Boşnakların hayatını bir de Bursa’nın sevilen ve sayılan Boşnak hanımlarından dinleyelim.
Ayten Aker’le Bursa’daki evinde yaptığım görüşmede Bosna’dan gelin gelen annesini ve Boşnakları konuştuk.
Selma: Anneniz Bosna’dan nasıl gelin gelmiş? Anlatır mısınız?
Ayten Aker: Annem İstanbul’a bir ahbaplarını ziyarete geliyor. Sonra babaanneme haber veriyorlar, böyle böyle diye. Dedem de o ahbaba diyor ki; “Nuna kalsın İstanbul’da, hayırlı bir kısmet bulsun da.” İki ay içinde babam Boşnakça bilmiyor, annem Türkçe bilmiyor, iki ay içinde nişan nikâh evleniyorlar. Babaannem, dedem Boşnakça biliyorlar. Babam anlıyor, ama konuşamıyor. Sabiha abla, Nezihe ablanın çok faydası olmuş anneme. Gel Memnune diyor, sana kitap vereyim. Resimli çocuk kitapları veriyor. “Sen bunları okursan Türkçe öğrenirsin,” diyor. İşte annem biraz Türkçe, babam biraz Boşnakça öyle öyle. Dört sene sonrada, babam İstanbul’da iş açıyor, İstanbul’a yerleşiyorlar.
Annem kalabalık eve gelin gelmiş. Babaannem, anneme diyor ki;” böreği bir hafta sen yapacaksın, bir hafta Hikmet. Halam daha evlenmemiş, bekâr. Annem,” ben daha hiç börek yapmamıştım,” diyor. Anneannem annem on üç yaşındayken vefat etmiş. On sekiz yaşında evlenmiş annem. Başladım açmaya, oldu yufka dört köşe. “Senin evindeyken tepsiler dört köşe miydi?” diyor. Annem “nasıl utandım nasıl,” diyor. Sonra, örnek oldu diyor. Babaannem çok güzel yufka açardı. Sevim yengeme de o öğretmiştir, Allah rahmet eylesin. Annem de güzel açardı.
Dedemin annesi babası bir öbek Boşnak Türkiye’ye gelmek istiyorlar. Büyük bir ihtimalle vapurla, Biga’yı uygun buluyorlar. Oraya yerleşiyorlar. Ne kadar kalıyorlar, bilmiyorum. Dedemin annesiyle babası ;”Bosna’ya dönelim, olmadı bu iş!” diyorlar. Dedemi de Galatasaray Lisesi’ne yazdırıyorlar. Kaç yaşında bilmiyorum. Dedem Galatasaray’da okurken, İstanbul’da Padişah zamanında olaylar çıkıyor, öyle bir şey olunca Galatasaray Lisesi’ndeki aydınlar diyelim. “Ben Bosna’ya döneyim, bir daha gelirim,” diyor. Ama gelemiyor. Orada Hamdullah Suphi Tanrıöver’i tanıyor. Yani onun için dedemin hep bir Türkiye sevdası vardı. “Ben kızımı evlendirdim, arkadan gelirim diye.” Kırk iki senesi mi? Ben doğmadan ölmüş. Yaşını bilmiyorum. Anneme uzun müddet söylememişler. Annemin annesi ölünce, babası sen okula gitmeyip, benim yanımda dükkânda duracaksın, demiş. İstanbul’a gidince o dururmuş. Annem çok iyi bilirdi. Dedem bakkalmış. Onun için İstanbul’a çok mal almaya gidip gelirmiş. Ve kahve getirirmiş. Çiğ kahve gelip, Bosna’da satılırmış. Dedem Sarajevo’da olmayan şeyleri getirip satarmış. Trenle gidermiş. Dedemin adı İsmet Snayiş.
Selma: İnegöl Kent Müzesi’ne bağışladığınız tombak kahve takımı annenizin çeyizinde mi gelmiş?
Ayten: Evet, biz o tombak takımıyla oynardık. Tandarların Sabiha ablanın kızı Işık vardı. O gelince anneme” Nune, evlenince bana ver” derdi. Anneme herkes Nune diye seslenirdi. Memnune’nin kısaltılmışı. Bir tanesi çatlaktı porselen fincanın, annem yapıştırmıştı. Sehpanın üzerinde dururdu, vazolar filan süs olarak, eğri büğrüydü, oynardık.
Selma: Akerler de Boşnak mıydı?
Ayten: Kayınpederim de kayınvalidem de Boşnak, kayınvalidem İnegöllüydü, üç kız kardeşler. Birisi Hamdi (Dürüst)Beyin annesi, bir teyze buradaydı, oğluyla görümcem evlendi.
Boşnaklar İstanbul’da toplanırdı ve hep Boşnakça konuşulurdu. Çok da Boşnak vardı. Ben buraya gelince kayboldu. Bursa’da Vasfiye Hanım Teyze vardı, Zilciç, o konuşurdu. Çok az konuşan vardı.
