Antik Grek Kaynaklarına Göre İskitler’de Hayat ve Tıp |
Bu Yazıda - Konu İçi Ara Başlıklar
Bugünkü [1] bilgilerimize göre, M.Ö. I. Bin yıl içinde İskitler doğuda Çin Seddi ile batıda Tuna nehri arasında yaşamış bir Turanî boylar/halklar topluluğudur. İskitler hakkında Antik Grek yazarlarının eserlerinde zengin bilgiler vardır. Homeros’dan itibaren, Heredotos, Hippokrates, Aristotales, Thukydides, Ksenophon, Strabon vd. İskitlerden bahsetmişlerdir. Atlı savaşçı bir kavim olan İskitler kendilerine özgü kültür ve sanat yönleri zengin bir medeniyet de kurdular.
İskitlerden, ilk kez Homeros’un İlyada isimli eserinde “at sütü içenler” olarak bahsedilir. At sütünden yapılan kımız günlük hayatta onları sağlıklı ve zinde tutardı. At’ı kullanmaktaki maharetleri, hayvan yetiştirmeleri onları veterinerlik hizmetlerinde de başarılı yapmıştır. “Hayvanlar Kitabı”nda İskitler’den bahseden Aristotales, İskitlerin hamile bir ata nasıl daha kolay doğum yaptırdıklarını da anlatmıştır. Hippokrates, “Havalar, Sular (Nehirler), Yerler Üzerine” esrinde ise İskitlerin karakterleri ve yaşam tarzlarından detaylı olarak bahsetmiştir. Hippokrates, İskitlerde görülen hastalıklardan ve halk hekimliğinden örnekler vermiştir.
Anahtar Kelimeler: İskitler, Antik Grek, yaşam, tıp
İskitler doğuda Çin şeddinden batıda Tuna nehrine kadar, 40. ve 50. paraleller arasında, yaklaşık 7000 kilometreden fazla bir sahaya yayılmışlardır. Bunun sonucunda çeşitli kavimler tarafından tanınmışlar ve bunların yazılı belgelerinde adlarından bahsedilerek, haklarında bilgiler verilmiştir. İskit adına ve onlarla ilgili bilgilere Grek kaynaklarında, Pers çivi yazılı metinlerinde, Asur ve Çin yıllıklarında rastlanmaktadır. Adı geçen kaynak, metin ve yıllıklar, dil, kültür ve coğrafya bakımından birbirinden farklı kavimlere ait olduğundan İskit adı bu belgelerde değişik şekillerde geçmektedir.[2]
İskitler Targıtay isimli bir atanın üç oğlundan dört kavim halinde meydana gelmişlerdir. Targıtay’ın oğulları; Lipoksais, Arpoksais ve en küçüğü Kolaksais’dir. Bu üç oğuldan türeyen İskit boyları ise; Avhadar, Katiariar, Trasplar, Paralatlar ve onların birleşimine ise Skolot denir. Targıtay’ın oğullarının her birinin adının, ondan türeyen boyun adıyla ve göklerden gelen ilahi hediyenin anlamıyla ilgilidir.[3]
Avhat boyunun hamisi Liposais’dir Valeriy Flag avh sözcüğünü kavim adı olarak değil de İskitlerin hanlarından birisi olarak kabul eder. Flag avh sözcüğünü “anadan doğma saçları ak” şeklinde açıklamaktadır. Herodat’ta ise bu kavim Auhat olarak gösterilmiştir.
Av, ov, oy; av anlamını veren bu Türk sözcükleri Mahmut Kaşgarlı zamanından beri kayda alınmış sözcüklerdir. Av sözcüğünün ab, ov, uv versiyonları da Türkçe av anlamına yakın anlamlar içerir: av; (hayvan, kuş, balık avı), şikâr (av ganimeti olarak), takip, idman, kovmak, pusu kurmak, çevirmek, kuşatmak (avda), av yapmak… Avhat boyunun payına sema sembollerinden boyunduruk düşer. Bu, onun sosyal statüsünü şu şekilde oluşturur: av-“av”, avhat-“avcı olmak”, avlat-“av yapmaya mecbur etmek, av düzenleme”. Av-tor, avh-elde etmek, ram etmek, avhat-elde et, ram et, av-av semantik sıra gözetilir. Avhatlar “ram etmek ve avlanmak için tordan istifade” eden boydur.[4]
Katiar boyunun hamisi Arpoksay’dır. Sema sembollerinden Katiar boyunun payına kotan (sapan) düşmüştür. Semavi sembollerin arasında bir tarım aleti olan kotanın bulunması, dahası Herodot’un tarımla meşgul olan İskitlerin de olduğu bilgisin vermesi, İskit dilinde tarım terminolojisinin olduğunu ispat eder.
Tarihçiler hem İskitlerin hem de zamanca onlara yakın olan Hunların ekincilik kültürü hakkında bilgiler verirler Strabon’da da İskitlerin tarımla meşgul olduğu konusunda kayda rast geliyoruz: “Onlardan bazıları göçebedir, diğerleri çadırlarda yaşar ve tarımla meşguldürler.”[5]
Sema hediyelerinden Arpoksay’ın himaye ettiği Trasp boyunun kısmetine kap düşer. Kazanı ocağın üstüne asar, su ile doldurur, kaynatır, yemek pişirir; Ziyafet düzenler, açları doyurur, ihsan eder; Kurban hazırlar, gökle söyleşir, gökten yağış yağdırır, göklere Kurbanlar verir;Kabdan güç alır ve kabın muhafızıdır.[6]
İskit boyu Paralat Kolaksay’dan türemiştir, semadan gönderilmiş paylardan kısmetine “teberzin/kılıç/balta” düşmüştür. Bu sosyal grup savaşçılar, yöneticiler, madenciler, inşaatçılar ve efsaneleri söyleyen ozanlar olarak belirlenebilir.[7]
Herodot’un yazdığına göre; Targıtay’ın oğullarından türeyen ilk İskit boy birliği “Skolotlar” diye adlarıdırılır. İskit anlayışı İskitlerden başka kavimleri de içermekte ve geniş bir anlam vermektedir. Skolotlar ise İskit boylarından sadece birisi olan Çar İskitleri anlatmaktadır. “Çar İskitler” hem “Çara ait olanlar”, “Çarın devamcıları”, dolayısıyla “Çar’dan olanlar” gibi, hem de “Çarlığı iddia edenler”, diğer İskit tayfalarına göre daha üstün mevkie sahip olanlar”, yani “çarlık edenler” gibi anlaşılmalıdır. Abayev, Herodot’un “çar iskitler” ifadesini “Bütün boylar, boyların birliğini ifade eden Skolotlar, yani “Han boyları” olarak adlandırılmaktadır Yukarıdakilerden yola çıkarak, “İskit” in bütün İskitlerin genel etnik adı olduğu sonucuna varılabilin “kur” ise, yani Herodot’a göre, “skolot”-boy birliklerinden birinin, yani Çar İskitlerin adıdır. “Kolot” sözcüğü ile boy birliği, hâkim etnos olan “Çar İskitler” kastedilmektedir. İskitler anlayışı denildiğinde ise, daha kapsamlı boy birliği, belki de konfederatif birlik kastedilmektedir.[8]
Uzak Kuzeydoğu istep bölgesi hakkında son derecede muğlak olan ilk bilgiler Odyssee, XI, 12-19’da Kimmerler’den bahsedilirken geçmektedir Biraz daha iyi anlaşılır bilgiler Hesiodos’ta M.Ö. 8. yüzyıldan sonra, Kolonizasyon hareketlerinin başlaması üzerine ortaya çıkıyor. Bu dönemde Grek dünya anlayışı tamamen değişiyor ve mekân düşünceleri daha çok gerçek anlayışa yönelen yeni bir şekil alıyor Hesiodos’un şiirlerinde İskitler’e “Skudai” adıyla rastlanıyor. Grek kaynaklarında İskit adı ve İskitler hakkındaki bilgilere M.Ö. 8. yüzyıldan sonra sık sık rastlanmaktadır. Bu dönemden sonra bazı kaynaklar günümüze kadar ulaşamamıştır. Bu kaynaklarda İskit adı “Skythai” olarak geçmektedir. Söz konusu kaynaklar arasında tarih açısından çok büyük önemi olan Herodotos’un Tarihin de adları dahil İskitler hakkında çok kıymetli bilgiler verilmektedir. Hippokrates’te de İskit adı geçmekte ve özellikle İskitler’in gelenek ve görenekleri hakkında kıymetli bilgilere yer verilmektedir. Strabon’un Coğrafyasında da İskit adı geçmekte ve onların hayat tarzı, gelenek ve görenekleri hakkında bilgi verilmektedir. Ayrıca, Thukydides’in Peloponnesoslular’la Atinalılar’ın Savaşı ve Ksenophon’un, Kyros’un Anabasisi adlı eserlerinde de İskîtler’den bahsedilmekte ve İskit adı “Skythai” olarak geçmektedir.[9]
İskitler hakkında en fazla bilgi veren kaynaklar Grekler’e aittir. Bu kaynaklar arasında seyahatten hoşlanan, dolayısıyla seyyah-aynı zamanda şiire meraklı şair ve rahip-olan Aristeas adlı yazarın “Arimaspen” adındaki eserinin vazgeçilmez bir yeri vardır. Aristeas bu eserinde kuzeydoğu ülkelerinden çok ilgi çekici şeyler anlatmaktadır. Öte yandan, Grek kaynakları arasında önemli bir yerinin olduğuna şüphe bulunmayan, Miletos’lu Hekataios tarafından MÖ. 520-510 yılları arasında kaleme alınan ve coğrafî bilgileri ihtiva eden coğrafya kitabından maalesef ancak bazı parçalar günümüze kadar gelebilmiştir.[10]
Homeros, İlyada onüçüncü bölümde “İskitlerden bahseder” “Zeus, Troyalılarla Hektor’u getirince gemilerin yanına, hadi bakalım, dedi, ne haliniz varsa görün. Bıraktı onları orda, acılarla baş başa, uzaklara çevirdi ışıltılı gözlerini çevirdi at besleyen Trakyalıların toprağına, göğüs göğse dövüşen Mysialılara baktı, sütle beslenen şanlı Hippemolgolara (İskitler), insanları en doğruları Abiolara (bilinmeyen bir halk) baktı.”[11]
Adile Ayda “Türklerin ilk Ataları” isimli eserinde bu satırlardaki süt içme eyleminin Fransızların Gallimard Yayınevinin İlyada çevirisi yapan R. Flaceliere tarafından “at-sütü (kımız) içenlerin” ülkesine Zeus’un bakması olduğunu yazmaktadır[12]
İskitler hakkında bilgi edindiğimiz en önemli kaynak Herodotos’un “Historia” sıdır. M.Ö. 485-424 yuları arasında yaşayan ve “Tarihin Babası” olarak kabul edilen Herodotos, Batı Anadolu’da antik adıyla Halikarnassos, bugünkü adıyla Bodrum’da doğmuştur. Anadolu, Güney Rusya, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika ve Yunanistan’ı dolaşmış ve bir müddet Atina’ya yerleşmiştir. Herodotos’un “Historia” adını taşıyan ve dokuz kitaptan meydana gelen tarihinde, mevzuatın çoğunluğunu M.Ö. 490-479 yuları arasında vuku bulan Pers-Grek savaşları oluşturmakla beraber, söz konusu eserde yazar gezip gördüğü her ülkedeki milletler, bunların gelenek ve görenekleri, idare şekilleri ve dini inançları hakkında da bilgi vermiştir.
