Annemin Potinleri / Bir Mübadele Öyküsü |
Selanikli Hasibe Hocaanne anısına
Mutfak kilerimize inen ahşap basamakların gıcırtısı o bildik seslerin ötesindeydi sanki bu sabah. Servinaz kalfa tek başına bu kadar gıcırtı çıkarıyor olamazdı! Beybabam hep Servinaz kalfanın bir gün bu merdivenleri kıracağını söylerdi. Bu sabah sanki daha gürültülü çıkıyor basamakları! Sadece o mu, evdeki herkeste bir koşturmaca var, nedir bu gürültü?
Biz hiç potinlerimizle dolaşmazdık evimizde, peki annem niçin odadan odaya çatkılı potinleriyle koşturup duruyor! Ablam, annemin peşi sıra dolanırken bir taraftan da saçlarını kendisi örmeye çalışıyor, anneme bir şeyler soruyor ama ne annemin neler dediğini ne de ablamın ne anlattığını duyamıyorum yattığım yerden. Ablamın altın sarısı saçlarını her sabah önüne oturtup annem örerdi, renkli kurdelesini de büyük bir itinayla bağlardı. Niçin bugün örüp bağlamıyor?
Servinaz kalfa desen, selamlıkta kurduğu sofraya kocaman göbeğini sallayarak sürekli tencere tabak taşıyor. Bu defa sofra sinisinin nihalesini kurmamış, sofra bezinin üzerine zorlukla eğildiğini yattığım yerden görebiliyorum. Bugün evde bir şeyler oluyor bu kesin de neler olduğunu nasıl anlayacağım? Ablam, cumbanın altındaki merdiven boşluğundan büyük halama seslenmese benim yine haberim olmayacaktı olup bitenden. Beybabamın büyük ablası olan çiçek halam, çiçek hastalığına yakalanıp yüzü çiçek bozuğu olunca İskeçeli kocası onu boşamış o da oğlu Hüseyin ağabey ile bizim eve gelip sığınmış. Onlar bizim evimize geldiklerinde ben daha doğmamışım, annem üç kız doğurup Beybabama erkek evlat veremediği için olsa gerek Hüseyin ağabeye çok önem verirdi. Biz de onu kendi ağabeyimiz gibi severdik.
On beş yaşındaki Hüseyin ağabeyim kışlık paltosunu giymiş üst kattaki odalardan sürekli tahta bavul ve sandık taşımakta. Kimsenin benimle ilgilendiği yok, bu arada ablamın hıçkırıklarını duymamla benim de zırlayarak ona katılmam bir oluyor.
Annem, yabanlık lacivert çarşafına sarınmış halde hışımla indi aşağı ve hepimizden daha yüksek bir sesle susturdu bizi. “Şimdi ağlamanın sırası değil, vatanımız elden gitmiş kendi ocağımızdan sürülüyoruz dahası var mı, haydi elinizi çabuk tutun” dedi. Hızını alamamış olacak ki; Servinaz kalfaya dönerek “şimdi sofra kurmanın zamanı değil, çorba öylece kalsın yahni ile hamur lokmalarını, bir de tatlıyı koy yolda yenir, zaman kalmadı haydi herkes acele etsin” deyip bana döndü ve üzerimdekileri çıkarmaya gerek duymadan aceleyle ev entarimin üzerine kalın yün içliğimi giydirdi. Annemin yüzünü hiç öyle görmemiştim. Çarşafının içine o güzelim Fransız dantelli ipeklilerinden giymemişti, yüzü kireç gibiydi. Annem süslenip kadifelerini giymeden asla sokağa çıkmazdı, dantelli peçesiyle kehribar taşlı harmaniye çarşafı ve farbalı şemsiyesi onun demirbaş giyim kuşamıydı hep, neden onları giymemişti bugün!
