlerinde lastik olan iki büyük motor geldi, yan yan ittirerek gemiyi iskeleye yanaştırdılar. Limana indiğimizde bizi yaşlısından gencine Koreliler, ellerinde Türk bayraklarıyla karşıladılar.
Kore’ye gitmeden nerede olduğunu ben biliyordum. Radyodan haberler yayınlanıyordu. Kore’de savaş var diye duyuyorduk. Amerika Birleşmiş Milletlerden yardım istemiş. Almanlarla Fransızlar yoktu. İlk giden gemideydik. Gemiden tam techizat indik, arkadaşlarımızı hemen trene bindirdiler. Karargâh şoförü olarak bize arabaları Pusan’da verdiler. Konvoy olarak biz de arkadaşlarımızın trenle götürüldükleri Taegu’ya vardık. Bizim için kurulmuş çadırların olduğu askeri bölgeye ulaştığımızda gökyüzünden başta uğultu, sonra giderek artan bir gürültü geldi. Helikoptermiş, ilk defa orada gördüm. Bir iki saat eğlendi, yeniden kalktı, gitti. Bakakaldık.
Taegu’dan kafile olarak ayrıldık. Inchon üzerinden başkent Seul’e geçtik. Bir tarafı tamamen yıkılmıştı. Arabamın arızası vardı, giderildikten sonra yola devam ettim, yolu kaybettim. Bizim askerler gitmişti. Sora sora buldum sonunda. Diğer askeri araçların da olduğu akaryakıt dağıtılan bir yere ulaştım. Orada kendi aralarında konuşanlar vardı. Başgedikli bir askere “Bursa nasıl?” diye soruyordu. Sokuldum yanına;
“Nerelisin sen?”
“Bursalıyım.”
“Ben de Bursalıyım…”
Adı Nail’miş, benden yaşlıydı, ahbap olduk. Onu da şoförlüğe alıştırdım. Daha sonradan tabur komutanının şoförü oldu.
Kunuri’de kuşatma altına düşmeden önceki sabah iki yaralı geldi; bir yüzbaşı, bir de er…
“Ne olmuş bunlara?”
“Siviller yapmış.”
Alay Komutanı emir verdi:
“Tarayın o köyü.”
Taradılar, bir daha komünist tarafta sivillerden hiçbir hareket gelmedi.
Emir geldi;
‘Kunuri dağlarına cephane gidecek!’
O yanları, komünist tarafını bilmiyorduk. Kunuri’ye cephane götüren ilk arabalardan biriydim. Cephaneyi indirip geri döndüğümde levazım subayı; “Eşya saralım, iaşeyi askere ulaştıralım.” dedi. Sardık, yola çıktım. Baktım, yollarda beşli, onlu asker kümeleri geriye geliyorlar. Birini çağırdım;
“Ne yandansın sen?”
“North Korea.”
Arabada üsteğmen vardı.
“Üsteğmenim, bunlar komünist.”
“Yok oğlum, bunların subayları ölmüş, geri kaçıyorlar.”
On beş yirmi kişilik gruplar halinde yanımızdan geçmeye devam ettiler. Sonradan öğrendik ki, o esnada Çinliler bizi çeviriyorlarmış.
Kunuri dağlarının tepesine çıktık. Ezan karanlığı çöktü. Bir emir geldi;
“Geri dönülecek!”
Biz araçlar olarak önde, askerler yanı başımızdaydı. Asker geri çekildi, biz çekildik. Aşağıya ovaya indik. İyice karanlık çöktüğünde iki taraftan saldırıya uğradık. Bizi çevirmişler. Her taraf pirinç tarlası, geldiğim yoldan geri gitmem gerekiyor ve yol kapatılmıştı. Arabayı orada bıraktım, kaçtım. Topçuların yanına vardım. Toplarını bırakmış, onlar da kaçıyorlardı. Her tarafımızı çevirmişler, tercüman yok, ne olup bittiğini tam anlayamadık. Kaç, kaç, kaç… Bir yere toplandık. O yandan geliyor on kişi, öte yandan geliyor beş kişi… Toplandığımızda Tugay Komutanı Tuğgeneral Tahsin Yazıcı; “Şu kadar kan döktük, fazlasıyla geri alacağız.” dedi. Seul’e kadar geri çekildik.
