Radyolarımızdan “Bağlamam var üç telli” türküsünü defalarca dinlemişizdir. Ama üç telli bağlamanın ne olduğu, nasıl olduğu ve sair özelliklerini hiç de düşünmemişizdir. Bağlamada altı tel kullanılırken neden “Bağlamam var üç telli” diye türkü yakılmış düşüncesi aklımıza dahi gelmemiştir. Hatta üç telli bağlamaya türkü yakıldığından çoğumuzun haberi bile yoktur. Öyle ya gitar varken elin adamı bağlamanın üç tellisini mi düşünecek. Bizimki de rahmetli babamın deyimiyle “Halep yolunda katır izi aramaya” benziyor.
Ama eller bilse de bilmese de biz bu işi aşk edinmişiz. “Aşk olmazsa meşk olmaz” derler. İşte biz de bu aşkla 27. 2. 1996 tarihinde üç telliyi yerinde araştırmak üzere Ankara’dan hareket ettik. Fethiye çevresinde üç telliyi, Bodrum türkülerini de yerinde incelemek üzere Kültür Bakanlığı Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme
Genel Müdürlüğü personelinden Halk Müziği ve Oyunları Şube Müdürü Ahmet Çakır, Teknik Müdür Osman Çevik, kameraman İrfan Saatçi ile birlikte sabah 08 30 civarında düştük Muğla yollarına. Yollar bizi saat 17 00 sularında Fethiye’ye ulaştırdı. Deniz kenarındaki DSİ konukevine yerleştik. Ben de ki heyecan dorukta. Zira iple çektiğim gün gelip çattı. Heyecanla yorgunluk birbirine karıştı. Sabah ola hayır ola diyerek istirahata çekildik.
Sabah tabir yerindeyse cenk elbiselerimizi giyerek dışarı fırladık. Yağmur çisem çisem yağıyor. Denize düşen yağmur damlacıkları yeni çillenmiş tohumları hatırlatıyor. Manzara çok romantik, fakat köylere gideceğimiz düşünülürse romantik hava pek işimize yaramayacak. Yağmurun denize yağdığını epeydir görmememize rağmen, araştırma gezisinde yağması hoşumuza gitmedi. Hatta hava muhalefetini gören arkadaşlarımız, ilk geldiklerinde havanın çok güzel olduğundan söz ederek gönüllerini eğlediler.
Deniz sahilindeki kısa yolculuktan sonra lokantaya ulaştık. Hoş burası lokanta değil “restoran”tı. (Yani Restaurantı.) Çorbalar, çaylar içildi. Misafirhaneye gelinerek araç ve gereçler alındıktan sonra kaldığımız yere çok yakın olan Kültür Merkezi Müdürlüğüne gidildi. Araştırma programı yapıldı. Derken bize kılavuzluk edecek olan İlhan Kurt da geldi. O günkü programımız Fethiye merkezine çok yakın olan Esenler köyü. Civarda üç telli çalan kaynak kişilerin hepsi burada toplanacak.
Kültür Merkezi tarafından emrimize tahsis edilen minibüsle 28. 2. 1996 tarihinde adı geçen köye hareket ettik. Kılavuzumuz İlhan Bey çevreyi çok iyi bilen, yöre kültürüne gönül veren, bağlama çalan ve de halk müziğine karasevdalı biri. Zaten bizim yaptığımız araştırma da İlhan Beyin şahsi gayretleriyle gerçekleşti. Doğrusu ondaki müzik ve yöre kültürü sevdası bizleri kamçıladı. Ayrıca; müzik konusundaki birikimi ve Talip Özkan’a olan hayranlığı ise kaynaşmamızı daha da çabuklaştırdı.
