Attila’nın Cenaze Töreni ve Anasır-ı Erba (Dört Unsur) Simgesi |
Bu Yazıda - Konu İçi Ara Başlıklar
Özet[1]
Büyük Hun imparatoru Attila, mütevazî bir hayat yaşadı. Yerde oturdu, tahta kaşıkla yemek yedi, tahta maşrapadan su içti. Hayatının son döneminde, ordusu Roma önlerine geldiğinde Papa Attila’nın huzuruna gelerek ondan merhamet diledi. Son derece fazilet sahibi olan Attila bu din adamının ricasını kırmadı. Tanrının kırbacı olarak adlandırılan Attila’nın ölümündeki sır ise hâlâ netleşmedi. Yazarların bazısına göre Attila, bir kadın tarafından öldürülmeye ses çıkarmayacak kadar romantikti. Atilla’nın ölümünden/öldürülmesinden sonra bir bilginin tavsiyesi üzerine cenazesi üç farklı tabuta kondu. Bunlar; altın, gümüş ve demirden yapılmıştı. Cenaze töreninden sonra Atilla’nın naaşı Tuna nehrinin sularına verildi. Bütün kadim geleneklerde olduğu gibi varlığı oluşturan dört unsur; hava, su, ateş, toprak Atilla’nın tabutlarında simgeleştirilmişti. Hatta Türk mitolojindeki madenler de tabutlarda simgelendi ve beşinci bir unsur olarak ima edildi.
Anahtar Kelimeler: Attila, cenaze töreni, anasır-ı erba (dört unsur), simge
FUNERAL OF THE ATTILA AND SYMBOL OF FOUR ELEMENTS
ABSTRACT
Great Emperor Attila of the Hun, lived in humble life. He sat on the floor, ate with a wooden spoon, drank water wooden cup. In the last period of his life, the Pope come into Attila’s presence and wished mercy on him when the Attila’s army came to Rome. Attila was the extremely virtue cleric emperor who owns the plea, so he did not break him. Attila met İldiko who was twelve years old while he came back to his country. İldiko was the daughter of a Frank prince and Burgont mother. She wanted to marry with Attila and convinced him. Attila was found as dead in the morning of the wedding night. Idko was sad.The secret has not finalized yet that is about the death of Attila who was named the Scourge of God. According to some of the authors, Attila was so romantic to let a woman to kill him. After the death of Attila, his funeral was placed in three different coffins on the advice of a pundit. These were made of gold, silver and iron respectively. After the funeral, Attila’s coffin was thrown up to the water of Danube River. As we also know from the all ancient traditions, Attila’s coffin symbolized four elements air, water, fire and soil that made the presence of the earth.
Key words: Attila, funeral, four elements, symbol
Macarların, Macar ve Hun kavimlerinin aynı olduğu inanışını, eski yurtlarından beraber getirdikleri anlaşılmaktadır. Bu hususta Batılıları da öğretmek icap etmemiştir. Zira daha ilk hücumları sırasında Batılılar, bu tahripkâr atlı ve ok kullanan Macar kavmini “Hungarus”, içgüdü ile Hunlarla aynı saymışlardır.[3]
On birinci asır sonunda telif edilen ve Macar tarihçilerinin mevcudiyetini sonraki kaynaklardan gösterdikleri Gesta Ungarorum adındaki Macar millî destanı, artık belirli bir Macar-Hun ananesinden bahseder ki bunu bir kül olarak efsane kabul edebiliriz. Gesta’ya göre, Hun ve Macar kavmi aynı kavimdir; ilk Macar kralı Arpâd, Attila’nın direkt soyundan gelir; her ikisi de Yafes oğullarından Magog’un halefleridirler; Arpâd meşru mirası olarak Attila’nın memleketini işgal etmiştir. Başkentini bizzat Attila, Roma harabeleri üzerinde inşa etmiştir ve buna Macarlar Buda ve Almanlar Ecilburg adını verirler. Nihayet, Attila kavminin bir bakiyesi olan Sökeller, yurt işgali sırasında Arpâd’ın muharebelerine katılmışlardır. Gesta, Attila’nın flagellum Dei sıfatını da bilir. Bütün bunlardan ancak, Hun-Macar birliği fikri ve irsiyet inanışının eski bir anane olabileceği neticesi çıkar. Üst tarafı ya Batıdan edinilen yahut da mahallinde oluşan bir inanış olacaktır. Aquincum harabelerine bağlanan Attila şehri efsanesi de bu neviden olmalıdır ve bu aynı zamanda çeşitli Macar-Hun an’anesinin oluşumunda da bir anahtar vazifesini görmüştür. Macar kralı II. veya III. Bela’nın kâtibi bulunan Anonymus, “Attila kendisine Tuna civarındaki ılıcalar üzerinde başkent inşa ettirir; orada bulduğu bütün harabeleri yeniden inşa ettirmiş ve hepsini sağlam surlarla çevirtmiştir. Burasını şimdi Macarca Buda kalesi, Almanca ise Ecilburg diye adlandırırlar” diyor. Arpâd Megyer civarında Tuna’yı geçerek kral Attila’nın şehrine girdiğinde “Kral saraylarını görmüşler ve -bazıları harabeler halinde diğerleri sağlam- bütün bu taş binalara hayran olmuşlardır. Attila şehrini -hususiyle muharebe etmeden- işgale muktedir olduklarından dolayı son derece memnundular, zira Macar reisi Arpâd, Attila’nın soyundan gelmişti. Orada yanyana oturarak hergün Attila’nın sarayında ziyafetler çekerlerdi”.[4]
Attila şehri ananesi tipik bir vakadır: Macarlar muazzam Roma şehri harabelerini görerek herhangi bir suretle şehrin tarihini Attila’ya bağlamışlardır; şayet sarayda bulunan rahipler, şehrin Romalıların eseri olduğunu biliyor idiyseler de, hiç olmazsa yeniden inşa erdemini Attila’ya meletmişler ve bu suretle Attila’nın ilk başkentini Roma şehirleri arasına sokmak istemişlerdir ki bu fikir Attila’nın büyüklüğü hakkında sahip bulundukları tasavvurlara ve eski Buda’nın Macarlar bakımından gittikçe artan önemine de uygun gelmiştir. Şehrin adlandırılması ve buna bağlanan inanış da daha sonra Sicambria ile birleştirilmesi gibi, âlimâne bir buluş olabilir ve muhtemelen ilk şekli Urbs Attilae (Attila şehri)’dır. Aquincum’a Etzelburg adını verirken Almanlar da bu kelimeyi dillerine tercüme etmişlerdir ve tabiatiyle hakikî adını hiç kimse bilememiştir.[5]
Macar sarayında, 11. asırda Attila hâtırasının kuvvetli bir halde yaşadığına dair birçok başka delillere de sahip bulunuyoruz. Meselâ kral ailesi, Attila’nın dünya imparatorluğunu tesis ettiği bilinen “Allah’ın kılıcı”nı muhafaza etmiştir. Herzfeld’li Lambert salnamelerinde (1071) Bavyera kralı IV. Hanri’nin sevdiği insanlardan olan Mersebuıg’lu Leopold’un atından aşağı kendi kılıcı üzerine düşerek öldüğünü zikreder. Lambert, bu uğursuz kılıcın Âttila’nın kılıcı olduğunu ve bununla Âttila’nın Galya’yı tahrib ettiğini ilâve eder. Kılıcı, Macar kralı Salomon’un annesi Bavyera prensi Nordheim’li Otto’ya bunun yardımıyla oğlunu tekrar Macar tahtına çıkarması maksadıyla hediye etmişti. Otto ise, Markgraf Dedi’nin oğluna vermiş fakat az sonra onu öldürmüşlerdi. O zaman kılıç, kralın eline geçmiş oradan da Merseburg’lu Leopold’a intikal etmişti. “Bu sebeple prens Otto’nun sevdiği adamlardan birçokları, o zaman prens Otto’nun malı olan bu kılıcın Leopold’u öldürmesini Allah’ın iradesiyle izah ettiler; zira kudretli kralı, Otto’yu saraydan kovmağa onun teşvik ettiğini söylerler”. Şövalyeler, kılıcı atmak icap ettiğini düşünürler. Kronikçi ondan sonra, Jordanes’in bildirdiği üzere, kılıcın bulunması vakasını hikâye eder. “Mars’ın kılıcı adiyle” sonra “barbarlar dahi bu kılıcı Allah’ın gazabının intikamını alan bir âlet yahut Allah’ın kamçısı (flagellum Dei) diye adlandırırlardı” diye ilâve eder.[6]