Herodotos, yaklaşık M.Ö. 450 yılında Güney Rusya’nın bazı bölgelerine yaptığı seyahati ve orada gördüklerini dokuz kitaptan meydana gelen eserinin dördüncü kitabında yazmıştır. Herodotos burada İskitler’in yerleşmiş oldukları coğrafya, İskitya’da yaşayan topluluklar, İskitler’in gelenek ve görenekleri, İskit kral mezarları, Darius’un İskitya’ya seferi ve İskitler’in savaş taktiklerinden bahsetmektedir. Herodotos’un İskitler hakkında verdiği bilgiler, İskitler’den bahseden diğer kaynaklardaki bilgilerle çok benzerlik göstermektedir. Yazarın vermiş olduğu bilgilerin doğruluğunu yapılan arkeolojik kazılar sonucunda bulunan arkeolojik malzemeler de desteklemektedir. Herodotos’un M.Ö. V. yüzyılın ortalarına doğru Güney Rusya’ya yapmış olduğu seyahat hakkında vermiş olduğu bilgiler, Diğer Grek kaynaklarındaki bilgilere göre daha eski tarihlidir. Bu sebeple oldukça büyük önem arz etmektedir. Şüphesiz ki, Herodotos gördükleriyle beraber duyduklarını da yazmıştır. Bu sebeple verdiği bilgilerin bazılarının yanlış olabileceği ihtimalini de göz ardı etmemek gerekir. İskitler hakkında bilgi verilen söz konusu bölüm çerçeve ve muhtevası açısından düşünüldüğünde, adı geçen eserin eşi bulunmaz bir müracaat kaynağı olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Açıkçası biraz önce de ifade edildiği gibi, diğer Grek kaynaklarına öncülük etmesi bakımından Herodotos’un eserinin tarihi kıymeti her türlü tartışmadan uzaktır. Konumuzun temel dayanağını oluşturan IV. kitaptan başka, aynı eserde I. kitap, 1,15,16, 103-106, 201-216; II.kitap, 103; III.kitap, 93,116; VI.kitap, 40 ve VII.kitap, 64’te de İskitler ve kuzeyli göçebe topluluklar hakkında bilgi verilmektedir.[13]
MÖ. 460-377 tarihleri arasında yaşayan Koslu (İstanköy) Hippokrates, büyük bir Yunan filozofudur. Bilimsel İonia hekimliği, Hippokrates’le zirveye ulaşmıştır. Bu nedenle ona “Tıbbın babası” unvanı verilmiştir. Onun tıp alanında derlemiş olduğu “Corpus Hippocraticum” isimli büyük eseri, günümüze kadar ulaşmıştır. Bu Corpus’un Arap ve Avrupa tıbbına olan etkisi pek büyüktür. Hippokrates, eserinde, çevre ve iklim şartlarının insan karekterine ne ölçüde yansıdığını ehemmiyetle vurgulamıştır.
Hippokrates’in yukarıda zikredilen eserinden başka kitapları da vardır. Bunlardan biri de, “Havalar, Sular ve Mevkiiler”dir. Adı geçen kitapta, eserimizin konusunu teşkil eden İskitler’in çeşitli özellikleri hakkında bilgiler verilmektedir. Hippokrates, “Havalar, Sular ve Mevkiiler” adını taşıyan eserinde İskitler’in yaşadıkları coğrafya, hayat tarzları, coğrafya ve iklimin onlara tesiri ve fiziki görünümleri hakkında bilgiler vermektedir. Bizzat İskit çölü denen yerin otlaklarla kaplı ve sulak olduğunu, arabalarda yaşadıklarını, bu arabaların üstünün keçeyle kaplı olduğunu, arabaların bazılarının iki bazılarının da üç odasının bulunduğunu, bunların yağmura, kara ve yele karşı korunaklı olduklarını bildirmektedir. Kadın ve çocukların arabalarda ve erkeklerin ise, at üstünde onların yanında gittiklerini belirtmektedir. Hippokrates’in verdiği bilgiler Hun, Göktürk ve diğer Türk devletlerini kuran Türk topluluklarının gelenek ve göreneklerine uyması balonundan büyük önem taşımakta ve mukayese imkânı vermektedir. Hippokrates’in İskitler’in hayat tarzı, gelenek ve görenekleri hakkında bilgi vermesi ve bizzat görmüş olduklarını kaleme almış olması, onun eserinin kaynak değerini daha da artırmaktadır.[14]
Herodotos’tan sonra Yunan dünyasının en ünlü tarihçisi olarak kabul edilen Thukidides, Atina’da doğmuş olup, MÖ. 460-400 yılları arasında yaşamıştır. Thukidides, “Peloponessoslularla Atinalıların Savaşı” adlı 8 kitaptan oluşan ünlü eserinin 2. kitabında, konumuzu teşkil eden İskitler’den bahsetmektedir. II. kitap 96’da:[15]
Odıysai ülkesinden hareket ederek, önce, Haemos (Balkan) ve Rodop dağları arasında oturan ve Pontos Euksinos (Karadeniz) ile Hellespontos’a (Çanakkale boğazı) kadar egemenliği altında bulunan Traklardan, sonra da Pontos Euksinos’a doğru uzanan bölgede Istros’un (Tuna) berisinde oturan Getlerden asker topladı. Getler ve bu bölgede yaşayan halklar İskitlerle sınırdaştır; tümü aynı biçimde donatılmışlardır ve atlı okçulardır.[16]
Thukidides, II. kitap 97’de de:Odryselerin krallığı, deniz kıyısında, Pontos Euksinos’taki Abdera şehrinden, Istros’un ağzına kadar uzanıyordu. Bir geminin bu kıyıyı aşması için, en kestirme yoldan gitmek ve rüzgârın kıçtan esmesi koşuluyla, dört gün gereklidir. Karadan en kestirme yoldan gitmek koşuluyla iyi bir yürüyüşçü Abdera’dan Istros’un ağzına on bir günde varır. Kıyı bu kadar uzundur. Kıyıdan iç kısma, Bizanstan Laeaeler ülkesine ve Strymon’a -burası en geniş bölümdür- iyi bir yürüyüşçü on üç günde ulaşır. Tüm Barbarların ve Yunan şehirlerinin verdikleri vergi, Sitalkes’in yerine geçen Seuthes’in koyduğu kadarıyla gerek altın gerek gümüş para olarak dört yüz talenton buluyordu. Altın işlemeli ya da islemesiz kumaşlar ve öbür armağanlar dışında, altın ve gümüş armağanlar da bundan aşağı değildi. Bu armağanlar yalnız krala değil, devlet büyüklerine ve soylulara da veriliyordu. Pers krallığındakinin tersine, öbür Trakyalılarda olduğu gibi Odrysailer de büyüklerin, verdiklerinden çok almaları yerleşmiş bir adetti. İnsanın istediği şeyi alamaması, kendinden istenen şeyi vermemesinden daha onur kırıcı bir şeydir. Bununla birlikte Odrysailerde herkes gücüne göre bu adetten yararlanmaktaydı; armağan getirilmezse hiçbir iş yaptırmanın imkanı yoktu. Bu krallık, büyük gücünü bu yoldan sağlamıştı. Avrupa’da İon körfezi ile Pontos Euksinos arasında yaşayan halkların gelirler ve her çeşit mal bakımından en güçlüsü buydu. Savaş gücü ve asker sayısı bakımından İskitlerden çok aşağı olduğu doğrudur. Bu bakımdan hiçbir Avrupa halkı onlarla oranlanamaz. Asya’da bile, birleşik tüm İskitlere tek başına karşı koyabilecek hiçbir halk yoktur; ama hayatın çeşitli durumlarında benimsenmesi gereken tutum ve beceriklilik bakımından öbür halklardan çok daha aşağı düzeydedirler.[17]
Atinalı asil bir aileye mensup olan Ksenofon, yaklaşık olarak MÖ. 430 yıllarında Atina’da doğmuş ve MÖ. 357 yılında Korinthos kentinde ölmüştür. Çeşitli konularda 14 kadar eseri bilinen Ksenofon, “HELLENİKA” ve “KİROS’UN ANABASİSİ” adlı eserleriyle tarih alanında önemli bir yer tutar. Ksenofon, çok yönlü bir yazardır. Felsefe, tarih ve edebiyat alanlarında eserleri bulunduğu gibi, ayrıca askerlik alanında da ün yapmıştır. “Kiros’un Anabasisi” adlı eserinde anlattığı gibi, 10.000 (on bin) ücretli Yunan askerini, Doğu Anadolu’dan ana vatanlarına kadar salimen götürerek, dünyanın en büyük generalleri ve taktikçileri arasında yer almıştır. “Hellenika” ise, adından da anlaşılacağı üzere bir Yunan tarihidir. Yazar bu kitabında, Thukidides’in MÖ. 411 yılında bıraktığı yerden başlayarak MÖ.362 yılında cereyan eden Mantinea savaşına kadar meydana gelen olaylardan söz eder. Mantinea savaşım eserine bitiş noktası olarak almasının nedeni, MÖ.372-371 yılları arasında Yunanistan’da parlak bir devir yaşayan ve Yunan birliğini kurma çabasında bulunan Thebai devletinin büyük komutanı Epameinondas’ın bu savaşta ölmesi ve Ksenofon’a göre Yunan tarihinin de son bulmuş olmasıdır. Yazar bu eserinde gerekli belgelerin tümünü bir araya toplayamamış, bunları birçok yerlerde doğru olarak değerlendirememiş ve tarafsız da kalamayarak Thebai’ye karşı cephe almıştır.[18]
