Azra Erhat der ki: Mitolojiler birbirine karışır ve birbirini etkiler.
Ekrem Akurgal’a göre: Her kim ki Anadolu’yu fethetmeye çalıştı, kendi fethedildi.
Kenan Erim için: Grek, Roma ve Bizans yok; Anadolu (Küçük Asya) var.
Mustafa Kemal Atatürk uyarır: Bir vatanın sahibi olmanın yolu, o topraklarda yaşanmış tarihi olayları bilmek, doğmuş uygarlıkları tanımak ve sahip olmaktan geçer.
Ben de derim ki: “Bir gün eğer buluşursa İlyada’yla / Kuvayı Milliye Destanı, / Bilin ki işte o gün bu topraklar / Gerçek vatan olacaktır hepimize”
Bir ortak paydada buluşan bu dört alıntı, bu dörtlük gibi nice şiirime de esin kaynağıdır. Kuşkusuz bu çalışmamın da kılavuzudur.
Her toplum, kendine bir geçmiş, kültürel bir taban arar. Kimliğini bu geçmişe, kültüre göre oluşturur. Rönesans sonrası, uluslaşma sürecine giren Batı, geçmişini Helen’le buluşturmuştur. Tarihini de sanat tarihini de bunun üzerine kurmuştur. Kendi açılarından yaptıkları elbette doğrudur.
Osmanlı’nın böyle bir geçmişe, bir tarihe gereksinim duyması için geçen süre en az yüz yıldır. O tarihin yazımı için Germiyan Sarayı’na başvuran da Yıldırım’dır… Tarihleri de kılıç değil, kültür, kalem yaratır. O kültür, o gün Germiyan sarayındadır.
Peki, bundan, Batı’nın ne aradığından bize ne mi? Bizi ilgilendiren, bu olgunun yarattığı o “renk ve ışık körlüğü”.
Batı’nın üzerimize tuttuğu o uzun farlar nedeniyle, ne Hektor’u görebiliyoruz, ne de Mustafa Kemal’in nereye baktığı fark ediyoruz!
Kimi sanat tarihçimiz ile çoğu rehberimizin düştüğü tuzaktır bu. Luvi, Hatti, Hitit, Frig, Galat, Likya, Karya, İyonya, Lidya, Troya geçmişimizi, o günden bu güne görmezden geliyoruz. Anadolu’daki Saka ve Peçenek adını taşıyan köyleri de… Kastamonu’ya adını veren Tumanaları, Kaçkarlara adını veren Kaskaları… Dahası hepsini yok sayıp her şeyi, sorgusuz sualsiz Helen’e ve Roma’ya bağlayıveriyoruz!
O halde birilerini uyarmamız gerekiyor. Peki, biz kimleri uyaralım? Smyrna ve Efes’i, Yunan sayanları; Hitit, Luvi, Karya kültürünü yadsıyanları…
Bu gerçeği görmemek, bu bakış açısında, bu sakat tutumda ısrar etmek, Homer’i, Herodot’u; hatta Fatih’i, Mustafa Kemal’i hiç anlamamaktır. Dört dörtlük de bir aymazlıktır.
Sakarya Savaşı’na üç hafta kala, Mustafa Kemal’in, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni, o günkü adıyla Eti Müzesi’ni kurdurma iradesini, hiç kavramamaktır. Mustafa Kemal’in Troya, Gavurkale, Bergama, Efes, Aspendos’taki ayak izlerini görmezlikten gelmektir.
Bu toprağın bütün kurtuluş savaşlarındaki o Anadolu dayanışmasını, kenetlenmesini göz ardı etmektir. Bu dayanışmayı biz, MÖ 1274’te Kadeş’te, MÖ 1200’lerde Troya’da, MÖ 27 Ağustos 479’da Mikale’de, 1915’te Çanakkale’de kesintisiz görüyoruz; elbette 30 Ağustos 1922’de Dumlupınar’da da…
Anadolu’nun her onur kavgasında, Hititlerden bu güne, bütün Anadolu halkları ikircimsiz bir araya gelmeyi bilmiştir. Ne Mutawalli, ne Hektor ne de Mustafa Kemal yalnızdır kavgalarında. Anadolu’nun bu mayası, binlerce yıldır hiç bozulmamıştır; durup durup Akşehir Gölü’ne yeni yoğurtlar çalmaya da gerek yoktur.