Esenler’de İlhan Bey öncülüğünde bize kaynak olacak Mehmet Bodur’un evine konuk olduk. İki katlı küçük bir ev, bizleri ikinci katta konuk ettiler. Evin küçük ve dağınık oluşu çalışmalarımızı bir hayli zorlaştıracağa benziyordu.“Gurbetlikte berbatlık aranmaz” dedik. Araştırmayla ilgili araç gereçlerimizi yerleştirdikten sonra kendimiz de boş bulduğumuz yerlere oturduk. Hoşbeş ve çay ikramının ardından çalışmalar başladı. İlk kaynak kişi hane halkı reisi Mehmet Bodur, yıllardır üç telli çalmayı bıraktığından parmakları işlekliğini kaybetmiş, yaşlandığı için de sesi çıkmıyor.
Buna rağmen Mehmet Bodur’la ilgili gerekli çalışmalar yapıldı. Esenler köyünde ikinci kaynak kişimiz ise Durmuş Gürsoy. Vakit geçirmeden çalışmalara başladık. Durmuş Gürsoy’un da Mehmet Bodur’dan pek farkı yoktu. Ama Mehmet Bodur’a göre üç telliyi daha iyi kullanıyordu. Onun da parmakları durmuş, üç telli çalma yeteneğinin çoğunu kaybetmiş. Yöresinin dışında ezgiler çalıp söylüyor. Neden kendi bölgenizden çalmıyorsunuz dediğimizde,“Başka yörelerin türküleri daha hoşuma gidiyor” cevabını verdi.
Çekimler yapıldı, sesler kaydedildi. Sıra üç telliyle ilgili teknik bilgilere gelmişti. Her iki kaynak kişinin de bu konuda yeteri kadar birikime sahip olmadığını gördük. Kendi gayretimizle üç tellinin boyunu, perdesini, eşik boylarını ölçtük. Düzenlerle ilgili bilgiler aldık. Üç tellinin düzeni (akordu) konusunda her iki kaynakta aynı bilgileri veriyor, dört düzen olduğunu söylüyorlardı.
1-Bağlama düzeni
2-Saz düzeni
3-Cura düzeni
4-Bozuk düzen
Yörede bütün üç telli çalanlar bu düzen sırasını takip ediyor. İcracılar önce üç telliye bağlama düzeni çekiyor, ağır bir zeybek, arkasına hareketli (Kendi tabirlerine göre kıvrak zeybek) daha sonra da Boğaz Havası çalıyorlar. Bu sıralama uygulanarak çalma işlemi sürdürülüyor, üç telli için sıraladığımız düzenleri de böylece kullanmış oluyorlar.
Derleme yaparken her iki kaynak kişiye neden üç telli çalmayı bıraktıklarını sorduk. “Toplumun taassubu, baskısı” diye cevap verdiler. Hatta kaynak kişilerimiz, bizler gittikten sonra köy halkı tarafından horlanacaklarını, arkalarından küfür bile edebileceklerini ifade ettiler. Bu düşünce bizi oldukça üzdü. Hele de Fransızların bölgeye gelerek çalgıyı incelemelerini, çalanları Paris’e kadar götürüp konser verdirmelerini, üç telliyle ilgili araştırma yapmalarını duyunca içim cızzz etti.
Ben kılavuzumuz İlhan Beyi bir kez daha takdir ettim. Toplumumuzun eğitimsizliğinden kültür değerlerimizin nasıl tahrip olduğunu görmenin verdiği iç burkulmasıyla da derin bir of çektim. Oflarım ahlarıma karışmıştı. Derken sofra kuruldu. Doğrusu acıkmıştık. Bağdaş kurup sofraya oturduk. Önümüze ıspanak böreğine benzer hamur işi bir yiyecek kondu. Sordum. “Katmar[1]” dediler, katmar ağır misafirlere ikram edilirmiş. Sıcak hamur, midemize taş gibi oturdu.
Esenler köyündeki üç telliyle ilgili çalışmalar bitti. Karaçulha kasabasında derleme yapmak üzere köyden ayrıldık.