Annem elinde sararmış bir kağıt parçası tutuyordu. Hüseyin ağabeyim aceleyle gelip “yenge telgrafı bir daha okuyayım” dedi ve annemin elindeki kağıdı alıp yüksek sesle okuduğunda hepimiz yazılanlardan haberdar olduk. Annem, bütün bu olup bitenlerin hırsını Hüseyin ağabeyimden çıkarırcasına “Hüseyin, ne var anlaşılmayacak, dayın İstanbul’dan gelemiyor telgrafa acele etmemizi yazmış, bugün Selanik’ten çıkmalıyız” deyiverince ben yine ağlamaya başladım. Beybabamı geçtiğimiz yaz sonundan bu yana görmüyordum, sarayın tayin emriyle Darülfünun’a hocalık yapmaya gitmişti İstanbul’a. Hukuk’u İlmiye derslerine girdiğini söylemişti annem. Sonradan öğrenmiştim o İstanbul telgraflarında gidip gelen gizli mana içeren sözleri; meğer Beybabam dönemeyeceğini, dönerse Yunan askerleri tarafından tutuklanabileceğini çok önceden biliyormuş o yüzden anneme siz gelin diyormuş. Katrin gibi küçük bir kasabada doğup Selanik’in şehir hayatına hayran kalan annem, Selanik’e mi aşık olmuş yoksa Beybabama mı bu hep tartışılmıştır bizim ailede! Beybabam yaşça annemden oldukça büyüktü. Zaten, Selanik Rüştiyesi’ndeki pek az kız öğrenciden biriymiş benim annem. Haliyle babam da hocasıymış, ilk orada tanışmışlar.
Şimdi hepsi çok gerilerde kaldı…
Çocuktum, sadece sekiz yaşındaydım ama pek çok şeyin farkında olacak kadar da büyümüştüm. Çiçek halamın kucağındaki henüz iki yaşındaki küçük kız kardeşim ile kapının önünde bekleyen landonumuza nasıl bindiğimizi, ablamın hıçkırıklarını, onca kişiyle sandık sepetin aynalı landona nasıl sığdığını ve istasyona varışımızı nasıl unuturum… Yorgo Efendi, Beybabamın güvendiği bir gayrimüslimdi, kimsesi yoktu o yüzden Beybabam onu koruyup kollar landonumuzun atlarını rahatlıkla teslim ederdi.
Derenin en daraldığı yerin yamacına yaslanmış olan evimizin bahçesi, süs havuzumuzda zıplayan pembe balıklar, beni ve ablamı okula götüren aynalı landonumuz ve Yorgo amcanın komik fıkraları, arkadaşlarım Hatice, Eleana ve Daffodil, hele köprünün üzerinde balık tutan Kirko Selim’in rüzgârgülü yok mu, ilk zamanlar en çok onlar giriyordu çocuk rüyalarıma…
Bizim biletlerimiz önceden alındığı için İstanbul’a tren bileti bulmanın çok zor olduğunu bilmiyorduk henüz, trene binip kompartımandaki üst üste insan ziyanlığını fark ettiğimizde durumun vahametini geç de olsa anlamıştık. Kaç aile vardı aynı kompartımanda bilmiyorum. Çoktuk, çok fazlaydık…
O daracık alanda Servinaz kalfanın bakır ibrikten döktüğü ayranın tadını ömrüm boyunca hiç unutmadım. Hepimize yetsin diye yarım kupacık doldursa da yanımıza aldığımız hamur lokmalarına katık ettiğimiz yahninin etleri dünyanın en ulaşılmaz yemeğiydi o gün. Evimizde dumanı tüter bıraktığımız mercimek çorbamızın buğulu hayali gözlerimizi sulandırdı bir an. İlk tren yemeğimiz yoğun bir hüznün pençesinde geçti. Çorbamız ve ateşi sönmemiş küllü ocağımız tüter halde kalmıştı geride. Oyuncaklarım, o güzel mobilyalarımız, köpeğimiz Karabaş, kedilerimiz Mestan ile Pistan, bahçe kümesimizdeki tavuklarımız komşumuz Maria teyzeye emanet bırakılmıştı!
Annem gözlerini belerterek “emanet, emanet bıraktık” demişti yüksek sesle. O upuzun günün yorgunluğuna teslim, bir trenin içinde meçhule yol alan insan nefesleriydik hepimiz. Gecenin ayazı, yorgun bedenlerimizi üşütmeye başlamıştı. Trenimiz, yükünü çoktan almış olmanın ağırlığıyla bazen olmadık bir dağ başında duruyor içimize korkular salıyordu. Biz çocukların erkenden uyuyakaldığı, hayatımızı kökten değiştiren bu yolculuğun sonunda gerçekten İstanbul’a Beybabama kavuşacak mıydık?