“Kiros’ın Anabasisi” adlı eserinin konusu, Pers İmparatorluğu’nun Batı Anadolu valisi bulanan Genç Kiros’un, tahtı ele geçirmek amacıyla, Pers Büyük Kralı olan ağabeysi II. Artakserkses’e karşı ayaklanmasının on bin paralı Yunan askerinin de katıldığı bir ordu ile Batı Anadolu’da Sardes (Salihli) kentinden hareket ederek Mezopotamya’ya gidişi, orada MÖ. 401 yılında Kunaksa mevkiinde Pers kralı ile yapılan savaşın ve bu savaşta genç prens Kiros’un öldürülmesinin ve daha sonra Ksenofon yönetimindeki paralı Yunan askerlerinin Fırat’ı izleyerek Doğu Anadolu üzerinden kuzeyde Trabzon’a ulaşmalarının ve buradan bazen deniz bazen da kara yolu ile yurda dönüşlerinin öyküsüdür. Eser özellikle Anadolu’nun topografyası ile MÖ. 5 yüzyıl sonundaki Doğu Anadolu’nun etnografyası hakkında bilgi vermesi bakımından ilgi çekicidir.[19]
Ksenophon’un “Kyros’un Anabasisi” adını taşıyan bu eserinde İskitler’den de bahsedilmektedir. Bu eserde IV. kitap, 7. bölüm, 18. paragrafta, “Bundan sonra dört plethron (1 plethron: 100 ayak: 29,6 m.) genişliğinde Harpasos (Çoruh-Arpaçay) nehrine kadar ilerlediler. Buradan da Skythenler’in memleketine girerek, bir ovada dört günde yirmi parasang (1 fersah: 5,5 km.) gittiler ve köylere vardılar. Burada üç gün kalarak erzak tedarik ettiler”[20] denilmektedir. Buradan M.Ö. IV. yüzyılın başlarında Doğu Anadolu’da İskit hâkimiyetinin devam ettiği anlaşılmaktadır.[21]
Aristotales (MÖ384–MÖ 322), Hayvanlar Kitabında “İskitler”den bahsetmektedir. “Düz akan bir nehirde eğer buharlaşma olursa, buhar suyun üstünde suyla birlikte akıp giden tıpkı ateş üstünde yanan saç gibi; çevrede nem eksikliği oluşturarak canlılarda kıvırcık saç ve kıl meydana gelmesine neden olur. Bu gerçekliğin bir işareti olarak kıvırcık saç düz saçtan daha sağlam olur. Karadeniz’deki İskitler ve Traklar düz saçlıdır. Yaşadıkları ortam nemlidir. Soğuk iklimlerdeki koyunların şartları insanlardan farklıdır. İskitlerin saçları yumuşaktır ama koyunlarının kılları serttir.[22](s.1580)
İskitler, Persler ve Traklar ve Celts gibi kavimler için savaşçılık erdemdir. Makedonya’da hiç düşman öldürmemiş birine yular takılması gibi bir adet vardı. İskitler arasında da yakaladığı adamı öldürmemiş kimseye bazı bayramlarda yuvarlak kupa dışında bir bardaktan içki içmesine izin verilirdi.[23]
Aristotales, atlar hakkında bilgi verirken İskitlerin atlar konusunda bilgili olduğunu şu örnekle anlatır. “Erkek ya da dişi yaşlı atlar bereketli bir biçimde daha üretkendirler. Atlar kısraklarını tayı olanlardan ya da babası olan kısraklardan koruyacaklardır. Doğrusunu söylemek gerekirse at birlikleri ilişki karışıklığı meydana geldiği zaman kusursuz bir şekilde incelenirler. Embriyo rahimde oluştuğu zaman İskitler binmek için hamile kısrakları kullanırlardı. Onlar böylelikle annelerin doğumu daha kolay yapacağını iddia ediyorlardı. Doğum için atlar (dört ayaklılar) boylu boyunca yere uzanırlardı doğum zamanı geldiğinde ise kısrak dik durur ve bu duruş ona tayı dışarı atmasını sağlar.”[24] (s.1179)
MÖ. 63-MS. 24 yılları arasında yaşamıştır. Zamanımıza kadar gelmeyen 47 kitaplık “Tarihi Araştırmalar” adlı bir tarih kitabı da yazmış bulunan Strabon’un zamanımızdaki ününü “Geographika” admı taşıyan 17 kitaplık coğrafya eseri sağlamıştır. Amasyalı bir bilgin olan Strabon, coğrafyasının giriş kısmında (I. ve II. kitaplar), coğrafyanın tarihçesinden söz etmekte ve kendinden önceki coğrafyacıların eserlerini İncelemektedir. Strabon’un İskitler hakkındaki kayıtlarına gelince; VI-I. kitap, 4.bölüm- 5.paragraf ile VII.kitap, 5.bölüm- 12 paragrafta İskitya memleketi, Küçük İskitya ve Kerch Boğazı hakkında bilgi verilmektedir. XI. Kitap 2.bölüm, l. paragrafta İskitli nomatlardan (göçebe) bahsedilmektedir. İskitler hakkında daha geniş ve daha çeşitli malumat edinmek için, eserin aşağıdaki bölümlerine bakmak gerekir:[25]
III.Kitap, 4. Bölüm, 17. Paragraf (İskitler’in kan içme âdeti hakkında bilgi verir). Kitap, 5. Bölüm, 4. Paragraf (İkâmetgâh olarak kullandıkları üstü kapalı tekerlekli arabalardan söz edilir). VII. Kitap, 3. Bölüm, 6. ve 7. Paragrafla; Kısrak sütünden yapılan ve sert bir içki olan “kımız” hakkında bilgi verilir). Kitap, 3. Bölüm, 10. Paragraf (Yedi Bilge Kişi’den biri olan bir İskitli’den, Anarkharsis’ten, söz edilir). VII. Kitap, 4. Bölüm, 2. ve 3. Paragraflar (Nihayet İskitler’in mağlup edildiğinden bahsedilir). VII. Kitap, 4. Bölüm, 7. Paragraf (İskitler’in, atlarını enemelerinden yani hadımlaştırma âdetlerinden söz edilir). XI. Kitap, 8. Bölüm, 1. ve 2. Paragraflar (İskitler’in iğrenç ve korkunç birtakım âdetlerinden söz edilir).[26]
İskitler hakkında bilgi veren Grek kaynaklarının tamamı dikkate alındığında şüphesiz Herodotos’un “Tarihi” ve Hippokrates’in “Havalar, Sular ve Mevkiiler” adlı eserinin önemi ortaya çıkar. Günümüze kadar tam olarak ulaşan, en eski tarihli iki kaynak olmaları ve İskitler hakkında ayrıntılı bilgi ihtiva etmeleri açısından, diğer Grek kaynaklarına göre daha önemlidirler.[27]
İskitler’in gelenek ve göreneklerine dair bilgileri Herodotos ve Hippokrates’ten öğrenmekteyiz. Herodotos ve Hippokrates İskitler’in hayat tarzı ve bazı adetleri hakkında önemli bilgiler vermektedir. Herodotos İskitler’in gelenek ve göreneklerine bağlı ve yabancı geleneklere kesinlikle kapalı bir toplum olduğunu belirtmektedir Hippokrates ise, İskitler’in göçebe bir kavim olduğunu, onların soğuğa karşı korunaklı keçeyle kaplı, dört ya da altı tekerli, öküzler tarafından çekilen arabalarda yaşadıklarını hayvanlarına otu bol otlaklar bulmak için dolaştıklarını belirttikten sonra; onların pişmiş et yediklerim ve kısrak sütü içtiklerini bildirmektedir..[28] Hippokrates tarafından verilen bilgiler Hunlar ve Göktürkler hakkında yazılanların aynıdır. Bunlar Türk “derme ev”lerinde, yani keçeden yapılmış kubbeli çadırlarda yaşamışlar. Söz konusu “derme ev”leri Türkler’den alarak benimseyen bazı İranî kavimlerin bu evlerin bazı aksamına dair kullandıkları kelimelerin çoğunun Farsça değil de Türkçe olması, adı geçen evlerin asıl sahibinin Türkler olduğunu açıkça göstermektedir. Öte taraftan Araplar’ın da bu evlere “Qubba Turkiya”, yani “Türk Çadırı” dedikleri bilinmektedir Ayrıca İskitler’e tabi olan Alan, As göçebelerinin çadır ve alaçuk yapmasını bilmedikleri, üstü ağaç kabukları ile örtülmüş arabalarda yaşadıkları ve İskitler’in diğer Türk kavimleri gibi kımız içtikleri ve sütü kurutarak “kurut” yaptıkları bilinen hakikatlerdendir. İskitler ve Hunlar ata binmek ve kımız içmek gibi adetleri bakımından birbirlerine benzemektedir [29]
Herodotos’un anlattığına göre İskitler başta at olmak üzere bütün hayvanları kesmektedir. Yine o, onların domuz kurban etmeleri bir tarafa, onu topraklarında beslemelerinin bile söz konusu olmadığını ifade etmektedir (Herodotos IV: 61-63). Türkler hemen her devirde kesim hayvanı olarak atı diğer hayvanlara tercih etmişlerdir. Günümüzde at kurban etme adetinin gayri müslim Altay Türkler’i arasında devam ettiği bilinmektedir. İskitler’in genelde domuz beslememeleri ve onları asla kurban olarak kesmemeleri oldukça ilgi çekicidir. Buradan Türkler’in bu hayvana karşı duydukları nefretin sadece İslamî kanaatle ilgili olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Bu cümleden olarak, İskitler’in at kurban etmeleri ve domuz kesmemeleri itiyadı, onların Türklükleri hususunda bir işaret olarak kabul edilebilir.[30]
