Macaristan’da Türkoloji’ye olan ilginin arttığı dönemde, Türkçe’ye ve Türk kültürüne mükemmel vâkıf olduğu yazılarından anlaşılan Araştırmacı Türkolog Dr. Béla Horváth, 1913 yılında Budapeşte’deki Turan Cemiyeti’nden ve İstanbul’daki Tahsil-i Sanayi Cemiyeti’nden aldığı referanslarla Anadolu’da seyahate çıkmış. İstanbul ve Ankara üzerinden, Nevşehir, Niğde, Konya ve Karaman’a kadar süren 2300 kilometrelik bu seyahatin amacı, kültürel, etnolojik ve sosyolojik gözlemler imiş. Dr. Horváth, ekibiyle birlikte at sırtında kat ettiği bu uzun yolculuk sırasında son derece ilginç sosyolojik gözlemler yapmış. Dr. Horváth’ın bu gözlemlerinden kanımca en önemlisini, Anadolu’da yerleşmeye çalışan Kırım Tatarları üzerine yaptıkları oluşturuyor. Bu bölüm, hem Kırım Tatar tarihi açısından çok önemli, hem de Anadolu ve yeni Türkiye açısından… Anadolu’da yeni bir Kırım’ın yeşermekte olduğunu, hatta Kırım’ın neredeyse tamamen buraya taşındığını örnekliyor. O tarihte verdiği 2-2,5 milyon Kırım Tatarı rakamı ise çok ilginç. Kitap, 1996’da Tarih Vakfı tarafından yayınlanmış.
ANADOLU 1913-BÉLA HORVÁTH
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Eylül 1996
Çeviren: Tarık Demirkan
***
Yağlıbayat’tan KARAPINAR’A Yolculuk
31 Temmuz-3 Ağustos
Bu köy, tepelerin ortasında bir vadide uzanıyor. Evler dışardan badanalı ve bu özelliği köyü daha ilk görüşte diğerlerinden farklı kılıyor. Evlerin bahçeleri taş duvarlarla birbirinden ayrılıyor, pencerelerde demir parmaklık ve kapılarda da kilit olduğunu fark ediyoruz. Tüm bunlar köyü son derece ilginç ve diğerlerinden değişik hale getiriyor. Burada biraz daha uzunca kalmaya karar veriyor ve bir ev kiralıyoruz. Evimizin iki odası var. Yerleştiğimiz odanın yanındaki bölmenin mutfak olabileceğini, duvardaki bacayı görünce düşünüyoruz. Evsahibi ve birkaç meraklı komşusu gelip evi temizliyor, su taşıyor ve bizle sohbet etmeye başlıyorlar. Son derece zeki insanlar ve aksanlarında yöreye özgü genizden çıkan “gh” sesi fark edilmiyor. Görünüş itibariyle de yöre insanlarından farklılar. Aralarında bol miktarda sarışın ve mavi gözlü var. Kadınları da yüzlerini kapatmıyor. Tüm bu farklılıkların nedenini kısa sürede öğreniyoruz: Tatar göçmenlerinin köyündeyiz.
– Biz buraya geleli çok olmadı, diye anlatıyorlar. Rusya’dan göçtük buralara. Kimimiz Sivastopol’dan, kimimiz Moskova’dan, kimimiz ise Kırım Yarımadası’ndan geldik. Oralarda hayat çok zor: İnsan çok, toprak ise az. Ama bizi en çok zorlayan üzerimizdeki baskılar ve askerlik konusuydu. Orduda Müslüman ve Hıristiyan askerler arasında fark gözetmiyorlar ve bu nedenle bize domuz eti bile yediriyorlardı. Dayanamadık ve 8-10 sene kadar önce terk ettik o toprakları.
– Peki burada daha mı iyi?
– Daha iyi. Aslında oralarda otomobille yolculuk eden bizler için buralara alışmak kolay olmadı, ama yine de halimizden memnunuz, çünkü hiç değilse kendimizi özgür hissediyoruz. Burada mal mülk sahibi olabilir, zenginleşebiliriz. Bu köyü kurduğumuzda tek bir ineğimiz bile yoktu. Bugün ise otlaklarımızda 400 ineğimiz otluyor.
Muhacir (Balkan ülkelerinden ve Rusya’dan göçen insanlar için kullanıyorlar bu deyimi) hareketi Anadolu için son derece yararlı bir gelişme. Bir yandan ülkenin zaten çok düşük olan nüfus yoğunluğunun artmasını, öte yandan da çalışkan ve kültürel olarak kalkınmış katmanlarla ülkenin zenginleşmesini sağlıyor. Muhacirler geldikleri ülkelerden kendileriyle beraber Anadolu’dakinden kesinlikle daha gelişmiş iş araçları ve kaliteli tohumluk getiriyorlar. Kısa süre içinde de yerleştikleri bölgeyi kalkındırıyorlar. Tabii koşulların elvermediği bölgelere yerleştikleri, tamamen başarısızlığa uğramaları da söz konusu olabiliyor.