Evet, antik kent algımız da, tarihe bakışımız da pek sağlıklı değil. “Antik”i biz, modernin karşıtı algılıyoruz elde bir. Eskimiş, geride kalmış… Davranışlarını yadırgadıklarımıza da “antikanın biri“ deyip geçiyoruz iki. Yer yer de “dinozor” Oysa değerli olan eskimez, yaşlanmaz… O dinozorlara da bin selam! Mina Urgan, Adile Ayda, Muazzez İlmiye Çığ’lara; Halil İnalcık, Hıfzı Topuz, Doğan Kuban’lara…
Çoğu sözlük de aynı kapıyı tıklatıyor. Antik’i, salt Helen ve Roma kültürüne bağlayıp geçiyor.
Hiçbir kültürü, senin vaden doldu deyip, bir eşya gibi kenara çekip, bir çırpıda yerine bir başkasını koyamayız… Sanat, süreklilik ister; sanat öyle soluk alıp verir…
Demem o ki, ne Anadolu’yu Luvi’siz, Hitit’siz, Karya’sız, İyonya’sız düşünebiliriz; ne Mustafa Kemal’i Homer’siz, Volter’siz Russo’suz, Namık Kemal’siz Fikret’siz…
Anadolu, 42 uygarlığa, analık eden, 3000 antik kentin yer aldığı bir coğrafya.
Google Amca ile ansiklopediler, Herodot için hâlâ “Yunan tarihçi” notunu düşse de bakın, o ünlü “Tarih”in I. Bölümünün 143. paragrafında hangi cümleyle karşılaşıyoruz: “Atinalılar bu adı kabul etmiyorlar, kendilerine İon (İyon) denilmesini istemiyorlardı; bugün bile bana öyle gelir ki, bundan çoğunun yüzü kızarmaktadır.” Herodot, Karyalılıdır, Anadoluludur. Homer de Tales de…
Anadolu’nun dünkü uygarlığını, bir Helen uygarlığı sanmak, öyle saymak; binlerce yılın Anadolu dayanışmasını görmemek, kültürel bütünlüğünü ve birlikteliğini yok saymak, akla zarar bir aymazlıktır.
Osmanlı bu aymazlığa düştüğü için, Batı’nın o uluslaşma sürecinde, Anadolu, bir uçtan bir uca Batı’nın, Batılının at oynağı, yolgeçen hanıdır. İngiliz Petty, 1624’te Milet ve Priyen’de, Villiam Sherard 1705’te Afrodisyas’tadır… 1863’te Frank Calvert, 1870’lerde Schliemann Troya’da… Avusturyalılar 150 yıldır Efes’i kazıyorlar…
Nemrut’un varlığından ilk haberdar olanlar Almanlardır. 1882’da Osman Hamdi Bey’le Oskan Efendi’nin de yolu düşüyor Nemrut’a. Nemrut’la ilgili ilk kitap da ikisinindir. Ara Güler’in de yolu düşer Nemrut’a; otuz iki yıl arayla benim de…
O gelenler, elbette gezmekle, kazmakla yetinmiyorlar! Heykel, amfora, takı, kap kacak buldukları her şeyi, Batı müzelerine taşıyorlar. Hatta her taşı söküp numaralayarak o görkemli anıtları, yapıları da… Bodrum Mozolesi ile Ksantos Nereid Anıtı’nı Londra’ya, Zeus Tapınağı ile Milet’in Pazar yeri yapısını Berlin’e,
Evet, “Işık doğudan yükselir (Ex Oriente Lux)”. Latinceden İngilizceye, Fransızcadan Almancaya Batı dillerindeki bütün “ışık” sözcükleri ve türevleri, Luvi kökenlidir. Anadolu’dan… O “gül parmaklı şafak”tan.” Özellikle de İyonya ve Karya’dan…
İlk Helen izleri, Bodrum yakınlarındaki Dirmil’de görülmesine karşın, Helenistik Çağ, ancak M.Ö. 330’da başlar; İskender’le. O da birden ve her şeyiyle değil. Ha şunu da unutmayalım, Likyalılar kendilerine Dirmilliler derlerdi. Hem de çok önce. Demem o ki, coğrafyanın kimliği birden değişmiyor; hele kültürel değişim, kav değiştirmeye hiç benzemez.