Bütün bunlardan, Macar sarayında sihirli inanışların bağlandığı bir kılıcın muhafaza edildiği meydana çıkar: bu kılıcın yardımıyla oğluna Attila’nın mirasını tekrar kazanacağını ümit ederek onu Bavyera prensine kaçıran Alman menşeli Macar kraliçesine de bu inanışlar sirayet etmiştir. Hattâ sihir inanışı gelişir de doğrusu şövalyeler ona uğursuz bir kuvvet yakıştırırlar: onlara göre bütün sahiplerinin ölümüne kılıç sebep olmuş ve Leopold’un maruz kaldığı 161 kazada da, ilâhi intikamın tezahürünü görmüşlerdir. Yani Hun sihir kuvveti, 600 yıl geçtikten sonra yeni bir kuvvet kazanır ve Hristiyan Batı aleminde tahribatında devam eder. Zoltân Toth mühim tetkikinde Macar menşeli ve Hun sanılan kılıcın Alman imparatorlarının nişanları arasında rastlanan kılıçla aynı olduğunu ispat etmiştir. Gerçi bu kılıcı Alman ananesi Büyük Charles’ın sayarsa da, bütün deliller bunun, kral Salamon’un annesi tarafından kaçırılan kılıç olduğuna şehadet etmektedir: Bir çağdaşın adlandırmasına göre “intikam kılıcı” (glaudium ultionis), 1085 de artık IV. Hanri’nin elinde bulunur. Tabiatiyle aslında bunun Hunlarla hiçbir alâkası yoktur: süslemesi, şekli, bütün dış alâmetleri, bunun yurt işgali zamanındaki bir Macar eseri olduğunu göstermektedir; belki de bir Macar muharibinin mezarından bulunmuştur yahut da Doğu kavimlerinin sihirli maksatlarla toprağa sokmağı adet edindikleri türden bir kılıçtır. Bununla beraber, böyle bulunmuş bir kılıca daha Salamon zamanında bu Attila’-inanışının bağlanabilmesi tarihî bakımından ispat edilen bir gerçektir ve bu, Hun tarihi efsanesiyle Hristiyan Ârpadlar ailesinde hukukî —belki siyasî tevarüsü münakaşa eden— ananelerin yaşadığına ve Attila’nın şahsî efsane inanışını tanıdıklarına delâlet eder.[7]
Sonraki asrın bir kaydı da daha az ilgi çekici değildir. IV. Lâszlö zamanında Çek kralı, Macar kralına halası Mazow’lu Anna tarafından Çekistan’a beraber götürülen bütün Macar hazinesini, kral tacını, krallık asasını ve “her tarafta çok zarif ve harika güzellikte kıymetli taşların süslediği çok kıymetli bir altın vazoyu, Macar kralı Attila ve haleflerinin zamanından beri şimdiye kadar Macaristan’da muhafaza ettikleri birçok diğer altın mücevheri”, iade etmeyi vadeder. O halde, Macar sarayında Attila’nın hazinesine sahip bulundukları zannı yaşardı. Gerçi bu hazinelerin de 1799 da Nagy Szent Miklös’da meydana çıkan ve kamuoyunun Attila hazinesi diye adlandırdığı Peçeneklere ait altın eşyadan daha ziyade Attila ile münasebeti olması muhtemel değilse de, yine de Lâszlö Kûn zamanında bu hazineleri Attila’ya meletmeleri ve bu inanışın eski olduğunda ısrar etmeleri son derece enteresandır. 11. asrın Macar menkıbesi, Macar hükümdar sülâlesinin Attila’yı kendi ceddi saydığına tanıklık eder ve belki de bu sebeple Aııoııymus, daima Attila’dan bahseder, lâkin Hunları hiç zikretmez. Ârpâdlar ailesinin, Allah’ın kamçısından neşet etmiş olmak düşüncesi gibi sadece askerî ödevlerini ve hâkimiyete likayat şuurlarını arttırmıştır.[8]
Macar-Hun ananesinin sonraki oluşum devresini anlayabilmek için, Attila’nın Avrupa kamuoyunda ikili yön arz ettiğini düşünmemiz icabeder: Bunlardan birisi tahripkâr ve diğeri de -acaip- kurucu Attila’dır. Kurucu Attila: Almanya’da, Trier eyaletinin İgel köyünde, bugün hâlâ mevcut bulunan Roma zafer takı hakkında, daha 12. asırda bunun Attila tarafından inşa ettirildiği yazılır. Aynı zamanda bir “Attila köprüsü” de zikredilir. 14. asırda yaşayan Jacque de Guise, Annales Hannoniae’sinde, Attila’nın Doğu Gotları ve Gepidlerle birlikte Austriasia’yı tahrip ettiğini söyler (tahrip edilen şehirler arasında, Castrum Cesaris adı verilen Roma şehir harabesini de zikreder); lâkin oğlu Hernac, Douai civarında bir tahkimat yaptırır ki bunu bugün de Hornaing diye adlandırırlar. Almericus’a atfen, Hunların Bavai’nin zabtından sonra “Hoyum (Hui), Hungniam (Heigne), Hugniacum, Subhugniacum, Hunonia’yı da aynı suretle inşa ettiklerini” yazar. Irmak adları da Hunların hatırasını muhafaza etmektedir: Hayne, Hunelle, le Honneau ve sairleri bu nevidendir. Aynı suretle Bavai civarındaki Hugnies (Boug-nies, Hon (Hon-Hergies), Surhon ve diğer köylerin adlarını da Hunlar vermişlerdir. Hatta yazarımıza göre bu Hanonia eyaletinin adı dahi, aslında Hunonia idi. Bu inanılmayacak gibi görünen isim tahlilleri yanında, Toullu Hugo, Hunların hiçbir şey inşa etmediklerini, yalnız yıktıklarını iddia eder. Halbuki İtalya’da Udine şehrini Attila inşa ettirmiş ve bir kumandanının adiyle adlandırılmıştı. Udine tepesini, Hun askerleri miğferleriyle taşıdıkları toprakla meydana getirmişlerdi. Viterbo’lu Gottfıicd, 12. asır sonunda bu havalide dolaşmış ve bu harikaya hayran olmuştu. Bir Roma kulesini aynı yerde en son zamanlarda bile Attila kulesi diye adlandırırlardı. Macar Attila efsanelerinde de durum aynıdır.[9]
Hun Hükümdarı “Rua’nın Romalılarla barış görüşmesi yapmaya hazırlandığı bir sırada vefat etmesi üzerine, Hun yönetimini Attila ve Bleda üstlendiler. Türk devlet teşkilâtında daima büyük kardeşin tahta çıkması kesin olmayıp, şehzadeler arasında en liyakatlisinin başa geçmesi geleneği var olmasına rağmen, Bleda Hun hükümdarı olmuştur. Fakat üstün kabiliyetlerinden dolayı bütün işleri Attila yürütmüştür.[10]
Atilla’nın kardeşi Bleda ölünce ise, kavimde onun yerini kimin alacağı konusunda tartışma çıktı. O sırada bozkırın ortasında alev alev yanan bir kılıç belirdi; yere sıkı sıkıya çakılı duruyordu. Attila ile yanındakiler haberi veren çocuğun peşinden manzarayı görmeye gittiler. Attila yaklaşıp kılıcı tutmaya çalışınca, kılıç eline doğru “zıpladı”. Kılıcın parlaklığı ve yapısı, onun sıradan bir insan tarafından yapılmadığını gösteriyordu. Mutlaka, “Tanrının kılıcı” Attila’ya gönderilmiş bir kehanetti ve Attila’nın “hunların hükümdarı” olması isteniyordu. Efsaneye göre Attila bu kılıçla savaşırdı.[11]