Çin askerleri çok kalabalıktı. Saldırıya geçtiklerinde öndekiler silahlı hemen arkalarından gelenler silahsızdı ölenin silahını geriden gelen alıyordu.
Otuz sekizinci arz dairesinin üstünde yani Kuzey Kore sınırlarının içindeydik. Çinlilerle savaşıyormuşuz. O anda haberimiz yoktu, sonradan öğrendik. Çinliler Kuzey Korelilere demiş ki;
“Baskın yapın, Güney Kore’yi alın. Arkanızdayız.”
Baskın yapmışlar, Güney Kore’nin Pusan bölgesi hariç her tarafını işgal etmişler. Güney Koreliler Amerika’dan yardım istemişler. Amerikalılar Birleşmiş Milletleri (BM) harekete geçirmiş. Türkler, İngilizler, Siyamlılar, Araplar, Yunanlılar ve daha başka milletler yardıma koşmuşlar.
Başkomutan olarak savaşı Japonya’dan idare eden General McArthur; “Türklerin sağına soluna sakın İngilizleri ve Yunanlıları vermeyin. Verirseniz birbirlerine girerler.” demiş. Ne sağımızda ne de solumuzda hiçbir zaman olmadılar.
Bize ileri karakol görevi verdiler. Her tarafımız düşman, yalnız bir tarafımız açıktı. Ajanlar geldiler;
“Bu gece saat birde buraya üç tugay taarruz edecek.”
Bana başka araba vermiştiler. Cephaneciydim. Amerikalılar bize bir topçu bölüğünü takviye gönderdiler. Tahsin Yazıcı geri gönderdi. Arkadan bir tank bölüğü geldi. Tankları da geri çevirdi.
“Benim askerim savaşır.”
Herkesin başında beş sandık bomba ve istediği kadar mermi vardı. Ölmek var, dönmek yok. O akşam saldırı olmadı. Ertesi akşam ajanlar yine geldiler.
“Bu akşam saat birde muhakkak taarruz edecekler…”
Bizde hiçbir korku yoktu. Tek endişemiz, gece karanlığında ilk kurşun ne yandan gelecek… Ateşin nereden geldiğini bildik mi gerisi kolaydı. Saat birde gürültü koptu, izli mermiler havada çarpışıyordu. Savaş bütün gece sürdü. Sabaha kadar dört araba mermi götürdüm. Götürdüğümüz yer de yaklaşık beş kilometre kadardı. Varır varmaz arabadaki cephaneler bitiyordu.
Sabaha karşı levazım üsteğmeni; “Yiyecek koyalım da kalan askerler yesin.” dedi. Sardık, bir vardım, subaylar oturmuş cigara içiyorlar, çay falan yok tabi. Topçular toplarını siliyorlardı. Üsteğmen ağlamaya başladı. Subaylar birbirlerine sarıldılar. Kayıp var. Top mermisi ağaca çarpmış, şarapnel parçası bir binbaşıyla yanındaki telsizciyi öldürmüş.
Bizim karargâhta her gün bir yaprak gazete çıkarılırdı. Haberleri bu gazeteden alırdık. Dış basın; “Türk Tugayı imha olmuştur.” diye yazmış. İngilizler; “Bizim bildiğimiz Türklerin burnu bile kanamamıştır.” demişler.
Ne kadar general ne kadar subay varsa o gün bizim bulunduğumuz yere akın ettiler. Yerlerdeki konserve kutuları falan delik deşikti. Çinliler o gece çok kayıp vermişler. Biz madalyayı o geceden dolayı aldık.
Herkes kendi işini en zor iş olarak söyler, ben de cephanecilik diyorum. Gece yatarsın bir telefon gelir; “Falan dağa cephane götürülecek.” Lambaları yakamazsın, karartmalar var, karanlıkta gitmek zorundasın. Lambaları yakarsan hedef olursun. Yollara mayın gömüyorlar. İşin hilesini öğrenmişler, mayını doğrudan gömmüyorlardı. Yapıştırma kutular vardı, hiç çivi yoktu. Dedektörler onu bulamıyordu. Hele ufak jipler falan basarsa uçuruyordu. Ben hiç öyle bir kutuya denk gelmedim. Genellikle tekerleği ortaya alır, yol uygunsa bir tekerleği dışardan götürürdüm.