1071’de ve sonrasında da böyledir bu. Selçuklunun geldiği yer “Diyar-ı Rum”dur, Osmanlının gittiği yer “Rumeli”… Fatih mi, o da Kayzer_i Rum’dur… Alpaslan’dan Fatih’e arada neredeyse dört yüz yıl var.
Taşları bile taş olmaktan çıkaran zamandan kalan, yalnızca kültürdür. Anadolu, o binlerce yılın kültürünü biriktire biriktire Anadolu olmuştur.
Asya (Asia), Anatolia, Anadolu… Asya, İlyada’daki o Tire ovasıdır, zamanla da koca bir kıtanın adı. Bu süreçtir Anatolia’yı Anadolu, bizi biz yapan…
Özetle, bu topraklara her gelen, Anadolu potasında hemhal olmuştur. Diliyle, kültürüyle, sanatıyla… Bu erime, yeni bir kimlikle ortaya çıkana değin sürmüştür hep. Bu süre, Hititlerde yaklaşık iki yüz yıl sürer, Friglerde beş yüz yıl… Birilerinin cumhuriyetin bireyi ve yurttaşı olmada sıkıntı yaşadığı da bir gerçek!
Dönelim Anadolu’nun dününe. O dünde ne göreceğiz? Tales gibi düşünüp, dönüp Homer’e ya da Herodot’a baksak, bakabilsek her şeyi göreceğiz. Ege’nin öte yakasını da… Şu yeryüzü tarihini daha iyi anlayacağız. Ne var ki “Tarih”e dönüp bakanımız yok, “İlyada”yı okuyanımız da… Meyveli ağacı taşlayıp geçmek yetiyor bize. Türkçenin Homer’le tanışması, çok yeni; daha yüz yıl bile olmadı. Evet, tarihe hep rötarlıyız…
Helen, skolastik düşünceye sahiptir; kadercidir, ruh çağırmayı sever… Sokrates’i de Platon’u da Aristo’su da kendini peygamber görmektedir. Dahası erkek egemen bir kültürdür. Euripides’in şu tümcesi, hâlâ yerli yerinde duruyor: “Sokakta Atinalı bir kadın görürseniz, kimin karısı ya da kız kardeşi olduğunu değil, kimin büyükannesi olduğunu sormalısınız.” Koşut bir saptama da Herodot’u pek küçümseyen Tükidides’ten: “Kadının başlıca görevi kendinden mümkün olduğu kadar az bahsettirmektir.”
Sorum şu: Homer’den ünlü ve yetkin bir sanatçı, Herodot’tan daha verimli ve dürüst bir tarihçi (düzyazı ustası), Hekateus’tan meraklı ve rotası belli bir haritacı ve coğrafyacı, Tales ve Heraklit’ten daha derin ve nesnel bilim adamı, Hipokrat ve Galen’den donanımlı, deneyi ve tanıyı önceleyen tıp insanı Helen’de, Atina’da var mıdır? “Atom” sözcüğü bu coğrafyadan hatıradır. Ada ve Artemisya da Anadolu’nun toplum önderi kadınlarıdır.