Bazı tarihçiler 444/45 yılında Bleda’nın Attila tarafından öldürüldüğünden bahsetmektedirler. Oysa, Attila gibi büyük bir şahsiyet abisini öldürerek Hun tahtına oturmak isteseydi, tüm güç elinde olduğu halde ona on yıl katlanmazdı. Ayrıca Hun ülkesini ziyaret eden Priskos’un notlarında buna dair hiçbir kayıt yoktur. Gerçi başta Jordanes olmak üzere bazıları bu iddialarını, Priskos’un eserinin kaybolan kısımlarına dayandırıyorlarsa da mevcut fragmantlarda bunun aksini ispat edecek notlar bulunmaktadır. Nitekim Priskos, Hun ülkesindeki gezilerinde Bleda’nın dul eşinin sahibi olduğu yerleşim yerinde, kendisiyle görüşmesinin anlatıldığı notlarda mağdurluğunu belirtecek hiçbir kayıt yoktur. Ayrıca Bleda’nın isminin geçtiği yerlerde onun öldürüldüğüne dair bir bilgiye rastlanılmamaktadır. [12]
Attila’nın hükümet merkezinin (başkenti) neresi olduğu meselesi oldukça ihtilaflıdır. Birçok tarihçi, Attila’nın sarayının, Rua zamanında orduların bulunduğu Tisa çevresindeki aynı yerde olduğunu, bazıları ise yerin tespitinim mümkün olmadığını düşünüyorlar.50 Bu düşüncelerin temelinde Priskos’un da dahil olduğu Doğu Roma elçilik heyetinin izlediği yola bakarak, Attila’yı bugünkü Romanya düzlüklerinde aramaları yatmaktadır. Attila, 445 yılından önce Tuna ile Güneydoğu Karpatlar arasındaki bölgede oturmuştur. Priskos, notlarında, “Naissus (Niş)”’u terk ettikten sonra, Istros ırmağına doğru yolumuza devam ettik. Buralarda çok karışık ve dolambaçlı yollardan geçtik. Batıya doğru hareket ettiğimizi sanırken, güneş birdenbire karşımızdan doğdu. Yolları tanımadığımız için güneşin yanlış taraftan doğduğunu zannedenler bağırmaya başlamıştı. Zor aşılan bataklık bir yere geldik. Burada barbar kayıkçılar bizi kayıklara bindirip karşı tarafa geçirdiler ki, bu kayıklar ağacın gövdesi oyularak yapılmış şeylerdi. Bu nehri aştık…” diye bahsetmektedir. Yol bir dönüş yaptığı için böyle düşünüyorlar. Niş’ten Bükreş’e gitmek gerçekten çok zahmetlidir. Attila’nın ordusundan bahsederken Priskos, Romanya düzlükleri ile alakası olmayan bilgiler vermektedir. Tuna’nın geçilmesinden sonra elçiler kuzeye doğru ülkenin içlerine çekiliyorlar, yolda Bleda’nın dul karısının köyünün yanında atlarından iniyorlar, ölen Bleda’nın eşi malına-mülküne sahip olmaya devam ediyor ve göl kıyısındaki kampları gece fırtınada parçalanmış, güç durumda kalmış Doğu Romalılara yardım ediyor. Priskos’un bahsettiği göl tarzındaki bataklık, bugünkü Macaristan’daki Banat’dır. Hatta burası 1514 yılında Lazarus’un yaptığı Macaristan haritası üzerinde de bulunmaktaydı.[13]
Çok daha sonraları elçiler, tamamen ağaçsız bir düzlüğün ortasındaki ordunun bulunduğu yere varıyorlar. Priskos’un belirttiği bu yerleşme yeri Hunların eski bir merkezi idi ve buraya Aetius’un oğlu Carpilio, Pannonia üzerinden ulaşmış, Attila da batı seferlerinden sonra Tuna’yı geçerek buraya dönmüştür. Merkezin kesin yönü Priskos’un anlattıklarına göre belirlenemez. Elçilerin arkalarında bıraktıkları yollarda geçen günlerin sayılmasından da Tuna’dan olan uzaklık kesin olarak tahmin edilemez. Durum, Priskos’da kayıtlı nehir adlarının yardımıyla da açıklanamaz. Bunlar Tuna’dan sonra sırayla şunlardır: Drekon, Tigas ve Tiphesas.53 Bu nehir isimlerinden hiçbiri diğer kaynaklarca belirtilmiyor. Priskos’dan bir asır sonra Jordanes bir tanesini “Drinka” olarak kaydediyor. Buna karşın ikisini Tisia ve Tibisia olarak belirtiyor.54 Doğu Romalı elçiler Attila’nın sarayına, Tuna’dan 7 gün süren, birsürü dolambaçlı yolların ardından gelen, başka bir yolun sonunda olan, adına göre tarif edilemeyen birçok nehri geçtikden sonra vardılar. Bu arada bilinen, çok eski zamanlardan beri Crissos (crisia) diye tanınan Köröş nehrini geçmemiş oldukları ve o zamanlar bugünkü Arad şehrinin altından kollara ayrılan, birçok ismi olan Maris (Maros) nehrine geldikleri halde isminin dikkati çekmemiş olmasıdır. Bugün, tarihî kaynaklardan ve arkeolojik malzemelerden Attila’nın başkentinin neresi olduğu anlaşılmamaktadır. Yalnız, umumiyetle tarihçiler burasının Macaristan’da ve Tisa ile Körös nehirleri arasında bir yerde olduğu görüşündedirler. Meseleyi aydınlatabilecek tek ana kaynak olan Priskos’daki bilgilerin kifayetsiz olması meseleyi daha da güçleştirmektedir. Hun başkentinin yeri tespit edilememesine rağmen Priskos birçok zahmetten sonra ulaştıkları merkezdeki Attila’nın sarayı hakkında şu bilgiyi veriyor: “Birkaç ırmak geçtikten sonra köye geldik. Söylendiğine göre, burada Attila’nın bütün sarayları arasında en muhteşemi bulunuyordu. Saray çok süslü, güzel, direklerle inşa edilmiş ahşap binalar şeklinde idi. Etrafı tahta çit ile çevrilmişti ki, bu müdafaa için değil, süs olmak üzere yapılmıştı. Kral sarayının yanında Onegesius’un sarayı bulunuyordu. Attila’nın sarayından sonra en muhteşemi onunki idi. Bu da tahta çit ile çevrilmiş ise de, Attila’nın sarayı gibi kulelerle süslenmemişti…” Attila’nın başkent dışında başka yerlerde de büyük evleri ve sarayları vardı. Bunlar hakkında çok az şey bilinmektedir. Bunlardan biri Erdel’de ve Maros nehrinin vadisindedir.[14]
Uldız’ın temelini attığı Hun dış politikası gereği Batı Roma İmparatorluğu ile başlangıçta iyi ilişkiler içerisinde bulunan Attila, Doğu Roma’nın hâkimiyet altına alınmasından sonra, politikasında belirgin bir değişikliğe gitti. Artık Batı Roma da boyunduruk altına alınacak ve sıra Sasaniler’e gelecekti. Çünkü efsaneye göre de bu sırada Harp Tanrısı Ares kılıcının Attila’nın eline geçmiş olması buna işaret sayılıyordu. Bu konuda Jordanes şu bilgileri vermekteydi: “Attila, tabiatı böyle olduğu için büyük işler yapacağına inanan insandı. Onun kendisine güvenini kılıcı sağlıyordu. Bu kılıç, İskit krallarının nezdinde daima kutsal addedilmiştir. Bir çoban inek yavrusunun topalladığını görünce, bu yaranın sebebini de bulamayınca endişeyle kan izlerini takip ediyor. Nihayet kılıca geliyor. Hayvan otlarken bu kılıcın üstüne basmış. Çoban işte bu kılıcı kazıyıp çıkararak hemen Attila’ya getiriyor. O, bu hediyeden dolayı teşekkür ederek, kendisinin bütün dünyanın imparatoru tayin edildiğini düşünüyor ve Ares’in kılıcı ile savaşlarda başarılı olmanın kendisine bahşedildiğine inanıyor”, bu anlayışla Hun dış politikasının ağırlık noktası Batı Roma’ya kaymış oluyordu.[15]