İskitler’de ölülerin mumyalandığını arkeolojik malzemelerle de ispatlayabiliyoruz. Pazırık’tan bulunan cesetler mumyalanmıştır. Bu mumyalanmış cesetlerin üzerinde dövmelere de rastlanmıştır. Genelde cesetlerde, vücudun ön ve arka kısımlarında baştan aşağıya kadar dövmeler bulunmaktadır. Klasik eserlerde “mumya”, “mumyağ” ve “mumyag” olarak geçen mumya, tıpta ve tahnitte cesetleri korumak için kullanılan bir maddedir. Bu madde Oğuz Türkler’i tarafından mukaddes addedilmiştir. Eski Türkler, yok olmayı, toprak olmayı bir türlü kabul edememişler, bütün fertlerini değilse bile, ulularını ve hükümdarlarını mumyalamak suretiyle, maddi varlıklarını ebedileştirmek istemişlerdir. Orhun kitabelerinden öğrendiğimize göre, Gültegin mumyalanmıştır. Değiştirdikleri muhtelif dinlerin ruh anlayışına göre, bu sanatlarını bazan tadile lüzum görmüşler, fakat büsbütün bırakmamışlardır. İslamiyetten sonra da bu dinde böyle bir düşünce olmadığı halde, mumya yapmakta devam etmişlerdir. Buna en güzel misal, Anadolu Selçukluları’nın yaptıkları mumyalardır. ILKılıç Arslan, I.Keyhüsrev, H.Süleyman Şah, III. Kılıç Arslan ve daha bir çokları mumyalanmıştır (Konyalı 1965:1196-1199). Bu durum, İskitler’de başlayıp, onlardan Göktürklere geçen ve onlardan da Anadolu Selçuklularına kadar ulaşan köklü bir ananeyi göstermektedir.[31]
İskit İmparatorluğu, sosyolojik olarak, çiftçilikle uğraşan komşu kabileler üzerinde, göçebe güruhunun bir hakimiyeti olarak tasvir edilebilir. MS. 7. ve 10. yüzyıllar arasında hakim olan Moğol İmparatorluğu da, aynı örnek üzerine inşa edilmişlerdi. Tipik göçebeler, asıl İskitler’di. Onların hayat tarzının temeli at besleme idi. Onlar arabalarına bağlı çadırlarda oturuyorlardı. Böyle bir arabanın dört veya altı tekerleği vardı ve bu araba iki ya da üç çift öküz tarafından çekiliyordu. Kaynatılmış et ve mayalanmış bir çeşit kısrak sütü olan kımız, onların belli başlı yiyeceklerini teşkil ediyordu. Onlar, etlerini, yahni olarak, kendilerine özgü büyük kazanlar içerisinde pişirirler veya bazan bu etleri başka yerlere nakledebilmek için, parçalar halinde keserlerdi. İskitler iyi yaşamaktan zevk alıyorlardı. Hippokrates, onların şişman, tembel ve şakacı kimseler olduklarını ve vakitlerinin çoğunu şarap içerek, bir tek kupadan kan kardeşliği yemini etmek için içerek, davul ve ud gibi telli çalgılar eşliğinde şarkı söyleyerek ve dans ederek geçirdiklerini yazmaktadır.[32] İskitleri’ni elbiseleri, başlıklı bir cübbe, kaftan ve pantolondan ibaretti. Deriden yapılmış olup, süslü metal plâkalarla tezyin edilmiş olan kemere, büyük ihtimam gösterilmişti. Kadınlar, “sarafan” adı verilen sarkık bir elbise ile “kokoşnik” adı verilen yüksek bir başlık giymişlerdir. İskitler’in ekseriyeti hayvan besleyicisi ve göçebe oldukları halde, bir kısmı ve yine onlar tarafından kontrol edilen yerli kabilelerin çoğu, herhalde çiftçi idiler. İskitya’dan Yunanistan’a büyük miktarlarda hububat ihraç edilmiş olması, bunun en belirgin ifadesidir. Çiftçilikle uğraşan halkın giysileri, muhtemelen İskitler’in elbiseleri ile aynı modelde idi. İskitler’de kadının durumuna gelince; İskitler, poligamist (çok kadınla evli) idiler. Oğullar, çoğu kez babalarının karılarını miras olarak devralıyorlardı. Buna rağmen herhalde, bu kadınlardan biri, öteki dünyada kocasına arkadaşlık etsin diye, genellikle kocasının Ölümü üzerine, ölmek zorunda idi. İskit gömülerinde gözlemlenmiş olanın aksine, Pazırık’ta kocalarıyla birlikte ölmek zorunda kalmış olan kadınlar, sıklıkla kocalarının tabutlarını paylaşmışlardı. Bu, oradaki erkeklerin tek kadınla evli olduklarının veya kadınının, bir odalık ya da bir cariye olmaktan ziyade, bir zevce olduğunun işareti olarak kabul edilebilir. Eski Greklerin, İskitya’nın ana erkil bir memleket olduğu yolundaki intibaları, arkeolojik delillerle desteklenmez; bu fikir, muhtemelen İskityalı Amazonlar’la ilgili menkıbelerden çıkarılmış olsa gerektir. Mamafih aslında, mevcut bütün materyaller, İskit kadınları, erkeklerden çok daha renkli elbiseler giyinseler de, onların yine de göz hapsinde tutulduğunu, kocalarının yanında ata binmek yerine, çocuklarıyla arabaların içerisinde seyahat etmeye zorlandıklarını, kendilerini tamamıyla ev işlerine vermek mecburiyetinde bırakıldıklarını ve bazı durumlarda eşleriyle birlikte ölmeye zorlandıklarını göstermeye meyillidirler. Onların gömülmüş olduğu mezar odalarında, otoritelerine ilişkin olarak yanlarına yerleştirilmiş hiçbir amblem de yoktu.[33]
İskitler’in nasıl temizlendikleri hususu da merak uyandıran konulardan biridir. Herodotos, İskitler’in yıkanmak için su kullanmadıklarına dikkati çekmektedir. Kadınlar, selvi ve sedir ağaçlarının özünü havanda döverek bir melhem yapıyorlar ve bu melhemin çoğunu bir macunun içinde ovmak suretiyle çam sakızı ve su ile karıştırıyorlardı. Onlar bu lapayı, yüzlerine ve bütün vücutlarına sürerek, bir gün boyu hiç dokunmazlardı. Ertesi gün bu lapayı vücutlarından kaldırdıkları zaman, derileri pırıl pırıl ve tertemiz olurdu.[34]
Hiç şüphe yok ki, İskitler’in oturduğu evler, onların yaşantısında büyük önem taşıyordu. Yaşadıkları zaman süresi içerisinde, kapalı arabaların, İskitler’e daimi evler olarak ki -onlara erkekler, devamlı at üzerinde hareket ettiklerinden ancak akşam üzeri dönerlerdi hizmet- edip etmediğine; veya üst kısmının tamamen çıkarılarak kamplarda bir çadır gibi dikilip dikilmediğine; yahut da İskitler’in daimi olarak çadırlar kullanıp, sadece hareket halinde iken üstü kapalı arabalarda oturup oturmadıklarına karar vermek, oldukça güçtür. Pazırık’taki mezar odalarının dekorasyonu, bu son görüşü teyid etmeye meyillidir. Çünkü o, açıkça söylemek gerekirse, mezarı, bir çadıra çevirecek şekilde tertip edilmişti. Mamafih bu netice, Altaylıların daha basit geleneklerini bir zamanlar paylaşmış olmalarına rağmen, Avrupa bozkırında yerleşmiş olan İskitler için iyi bir şekilde muhafaza edilmek zorunda değildir. Fakat bir şeyden emin olabiliriz: Onların ikâmetgâhları ister araba isterse çadır olsun, bunun, oldukça rahat ve renkli olmuş olduğu muhakkaktır. Kraliyet İskitleri’nin mezarlarından elde edilen delillerle tasdik ve Kuzey Moğolistan’da Baktria ve Noin Ula’daki buluntularla da teyit edilen Pazırık’ta keşfedilmiş döşemeler, kabile mensuplarının hem keçe hem de yün halılara sahip olduklarını gösterir. Kırım gömü odalarının bazılarının boyalı süslemeleri ve Pazırık’ta dokunulmamış (in situ) vaziyette bulunan fragmanlar, onların, bunları, oraya kullanmak için koyduklarım gösterir. Halılara ilaveten kumaşlar, geniş ölçüde kanaviçe olarak ve de Pazırık’taki gibi, dini anlamı olan sarkık kumaş parçalan olarak kullanılmışlardır. Pazırık’tan da öğreniyoruz ki, gayet itinalı desenlerle süslenmiş olan keçe kumaşlar, herhalde Altaylarda genel kullanım alanında idiler.