Tren büyük bir sarsıntıyla durdu, çığlık seslerinin geceyi yırtarcasına kararttığı bir gürültünün içine düştük birden. Kapılar açılıp kapanıyor, bağırarak emirler yağdıran erkek sesleri birilerinin itaat etmesini istiyordu. Çocuk ağlayışlarını duymamak için kulaklarımı tıkadığımı hatırlıyorum. Annem ayaklarının altındaki bir bakracı potinleriyle sürekli oturduğu sıranın altına itiyordu, tek fark ettiğim buydu o sırada. Birden kompartımanımıza üç Rum çeteci girdi. Annemin ayaklarının dibine öyle sığındım ki kendimi küçük bir sinek kadar ufalmış hissettim. Sonrasını hatırlamıyorum. Neler olduğunu gerçekten hatırlamıyorum. Tek bildiğim gözlerimin kararıp yıldızların uçuştuğu bir rüyada olduğum.
Aradan zaman geçip, olup biteni diğerlerinden öğrenmem ve İstanbul’daki yeni meşakkatli yaşamımıza alışma çabası acılarımızın üzerine ince bir kül tabakası serpmişti. O çeteciler annemlere ne demiş ne yapmışlardı hiç hatırlamıyorum. Tek bildiğim çiçek halamın oğlu Hüseyin ağabeyimi bir daha hiç göremediğimizdi! Bir de annemin beline sarılı altın kemerinin ve sarı liralarla dolu bohçasının yani tüm servetimizin çeteciler tarafından soyulduğuydu…
İstanbul’a varıncaya kadar trenimiz iki defa baskın yemişti. İkisinde de annemin ayaklarının altında geriye doğru itip sakladığı içinde zeytinlerin olduğu bakracın alt kısmındaki altınlara dokunulmamıştı! Bu bir miktar altın sonraki zamanlarda yeni hayatımızın küçük umuduydu. Paranın turasını öpe koklaya harcadığımız zamanlarmış o zamanlar. İnsan mezaliminin yanında paranın ne değeri var derdi annem, lakin ardından da ilave ederdi; “iyi ki o birkaç sarı lirayı kurtarabilmişiz!” Çok sürmemiş tabi o üç beş kuruşun sağladığı rahatlık.
Beybabama kavuşmuştuk, ama saadetimiz kısa sürdü. O güçlü ve dirayetli Beybabam biz geldikten bir yıl sonra okulda başına gelen görünmez bir kaza ile sakatlanıp yatağa düştü. “Millet cephede sakatlanır bizimki okul cephesinde gazi oldu” derdi annem o günleri andıkça. Babam ders veremez olmuştu artık, hayat daha da zorlaşmıştı bizim için.
Çiçek halam, oğlu Hüseyin’in yokluğuna dayanamamış, İstanbul’a geldiğimiz yılı tamamlayamadan ince hastalığa yakalanıp vefat etmişti. Ne olmuştu Hüseyin ağabeyime, bunu yıllar sonra öğrenmiştim; çetecilere mukavemet gösterdiği o gece aldığı ağır darbeler sonucu oracıkta can vermiş meğer. Trakya düzlüklerine sayısız cansız beden bırakılmış o yıllarda… O sahipsiz cesetler suskun Trakya’nın mahremidir, bugün bile pek konuşulmaz.
İstanbul, koskoca İstanbul önceleri bizi bağrına basmaya hazırdı fakat babamın çalışamaz oluşu, oturduğumuz evin kirasını bile ödeyemez hale gelişimiz bizim için her şeyi değiştirdi. Yanımıza Servinaz kalfayı da alarak Anadolu’ya daha önce göçen akrabalarımızın yanına gitmeye karar verdi annem. O yokluk günlerinde üç kız çocuğu ve sakat bir adamla Anadolu kırsalına yol almanın eziyetini hangi kitap yazsın, hangi dil söylesin!