452 yılının ilkbahar sonlarında Attila, ordusu ile Pannonia’dan hareketle ve Aetius tarafından çok az müdafaa edilen Juli Alpleri’nin dağ boğazını geçti. Dahilî karışıklıklar ve saray entrikaları sebebiyle Aetius, Attila’nın ilerlemesine karşı tedbir alamadı. Attila, surlarla çevrili, ileri harekâtına mâni olan Aquileia şehrinin önlerine kadar kolayca ulaştı. Bu şehir, imparatorluğun doğu sınırlarını müdafaa eden bir konumda idi. Bu yüzden çok iyi tahkim edilmiş bir vaziyette idi. Burayı koruyan askerler, Alarik ile Antala’nın komutası altındaki Gotlar idi. Şehir Hunluların hücumlarına karşı üç ay direndi ve hiçbir zaman teslim olmayacak intibaı uyandırdı. Çevredeki meskûn yerleri ele geçirmiş olan Hunlar arasında, erzak azlığı nedeniyle huzursuzluk baş gösterdi. Attila ise stratejik önemi çok büyük olan böyle bir yeri ele geçirmeden ilerlemeyi uygun bulmadı. Bu sırada bir leyleğin yavruları ile birlikte Aquileia’yı terk etmekte olduğunu gördü. Attila, bundan faydalanarak askerlerinin cesaretini arttırmak gayesiyle onlara hitap etti. Jordanes’in anlattıklarına göre şunları söyledi: “Üstün bir önseziyle yaratılmış olan bu kuş, bu şehrin kendisini koruyamayacağı, orada emniyette olamayacağına kanaat getirerek yuvasını bırakıp gitmektedir. Bu, kaleyi koruyanların artık şehri müdafaa edecek güç ve imkândan mahrum olduklarının kati işaretidir. Demek oluyor ki, artık muhasaramıza uzun süre dayanamayacaklardır”. Bu konuşma Hun askerî arasında müthiş bir tesir yaptı ve Attila, üç aylık sıkı bir kuşatmadan sonra deniz, nehir ve bataklıklarla korunan, şiddetle hiçbir zaman ele geçirilememiş, bütün imparatorluğun 9. büyük şehri Aquileia’yı ele geçirerek tahrip etti. Bu şehir düştükten sonra Attila İtalya’ya girdi. Akimim, Padua yahut Concordia gibi şehirleri de harabeye çevirdi. Buradan Vicentia (Vicenza), Verona, Brexia (Brescia), Pergamo ve Mediolanum (Milona) üzerinden Ticinum (Pavia)’a kadar uzandı. Kendisine kapılarını gönüllü olarak açmayan kentleri ateşe verdi. Bu durumda ise çoğu teslim olmayı tercih etti. Hunların ilerlemeleri İtalya’yı korkuttu ve dehşete boğdu. İmparator Valentiııianus, Ravenna’deki saraydan kaçtı. Bu arada Aetius, Doğu Koma imparatoru Marcianus’daıı yardım istedi. Fakat onun askerleri ile yardıma gelmesi çok uzun zaman alacaktı. Bu durum karşısında Batı Roma imparatoru III. Valentinianus Roma hükümetini topladı. Doğu Roma’nın yaşadığı tecrübelerden de yararlanarak bir çözüm yolu bulmaya çalıştı. 450 yılının konsülü ve gözde senatörlerden biri olan Avienus’un önderliği altında, Roma şehrinin valisi Trigetius ve Papa I. Leo (Büyük Leo) Attila’ya elçi olarak gönderildi. Umutlarını, 435’te llippo Rcgius şehrinde Vandalların şeytanî kralı Geiserik ile antlaşmayı başaran Trigetius’a bağlamışlardı. Elçilik heyeti, Po ve Mincio ırmaklarının birleştiği yerde bulunan Attila ile görüştüler. Ateşkes istediler ve sonunda başarı elde ettiler. Hıristiyanlık âleminin en büyük ruhani şahsiyeti olan Papa Leo, Attila’nın ayağına gitmeden evvel, özel merasimlerde giyilen muhteşem papalık elbisesini giymiş ve büyük Hım imparatorunun huzuruna böyle çıkmıştı. Attila Papaya gayet nazik muamelede bulunmasına rağmen, aralarında geçen konuşma bilinmemekteydi. Fakat aralarında ne geçmiş olursa olsun, neticede Romalılar bağışlanmak için yalvarmışlardı.[16]
Büyük Hun hükümdarı, halkını fetihçi bir kitle haline getirerek, dünya fatihi (hâkimi) olma idealini gerçekleştirmek istemiştir. Bunun için ilk önce, ikiye bölünmüş olan, Doğu ve Batı Roma İmparatorluklarını yıkmak istemiştir. İstanbul kuşatmasıyla Doğu’yu, Campus Mauriacus Savaşıyla da Batı’yı etkisiz hale getirmiştir. Daha sonra ordusunu Tuna ile Tisa nehri arasına çekerek, Sasanilere karşı yeni savaş planları tasarlamıştır. İktidarının ve kuvvetinin zirvesinde iken beklenmedik şekilde ölüvermiştir.
Jordanes Attila’nın ölümü ve cenaze merasimi hakkında şu enteresan bilgileri vermektedir: “Attila, tarihçi Priskos’un anlattığına göre, öldüğü sırada Ildico adlı çok güzel bir kızı, o soyun geleneği uyarınca, sayısız eşlerinin ardından kendine eş olarak alıyordu ve düğün sırasında çok fazla neşelenerek gevşeyip şarap ve uykunun verdiği ağırlıkla sırtüstü uzandığında, her zaman başına geldiği üzere, burnundan oluk oluk kan akmaya başladı. Kanın normal akış yolları engellenince de öldürücü yoldan boğazına inerek hayatına son verdi. Ertesi gün, güneş gökyüzünün tepesine yükseldiğinde, hakanın adamları kuşku içerisindeydiler. Kapıyı açıp içeriye girdiklerinde Attila’yı, ağlayıp sızlayan kızın kollarında yarası beresi olmadığı halde ölü durumda, kızı da yüzünü peçesinin altına gömmüş, ağlarken buldular” Bu arada Jordanes, Attila’nın ölümü üzerine Doğu Roma İmparatoru Markianos’un rüyasını Priskos’a dayanarak nakleder: “O zaman şu hayrete şayan şey vukuû bulmuştur. Bu kadar vahşi düşman hususunda endişeli olan Doğu’nun kralı Markianos’a rüyasında, Tanrının kendi yanında oturduğu görülmüş ve tanrı ona Attila’nın yayının aynı gecede kırılmış olduğunu göstermiştir. Sanki bununla soyun kendisi birçok şey elde ediyormuş. Sanki bu silâhta çok anlam varmış gibi. Tarihçi Priskos bunu gerçekten ispat edebileceğini (yani buna gerçekten tanık olduğunu) söylemektedir”. Bundan sonra Jordanes Attila’nın cenaze törenini tasvir ederek: “Ordugâhın ortasındaki ipek çadırın içerisinde Attila’nın naaşı duruyordu. Bunun etrafında Hun askerlerinden seçilmiş süvariler savaş oyunları oynuyorlardı. Erkekler halk geleneğine uygun olarak saçlarını kestiler. Korku uyandıran yüzlerini derin yaralarla çirkinleştirdiler. Aynı zamanda ozanlar ve savaşçılar Hun dilinde ağıtlar söylediler “Muncuk’un oğlu Attila, en kahraman milletlerin efendisi. Sen İskitya ve Germenya’ya sahip olduğun gibi, sayısız şehirleri de zaptettin. Her iki Roma İmparatorluğu’nu da korkutarak kendine diz çöktürdün. Onlardan yıllık vergi aldın. Kaderin bütün bunları yaptıktan sonra, düşmanların hıyanetinden yahut yarasından değil, halkının arasında hiçbir acı duymadan öldün”.