Dil, kültür, sanat birikimi, sanıldığı gibi Helen’deyse, adını andıklarımın hepsinin öte yakalı olması gerekmez miydi? Miletli Aspasya, Perikles’e yâr olmuştur da bir türlü eş olamamıştır. Niye? Çünkü Helen töresi, yabancı ile evliliğe izin vermez de ondan. Demek ki Milet, Helen değilmiş.
Şunu iyi anlamak gerekir: Anadolu, şu yeryüzü sahnesinde, bilge Tales, Bias, Heraklit’lerle, yurttaş Hektor, Fatih, Sinan ve Mustafa Kemal’lerle yer almıştır. O yere göğe koyamadığımız metafizikçi Helen ise, öfke simgesi Aşil’lerle, metafizik kutsayıcısı Eflatun’larla, despot bireyin simgeleri İskender, Hitler ve Bush’larla…
Evet, Atinalı düşünürler “hikmet sever”dir; İyonyalı ve Karyalı düşünürler “doğasever (bilim sever)”. Aydınlanmacı… Önce neden ve kanıt arar, deneycidir. Anadolu’da tanıya dayalı hastaneler vardır; Atina’da ise Epidauros’unki gibi dinsel telkinli, talkınlı… Anadolu’da tıp gelişirken, Atina, cinci hocalarından keramet beklemektedir. Efesli jinekolog Soranos’un da bu işlere bir diyeceği olmalıdır elbet!
Helen’in “ruh” ve “kader” dışında bir doğrusu yoktur. Buğulu kaba oturup, kıçı yandıkça geleceğe dair herzeler yumurtlayan Pythia’dan büyük bir keramet sahibi de! O da o günün “Cinci Hoca”sıdır kuşkusuz.
Şu yeryüzü tarihini iyi okumak gerekir. Okumak için de “ışık, biraz daha ışık…” Yeryüzü, sanıldığı gibi gittikçe ve kesintisiz aydınlanan bir dünya değildir. Karanlığı ve aydınlığı hep iç içe yaşamıştır. Geceyle gündüz gibi. Gecesi, gündüzünden çok! Evet, hepsi sekiz yüz yıllık bir aydınlık. Dört yüz yılı Karya-İyonya, iki yüz yılı Bağdat-Endülüs İslam’ı, iki yüz yılı da Fransız Devrimi sonrasının çağdaş Batı’sı. Ötesi imparatorluklar, diktatörlükler; Hıristiyan ve İslam bağnazlığı; Nazizm, Faşizm… Bugün de “Yeniortaçağ”ı yaşamaktayız.
Böyle bir zaman diliminde, “Anadolu’nun Antik Aydınlığı”na daha çok gereksinimiz var. O aydınlık, hepimize yetip aratacaktır kuşkusuz! Helen’in aydınlığı biraz loş kalmıştır. Yeryüzünün son yüzyılda yaşadıkları ortada.
Bir de Anadolu’ya bakalım. Hitit İmparatorluğu, yeryüzünün en eski anayasal (meşruti) krallığıdır. Hitit coğrafyası, parlamenter demokrasinin anavatanıdır. Sağlam bir bürokrasisi vardır. Tahta çıkmanın yasaları da… Ana kraliçe “tavananna”, sanını ve konumunu, kocası ölse bile korumaktadır. Her kral mühründe, tavanannanın da adı vardır
Dahası tartışmalı her konu, Pankus’ta (Senato) ele alınmakta, orada karara bağlanmaktadır. Kral, Pankus’a karşı sorumludur. Kötü işlere kalkışırsa cezasını çekecektir. Biz böyle bir demokrasiyle ne yazık ki hâlâ tanışamadık!
Hititlerde onur kırıcı cezalar yoktur, işkence yasaktır. Tek istisnası, kardeşler arası evlilik ve sevişmedir. Onun cezası ölüm! Kölelerin hakları bile güvence altındadır. Kadın erkek eşittir. Kral dışında, çok kadınla evlilik (poligami) yoktur.. Köleler, özgür kadınlarla da evlenebilirler. Kölenin başlık parası ödeme yükümlülüğü yoktur.