Cephane arabalarında kapı yoktu, sıkıştığın zaman arabayı bırakıp canını kurtaracaksın. Araba yakmışsın, tank yakmışsın, top yakmışsın, soran yoktu. Ben iki tane araba bıraktım. Hiçbir şey sormadılar, ertesi gün başka bir araba verdiler. Seul’den Kunuri’ye kadar harita olmaksızın gittim. Yolları nasıl buldun dersen, Kore eskiden Japonya’nın sömürgesi imiş. Ana yolları düzgün yapmış asfaltlamış. Yalnız asfalttan çıktın mıydı pirinç tarlasına girersin. Bizim cephane arabalarının önlerinde vinç vardı, battığın zaman yakınında bir ağaç varsa takıp çıkabiliyordun. Yoksa takılıp kalırdın.
Biz; İzmir Karşıyakalı, Muğlalı bir de İnegöllü bir arkadaşla birlikte devamlı cephaneciydik. Sırası gelen görev nereye çıktıysa oraya cephane götürürdü. Arabada tektik. Cephaneyi sararlar, “Güle güle!” derlerdi. Arabaya bir şey olsa, cephane düşman eline geçmesin diye, bizimkiler hemen uçakla yakarlardı.
Çok zahmetler çektik. Ayakkabıları ayağımdan bir ay boyunca çıkarmadığımı bilirim. Bize uyku tulumları veriyorlardı iki cins uyku tulumu vardı. Hele bir tanesi vardı; içine gir dışarıda yağmurun altında yat. Bu tulumdan Amerikalılara vermişler. Bir baskın yemişler tulumlarından dışarı çıkamamışlar. Fermuarı bulup çıkarasıya kadar çok büyük kayıplar vermişler. Ondan sonra o tulumu yasak ettiler.
Kışın eldiven çorap dağıtacakları zaman; “Önce şoförlere verin hangini beğenirse onu alsınlar.” derlerdi. Yaklaşık bir ay arabanın içinde yattım, ama hiç üşümedim. Bir çift yün eldiven üstüne meşin eldiven, dirseklere kadar… Ruzvelt ayakkabımız vardı, dizlere kadar. İçinde iki çift kalın çorap… Muşambalar vardı, kafana geçiriyordun yanıbaşlarında cepleri vardı. Başında miğfer kesinlikle ıslanmazdın. Adamlar yapmışlar, üşümek yoktu. Asker yetmedi, beni bir gece vadinin içinde nöbetçi diktiler. Yağmur yağdı, gök gürledi, şimşek çaktı hiçbir şekilde ıslanmadım. Boydan boya muşambanın içindeydim.
Adamlarda ne istersen vardı. Uçakları, helikopteri, denizde gezen tankları orada gördük. Tramvay hattında giden askeri cemseleri orada gördük. Askeri cemseler tren istasyonuna gelir, altına tekerleği takılır trene bağlanıp giderlerdi. Tüfekleri sekiz mermi alıyordu. Birinciyi atarsın, ikincisi izli mermi… Gece hedefi buluyor mu bulmuyor mu? Dördüncü mermi de izliydi. Tutukluk yapmazdı. Bizim Kırıkkale tüfekleri gemiden indirmediler. Üzerimizde Türkiye’den giden hiçbir şey bırakmadılar. Gemide giderken Amerikan tüfeklerini göstermişlerdi. Otomatikte düğmesi var basıyorsun seri atış yapıyor çeviriyorsun tek atışa geçiyordu. Hele karabinler vardı, otuz beş mermi alıyordu, dört yüz elli gramdı tak omuzuna git…
Amerikalı savaşı malzemeyle yapıyordu. Araba devirmişsin, tank devirmişsin, uçak düşmüş çok önemli değildi. Amerikalı şoförlerinin yanında birer kutu bira olurdu, su niyetine içerlerdi. Bizimkiler anında yasak ettiler. Öğlenleri elma çıkardı, ikişer tane verirlerdi.