Priskos’un anlattığına göre daha sonra Attila’nın mezarının başında strava denilen cenaze yemeği yenmiş ve defin törenine başlanmıştır. Attila’nın cesedi birbiri ardına üç tabuta kondu. Bunlardan birincisi altın, ikincisi gümüş üçüncüsü ise demirdendi. Bu, güçlü kralın üçüne de değdiğini göstermek içindi. Demir, kavimleri yendiğinin, altın ve gümüş ise her iki Roma İmparatorluğu’nda kazandığı mevkiin işareti idi. Gömme işi geceleyin ve gizlice oldu. Savaşta düşmandan alınan silâhlar, değişik taşlarla süslü altın işlemeli at koşum takımları ve krallığını gösteren değişik şeyler onunla mezara kondu. Bunlar onun sarayını süslüyorlardı. İnsana has aç gözlülüğü, bir büyük ve değerli hazineden uzak tutmak, kabrin yerini hiç kimsenin bilmemesi için mezarı kazanlar da öldürüldü”.[17]
Attila’nın nereye gömüldüğü bilinmemektedir. Fakat mezarının Tuna ve Tisa arasındaki bölgenin doğu yarısında olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca Jordanes’in mezarı kazanların öldürülerek Attila ile gömüldüğü haberinin ise hiçbir işareti bulunmamaktadır. Mezarın, mecrası değiştirilen bir nehre gömüldüğü söylenmişse de bunu destekleyecek deliller mevcut değildir. Yalnız çok kıymetli eşyaların bulunduğu Attila’nın kabri, o zamanki şartlar altında yağma ve soygunlara karşı gizli tutulmuştur. Allah’ın kamçısı (Flagellum Dei) “Allah’ın kamçısı” ve günaha batan Hıristiyanları cezalandırmak gayesi ile Allah’ın göndermiş olduğuna inanılan Attila’nın fiziksel özelliklerine, şahsiyetine dair Jordanes ve Priskos’da şu bilgiler verilmiştir: “Kavimlerin sarsılması, bütün dünyanın korkması için doğmuş bir adam; hakkında yayılan korkunç haberler nedeniyle herkesin kendisinden korktuğu kişi idi. Kibirle iki kat yürür, gözleri ışık saçar, gururlu gücünü vücudunun hareketleriyle de hissettirirdi. Savaşı herşeyden çok sevmesine rağmen düşünerek hareket eder, birçok şeyi aklıyla başarırdı. Kendisinden aman dileyenlere merhamet gösterir ve kendine sadık olanlara karşı çok lütuf gösterirdi. Kısa boylu, geniş omuzlu idi. Büyük başına nispetle gözleri küçüktü. Seyrek sakalı beyazlamıştı. Yassı burnu ve biçimsiz yüzü, köklerinin damgasını taşıyordu. Akıllı ve kurnazdı. Tehdit ettiği yerin dışında başka bir yerden saldırırdı…bize ve diğer barbarlara çok tatlı ve leziz yemekler getirildi. Diğer İskitlere ve bize gümüş tabaklarda, Attila’ya ise tahta tabakta et getirmişlerdi. Her cihette mutedil ve kanaatkâr idi. Misafirlere altın ve gümüş kadehler verdiği halde onun kadehi tahtadan idi. Sırtındaki elbiseleri, ayakkabıları, kılıcının kabzası ve atının takımları askerlerininkinden hiç de farklı değildi. Buna karşı diğer İskit komutanlarının bu eşyaları altın ve kıymetli taşlarla süslü, göz kamaştırıcı idi. Kendisininki böyle değildi. Yalnız diğerlerinden daha temiz idi”[18] Attila’nın hayatı üzerine birçok edebî eser[19] kaleme alındı. Bu eserlerinden birinden[20] Atilla’nın düğünü ve ölümünü anlatan satırları birlikte okuyalım;
“Düğün gecesi bütün Hunlar Tuna ovalarına dolmuşlardı. Her taraftan alevler fışkırıyordu… Saman yığınları ateşe veriliyor, meşaleler yakılıyor, öküzler kurban ediliyor; şarkılar ve haykırışlar, dumanlara ve alevlere sarılarak yükseliyordu. Attilâ’nın sarayı da ateş ve ses dolu idi. Birçok davetliler, sarayın alt kat sofasına kadar beygirleriyle giriyorlar, sarayın içinde kırbaçlarını şaklatıyorlardı. Ziyafet salonu da hınca hınçtı: elçiler, resmî memurlar, diplomatlar, kumandanlar, generaller, en kıymetli halılarla, dokumalarla örtülmüş peykelerin üstünde altın kadehleri fasılasız dudaklarına götürüyorlardı.
Davetlilerden bâzıları birbirlerine soruşturup, konuşuyorlardı:“-Gelin nerede”. Hunlarda gelinin düğünde bulunması âdetti. “-Peki, ya güvey?” Filhakika Attilâ da ortada yoktu. “-Kız Burgontlu imiş değil mi?” “ -Babası Frank.” “- Güzel mi imiş?” “-Hârika” “-Diyorlar ki kızın babasını Attilâ öldürmüş.” – Bu olabilir. Zira Moğollar’da olduğu gibi Hunlarda da siyasiyat ekseriya memleket âdâtına karışır. Hun cihangirleri kurban ettikleri adamın dul karısını veya kızını tezviç ederler. Asya fâtihlerinin sık sık evlenmeleri bundandır…
Salonun ortasındaki yüksek sedirde birden Atilla göründü. Attilâ sedirde bağdaş kurdu. Sağ elini masaya dayamıştı. Kimseye aşinalık etmedi. Bir işareti üzerine şâirler ortaya çıktılar. Kıvrak ve neş’eli sevda havaları çalıp söylüyorlardı. Davetliler kılıçlarıyla sıralara vurarak tempo tutuyorlardı.” “Mûsikî bitince büyük bir sükût oldu.” “Herkes Attilâ’dan bir şey bekliyordu.” “ Kahve rengi basit bir deri elbise ile oturan Hun hakanı, alâyişe muhtaç olmadan, büyük bir hürmet telkin eden yegâne hükümdardı.[21]
Attilâ tahta kadehini kaldırarak dudaklarının ucuna hafifçe dokundurdu ve içinden bir damla bile içmedi. Bu, herkesin işarete devam etmesi için ona mahsus bir işaretti. Altın ve gümüş kadehler çınladılar, buna sakilerin boşalttığı şarapların tatlı şırıltıları da karışıyordu.” Davetliler sızarlarken Attilâ bir perdenin arkasında kayboldu. Yalnız başına kendi dâiresine çıktı. Ağır ağır, sakin âlâyişsiz, odasına girdi. İldiko orada idi. Meş’ale alevleri içinde bembeyaz gelinlik elbisesiyle, ışıktan bir rüzgârın dalgalandırdığı maddesiz ve yumuşak bir şekil hâlinde, ayakta duruyordu. Attilâ odaya ilk adımını atınca durdu ve onu biraz seyretti. Sonra gene ağır ağır yaklaştı, genç kızın elini tuttu, dudaklarına götürerek: “ – Benim güzel kraliçem!” dedi. Oturdular. Attilâ, İldiko’ya uzun uzun baktı. Genç kız durgundu, fakat hâlinde ehemmiyetli, büyük, anlaşılmaz bir mânâ vardı; o kadar derin bir sükût.[22] Attilâ her tarafını maddî bir cisim gibi sıkan bu sessizlikten kurtulmak için onu konuşturmak istedi: “ – Bu geceyi nasıl geçirdin?” diye sordu. İldiko’nun dudaklarından sessiz bir cevap, rüzgâr hâlinde çıktı ve ne söylediği anlaşılmadı. Attilâ, ona profilini, başını hafifçe yaklaştırdı ve suâlini tekrarladı: “Gecen nasıl geçti?” İldiko’nun cevabında bir damla ses vardı: “Güzel!” dedi. Attilâ ona dikkatle bakıyor ve cevabın hakikatini ildiko’nun esrarlı yüzünde arıyordu. Onun şüphesini gören kız ilâve etti: “Çok” Aralarında sükût büyük bir uçurum gibi derinleşti. Bu uçurum nefret ve kin dolu idi… Kız acı sesiyle devam etti: “Bir daha evlenecek misin?” Attilâ cevap vermedi. Sual tekerrür etti: “Bir daha evlenecek misin?” Attilâ başını çevirdi. Sonra birdenbire başını doğrultarak İldiko’ya baktı. Kraliçe harikulâde güzeldi, ölüm arzusu verecek kadar güzeldi. Attilâ zaafını boğmaya çalışıyordu. Yumrukları sıkıldı. Bir aralık kılıcını çekmek ve beyaz gelin elbisesini kan içinde bırakarak taze bir geline kefen yapmak istedi. Kız güldü: “Attilâ! Bir daha evlenemeyeceksin!” dedi. Bu cümlede müthiş bir hâkimiyet vardı. Attilâ’nın bu boyunduruktan kurtulması için yapacağı bir tek şey kalıyordu: İldiko’yu zifaf yatağına götürmek! Fakat bu her erkeğin en son kuvvetiydi ve bundan sonra, hiçbirşey kalmıyordu.[23] Düşündü ki, bir kere mücadele his yoluna girdikten sonra cihangirlerin mağlûp olmaları mukadderdir. Erkeklere galebe eden insan, kadınlara mağlûb olur. Attilâ ayağını yere vurarak kalktı. Kılıcını çıkardı ve attı. Deriden esvabını çözüyordu. Hafıfliyerek İldiko’ya yaklaştı ve duvağını çıkardı. Genç kız burada bile istiklâl istiyordu ve esvabını Attilâ’nın parmaklarından kurtararak kendi kendine soyunmaya başladı. Dokundurmuyordu. Yeni hayâtına müstakil, hür ve hâkim başlamak istediği her hareketinden belliydi. Yatağa da kendi kendine ve evvelâ girdi. Başdöndüren bir hâkimiyet ve cazibe ile Attilâ’yı çağırdı: “Gel! dedi ve kendisine doğru koşan Attilâ’ya kollarını açtı…”