Batı Helen’de bir şeyler bulmuşsa, onun da geçmişinde Anadolu vardır. Hitit etkisi, önce Ege’nin deniz kıyısı coğrafyalarında ve kentlerinde görülür; Likya, Karya, İyonya’da; Ksanthos, Milet, Efes, Karaburun Ildırı’da (Erytharai)… Helenler, bu kültürle çok daha sonra buluşur.
Evet, uygarlığın Helen’e ve Batı’ya yolculuğu Anadolu üzerindendir. Önce tanrılar çıkar yola, sonra abece… Helenlerde gördüğümüz o kabartma levhalar (orthostat) Geç Hitit kültürü, geleneğidir. O da Fenike yoluyla Helen’e ulaşmıştır Helen’in yazıyla tanışması Anadolu’dan çok sonradır. Ev ocak kurmayı da Anadolu’dan öğrenirler. Gittikleri yerde keşke bir de huy değiştirmeselerdi.
Evet, M.Ö. 8 ve 7. yüzyılların Helen kültür ve sanatı, en az % 70 Hitit ve Fenike kökenlidir. Saç biçimi, başlığı, giysisi, kemerleri, takıları, miğferleri, arabaları, arabaların koşumlarıyla… At, aslan, kartal betimleriyle… Sfenks, grifon, siren gibi hayali yaratıklarıyla… Hatta sütun, kaide, başlıklarıyla…
Evet, böyle bir uygarlık kendinden sonra gelenleri elbette etkileyecektir. Yaşam biçimiyle, sözüyle deyimiyle, tası tarağıyla, eviyle konağıyla…
Helen’in bu birikimle buluşup yer yer de onu aşması, elbette uygarlığa büyük bir katkıdır. Ancak Anadolu Helen değildir, Helen de her şeyiyle Anadolu değildir. Anadolu, hep bir adım öndedir. Anadolu da kendini sürekli yenilemiş ve aşmıştır.
Aradaki farkı görmemiz için tarihe bir kez daha dönüp bakalım. Saldırgan Aşil, her şeyden önce bir emperyalizm idolüdür. Onu, Granikos Savaşı’nda bu kez İskender olarak görürüz karşımızda. Agamemnon ise Çanakkale Savaşı’nda, bir gemi olarak çıkar karşımıza. Mondros Mütarekesi’ni de bize o gemide imzalattırırlar Evet, İlyada, yurt savunmasında, adaların ne denli önemli olduğunu da öğretir bize.
Yurt savunmasının simgesi Hektor, yıllar sonra Dumlupınar’dadır, hem de Mustafa Kemal olarak… Elbette Homer’in sayesinde. Hem Fatih hem Mustafa Kemal, “Hektor’un öcünü almak”tan söz ederler Homer’in kazandırdığı o bilinç ve duygu ortaklığıyla…
Fatih de Mustafa Kemal de İlyada’yı okumuştur. İkisi de Troya Savaşı’nın geçtiği alanları adım adım gezmiş, Aşil Tümülüsü’nü ziyaret etmiştir.
Mustafa Kemal, 1913’te Troya coğrafyasındadır. Sofya’ya askeri ateşe olarak gitmeden önce. İskender’in Anadolu’ya ayak bastığı yerden başlamıştır inceleme gezisine. Elindeki krokiye göre gezip notlar düşe düşe… Pers Kralı Kserkses ile Büyük İskender’in de izlerini sürmektedir. Coğrafyayı tanıyan, bilen askerin, başarı şansı vardır.
İlyada, hiç kuşkusuz kendi toprağımızın destanıdır. 1071’den öncesini de yurt belleyebildiğimiz gün, tarih, kuru bilgiler yığını olmaktan çıkacaktır.
Özetle, Ekrem Akurgal’ın dediği gibi, “Hititler kuşkusuz Türk değildi; ama biz Türkler, biraz Hititli, biraz Frikyalı, biraz Lidyalı, Kapadokyalıyız.”
*Turnalar, 86. Sayı, (Nisan, Mayıs, Haziran 2022)