Bizden çok önce Bursa’nın Karacabey ilçesine yerleşip çift çubuk sahibi olan annemin kuzenlerinin yanına gittik ilkin. Kasabanın çamurlu sokakları bugün bile gözümün önünde, bizim Selanik sokaklarımızın parke taşlarını hatırladıkça burnum sızlardı. Karacabey’i, çocuk aklımla saman ve çamurdan yapılmış tuhaf bir köye benzettiğimi hatırlıyorum. Karacabey’in ileri gelenleri annemin rüştiyeli olduğunu öğrenince çocuklarına okulda ders vermesi için teklifte bulunmuşlar, annem de kabul edip evimizin geçimini biraz olsun rahatlatmıştı. Bu sırada ağır yolculuk şartlarına dayanamayan Beybabam Karacabey’e geldikten birkaç ay sonra vefat etmişti.
Ailemiz giderek azalıyordu…
Küçük kardeşime Servinaz kalfa baktığından, annem saygın bir kadınefendi olarak bütün kasabaya yıllarca öğretmenlik yapabildi. Karacabey, babası savaşta ölmüş çocuklarla doluydu, annem öğretmenliğin yanı sıra bütün o kimsesiz çocuklara yoğun bir sevgi beslerdi. Biz şanslıydık yine de, başımızda çok güçlü bir kadın olan herkesin kadınefendisi Hasibe Hocaanne, yani annemiz vardı.
Hiç tanımadığımız bu topraklarda yaşamanın da bir bedeli vardı tabi; Bir gün okulda ders verirken İmaret Camisi imamı annemi ziyarete gelmiş, askerden izine gelen oğluna ablamı istediklerini söylemişti. Görücü geleceklermiş en yakın zamanda! Oğlan yirmi bir yaşındaymış, ablam ise on üç.
Selanik’ten beri bir türlü eskimeyen potinlerini ahşap zemine hızlıca vurarak güç toplamaya çalışan annem “kızım daha pek küçük” diyecek olmuş, ama imam efendi “biz büyütür kendi kızımız gibi bakarız” demiş.
Annem eve dönüp potinlerini çıkardığında bir daha göremeyeceğim bir duygusallıkla sarılmıştı ablama, sonra hıçkırarak uzun süre ağlamıştı. O gün ablam birden bire büyümüştü benim gözümde. Aslında o gün beş yaşındaki küçük kız kardeşim de dahil hepimiz biraz daha büyümüştük! Hayat işte…
Çok şey gördü yaşadı bizim kuşak, Allah kimseyi vatanıyla imtihan etmesin.
Firdevs
1955 – Karacabey /Bursa
*
Babaannemin sandığındaki Osmanlı el yazmalarının mahiyetini hiçbir zaman anlayamamıştık. Babam da Osmanlıca bilmiyordu, lakin Osmanlıca dersleri veren akademisyen bir arkadaşım oldu yıllar sonra. Onunla okuduk o günün güncesi sayılan yazıları. Bir kadının parlak simli bohçası içine gömülmüş hayatıydı bizim gizlice dokunduğumuz.
Desteler dolusu yazılı kağıt vardı sandıktan çıkan bohçada; mektuplar, doğum ve ölüm yılı çeteleleri, keder ve özlem dolu hayallerin gölgesi düşmüş satırlar… Aslında, yetişkin bir kadından ziyade doğduğu topraklardan koparılmış küçücük bir kız çocuğuydu o satırlardaki kadın. Bizi, korkuyla örülmüş duygu yüklü anılarına konuk etmişti. Savaşın tüm acımasızlıklarına çocuk gözleriyle şahit olmuş bu kadının mahremiyetine el uzatmanın tuhaf çekimserliği içindeyim. Kadınlar güçlü olmayı annelerinden öğreniyor bu kesin. Babaannemin annesi Hasibe Hoca, o yokluk yıllarında kendi evlatlarına ve anası babası ölmüş nice çocuğa kol kanat gerecek güce sahip olmasa, bütün Karacabey’in Hasibe Hocaannesi olamazdı!
Savaşın tüm acımasızlığını kadın ve çocuklar üzerinden okumak kadar acı veren ne var şu yeryüzünde…
Savaşlar olmasın.