Ertesi gün öğle vakti geçtiği halde Attilâ odasından çıkmadı. Vakit akşama yaklaşıyordu. Ne gelinden, ne de güveyden ses vardı. Hizmetkârlar saray zabitlerine ve muhafızlarına koştular, endişe içinde haber verdiler: “Hâkaanımız odadan dışarı çıkmadılar. Güneş batıyor. Kapıyı vuralım mı?” Zabitler hizmetkârların önüne düştüler ve gelinle güveyinin oda kapısına geldiler. Başmuhâfız parmak ucuyla kapıya birkaç kere vurdu ve bağırdı: “Efendimiz! Efendimiz!..”[24]İçerden hiç ses gelmiyordu. Oda boş gibiydi. Zabit evvelâ elinin tersiyle ve gene cevap almayınca, yumruğuyla, nihayet iki yumruğuyla kapıya şiddetli darbeler indirmeğe ve kanadı sarsmağa başlamıştı. “Efendimiz, efendimiz!…” Diye haykırıyordu. Bu çığlıkları duyan bütün saray halkı oda kapısının önüne doldular. Endişe harem dâiresini de sarmıştı ve biraz sonra nedimeler, cariyeler, uşaklar, müstahdemler, zabitler ve muhafızlardan mürekkep büyük bir kalabalık sofayı doldurdu ve bir bacayı inleten rüzgâr gibi karışık ve boğuk bir ses bütün sarayda uğuldadı. Zabit hâlâ kapıyı yumrukluyor, tekmeliyordu. “Efendimiz, efendimiz!…” Kapının önünde saray halkı, dehşetten ikiye büküldüler; kadınlar, şakaklarında saçlarını avuçlamış, sabırsızlıktan çekiyor, didikliyorlar, erkekler başları ileriye fırlamış, gözleri hayretten ve meraktan kabarmış, sırtları şişmiş, yutkunarak bir kelime söylemeden kapıya bakıyorlardı. Baş muhafız kararını verdi ve adamlarına emretti: “Kapıyı kırınız!” Derhal baltalar geldi ve kapının kanadını ilk vuruşta parçaladı. Bütün saray halkı içeri dolmuştu. Yatağa koştular. Attilâ boylu boyuna yatıyor ve gelin yatağın başucuna oturmuş, yüzünü avuçları içine almış, sessiz hıçkırıyordu. Bu garip manzara karşısında herkes birdenbire dura kaldı ve bir şey anlamadılar. Kimse ne kımıldıyor ne de ağzını açabiliyordu. Baş muhafız Attilâ’nın üstüne eğildi ve ona yakından baktı. Hakanın gözleri yarı açıktı ve kapakları arasından lüzûcetli (yapışkan) bir beyazlıktan başka, göze benzer hiçbir şey görünmüyordu. Yüzünde zerre kadar kan ve hayat eseri yoktu.[25] Kolunun biri yorganın üstüne çıkmış ve yumruğu sıkılmıştı. Başmuhafız yorganı açmadan dul geline döndü ve bağırdı: “Ne oldu? Ne var?” İldiko cevap vermiyor, yüzünü avuçlarına daha fazla sokuşturuyor ve sessiz ağlıyordu. Halk arasından da bir inilti yükselirken, başmuhafız yorganı açtı ve Attilâ’nın vücudunu sarstı: hareket yoktu. Zabit doğruldu. Dimdik durdu ve iki kolunu da yukarı kaldırarak meş’um bir sesle haykırdı: “Ölmüş, ölmüş!” Odanın içi birdenbire karıştı. Kadınlar yatağın ayak ucuna yüzükoyun kapandılar ve çığlıklar kopardılar. Erkekler kılıçlarını çektiler. Odayı korkunç bir uğultu kaplamıştı. Nedimelerden bâzıları saçlarını yoluyorlar, bâzıları baygın bir halde yere serilip uzanıyorlardı. Zabitlerin hepsi kılıçlarının ucuyla suratlarını deldiler, çenelerini ve yanaklarını parçaladılar. O zaman için müverrih Jurnades diyor ki: “Zira böyle bir ölüye kadınlar gibi gözyaşlarıyla değil, erkek kanıyla ağlamak lâzımdı.” Matem çığlıkları arasında başmuhafız Attilâ’nın cesedini yatağın kenarına çekti ve şilteyi muayene etti. Örtünün muhtelif yerlerinde, hakanın çamaşırında kan lekeleri vardı. Bir cinayetten şüphe eden zabit, İldiko’nun bileklerinden yakaladı, çekti ve çenesinin altına yumruğunu sokarak yüzünü yukarı kaldırdı: “Bu kan ne? Bu kan ne?” diye bağırdı. Fakat bir inilti hâlinde ve mahcup: “O benim kanım!” diyen İldiko’nun gözyaşlarıyla ıslanmış yüzü o kadar masumdu ki, zabit hürmetle ellerini çekti, büyük bir kabahat işlemiş gibi eğildi.[26] Zabit, bir Attilâ’nın cesedine, bir de İldiko’nun yüzüne bakarak sordu: “Anlatsanıza… Anlatsanıza.. Attilâ nasıl öldü?… Hakanımız nasıl öldü?…”
İldiko gene yüzünü avuçları arasında kaçırıyor, parmaklarını saçlarına daldırarak başını sıkıyor ve iniltileri arasında cevap veriyordu. “Bilmiyorum… Bilmiyorum… Birdenbire öldü!”
Zabit, odanın çığlıkları ve vaveylaları arasında İldiko’nun cevabını duymuyor, üstüne eğiliyor ve bağırıyordu. “Ne? Ne dediniz?” İldiko, cevabını tekrar etti. Fakat, başmuhâfız, tecessüsünü kudurtan esrar üzerine hücum etti.
Şiltenin altını üstünü, odanın her tarafını, hattâ İldiko’nun üstünü başını parçalarcasına aradı, bir katl âleti bulamadı. Yalnız yorgana saplanmış bir dikiş iğnesi bulmuştu Fakat bu iğnenin ucu zehirli ve bir batışta Attilâ’yı öldürmüş olabileceğini hatırından geçirmedi.
O sırada birdenbire çığlıklar hafiflemişti, çünkü odaya Attilâ’nın sevgili oğlu Prens Erlâk girmişti. İki ay içinde annesini ve babasını kaybeden öksüz genç, Attilâ’nın cesedi üstüne kapandı ve hiç sesini çıkarmadan dakikalarca, kımıldamadı. Sonra ağır ağır ayağa kalktı. Bir anda yanakları çökmüş, yüzü uzamış ve çenesinin ucu sivrilmişti. Dudakları titriyerek başmuhâfıza sordu:
“Babam nasıl öldü?”
“Bilmiyoruz. Kapıyı kırdığımız vakit kraliçe bu vaziyette duruyor ve ağlıyordu. O da bilmediğini söylüyor. Hâkanımız birdenbire ölmüş, fakat ben bir cinayetten şüphe ediyorum. Zira kapıyı o kadar vurduğumuz halde kraliçe ses vermedi. Fakat her tarafı aradım, bir katil âleti bulamadım. Yalnız şu dikiş iğnesi!” Prens Erlâk iğneyi eline bile almadı ve vakur bir edâ ile dedi ki: “Hiçbir Hun yoktur ki Attilâ’nın bir kadın eliyle öldürüldüğüne inansın! Şüphelerize nihayet veriniz! Böyle bir rivayet imparatorluğumuzu büyük bir zaaf ile tehdit eder! Biliniz ki babam fücceten (ansızın) ve eceliyle ölmüştür.” Yüzlerinden kanlar akan zabitler hürmetle eğildiler. Prensin başı dimdik ve yüzü sapsarıydı. Attilâ’nın ölümü Hunları öyle bir matem içinde bıraktı ki, ihtiyarından çocuğuna kadar hepsi günlerce yemediler, içmediler, gülmediler, yüksek sesle konuşmadılar. Erkekler, başları önlerine düşmüş, kederli ve sâkit duruyorlar, kadınlar ağlaşıyorlardı. Çocuklar oynamadılar. Attilâ’nın cenaze merasimi, ihtişamlı hayâtının bir hulâsası gibi azametine lâyık bir tarzda yapıldı. Ovanın ortasına ipekten bir çadır dikilmişti. Bunun içindeki şâhâne yatağa cesedi kondu. Süvari zabitlerinden en güzideleri seçildi ve bunlar, gece yarısı çadırın etrafında, Roma sirklerini hatırlatan heyecanlı at oyunları yaptılar. Şâirler rebablarıyla, müverrih Jurnades’ten aynen iktibas ettiğimiz şu marşı terennüm ettiler:
«Dünyânın en büyük hükümdarı
Attilâ Moncuğun oğlu, bahâdır kavimlerin imparatoru;
Kendinden evel misli görülmemiş bir iktidarla
Spikitlere ve Cermenlere hâkim oldu…
Târihî vesikalarda Attilâ’nın nasıl öldüğü meçhul kalmıştır. Hunlar, Hakanlarının mev’ut eceliyle öldüğünü iddia etmişlerdir. Lâtin târihleri düşmanın suikastına hedef olduğunu. Cermen an’aneleri de, anasının babasının intikamını almak isteyen İldiko’nun Attilâ’yı öldürdüğünü temin ediyorlar.