Boşnakların içinde yaşadığımız için mi, geçenlerde onu konuşuyoruz Leyla (İlova)ile acaba adetler, yemekler bilmezdik. Yapılan şeyler adetten miydi? Annem iftarda limonata yapardı. Yemekler pişerdi, onun arkasından komposto, arkasından yaprak dolması, tatlı gelirdi. Çocuklar nasıl oluyordu diyor, yeniyordu. Saffet ablalar vardı, onlarla saç ayağı gibiydik. Onlarda da iftardan sonra sütlü kahve içilirdi. Âdetten miydi? Bilemiyoruz.
***
LÂLE ULUCA’DAN BOSNA’YI DİNLEDİM.
Lâle Uluca’dan Bosna’yı, Bursa’yı, biricik aşkını dinledim ve sizlerle paylaşmak istiyorum.
Lâle: 1954de Bursa’ya gelin geldim. O zaman Yugoslavya, Komünistti. Kimse, iki arkadaş caddede yan yana duramıyor, konuşamıyor, yasak yani. O sıralarda öyle yasaktı ki, ben Bosna’dan çıkıp, Türkiye’ye gelin geleceğim, imkânı var mı? Ama Nusret’in arkadaşı Münevver Deliç vardı, bütün kapıları açıyor. Ben Nusret’le üç defa nikâh oldum, sağlam. Sarajevo’dan ilk gelin dışarı çıkan. O istasyon, yüzlerce kişi geldi beni görmeye. Nasıl böyle bir şey olabiliyor diye. Herkesin elinde bir çiçek, üstümüzden attılar. İstasyon çiçek içindeydi. Arkadaşlar, benim akrabalar herkes ağlıyor. “Aman Lâle’ye iyi bak.” Diyorlar. Belgrat’a hareket ettik. Belgrat’ta on gün kaldık. İşlemler uzun sürdü. Sonra Belgrat’tan trenle Türkiye’ye geldik. İstasyonda Nusret’in annesi, babası, kardeşleri Sirkeci’ye gelmişler. Tabii bana her şey yabancı. Görümcem Lâleli’de oturuyordu o zaman. Onun evine gittik. Onun kayınvalidesi koltuğumun altına Kuran koydu. İkramlar filan.
Burada Türkiye’de adetmiş, kardeş çocukları, akraba evliliği olabiliyormuş. Bosna’da yok öyle bir şey! Orada komşu kızına dahi kardeş olarak bakılıyor. Kayınvalidem Nusret’e abisinin kızını uygun görüyor ve onlara hediyeler gönderiyor. Ben de bir akrabamla onlara gittiğimde Nusret’in resimlerini görünce çok beğendim. Hiç yakışmıyorlar, inşallah bu çocuk benim olur. Dedim. Ne kadar cahilce! On sekiz yaşındayım. Kızın babası kesinlikle reddediyor. Aradan bir yıl geçti. O akraba bize telefon edip, Türkiye’den onların geldiğini, bize misafir olarak getirmek istediğini söyledi. Annem: “tamam, hay hay.” Dedi. Geldiler. Nusret bana;” çıkalım mı?” diye sordu. Orada o adettir, korzo dedikleri. Ailemden beni istedi. Ağbim de annem de, aileyi tanıyorlar. Meşhur Lucalar, Sarajevo’da çorap fabrikaları var, dört beş tane dükkânları var. Ama uzaklığın ötesinde, pasaport sorunu onları korkuttu. Gezdik ettik. Nusret: “Sen beni beğeniyor musun? İstiyorsan ben seni kaçırırım. Sonra nasıl olsa barışırlar.” Dedi. Şimdi geldi bir gün Nusret. Ben Travnik’teyim, meşhur vezir şehri. Şu saatte otobüs var. Sarajevo’ya o akrabaya geldik. Nikâh muameleler i oluyor. Nikâh elbisesi alındı. Nikâh salonunun çok güzel lokantası, pastanesi var. Avrupa başka! Elli beş sene evvel, bana memur sordu: “Lâle Hanım, hem kendi soyadınızı, hem de eşinizin soyadını mı kullanacaksınız?” Doğrusu ben de şaşırdım. Eşimin cevabını verdim.
Nikâhtan sonra aileme haber verdim. Gelin görüşelim. Herkes geldi. Annem hediyeler hazırlamış. Eski çevreler, oyalar, mendiller, bohçalar. Onlar ağlıyor, ben ağlıyorum.