Han Nehri’nde oturduğum yerden belime kadar gelen sulardan geçtim. Arabayla suya gayet usul bir şekilde girerdim. Karbüratör ıslandı mıydı kalırsın. Birden basarsan tıkanır kalırdı. Ben kalmadım, usul girdim birinci viteste çıktım. Han Nehri’nin genişliği aşağı yukarı yüz metre kadar vardı.
Bir keresinde Seul’e giderken arabam arıza yaptı. Karşıdan bir jip geliyordu, el ettim, durdu. Bir üsteğmen direksiyonda, arkasında iki tane general vardı.
“Ne var? Ne oldu?”
“Araba arıza yaptı, kaldım.”
“Bizi takip et.”
Takip ettim Seul’e kadar beni götürdüler.
“Bunun arabası arıza yapmış, yapın bunu.”
Şöyle bir baktılar.
“İki gün sonra olur.”
Başçavuş aldı beni bir odaya götürdü. “Burada kalacaksın.” dedi. Amaney ne baktılar bana orada be…
Kore’deki mevsimlerle sorunumuz olmadı. Üşüme diye bir şey yoktu. Savunmaya geçtiğimizde elli kişilik çadırlarda kalıyorduk. İçine iki tane de soba kuruluyordu.
Cephedekiler için seyyar banyolar seyyar hamamlar kuruluyordu. Asker geliyor, sırayla banyosunu yapıp çıkıyordu. Girişte elbiseni çıkarıyor, çıkarken başka bir elbise giyip gidiyordun. Elbise sorunu yoktu.
Sabah kalkar, göreve çıkmadan kahvaltı yapardık. Kahvaltıda; süt, yumurta, peynir, reçel, tereyağı vardı. Ekmek küçücüktü. Bizimkiler kıyameti kopardılar. Hemen değiştirdiler, ekmekler büyüdü.
Cepheyi başka bölüğe teslim edip savunmaya geçtiğimizde kuşbaşı koyun eti, sığır etinden kıyma, iki kişiye bir tavuk… Yağ istemediğin kadar. Ne istersen pişirilirdi. Yemek boldu. Kazanlarda kahve, çay kaynardı. Git mataranı doldur, istediğin kadar iç. Cephedeyken de bir mukavva kutunun içinde gelirdi yiyeceklerimiz. Ekmek yerine toparlak tuzlu bisküvit, bir kutu kıymalı kuru fasulye, bir kutunun içinde üç köfte, bir kutu reçel, açmak için anahtar, yemekleri ısıtmak için ocak, bir paket sigara, bir kibrit, bir kutu da hap bulunurdu. Bulanık suyun içine hapı at suyu ondan sonra iç… Su dokunmasın, zehirden, mikroptan arınsın. Yemek için çay kaşıkları gibi plastik kaşık verilirdi, yemeğimizi yedikten sonra atardık. Cephede askerin akşama kadar yemek sorunu yoktu. Santa Maria armudunun ve erkek yemişin kompostosundan bıkmıştık.
…
Bizim askere beş dolar veriyorlardı, onların askerleri yüz seksen dolar alıyordu. Amerikalı şoförler iki yüz yirmi dolar alıyor, biz beş dolar alıyorduk. O da ancak mektup parasına yetiyordu. Çok mektup gönderdim ama o mektuplardan hiçbiri şu anda elimizde yok.
Savunmaya çekildiğimizde askerleri bölük bölük Tokyo’ya gezmeye götürürlerdi. Şoförleri götürmediler.
Savunmadayken öğlen yemeğinde parça hindi eti çıkarsa biliyorduk ki ertesi gün cephedeyiz. Başka zaman kesinlikle hindi çıkmazdı.
Kore halkı garibandı. Evlerinde, odaların altı oyuktu, orada ateş yakar, odalarını o şekilde ısıtırlardı.
Köyün içinden Amerikan askeri geçerdi hiç kimse kımıldamazdı, İngilizler, Araplar, Siyamlılar geçer gene kımıldamazdı. Türk askeri geçerken çoluğu çocuğu ayağa kalkar el çırpardı. Bizi seviyorlardı. Bizimkiler hastaya bakıyor, yolda kalanla ilgileniyordu.