Birçok şehirler zaptederek
Roma imparatorluklarım dehşet içinde bıraktı.
Ancak onlar aman dilediler.
Cizyeler verdiler de Attilâ yumuşadı.
Kaderin de büyük bir yardımiyle,
Bütün bu işleri yaptıktan sonra, o,
Ne düşmanın darbeleriyle,
Ne de yanındakilerin ihanetiyle,
Fakat ziyafet sevinçleri arasında,
Kudretli kavminin göğsünde,
En küçük bir acı duymadan öldü;
Bu ölümü kim hikâye edebilecektir ki
Ondan kimsenin alınacak intikamı Olmadığını anlatabilsin…
Cenaze çadırının etrafına saf saf dizilen ordu da, bir harp gecesinde can çekişen yüzlerce askerin korkunç iniltilerine benzeyen bir uğultu ile, bu marşın terennümüne iştirak ediyordu. Her neferin sesinde nağme hâline gelmiş bir hıçkırık vardı ve bu, marştan ziyâde vaveylaya benziyordu. Sonra, ölülere ait ananelerine tâbi olarak, Hunlar o gece tıka basa yediler. En büyük kederlere sefahat karıştırmak da bu kavmin millî âdetlerindendi.
Nihayet Attilâ’yı gömdüler. Cenazesi birbiri ardı sıra üç tabuta konmuştu: Altından, gümüşten, demirden tabutlar… Demir tabuttan maksat: Attilâ’nın bu mâden vâsıtasıyla dünyâyı kendine râmettiğini anlatmaktı; gümüş ve altından maksat da: Hun hâkanının milletine servet, refah ve saadet verdiğini ifâde etmekti. Gece yarısından sonra toprağın derinlikleri gibi koyu bir karanlık bastı ve Attilâ’yı mezarına koydular.[27] Simsiyah bir gece idi. Bu güç işi yapanlar, evvelâ ne birbirlerini ne toprağı ne de cesedi görebilmişlerdi. Çünkü bir fırtına çıkmış ve bütün meşaleleri söndürmüştü… Nihayet bir meşale yakabildiler. Sarı alev çırpınıyor, çanaktan kopmak, kaçmak, kurtulmak istiyor ve kanadı kopmuş bir sinek gibi vızıldıyordu. Bu alevin ıstırabı o insanların hepsinde vardı. Elleri titriyordu. Attilâ, çukuruna zahmetle yerleştirilmişti. Ölüsü bile mukavemetliydi. Mezarının etrafına muhtelif düşmanlardan müsadere edilen silâhlar, okdanlar ve cihangire lâyık eşya diziliydi. Attilâ’nın öldüğü gece, Roma imparatorlarından Marsiyen rüyasında bir ok yayının kırıldığını görmüştü. Sonradan bu, Attilâ’nın ölümüne işaret telâkki edildi. Attilâ’nın ölümü Avrupa’da büyük inhilâllere sebebiyet vermişti. Mütereddi beşinci asır Avrupa’sına, ilâhî bir el ile sallanan bu kamçının saçtığı dehşetten âzâde kalan düşman memleketlerinde iğtişaşlar zuhur etti. Ancak Aetyüs’ün kudretiyle inhilâlden kurtulan Garbî Roma da Attilâ’nın ölümüyle tamamen karıştı. Bu düşman serdârı bile, imparatorluğun üstünde bir korkuluk gibi sallanan Attilâ’nın heyulasından kuvvet alıyordu. Roma ufuklarından bu siyah yumruk çekilince, Valantinyen ezelî rakibi Aetyüs’ün vücudunu izâle çarelerini aradı. Esasen Roma serdârının Attilâ’ya son mağlûbiyeti de halk nazarında itibarını düşürmüş ve memleketi kurtarmak için kılıçtan ziyâde zilletin işe yaradığını göstermişti. Bir gün Valantinyen rakibini tuzağa düşürerek kılıcıyla bizzat öldürdü, fakat bir sene sonra da aynı fecî akıbete kendi dûçâr oldu. Attilâ’nın ölüsü de dirisi gibi milletlerin mukadderatını değiştirmişti. Bunun için, aradan bin dört yüz bu kadar sene geçtiği halde hâlâ târih Sezar’dan ve İskender’den fazla onun adını anıyor ve hâlâ “Attilâ” nâmı, asırların arasındaki zaman uçurumlarını atlayarak bize kadar geliyor ve mâzînin karanlıklarında şaşaasından hiçbir şey kaybetmeyerek, safi ışıktan mamul nûranûr bir âbide gibi gözlerimizin önünde parıldayıp duruyor.[28]
Geza Gordonyi “Tanrının Kılıcı” isimli eserinde Atilla’nın ölüm sahnesi ve defin işlemlerini şu şekilde tarif eder:[29] Öğleden sonra Attilâ, büyük alanda kurulan gümüş yıldızlarla süslü siyah, ipek çadırdaki yüksek katafalka konuldu. Çadırın kenarları, halkın içeriyi görebilmesi için, yukarı kaldırılmıştı. Baş şamanlar katafalkın gerisinde siyah at kurban ettiler. Kör Kama, kayıp ruhlardan Attilâ’yı nasıl gömeceklerini sordu. Aldığı cevap şöyleydi: “Onu üçlü bir tabuta koyun. Birinci tabut güneş gibi parlayan altından olsun. Çünkü o Hunların güneşiydi. İkincisi: Kuyruklu yıldızın kuyruğu gibi beyaz gümüşten olsun. Zira o dünyaya yüz yıllarda bir görünen kuyruklu yıldızdı. Üçüncü tabut, çifte su verilmiş demirden olsun. Çünkü o çelik gibi kuvvetliydi.” Tabutlar hazırlanıncaya kadar büyük beyler, Attilâ’yı nereye götüreceklerini konuştular. Hunlar göçebe bir kavimdi, belki gelecek krallardan birisi milleti toplayıp, oğul veren arılar gibi, başka bir yere götürebilirdi. Yahut da muhtelif milletlerden birisi veya bir çapulcu ordusu altın isteyebilirdi. Yüz yıllar boyunca başka bir kuvvetli millet türeyerek tabutu gömülmüş olduğu yerden çıkartabilirdi de. İhtiyar Kama, göklerden gelen buyruğa göre şöyle söyledi: “Tisza (Tuna), ufak adacıklarla doludur. Bunların arasında dar bir yerdeki suyu boşaltın! Buraya derin bir mezar kazılsın, suyun yatağını genişletin, tabut buraya konulsun. Kral gömüldükten sonra, suyu yeniden yalağına salıverin. Zamanla bu yer hatıralardan silinir, tabutun üstünü de mil kaplar. Bu şekilde hiç kimse Attilâ’nın gömülü olduğu yeri bulamaz.[30] O sabah yüz bin kürek ve bel çalışmağa başladı. Suyun adalardan birinin etrafında halkalandığı kolunda, içi toprak dolu çuvallarla bent yaptılar. Akşamüzeri mezar kazılmış hiç kimsenin bulamayacağı kadar derinliklere gömülmüştü, Altını çiçekler ve yapraklı ağaç dallarıyla beslemişlerdi. Üç gün sonra, üç katlı tabut da hazırlandı. Herkesin son bir defa görebilmesi için, Attilâ’yı bir kere daha yukarı kaldırarak, halkın feryatları arasında altın tabuta koydular. Kılıcını yayını, altın yıldızlı mızrağını da yanına yerleştirdiler.
Ozan Almad, şarkı söylemekte devam ediyordu:
Cismini üç katlı tabuta koyduk,
Toprakla suyun da altını oyduk,
Oklar vınladı, yaylar gerildi,
Kulların yüz üstü yere serildi.
Kopuzcu, sağ kolunu uzatarak devam etti:[31]
Tiza suyu ağır akıp yürüdü,
Mezarı parlayan köpük bürüdü,
Meşaleler söndü, yıldızlar düştü,
Sadık kölelerin tabuta üştü.
Hunların üstüne bir zulmet çöktü.
Milletin ağladı, göz yaşı döktü.
Atilla’nın tabutunun üç farklı madenden (altın, gümüş, demir) yapılması ve suya (Tuna) gömülmesi kadim geleneklerin anasır-ı erba (dört unsur) dediği simyaya göre dört temel unsuru ifade etmektedir. Altın, ateşi; gümüş, havayı; demir, toprağı simgelemekteydi. Tabutun suya gömülmesi ile dördüncü unsur tamamlanıyordu. Tabutlarda madenlerin tercih edilmesi ise madenleri de beşinci unsur eden bir Türk kadim düşüncesini yansıyordu.