İskitler’in hayat tarzları ile ilgili bahsi noktalamadan evvel, İskitler’de nüfus sayımı yapıldığına dair bazı delilleri ortaya koymak, yerinde olacaktır. Herodotos’tan öğrendiğimize göre İskitler’de nüfus sayımı yapıldığına ilişkin en güzel uygulama, kralları Ariantos tarafından gerçekleştirilmişti. Adı geçen İskit kralı, krallığı içerisinde yaşayan her adamdan, kendisine bronzdan bir kargı ucu getirmesini emretmiş ve böylece de kavminin sayışım tespit etmişti. Fakat Herodotos, bu sayının ne kadar olduğunu ne yazık ki, belirtmiyor. Daha sonra, getirilen bütün kargı uçları eritilip birleştirilerek, büyük bir kazan haline getirilir.[35]
Heredotos Tarihi “Dördüncü Kitap” da İskit millî içkisi kımızın yapılışı şu şekildedir “Skyth’ler içkileri olan sütü elde etmek amacıyle bütün kölelerin gözlerini oyarlar; köleler, flüte çok benzeyen bir çeşit kemik boru alırlar; bunu kısrağın döl yatağına sokar ve ağızlarıyla üflerler; onlar üflerken, öbürleri de sağarlar. Neden böyle yaparlar, kendilerine sorarsanız, hava, kısrağın damarlarını açar, sütün memelere inmesini sağlar. Sağılan süt tahta fıçılara boşaltılır; çevresine kör köleler dizilir ve sütü döverler; üstte kalanı ayırıp alırlar, Skyth’Ier in gözünde en iyi süt buttur; altta kalanını düşük kalite sayarlar. İşte Skyth’ler, ellerine düşenlerin hepsinin gözünü bu işi gördürmek için kör ederler; zira ekip biçemezler, göçebedirler.” [36]
Kımızın faydaları konusunda Hasan Oraltay Kazak Türkleri isimli eserinde şu bilgileri aktarmaktadır: “Kımızı kim içmez? başlığıyla (18.7.1968 Leninşil Cas gazetesi) Kazak Türkü kimyager Aydar Akınoğlu, yayınladığı makalesinde kımız hakkında şöyle” bilgi vermektetir: “…Rus yazarlarından S. T. Aksakov, Orenburg vilâyetindeki göçebe halkların vaziyetleri hakkında diye şöyle yazmıştı:
”…. Her sene kışın müthiş soğuğunda ve boralarında bunların tesiriyle eziyet çeken insanları görerek ümitsizlenmemek mümkün değil. Fakat iki üç aydan sonra, aynı insanları tekrar görseniz, yüzleri kıpkırmızı kana dolmuş ve şişmanlamış olarak bulursunuz. Onları tanıyamazsınız. Çünkü, bu sıralarda onlar “SABA”lar dolu kımızı içerler. Beşikteki çocuktan doksandaki ihtiyara kadar herkesin sevdiği gıdası kımız’la onlar tekrar buluşmuşlardır. Bu hususu ancak gözünle gördüğün zaman kımızın bulunmaz gıda ve çok tesirli ilâç olduğuna hayran olursun…”
Kazak Halkı kımızı sevinçli hayatın, uzun ömürün tek sebebi olarak tanımlar. Bu gibi ilgi çekici fikirleri ilim adamlarından, doktorlardan, kimyagerlerden de duymak mümkündür. Mesela, 1858 senesinde Rusya’da N. V. Postnıkov diye bir kimyagerin teşebbüsü ile Samara şehrinde ilk defa kımız ile hastaları iyileştiren hastane açılmıştı. İlim adamları yaptıkları devamlı arattırmaları neticesinde kımızın birçok hastalıklara ve bilhassa tüberküloza bulunmaz deva olduğunu ispat ettiler. Öyleyse, kımızın insana faydalı ve hastalık için ilâç olmasının sırrı ne? Onu içtikten sonra insan organizması ne için hastalıktan kurtulmaya başlıyor? İşte bu sorulara cevap verebilmek için kimyagerler kımızın ilmi şekilde tetkik ettiler. Birçok tecrübeler yaptılar. Doktorlar da kımız verdikleri hastalarını devamlı olarak kontrol ettiler. Gelişmeleri ilmi maksatla kaydettiler. Ve öylece kesin karara vardılar. Birçok tereddütleri giderdiler. Birçok soruların cevabını buldular. Kımızın çok iyi ilâç ve çok faydalı da kuvvetli gıda olduğunu tespit ettiler.
Alimlerin açıkladıklarına göre, standart bir kımız’ın ekşilik derecesi 60 ile 80 arasıdır. Orta kımız, 80 ile 100 ve kuvvetli kımız ise 100 ile 120 derece olarak üç sınıfa ayrılıyor. Bir litre kımız’da 22 gram belok, 17 gram yağ, 39,6 gram süt şekeri ve 20 gram alkol vardır. Bunların vereceği kalori: 530’dür. Normal olarak günde 1,5 litre kımız içilirse, başka gıdadan alınanla beraber günde 795 kalori alınmış olur. Kımız sadece tüberküloz hastalığı için değil, her hangi bir diğer hastalık için de faydalıdır. Halsizliği giderir. Kuvvet verir. Kımızın muhtevasında mineral tuzların çeşitleri de vardır. Bilhassa kalsium ile fosfor tuzları çoktur. Kımız’daki vitaminimi sayarsak, B ve A ile C vitaminlerinin bol olduğunu görüyoruz. Bu vitaminlerin bir hasta için ehemmiyetli olduğunu herkes bilir. Sırası gelmişken şunu da belirtelim ki, tüberküloz hastalığı olan birisi için bir müddet devamlı olarak ilâçlar alması gerekir, işte bu devrede onlara en iyi ilâcın kımız olduğu ilmî tetkik ve tecrübelerle sabit olmuştur. Kımız tüberkülozdan başka mide hastalıkları ve kansızlık için de çok faydalıdır.[37]
Hastalanmadan zayıflayan insanlar için de kımız faydalıdır. Kımızı ilâç olarak kullananların her günü 0,5- 2 litre içmesini tavsiye edilir. Kımızı yemek aralarında içmek doğru olur. Veyahut ta, yemekten 1,5-2 saat evvel içmeyi âdet edinmek faydalıdır. Her içildiğinde vücudun ihtiyacına göre, bir iki bardak, bazan da üç bardak içilmesi iyi olur. Bir hasta bir iki bardak kımız içtikten sonra iştahlanıyor ve bol yemek yemek istiyor. Demek ekşisi eksik olan pastalar için kımızı yemekten evvel (1,5-2 saat) içmek daha iyidir. Yukarıda Kımız hakkındaki Kazak Türkü kimyagerinin makalesini getirmek suretiyle verdiğimiz bilgiyi. Dr. V. N. Markov, Dr. V. K. Ogerednikov. Dr. F. O. Şvey’in müştereken yazdıkları: KIMIZ, TEDAVI EDİCİ VE HASTALIKLARDAN KORUYUCU -profilaktik- HASSALARI) adlı Rusça eserin F. LÂÇİNAY tarafından -KIMIZ-adiyle tercüme edilerek 1945 senesinde Işık Matbaasında, İstanbul’da basılmıştır. Bu Kitap’da şöyle deniyor:
“… Türkistan’da, Türkistan ve Şimkent şehirlerinde ve başka birçok yerlerde sanatoryum ve kımız istihsal müesseseleri mevcuttur. Dış memleketlerdeki kımız’la tedavi müesseselerinden bizce malûm olanlar: İngiltere ve Kaliforniya’daki müesseselerdir.”
Kımız kısrak sütünden, kendine has olarak hazırlanan maya ile ekşitilerek yapılan bir içkidir. Kendine göre bir usûlle ekşitme neticesinde kısrak sütü az çok köpüklü, mayhoş lezzetli, hoş kokulu ve keyf verici bir içki halini alır. Kısrak sütünde bulunan gıda maddeleri bu ekşime esnasında kimyevî tahavvüle uğrarlar. Yani kısrak sütündeki Kazein ve Albuminler dönüşerek mide ve bağırsaklarımızda yeniden kimyevî tahavvüle (değişime) ihtiyaç kalmadan, hazım (sindirim) cihazlarımız tarafından doğrudan doğruya emildiğinden dolayı hastanın beslenme durumu az zamanda iyileştiği gibi mide ve bağırsaklar da yorulmaz, yıpranmaz ve gıda maddelerinin kimyevi tahavvülü için lüzumlu olan unsurlardan tasarruf edilmiş olur. Kısrak sütünde bulunan şeker, süt asidi (sitlaktik), alkol ve asitkarbona ayrılır ki, bunlar hazım cihazlarımızın salyalı tabakalarına (Mukosa) ve hazım bezlerine uyandırıcı (Münebbih) bir tesir yapar. Hazım ifrazatının miktarı artar, neticede yediğimiz gıdanın tadı bilinir, iştah açılır.