Belgrat, İstanbul ve Bursa’ya geldik. Düğün hazırlıkları başladı. Çok güzel gelinlik diktirdiler. Aşçı geldi yemek yapmaya düğün oldu. On üç sene kayınvalidem, kayınpederimle oturduk. Yirmi yaşındayken, oğlum Aybar’ı kucağıma aldım. Aybar’a hem Türkçe, hem Boşnakça öğrettim. Annem diyordu: “Nusret’in babasını kendi baban gibi bil.” Öylelikle ben onlara, onlar bana alıştılar. Hep bana sordular. Yemek ne pişecek? Ben evlendim. İnan bir şey yapmadım. Annemiz hep gösterdi. Annem de bir tek kız, beş erkek. Babası çok varlıklı, Jepçe memleketi, bir memleket onundu. Annem, o zaman evlenirken dadısını da yanına vermişler. Bütün aile Boşnakça konuşuyordu. Kayınpederim: “Kızım sen kendini zorlama, öğrenirsen ne âlâ!” Peki, teşekkür ederim, diyordum. Ama kayınvalidemin ahbaplarının gelinleri benim yaşımdaydılar ve Boşnakça bilmiyorlardı. Her gidişte sıkılıyordum. Nusret bana sözlük hazırladı. Gezmeden dönüşte kelimelere bakıyordum. Kayınvalidemin günleri, ayın biri ve on beşiydi. Bir de benim şaşırdığım, günlerde iki kuru çubuk, iki kuru pasta ikram ediliyordu. Eve geliyorum, kayınvalideme diyorum: “nasıl olabilir böyle bir ikram?” Bizde orada Bosna’da paprenik, börek yapılır. Pastalar üç beş çeşit, lokumlar. Peçeteler eski, güzel. Çay yoktu bizde. Sütlü kahve içilirdi. Bosna’da bizde âdet, misafir geldiği vakit, kahve ikram edilir. Ve özel küçük tabaklar içinde özel reçeller, bir bardak su filan. Ne biçim ikram, Türkiye’de böyle olabilir mi? Bu sefer ben başladım yapmaya, börekler çörekler. Görümcelerim başladı yapmaya, diğer kişiler. Benden hep reçete isterler. Sonra kızım Aylin dünyaya geldi. Ona yalnızca Boşnakça öğrettim. Aybar evlendi, Aylin evlendi. Dört torunum var. Aybar’ın oğlu Amerika’da evlendi. Orada da düğün oldu, burada da. Misafirler düğünden bir hafta önce geldiler, belki yirmi memleketten insan vardı. Hepimiz birer gece alacağız. İşte şimdi kim ne yapacak, ne edecek? Bizim hurmacıkalar meşhur, salata, biber dolması, börek yaparım. Ama ana yemeği ben onlara kuzu çevirteceğim. Bir akrabadan temin etmesini rica ettim. Çok çok güzel oldu. Amerikalılar resmini çektiler. Ertesi gün davet kızımdaydı. Ben gittiğim zaman hepsi ayağa kalkıp, “kuzu,” diye bağırdılar. Tekrar istiyorlar.
Ben çocukken babaannemin yanında gezerdim. O da beni çok severdi. Osmanlı hanımlarından böyle, kayınvalidem de öyleydi. Babaannem gösterirdi, bak kızım şöyle, bak kızım böyle. Güveç tenceresini alırdı önüne, biberler sarısı var, kırmızısı var, yeşili var. Babaannem zarlarını ayırırdı biberlerin. Beş altı tane elma gibi büyük soğanlar, onları keserdi, üstüne havuç, onları çubuk çubuk keser. Etler, büyük kemikli parçalar, ortada et. İçine sıralanır. Biz orada tane karabiber kullanırız. Bir avuç serpiliyor. İki baş sarımsak çeşmenin altında yıkıyor-gözümün önüne geldi-, kabuklarıyla koyuyor. Yağlı kâğıtla kapatıp, etrafını iple bağlıyor ve fırına veriliyor. O saatlerce pişer. Harika! Onun yanında ya bulgur pilavı ya pirinç pilavı ya da erişte pilavı. Ben biliyorum, evimizde vardı, ama erişte pilavı evde yapılırdı, dünya kadar yumurta kırılırdı, yapılırdı. Onun yanında başka yemekler. Babaannem o sarımsakları çıkarır, sıkardı, su akardı, onları atardı. Çatalla yiyemiyorsun, parçalanıyor. Ona Bosna’da lonats derler, toprak tencere olduğu için. Eski yemekler bambaşka…
Kocam bir dediğimi iki etmedi. Allah herkese nasip etsin.
Çok gururluyum, böyle bir aileye geldim diye. Çok gururluyum böyle bir kocam var diye. Çok gururluyum, böyle çocuklarım var diye. Rabbimden başka ne isteyebilirim ki!
Ayten Aker’le ve Lâle Uluca ile evlerinde yaptığım görüşmeler çok samimi bir ortamda geçti. Anılarını benimle ve sizlerle paylaştıkları için her ikisine de teşekkürlerimi sunuyorum…