Simyaya göre Temel Madde dört ana Unsurdan oluşur: En kesiften en latife doğru: Toprak, Su, Hava ve Ateş. Pasif olan Toprak ve Su (Yin), aktif olan Hava ve Ateş (Yang) kutuplarını destekler. İnsandaki simyasal ilke olan “Toprak”, görebildiğimiz gibi onun MADDİ BEDENİ’dir. SU: Hayatî Beden Her şeye karşın bu mâddi beden, onu canlandıran ve Prana Şarira’yı veya ENERJETİK BEDEN’i oluşturan su simyasal olmasaydı bir hiçten öteye gidemezdi. Prana, kozmik enerji, kozmik soluktur: Hayat veya Hayatî İlkedir. Bu hayat akımı şekil alemine, maddi zarfın içine hapsedilmiştir. HAVA: Emosyonel (Hissi) Beden Eğer Su canlandırıcı ve diriltici unsur ise, hava da insanın iletişimle, karşılıklı alışverişle, etrafındaki dünya ve kendine has olan duyarlılığı arasındaki irtibatla ilgisi olan her şeyi temsil eder. Duyguların ve sevginin alanıdır. ATEŞ: Entellektüel Beden Bu beden bazı Doğu okullarınca (sanskrit terimlerle) KA-MA-RUPA veya KAMA-MANAS diye adlandırılır. Sembolik olarak Ateşe bağlı olan muhakeme düzeyini temsil etmektedir. Bu beden eşyayı şekillendirdiği için onları akledilir hale getiren işleve sahiptir. RUPA kelimesi de “şekil” anlamına gelir.[32] Eski geleneklerden Milet’li filozof THALES (M.Ö.624-585) “SU”yu evrende var olan her şeyin ilk prensibi ve ilk yapısı olarak kabul ediyordu. Evren, suyun geçirmiş olduğu aşamalardan meydana gelmişti. Buna karşılık, Efesli HERACLİTE (M.Ö.576-480) için ilk madde, tek prensip “ATEŞ” idi. ANAXİMENE (ölüm M.Ö.480) ise “HAVA”nın tek prensip olduğunu, bütün cisimlerin havanın yoğunlaşması ile meydana geldiklerini iddia ediyordu. Nihayet, Agrigente’li EMPEDOCLES (M.Ö.5.y.y.) tek prensip, tek madde yerine evrenin 4 unsurdan kurulduğunu söylüyordu. Bu 4 unsur: Hava, Su, Ateş ve Toprak idi. Bu görüş PHYTHAGORAS’ın görüşüne de uyuyordu. Pythagoras ve Empedokles’in etkisi altında kalan Hipokrat bu görüşlere uyarak “Hılt” veya “Beden Sıvıları Nazariyesini” (Theorie humorale) kuracaktı. Hipokrat, önce evreni oluşturan 4 unsurun özelliklerini belirtti: Hava: Sıcaktır Ateş: Kurudur, Su: Akıcı, Nemdir Toprak: Soğuktur.[33]
Aristoteles (Aristo) (İÖ 384-322), bu dört unsuru, ateş için ‘sıcak ve kuru’, toprak için ‘soğuk ve kuru’, hava için ‘nemli ve sıcak’ve su için ‘nemli ve soğuk’ olarak, uygun düşen fiziksel özelliklerle eşleştirmiştir. Empedokles e göre; ateş, toprak, hava ve su şeklindeki bu dört temel unsur, sırasıyla güneş, yer, gök ve denizden oluşan dört kozmik güçle ilgili idi. Bu unsurlara koşut olarak Hippokrates ve Galenos tarafından biçimlendirilen dört salgı / dör mizaç / dört karakter kuramına göre ise bedendeki dört sıvı; kan, balgam / tükürük, sarı / yeşil safra ve kara safra (İslâm tıbbında ‘sevda diye nitelenir) olup, bedeni dolaşan kan ‘nemli ve sıcak’; beyinde saklanan balgam ‘nemli ve soğuk’; karaciğerde saklanan sarı / yeşil safra ‘kuru ve sıcak’; dalak ve midede saklanan kara safra ise ‘kuru ve soğuk’tu. Kanın ‘sıcak ‘olması, yaşamın kendisiyle ilgilidir, çünkü ölüm, bedenin soğumasıyla gerçekleşir.[34]
Hint tıbbı, başlangıcında Hint felsefesi ve kozmolojisiyle iç içe gelişmiştir Hint felsefesine göre, evrendeki canlı cansız her şey, toprak (Priviti), su (apa), hava (vayu), ateş (agni) ve boşluk (akaşa) beş temel elementten (Mahabuta) meydana gelmektedir. Bu beş element aynı zamanda hayatın da temel taşlarıdır. Ayur-veda ya göre bu beş elementin canlıların bağlantısı olup, insan fizyolojisinin de temellerini etkilemektedir.[35] Demek oluyor ki Atilla’nın taputlarının ve gömüldüğü nehrin simgesel anlamı, kadim gelenekler açısından düşünüldüğünde anasır-ı erba (toprak, su, hava, ateş) ve beşinci unsur’u (madenler) yansıtmaktadır.
[1] Turan Dergisi
[2] Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı Eskişehir.
[3] Gyula Nemeth, Attila ve Hunları, (Çeviren, Şerif Baştav), AÜ Dil ve Tarih-Coğrafya fakültesi Yayınları, Ankara, 1982, s. 159.
[4] Gyula Nemeth, a. g. e., s. 160.
[5] Gyula Nemeth, a. g. e., s. 160-161.
[6] Gyula Nemeth, a. g. e., s. 161-162.
[7] Gyula Nemeth, a. g. e., s. 162.
[8] Gyula Nemeth, a. g. e., s. 162.
[9] Gyula Nemeth, a. g. e., s. 163.
[10] Ali Ahmetbeyoğlu, Büyük Hun Hükümdarı Attila, Türkler (Editör. Hasan C. Güzel ve ark), Cilt.1, Ankara, 2002, s.902
[11] Wess Roberts, Hun İmparatoru Attila’nın Liderlik Sırları, (Çeviren. Yakut Eren), İlgi Yayınları, İstanbul, 1989, s.70.
[12] Ali Ahmetbeyoğlu, a. g. m., s. 903.
[13] Ali Ahmetbeyoğlu, a. g. m., s. 906.
[14] Ali Ahmetbeyoğlu, a. g. m., s. 906-907.
[15] Ali Ahmetbeyoğlu, a. g. m., s. 907.
[16] Ali Ahmetbeyoğlu, a. g. m., s. 914.
[17] Ali Ahmetbeyoğlu, a. g. m., s. 914-915.
[18] Ali Ahmetbeyoğlu, a. g. m., s. 915.
[19] Manole Neagoe, Üç Bozkırlı (Atila-Cengiz Han-Timur), (Çeviren. Müstecip Ülküsal), Türk Kültürü Yayını, İstanbul, 1976., Marcel Brion, Tanrının Kılıcı Atilla, (Çeviren. Füsun Dikmen)Tutku Yayınevi, Ankara, 2012., Geza Gardonyi, Tanrının Kılıcı, Töre Devlet Yayınları, Ankara, 1974.
[20] Peyami Safa, Attilâ, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 2010.
[21] Peyami Safa, a. g. e., s.257.
[22] Peyami Safa, a.g. e. s. 258.
[23] Peyami Safa, a. g. e. s. 260.
[24] Peyami Safa, a. g. e. s. 261.
[25] Peyami Safa, a. g. e. s. 262.
[26] Peyami Safa, a. g. e. s. 263.
[27] Peyami Safa, a. g. e. s. 266.
[28] Peyami Safa, a. g. e. s. 267.
[29] Geza Gardonyi, a. g. e. , s. 336.
[30] Geza Gardonyi, a. g. e. , s. 337.
[31] Geza Gardonyi, a. g. e. , s. 350.
[32] Fernand Schwarz, Kadîm Bilgeliğin Yeniden Keşfi, (Çeviren. Ayşe Meral Aslan), İnsan yayınları, İstanbul, 1997. s. 49-53.
[33] Emin Atabek, Şefik Görkey, Başlangıcından Rönesansa Kadar Tıp Tarihi, İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1998. s. 121.
[34] Zeki Tez, tıbbın Gizemli tarihi, Hayy Kitap, İstanbul, 2010. s.36.
[35] Ali Haydar Bayat, tıp Tarihi, sade Matbaa, İzmir, 2003, s.75.