Muhacirlerin hangi koşullarda yerleştirildiklerini anlayabilmek için bu ülkede egemen olan toprak mülkiyet sistemini bilmemiz gerekiyor. Toprak mülkiyeti şu biçimlerde olabilir:
1- Özel mülkiyet (arazi memluki)
2- Ortak mülkiyet: Küçük yerleşim birimleri çevresinde, merkezde bağıran bir erkeğin sesinin duyulabileceği kadarlık bir alan (doğal olarak bu tespit edilirken gür sesli bir köy sakini seçiliyor). Bu toprakların dışında kalan tümü, toprak işlense de işlenmese de devlet mülkiyetinde oluyor.
Ama devlet toprakları ikiye ayrılıyor:
– Bazı hayır işlerinde (okullar, camiler, çeşmeler yapılmak ve onarılmak…) kullanılmak üzere işlev görüyor. Vakıf toprağı (arazi mevkufe) adı verilen bu topraklar hayırsever bir validen veya mirasçısı olmayan bir zenginden kalmış oluyor.
– Son olarak; hiçbir amaç için kullanılmayan, üzerinde isteyenin hayvan otlatabileceği topraklar (arazi miriye).
Buradan anlaşıldığı gibi, toprakların büyük bölümü devletin mülkiyetinde. Böylece ülkeye göç eden her göçmen ailesi 25 dönüm ve her çocuk için artı 5 dönüm toprak sahibi olabiliyor. Ama aslında dağıtılan topraklar bunun çok üzerine çıkıyor. Göçmen ilk altı yıl içinde her türlü vergiden, ürün vergisinden ve askerlik gibi yaptırımlardan muaf tutuluyor.
Göçmenleri yerleştirme işi pratikte şöyle gerçekleşiyor: Göçmen komisyonunun bir görevlisi yerleştirilecek olan kafileyi alıp, merkezi olarak saptanan bölgeye bizzat götürüyor. Ama orada hassas ölçme işlemleri yapılmıyor. Ayrıca merkezi komisyon ülkenin uçsuz bucaksız toprakları hakkında yakın bilgi sahibi olmadığından, merkezi olarak tespit edilen topraklar bazen tarım için elverişsiz, verimsiz ve çorak yöreler olabiliyor. Bu tür şanssız durumlarda zavallı muhacirler bir süre dayanmava çalışıp sonra yeni yerleşim bölgeleri için tekrar yollara dökülüyorlar.
Ama Yağlıbayat muhacirleri bu açıdan şanslı sayılırlar. Sağlıklı, güçlü fiziki yapıya sahip, uzun boylu insanlar. Burunları basık, gözleri ise çekik. Erkekler çoğunlukla tıraş oluyorlar. Birçoğu çarık yerine ayakkabı giyiyor. Şalvar kullanmıyorlar. Bellerine geniş, alaca renkli veya kızıl kuşaklarla sararak bağladıkları giysi, şalvardan daha çok pantolona benziyor. Yeleklerinin altına ise siyah veya gri renkli gömlek giyiyorlar. Kadınlar işlemeli bluzları tercih ediyorlar ve gayet şık görünüyorlar. Genç kadınlar çiçekli elbiseleri tercih ediyor, başlarına da gümüş veya altın işlemeli fes takıyorlar. Daha yaşlıca kadınlar ise ince pamuklu yazma örtüyor, bunun uçlarını enselerinde topluyor veya sırtlarına bırakıyorlar. Kadınlar bizleri görünce kaçmıyor, aksine hiçbir kaygıya düşmeden bizlerle konuşuyorlar. Bazı evlerde son derece değerli işlemeler ve peşkirlerden oluşan süsler var. İnce bir zevkle hazırlandıkları belli. Ama Doğu görenekleri burada da geçerli; evlerde masa veya sandalye yok. Duvardaki bir girinti veya pencerenin pervazı eşyaların konulabileceği yeri oluşturuyor.
Köyün oldukça yakınında antik bir Bizans kalıntısıyla karşılaşıyoruz. Mermer kalıntılar burada bir zamanlar bir kent olduğuna işaret ediyor. Aradan geçen binlerce yıllık zamana rağmen dirençle ayakta kalabilen harabelerden bu şehrin eski Anadolu geleneklerine uygun olarak bir tepe üzerinde inşa edildiği sonucuna varıyoruz. Tepenin malzemesi ise, bu yükseltinin doğal olmadığını, özel olarak oluşturulduğunu gösteriyor. Çünkü çevre hep kayalık olmasına rağmen tepe sadece toprak birikintisinden şekillenmiş. Tepenin çevresindeki izlerden, bir zamanlar boydan boya kale duvarlarıyla kuşatıldığını anlıyoruz. Şehrin taş döşenmiş yollarının, mermer tapınaklarının, çeşmelerin ve binaların temellerinin izleri hâlâ son derece belirgin. Bina duvarlarında kullanılan taşları birbirine tutturmak için kireçli bir madde kullanıldığı belli oluyor. Etrafa dağılmış sütun başları, eşik parçaları, kapı mermerleri bir zamanların görkemli hayatının izlerini bugüne taşıyor. Şehrin inşasında kullanılan ahşap malzeme yok olup gitmiş, ama mermer inatla direniyor ve binlerce yıl sonra yörenin yeni sahipleri bu yazılı ve işlemeli kitabeli taşları binalarında kullanıyor, değirmen taşı yapıyor, ev temeline koyuyorlar. Dünya tarihinin ne kadar çok yazılı belgesi burada sonsuza kadar saklı kalacak kim bilebilir? Yazılıtaşın değeri burada o taşın inşaatta ne kadar kullanılabileceği kadar! Bir iki tapınak heykel parçası ve defne yaprak işlemeli sütun başlığını sahibi bize l kuruşa sattı!