Asitalaktik, kımız’ın süt asidi, vücudumuzu zehirliyerek tahrip eden bağırsak mikroplarının döküntülerini zararsız bir hale sokar. Vücudumuzca emilen (assimilation) gıda maddelerinin işe yaramıyan artıklarından (dessimilation) husule gelen zararlı maddeler, kımız tedavisiyle İyice temizlenir ve gıdanın temessül kabiliyeti yükselir. Kımızın az miktarda olan alkolü, kalp damarları, sinir sistemleri ve teneffüs cihazına münebbih (uyarıcı) olarak tesir eder. Kımızın asitkarbonu ise hazım yollarındaki hareket ve emme fonksiyonlarını takviye eder.[38]
Dr. Karrik, kımız terkibindeki asitlaktik ve alkolün, hazımı kolaylaştırıcı hassası üzerinde tetkikler yaparak, midenin normal işlemesini temin eden bir amil olduğunu tesbit etmiştir. Son zamanlarda kımız üzerinde yapılan tetkik ve çalınmalar da kımızın supasit hastalığında mide ifrazatını arttırdığı ve mide ifrazatının normal yükselmesinden ileri gelen hastalıklarda da ifrazatı normalleştirdiği, ifrazatın asit ve tuz asitlerinin azalmasını gösteren mide hastalıklarında (gastritis) bir tedavi vasıtası olduğu mide ve bağırsakların tembelleşmelerinden ileri gelen hastalıklarda bu organların takallüs kabiliyetini arttırdığı görülmüştür. Kımız bilhassa gıdadaki albumin maddelerinin tam olarak alınmasını temin eder- Dr. Model ve Kozin’in bu sahadaki çalışma raporlarından alınan malûmat, kımızla tedavi esnasında yeniden gıdadan vücutca benimsenen albumin ve kazein miktarı, aynı sanatoryum rejimi altında, aynı gıdalar ile beslenen, fakat kımız kullanmayan hastaların hazmedebildikleri albumin miktarından fazla olduğunu gösterir.
Dr. Poznikov, kımızla tedavi edilen hastalar üzerinde yaptığı tetkiklerden aldığı neticeyi, şu kısa ve kesin formül ile ifade eder: (Nutrit, raborat et alterat – besler, sağlamlaştırır ve tazeler.) Kımızla, tedavi neticesini uzun seneler tetkik eden mütehassıslar kımıza, tedavi ve hastalıklardan koruyucu vasıtalar meyanında lâyık olduğu mevkii vermelerdir. Kımızla tedavi bilhassa şu hastalık hallerinde tavsiye edilir ve iyi netice verir: kan azlığı, yorgunluk, iştahsızlık, hazımsızlık ve şiddetli bronşitlerin nekahat devrelerinde. Kımızın tedavide önemle kullanıldığı yer ciğer ve güdelerdeki (salgı bezlerindeki) verem hastalığıdır. Kımız uzviyetçe çabuk emilerek çabuk tesir ettiğinden dolayı tüberkülozluların tedavisinde mühim rol oynar. Neticede öksürük seyrekleşir. Balgam azalır, hararet düğer, gece terlemesi kaybolur, iştah açılır, cevvaliyet hissedilir (s.28/29). Kımız’da, vücutça iyi benimsenen albumin yağı ve seker bulunması ve bir litre kımızdan tahminen 500 kalori alınabilmesi, onun mükemmel bir rejim gıdası olarak kullanılmasına imkân vermektedir. Dr. Horamevaya göre kımızın albumin grubu, yumurtanın albumin grubundan daha yüksek değerdedir.[39]
Heredot Tarihinde kımızdan başka İskitlerin diğer gelenek ve görenekleri hakkında da geniş bilgiler vardır: “Görenekleri şöyledir: Tanrılar içinde yaranmak istedikleri en başta Hestia olmak üzere Zeus ve Toprak, ki bunu Zeus’un karısı olarak tanırlar, sonra Apollon, Göksel Aphrodite, Herakles ve Ares’tir. Bu tanrılar bütün Skythia’da ululanırlar; Şahane Skyth’ler ayrıca Poseidon’u de ‘kutlarlar. Skyth dilinde Hestia’ya Tabiri, Zeus’e, benim fikrimce pek doğru olarak, Papaios adı verilmiştir, Toprak’a Api, Apollon’a Oitosyros, Göksel Aphrodite’ye Argimpasa, Poseidon’a Thagimasadas derler. Ares dışında heykel, sunak, tapınak kurma gelenekleri yoktur, yalnız Ares için yapılır.[40]
Bütün bu ilkel halk topluluklarında yalnız bir çeşit kurban vardır, bütün dinsel törenlerde hep aynıdır. Dinsel törenler şöyledir: Kurban ortaya konulur, Ön ayakları bağlanır; kurbanı kesecek olan adam hayvanın arkasında durur, ipin ucunu çeker, hayvanı düşürür; hayvanı düşürürken kurban hangi tanrıya sunuluyorsa o tanrıya dua eder, sonra boğazına ince bir ip dolar, ipin arasına bir sopa sokar, sopayı çevire çevire sıkar ve kurbanı boğar, ateş yakılmaz, önceden bir tören yapılmaz, kutsal su saçılmaz. Kurbanı boğduktan sonra yüzer ve pişirirler.
Skythia’da odun pek bulunmaz, onun için eti şöyle pişirirler: Kurbanları yüzdükten sonra, kemikleri örten bütün etleri ayırırlar, sonra kendi ülkelerine özgü bir tencere vardır. Ellerinin altında böyle bir tencere bulunuyorsa eti ona koyarlar. Bu tencereler tıpkı Lesbos krateroslarına benzerler, yalnız onlardan çok daha büyük olurlar; etler bunun içerisine konur, tencere hayvanın kemikleri üzerine konur ve kemiklere ateş verilir. Eğer tencere yoksa etler hayvanın iskeleti üzerine konur, su da katılır, alttan kemiklerle beraber ateşlenir; kemikler pek güzel yanarlar ve iskelet kemikten ayrılmış eti kolaylıkla tutar. Bir öküzün bütününü pişirebilmek için yakacağını da böylece kendisi sağlamış olur ve her kurban için de aynı şey yapılır. Et pişti mi, kurbanı kesen bir parça ayırır, ayrıca bağrından da bir parça alır ve bunları ayaklarının dibine atar. Kurban olarak bütün hayvanları ve özellikle at keserler. Kurban kesme törenleri böyledir. Şunu da belirtelim ki, domuz kurban etmezler, hatta topraklarında üretmezler bile.[41]
Skyth kralı hastalandığı zaman, en iyi üç falcıyı getirtir, fala bakarlar. Genellikle söyledikleri filan ya da falanın kral hanedanı üzerine yalan yere yemin ettiğidir. Skyth’ler arasında, önemli konularda, kral hanedanı üzerine yemin edilmesi âdettir. Falcıların yalan yere yemin etmekle suçladıkları adam hemen yakalanır, tek başına kralın huzuruna çıkarılır; falcıların yanında kendisine anlatılır ki, bunlar sanatları sayesinde onun kral hanedanı adına yalan yere yemin etmiş olduğunu ve kralın bu yüzden hastalandığını meydana çıkarmışlardır; o inkâr eder, hiç yalan yere yemin etmediğini söyler, gücenir. İnkâr üzerine kral bunların iki katı kadar daha fakı getirtir; eğer bunlar da bilimlerine danışıp, yalan yere yemin suçlamasına katılırlarsa hemen kafası kesilir, varı yoğu ilk falcılar arasında kur’a çekilerek paylaşılır; eğer sonradan gelen falcılar adamı suçsuz çıkarırlarsa, bir daha, soma bir daha yeni falcılar getirilir. Eğer sonunda çoğunluk sanığı temize çıkarırsa ilk gelmiş olan falcılar ölüme mahkûm edilirler. Bunları şöyle öldürürler. Bir arabaya çalı çırpı doldurulur ve öküzler koşulur; falcılar, ayakları bağlı, elleri arkadan bağh, ağızları tıkalı olarak arabaya bindirilir, odunların içerisine konur; ateş verilir, sonra öküzler kovalanır, hızlı koşsunlar diye ürkütülür. Çoğu zaman falcılarla birlikte öküzler yanarlar; kimi zaman da arabanın oku alevlerden yanıp kopar, öküzler her yanları yanık içinde kaçarlar. Falcıların başka nedenlerle de aynı şekilde yakıldıkları olur ve adları yalancıya çıkar. Kral, birisini öldürdüğü zaman çocuklarım geride bırakmaz; oğlan çocukları da beraber öldürtür, kızlara dokunmaz.[42]
Skyth’ler şöyle ant içerler: Toprak bir kupanın içerisine şarap doldururlar; ant içecek olanlar buna kanlarını karıştırırlar. Bunun için sivri bir şeyle küçük bir delik açarlar, ya da kılıçla hafif çizerler; sonra kabın içerisine bir pala, oklar, bir balta ve mızrak daldırırlar; bu da olduktan soma tanrısal öfke üzerine ant içerler ve kaptaki şaraptan azıcık içerler ve orda bulunanların ileri gelenleri de onlarla beraber içerler.[43]
Topraklarında kenevir yetişir, tıpkı keten gibidir, yalnız daha kaim ve daha büyüktür. Hem insan eliyle ekilir, hem ‘kendiliğinden yetişir. Thrak’lar bundan tıpkı ketene benzer giyecekler yaparlar. Hatta bu işten çok iyi anlamayanlar için, bu giyecekler ketenden mi yapılmış, yoksa kenevirden mi hiç belli olmaz ve keneviri bilmeyenler, ketendir diye yemin edebilirler.[44]
Heredot “Skyth’lerin nüfusu tam olarak ne kadardır öğrenemedim”; dedikten sonra “değişik şeyler söylediler; bana, çok kalabalık olduklarını, ama bunların arasında asıl Skyth’lerin az olduğunu söylüyorlardı. Bununla beraber işte bana gösterdikleri: Borysthenes ile Hypanis arasında Exampeia denilen yer var; biraz yukarda bu bölgede acı bir kaynak bulunduğunu ve bunun Hypanis’e karışarak bu ırmağın suyunu içilemeyecek hale soktuğunu anlatırken sözü geçmişti. Orada bir bakır kazan vardır, Pontos Euxeinos’un ağzında Kleombrotos oğlu Pausanias’ın sungusu olarak bulunan kazandan altı kere daha büyüktür. Pontos Euxeinos’un ağzındaki kazanı görmeyenlere anlatmak için söylüyorum, Skyth kazanı altı yüz amphora’yı rahat rahat alır ve kalınlığı altı parmaktır. O ülkede oturanlar bana bunun kargı uçları eritilerek yapıldığını söylemişlerdir. Kralları Ariantas, Skyth’lerin kaç kişi olduklarını Öğrenmek istemiş, her Skyth’in kendisine bir kargı ucu getirmesi için haber almış; getirmeyen öldürülecekmiş. Pek çok kargı ucu getirilmiş ve o da bunlardan kalıcı bir anıt yaptırmak istemiş; O zaman bu bakır kazan yapılmış, bu Exampeia denilen yerde kurbanlar bunun içine konur. İşte Skyth’Ier in kaç kişi oldukları hakkında dinlediklerim bunlardır.”[45]
Hippokrates “Havalar, Sular (Nehirler), Yerler (Mevkiiler) Üzerine.[46] isimli eserinde İskitlere de yer verir: Avrupa’da, Maiotes gölü etrafında ikamet eden, diğer uluslardan farklı bir Skyth halkı vardır, Sauromates denilmektedir. Bunların kadınları, bakire oldukları sürece, ata biner ve de ok atarlar, atların üzerinden kargı atarlar ve düşmanlarla savaşırlar. Düşmanlardan üç kişiyi öldürmedikçe bakirelikten çıkamazlar ve yasa gereği yemin ve kurban kesmeden önce evlenemezler. Eğer evlenirse, ata binmeyi bırakır, eğer top yekûn bir sefere çıkmak zorunluluğu olmadıkça. Sağ göğüsleri yoktur. Çünkü daha çocuk oldukları sırada, anneleri, bunun için hazırlanmış bakır bir aleti sağ göğsün üzerine koyarak ateşe tutarlar ve yakarlar, büyümesini yok etmek, tüm gücü ve kuvveti sağ omuzlarına ve sağ kollarına vermeleri için.