Ben yolda bir çocuğu ağlarken buldum. Sordum, anası babası savaşta ölmüş. Aldım yanıma iki ay baktım. Adını Ali koyduk. İşaret diliyle anlaşırdık. Kore’de bir aylıkken birtakım kelimeleri anlamaya başlamıştık zaten. En azından temel ihtiyaçları karşılayabilecek seviyeye geldik. Suya mul derlerdi, yumurtaya tak… Bir şeyler daha öğrenmiştim, ama şimdi unuttum. Şoför arkadaşlar; “Ali gel buraya! Ali git oraya!” şeklinde takılmaya başladılar, sonradan yasak ettiler.
Çok gezdim. Tugaya gittiğimizde yanımıza çocuklar gelirdi, onlara ekmek verirdik. Ekmeği bilmiyorlardı yedikleri içtikleri pirinçti.
Kore’de on sekiz ay durdum, değişik şehirler arasında o kadar gittim geldim, bir tane buğday tarlası görmedim. Hep pirinç… Dağın tepesine bile pirinç ekiyorlardı. Hiç sulamak yok, haftada iki üç kez yağmur yağıyordu.
Pirinci suyun içine saçarlar, öküzlerle gezerlerdi. Öküzlerin burnuna, ayıların burnuna taktıkları gibi, yular takarlar, sırtlarına da semer koyarlardı.
Beni bir gün Inchon’a gönderdiler. Şehrin içinden geçiyordum. Bir pastane dükkânında camın önüne kıpkırmızı şeyleri dizmişler. Hemen durdurdum arabayı. Garsonlar çıktı, işaretle;
“Şunlardan iki tane getir.”
Yanında kahve fincanında sıcak su getirdiler.
“Nasıl yenir?”
“Bundan ısıracaksın, sudan da bir yudum içeceksin.” anlamına gelen el kol hareketleri yaptılar. Isırdım, çiğnedim çiğnedim gitmedi. Suyu içtim yine gitmedi. Çağırdım;
“Kaç para?”
“Yirmi cent”
“Al parayı…”
Bıraktım çıktım.
…
Dönüşte de aynı gemiyle geldik. Gemi gündüz usul geliyor, gece on beş mil hız yapıyordu. Hızlı gidince insanlarda safra yapıyordu. Vatandaş gece yattıktan sonra hızlanıyordu. Yattığımız yerde dalgaları duyuyorduk.
Büyük okyanusta köpek balıklarını ve uçan balıkları gördük. Okyanus’ta bir gün yağmura tutulduk. Yel yağmur karışımı alt güverteden giriyor üst güverteden çıkıyordu. Herkes panik içindeydi. Bir demir vardı. Gittim oraya tutundum ve oturdum. Yüzbaşı geçiyordu.
“Korkmuyon mu sen?
“Korksam ne olacak?”
Amerikalılar hoparlörden bağırıyor;
“Sakın korkmayın batmaz bu gemi…”
Ama bizimkilerin hepsi hoşaf oldu. Dönüş yolunda gemide hiçbir şey yapmadık. Amerikalılar bizimkilere oynayın diye kâğıt veriyorlardı. Bizimkiler oynarken kaldırıp denize atıyorlardı. Geminin içinde gezilecek yer yoktu. Ancak yemekhanede yemeğimizi yiyip güverteye çıkıyorduk. Akşam olduğunda da koğuşumuza girip yatıyorduk. Yataklarımız demirlere asılmış muşambadandı. Bir yastık vardı, başka bir şey yoktu. Yalnız geminin içi çok sıcak oluyordu. Yorgana falan gerek yoktu. Gerçi buraya geldiğimizde mevsim yazdı. İzmir’de yer yerinden oynuyordu. Askerin geçeceği daracık bir yol kalmıştı. Her iki taraf da insan seliydi.
Akrabasını, hısmını gören hemen boynuna sarılıp çekiliyordu yoldan. Bütün köylü Başköy’de karşıladı beni. Çoluk çocuk Başköy’deydi. “Koreli geldi.” diye karşıladılar. Savaşa giren yoktu. Burada kahraman olduk.[1]
…
Anahtar Kelimeler: Kore Savaşı, Kutup Yıldızı, Ali Kulcu…
[1] Bu yazı Nazmi Karataş’ın ‘Kutup Yıldızı, Ekin Yayınevi, Şubat 2018’ adlı kitabından belgeseltarih.com takipçileri için kendisince derlenmiştir.