Antik kent kalıntıları etrafında artık tütün ve buğday ekiliyor. Dünya çapında üne sahip olan Türk tütünü bu yükseklikte kaliteli ürün vermiyor; yapraklar küçük, hafiften tüylü ve içimi biraz geniz yakıcı. Türk tütününden en iyi mahsul alınan bölgeler Rumeli ve Makedonya idi ve buraların kaybedilmesi belki de en büyük darbeyi tütün sanayine indirdi. Anadolu’da Bitinya Yarımadası’nda, yani Haydarpaşa ve İzmit arasında kalan bölgelerde, Adapazarı ve Trabzon illerinde kaliteli tütün yetişiyor. Türk tütününün yaprakları ufak olduğundan puro yapımında kullanılamıyor. Bu nedenle de Türkiye’de puro tanınmıyor. Tütün tekeli 700 bin lira karşılığında 1929’a kadar bir şirket tarafından devletten satın alınmış. Tütün tekelinin oluşmasının ardından da karaborsa faaliyetleri görülmemiş bir oranda artmış. Akşama doğru Kaledağ’a, uçurtmamızı tekrar havalandırmaya gidiyoruz. Bu dağda bir kale harabesi var. Uçurtmanın ilginç görüntüsü yamaçlarda sürüsünü otlatan çobanı cezbediyor. Çobanın bu bölgede çalışanların aldığı ücretle ilgili anlattıkları son derece ilginç. Yörede ücretin yüksek olduğu anlaşılıyor.
– Bizim bölgede beyim, diye anlatıyor çoban, toprak ağası toprağında çalışan köylüye günlük 10-15 kuruş verir ve kulübesini inşa edebilmesi için de yer gösterir. Ayrıca birkaç çuval buğday da köylünün hakkıdır. Çobana ise birkaç koyun verilir. Ama bu sadece yazın. Kışın ise hiç işimiz olmaz.
Bu bölgelerde kış mevsimi bazen 5-6 ay da sürebiliyor. Bu uzun süre içinde yaz aylarında kazandıklarıyla yaşıyorlar. Şehirlerde de bazı iş kollarında durum farklı değil.
– Peki bu kadar çok ineğin sütünü ne yapıyorsunuz? diye soruyorum,
– Kaymağını alıyoruz. Yayıklayıp yağ yapıyoruz. Tuzlanan yağ tulumlara konulur ve bütün kış kullanılır. Daha az yağlı olan süt ise kaynatıldıktan sonra yoğurtla mayalanır ve bir saat içinde yoğurt haline gelir.
– Ama o kadar yoğurt da yenmez. Kalan yoğurt atılıyor mu?
– Hayır. Suyunu akıtırız. Kalan kısım belki bir yıl hiç bozulmadan kullanılabilir.
Hava kararmaya başlıyor. Toparlanıp evin yolunu tutuyoruz. Bu akşam yemekte özenle hazırlamaya çalıştığımız biberli tavuk var. Her ne kadar memleketteki kadar güzel olmadıysa da, tadı bize burada harikulade geliyor. Yarısını da yarına ayırıyoruz.
Sırası gelmişken, Macaristan’a da büyük zararlar veren Tatarlar hakkında birkaç söz etmek yararlı olacak sanırım. Tatar adı, Moğolların XIII. yüzyılda Cengiz Kağan liderliğinde gerçekleştirdikleri seferlerde egemenlik altına aldıkları Türk halklarının genel adı olarak kullanılıyor. Bu anlamda ırk olarak çok değişik halkların birlikteliği. Sibirya, Kafkasya, Anadolu ve Balkan Yarımadası’nda diğer halklar arasına dağılmış vaziyette yaşıyorlar.
Sayılarının toplam 2-2,5 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Ulusal özelikleri ve hayat tarzları farklı olsa da Tatarlar Moğollara özgü çizgileri de taşıyorlar: Başlarının büyüklüğü, gözlerinin çekikliği, basık ve küçük burun Moğollara çok benzemelerine neden oluyor. Aralarında en kültürlüleri Kırım ve Kazan Tatarları. Bahçe tarımını, hayvancılığı ve ticareti çok iyi yapıyorlar. Onları Doğu’nun Yahudileri olarak da görmek mümkün; yani Doğu halkları arasında fark edilebilir bir zenginliğe ve kültürel kalkınmışlığa ulaşabiliyorlar. Konuştukları dil Türkçeye benziyor ama Kırım Yarımadası’ndan ve Balkan ülkelerinden göçen Tatarlar Türkçeyi benimsemiş durumdalar.
Kaynak: Qirim.net