Diğer Skythlerin beden yapısı üzeriyle ilgili olarak, bunlar birbirlerine benzerler, başka yerlerdeki diğerlerine değil, bunun nedeni, Mısırlılarla ilgili olarak da, dahası, bazıları sıcağa maruz kalmakta, bazıları da soğuğa. Hem otlak hem yüksek hem de oldukça sulak bir ovalığa Skyth çölü (bozkırlığı?) denilir. Bununla birlikte, ovaların ötesinde suyunun aktığı büyük nehirler vardır. Evleri olmadığı, arabalarda yaşadıkları için Nomades(göçebe) denilen Skythler buralarda ikamet ederler. Arabaların bazıları, azı, dört tekerlekli, bazıları ise altı tekerleklidir. Bunlar, çepeçevre ahşapla çevrilidir, ev gibi yapılmışlardır, bazıları tek, bazıları da üç bölümlüdür. Yağmur, kar ve rüzgârlara karşı üzerleri kapalıdır. Bu arabaları, boynuzsuz, iki ya da üç çift öküz çekmektedir. Çünkü soğuktan dolayı (bunların) boynuzları yoktur. Bu yüzden bu arabalarda yaşarlar. Erkekler ise at üstüne binerler. Onların ardından koyunları, inekleri ve atları izler. Hayvanlarına beslenme kaynağı yettiği sürece aynı yerde kalırlar. Kalmadığı zaman, başka bir yere giderler. Bunlar haşlanmış et yerler, at sütü içerler ve “hippake” yerler. Bu bir at peyniridir. Bu şekilde bir yaşam tarzları ve adetleri vardır.
Mevsimler ve yapısı üzerine, diğer insanlar arasında Skyth halkı çok farklılık göstermektedir, bunlarda olduğu gibi, Mısırlılar gibi, çok az verimlilik vardır, sayılarının fazla ve kalabalık olmasına karşın, arazi çok az hayvanı beslemektedir. Çünkü Ayı yıldızı (kuzey kutbu) ve kuzey rüzgârının estiği Rhipaia dağları altında yer almaktadır. Güneş en yakına geldiğinde, yaz dönüşünün sonuna geldiğinde, bu zamanda çok kısa bir süre için hava ısınır, çok fazla olmasa da. Sıcak yerlerde esen rüzgârlar buraya ulaşmaz, çok az ve etkisizdir; fakat kuzeyden ise kar, buz ve çok yağmurdan dolayı daima soğuk rüzgârlar esmektedir. Hiçbir zaman da dağların üzerinden eksik olmazlar. Bunlardan dolayı yerleşim olmamaktadır. Gün boyunca insanların yaşadığı ovalara yoğun sis düşer. Bu yüzden daima kışı vardır, yazı ise çok az gün sürer ve bunlar da aşırı sıcak geçmez. Çünkü ovalar denizden yüksektir ve dağlarla çevrili değildir; kuzey kutbu tarafına yükselmektedir. Burada yabani hayvanlar da iri olmaz, hatta bazıları toprağın altına girer, çünkü kış engel olur, toprak bakir kalır ve ne bir sıcaklık ne de örtü vardır. Bu nedenle, mevsimlerin değişimleri de ne büyük ne de etkindir, hatta aynıdır ve çok az değişim gösterirler. Bu yüzden canlılar da birbirlerine benzemektedir. Hem yazın hem de kışın aynı şekilde beslenirler, nemli ve yoğun bir havayı içlerine çekerek, kar ve buzdan elde edilen suyu içerek ve bedenlerini eğitmekten yoksun kalarak. Çünkü bu şekilde ne bedeni ne de ruhu eğitmek mümkün olamayacağı için, önemli değişimler de oluşmamaktadır. Bu zorunluluklardan dolayı buralardaki canlılar, yağlı ve etlidirler, nemli ve güçsüz duruma düşmeden. Tüm iç oyuk yerleri, özellikle alt kısım olan beller, en çok sıvı (irin) içeren yerlerdir. Çünkü böyle bir yerde ve tabiatta ve de iklimde, belin suyunu kurutulmaz. Bununla birlikte, şişmanlık, kılsızlık ve yağlanma açısından, birbirlerine benzemekte, erkekler erkeklere, kadınlar kadınlara. Mevsimlerin birbirine benzerliklerinden dolayı, soyda da yıpranma ya da bozulma oluşmamaktadır, şiddetli bir zorunluluk ya da hastalık olmadıkça.
(İnsanlardaki) sıvılaşmayı daha açık göstereceğim. Hemen hepsi Nomades olan Skythlerin çoğunu, omuzlarını ve kollarını ve el bileklerini ve de göğüslerini ve de oyluk ve kalçalarını dağlamış halde görürsün, bedenin yumuşaklığı ve sıvılaşma dışında başka bir şeyden dolayı değil. Çünkü sıvı ve güçsüzlükten dolayı ne yayı gerecek ne de omuzu üzerinden kargı atacak güçte olabilirler. Yaktıkları zaman, eklemlerdeki suyun çoğu kurur, bedenleri daha fazla güçlü, daha besili ve eklemleri daha iyi hale gelir. Bedenleri de enli olur. Öncelikle, Mısır’daki gibi, kumaşa sarılmazlar, ata binmeden dolayı bunu düşünmezler, rahat oturabilmek için. Çünkü erkekler, at üzerinde sürmeyi başarıncaya dek, çoğu zaman arabada otururlar, kısa süreli yürümek zorunda kalırlar, göçler ve at üstünde dolaşmaktan dolayı. Kadınları da aşırı ağır beden yapısına sahiptir. Soğuktan dolayı Skyth soyu, kırmızı renklidir, güneşin etkisi bulunmamaktadır. Soğuğun etkisiyle beyaz deri yanar, kırmızı olur.
Yalnız böyle bir yapı (mizaç), çok üretken olamaz. Çünkü bir erkekte, bedenindeki nemden ve karnının yumuşaklığı ve de duyarsızlığından dolayı büyük bir birleşme isteği olmaz, bu yüzden böyle bir adamda çok az cinsel arzu olur. Ayrıca daima atların üstünden düşmekten dolayı, birleşmek için güçsüz kalmaktalar. Bunlar da adamlarda kısırlığa yol açmaktadır. Kadınların da bedeninde sıvı ve şişmanlığa yol açmaktalar. Çünkü rahimleri erkek organını tutamamaktalar. Çünkü ay hali arınmaları da bu nedenle olması gerektiği gibi olmaz, az ve de zaman aralıkları olur. Rahimlerin ağzı yağdan kapanır, dölü kabul etmez. Bu kadınlar ilgisiz ve şişmandır, karınları da duyarsız ve yumuşaktır. Bu zorunluluklardan dolayı Skyth soyu, verimli değildir. Önemli bir kanıtı, kadın kölelerin çalışmasıdır. Çünkü adamın yanına geliyorlar, bedenlerinin çalışkanlıkları ve inceliklerinden dolayı karınları (rahimleri) tutuyor.
Bunların dışında, Skyth’lerin içinde pek çok erkek, iktidarsız kalır ve kadın işleriyle uğraşır ve kadınlar gibi de konuşurlar. Böyle erkeklere “erkeksiz” derler. Ülkenin yerlileri, nedenini tanrıya affederler ve bu türden insanlara saygı gösterirler, secde ederler, kendilerin de başına gelmesinden korktukları için. Benim de düşünceme göre bu hastalıklar ve diğer hepsinin tanrısal olduğudur, Ne biri diğerinden daha tanrısal ne de daha insanidir, fakat hepsi aynı şekilde ve hepsi tanrısaldır. Her birinin kendi oluşumu var ve bir nedeni olmaksızın ortaya çıkmıyor. Bana göre bu hastalığın nasıl oluştuğundan söz edeceğim. Ata binmeden dolayı bu kişileri müzmin eklem rahatsızlığı (iltihabı) almaktadır, bacakları sürekli attan sarktığı için. Sonrasında aksak olurlar ve çok çabuk hasta olan kalçaları erir. Kendi kendilerini şu şekilde iyileştirirler: Hastalık başladığında, kulaklarından birinin arkasındaki bir damarı keserler. Kan aktığı zaman, güçsüzlükten dolayı bir uyku alır ve uyurlar. Sonra uyanırlar, bazıları iyi olur, bazıları olmaz. Benim düşünceme göre bu şekilde yapmakla doğurma gücünü tahrip ediyorlar. Çünkü kulakların yanında damarlar vardır, eğer biri bunları keserse, kesildikleri için verimsiz olurlar. Bundan dolayı bana göre bu damarları kesiyorlar. Bundan sonra bir kadına yaklaştıklarında da olması gerektikleri gibi olamıyorlar; başlarda önem vermiyorlar, suskun kalıyorlar. İki, üç ve daha fazla denediklerinde, farklı bir şey olmuyor, tanrıya karşı bir kusur işlediklerini sanarak, kadın giysisi giyiyorlar, kendilerinin iktidarsız olduğunu göstermek için. Kadınlaşırlar ve kadınlarla birlikte iş yaparlar, onların yaptıklarını yaparlar. Bu, zengin Skyth’lerin başına gelir, alt seviyede olanlara değil, hatta ata binmeden dolayı çok güç elde eden en soyluların başına gelir. Yoksulları ise azdır, bu yüzden ata binmezler. Gerçekte, bu hastalık diğerlerinden daha tanrısal olsaydı, sadece yalnız en soylu ve en zengin Skyth’leri vurması değil, aynı şekilde hepsini vurması gerekirdi, ayrıca daha çok da az malı olanlara, değer gösterilmez, eğer tanrılar seviniyor ve insanlardan memnunlarsa, bunlara karşı lütuf verirler. Zenginleri, tanrılara çok kurban kesmeleri ve paraları olduğu için, adak adadıkları için sayarlar; bir şeyleri olmadığı için yoksullar ise az şey yaparlar, bu yüzden kendilerine servet vermediklerini düşünürler. Bunun için, bu kusurlardan dolayı (yoksulların) zenginlerden daha fazla ceza almaları gerekirdi. Fakat, yukarıda da söylediğim gibi, diğerleri gibi bunlar da tanrısaldır. Her biri doğadan olur. Bu hastalık ta sözünü ettiğim bu nedenlerden dolayı Skyth’lerde olur. Diğer insanlarda da aynı şekilde vardır. Çok sık ata bindiklerinden, orada çoğu kişi eklemlerden, kalça ve guttan hasta olur, cinsel birleşmede başarısız kalırlar. Bunlar Skyth’lerde meydana gelir ve yukarıda sözünü ettiğim insanların en iktidarsız olanlarıdır, ayrıca sürekli pantolon giydikleri için, çoğu zaman at üstünde oldukları için, elleriyle cinsel organına dokunamamaktalar, soğuk ve acıdan dolayı aşk ve cinsel birleşmeye ulaşamamaktalar ve de iktidarsız kalmadan önce harekete geçememekteler. Skyth’lerin ulusu üzerine bunlar bulunmaktadır.
Sonuç olarak, Eski Grek kaynaklarında oldukça geniş bir şekilde incelenmiş İskitlerin yaşamları ve tıbbî konular araştırmacıların üzerinde durması gereken önemli hususlardır. Hayvanlar hakkında bilgileri, bugün bile bazı Türk halkları tarafından içilen kımızın onlar tarafından içilmesi kültürel devamlılığın binlerce yıl nasıl devam ettiğini göstermektedir. İslamiyet’ten önce domuz beslememeleri ve domuz eti yememeleri de dikkatlerden kaçmaması gereken bir husustur. Kadınların Selvi ve sedir ağaçlarından merhem yapmaları İskitlerin bitkilerden elde ettikleri kozmetik ürünler ve ilaçlara örnek teşkil etmektedir. Hayvan ve özellikle at terbiyeciliği ise İskitlerin tarih boyunca birçok insan topluluğunun ulaşamadığı zenginliktedir. Aristotales’in hayvanlar kitabında bu hususu teyit etmesi kendinden önceki yazarları tekrar olsa da bugünkü araştırmacıların çoğu kez dikkatinden kaçmıştır. Herodotos veya Hipokrat’taki İskitler hakkındaki bazı olumsuz düşünceler ise, onların düşman bir kavme bakışından kaynaklanıyor olabilir. Günümüzde bile bu duygusallıktan maalesef insanlar entelektüel bile olsalar kurtulmamaktadırlar.
[1] Bu makale; Turan Dergisi, 20.sayıda yayınlanmıştır.
[2] İlhami Durmuş, İskitler, TKAE Yayınları, Ankara, 1993, s.25.
[3] Zaur Hasanov, Çar İskitler, (Aktaran. İlyas Topsakal) Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2009, s.144.
[4] Zaur Hasanov, a. g. e., s.144,146.
[5] Zaur Hasanov, a. g. e., s.146, 152.
[6] Zaur Hasanov, a. g. e., s.152, 156.
[7] Zaur Hasanov, a. g. e., s.156-157.
[8] Zaur Hasanov, a. g. e., s.159-160.
[9] İlhami Durmuş, a. g. e., s.25.
[10] İlhami Durmuş, a. g. e., s.5.
[11] Homeros, İlyada, (çevirenler. Azra Erhat-A. Kadir), Can yayınları, İstanbul, 1989, s. 298.
[12] Adile Ayda, Türklerin İlk Ataları, Ankara, 1987, s.30.
[13] İlhami Durmuş, a.g. e., s. 5-6.
[14] İlhami Durmuş, a.g. e., s. 7.
[15] Ekrem Memiş, a. g. e., s. 7.
[16] Thukydides, Peloponnesos Savaşı, (çeviren.Tanju Gökçel) hürriyet Yayınları, İstanbul, 1976.,s. 144.
[17] Thukydides, a. g. e., s.145.
[18] Ekrem Memiş, İsketlerin Tarihi, Çizgi Kitapevi, Konya, 2005. s.10.
[19] Ekrem Memiş, a. g. e., s.11.
[20] Ksenophan, Anabasis Onbinlerin Dönüşü, (çeviren. Oğuz Yarlıgaş) Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2011, s.335.
[21] İlhami Durmuş, a.g. e., s. 9.
[22] Aristotle, The Complete Aristotle, Part 4: Animal Physics, On the Generation of Animals (5 Books), translated by Arthur Platt. Published: -322 Categories(s): Non-Fiction, Philosophy Source: http://ebooks.adelaide.edu.au/a/aristotle, p.1580.
[23] Aristotle, a. g. e., pp.2172, 2173.
[24] Aristotle, a. g. e., p 1179.
[25] Ekrem Memiş, a. g. e., s. 12.
[26] Ekrem Memiş, a. g. e., s. 13.
[27] İlhami Durmuş, a.g. e., s. 10.
[28] İlhami Durmuş, a.g. e., s. 52-53.
[29] İlhami Durmuş, a.g. e., s. 53.
[30] İlhami Durmuş, a.g. e., s. 53-54.
[31] İlhami Durmuş, a.g. e., s. 55-56.
[32] Ekrem Memiş, a. g. e., s. 72.
[33] Ekrem Memiş, a. g. e., s. 72-73.
[34] Ekrem Memiş, a. g. e., s. 74.
[35] Ekrem Memiş, a. g. e., s. 74.
[36] Herodotos, Herodot tarihi, (Türkçesi. Müntekim Ökmen- Karşılaştıran. Azra Erhat) Remzi kitapevi, İstanbul, 1983. s.203.
[37] Hasan Oraltay, Kazak Türkleri, Türk Kültür yayını, İstanbul, 1976. s. 52.
[38] Hasan Oraltay, a. g. e., s. 54.
[39] Hasan Oraltay, a. g. e. , s. 55.
[40] Herodotos, a. g. e. s.,218.
[41] Herodotos, a. g. e. s.,219.
[42] Herodotos, a. g. e. s.,220-221.
[43] Herodotos, a. g. e. s.,221.
[44] Herodotos, a. g. e. s.,222.
[45] Herodotos, a. g. e. s.,225.
[46] Bu çalışmasını tarafımıza lütfedip gönderen Sayın Sema Sandalcı’ya teşekkür ederiz (Hilmi Özden, Ömür Elçioğlu). Eserin Orijinal Adı: PERİ AERON, HYDATON, TOPON Yararlanılan metin: Eski Yunan Eserleri Serisi, Kaktos Yayınları (Kaktos Filoloji Grubu), Atina 1993. Çeviri: Sema Sandalcı