Fethiye şehir merkezine döndüğümüzde Karaçulha’daki kaynak kişilerin akşam hazır olacağını öğrendik. Ali Kıvrak kaynak kişimiz. Ondan derleme yapmak için akşamın olması gerekiyor. Fethiye’de çalışan Ramazan Kıvrak adı geçen kaynak kişinin oğlu, akşam Karaçulha’ya bizi o götürecek. Program düşündüğümüz gibi gerçekleşti. Akşam saat 19 00 sularında Karaçulha’ya Ramazan Kıvrak’ın evine konuk olduk. Ramazan Kıvrak babasını kendi evine getirdi. Konuk olduğumuz ev hayli soğuk. İçi ise şehirle köy arası tefriş edilmiş.
Kaynak kişimiz Ali Kıvrak daha önce pehlivanlık yapmış, başı bağlı, hâlâ konup göçen bir Türkmen kocası. Ali Amca bir hayli yaşlı, hoş sohbet, kesin cevaplı uzun müddet üç telliyi eline almamış, geleneklerine bağlı biri. İlgi göstermemizden çok hoşnut…
Çekimle ilgili araç gereçler hazırlandı. Ali Kıvrak’la çalışmaya başladık. O çaldı biz dinledik, biz sorduk o cevapladı. Sohbet esnasında Ali Amcanın güzel zeybek oynadığını da tespit ettik. Ertesi gün öğleden önce tekrar çalışmak üzere Karaçulha’dan ayrıldık. Fethiye’ye döndüğümüzde vakit bir hayli ilerlemişti. Yemek yiyip yattık.
29.2.1996 tarihinde Karaçulha’da Ramazan Kıvrak’ın evine ulaştığımızda saatler 11. 00 gösteriyordu. Ahmet Çakır Ali Kıvrak’la yörenin geleneksek oyunlarını üzerine konuşacak. Aynı kasabadan Basri Çelik çalacak, Ali Kıvrak da zeybek oynayacak. Çalışma düşündüğümüz gibi gerçekleşti. Ahmet Çakır Ali Kıvrak’tan yöre oyunlarıyla ilgili bilgiler aldı, oyunların da çekimi yapıldı. Ali Amca yaşlı, üstelik de kalp hastası olmasına rağmen zeybek oynarken adeta bir kartal gibiydi.
Ali Amcanın oğlu Ramazan Kıvrak da bölge kültürüne gönül veren, araştıran, Yörük ve yöre kültürüyle ilgili kitap hazırlığı olan biri… Kendisi Yörük olduğu için o kültürü özümsemiş, mümkün olduğu kadar da yaparak yaşatmaya çalışıyor. Ben onun bu gönüldenliğini görünce bir de radyo programı yapmayı düşündüm. Gerçekten de istediğim gibi oldu, Ramazan ve Ali Kıvrak’la Yörük kültürü üstüne nefis bir de radyo programı yaptım. Programdan sonra vedalaşarak ayrıldık.
Kılavuzumuz İlhan Bey araştırma yapacağımız köylerin merkeze hayli uzak olduğunu söylüyor. Şoförümüz ise uzak yolu yakın etmenin çabası içinde kıvranıp duruyor. Teybine yeni bir kaset koyarak dehledi arabayı. Kaş yolu üzerindeki Gebeler köyüne geldiğimizde iyice acıktık. Bunu hisseden İlhan Bey yemek molası diyerek arabayı durdurdu. Eliniz artığı güzel bir yemek yedik. Zil çalan midemiz balıkla müşerref olmanın mutluluğunu yaşadı, biz de deniz sahilinde olduğumuzu hissettik.
Gebeler köyünde İlhan Bey çalışma yapacağımız kişiye haber saldı. Gelen habere göre aradığımız kaynak kişi hastaymış. Elbette hasta olan kişiye “Haydi al üç telliyi eline, biz bunun için ta… Ankara’lardan buraya kadar geldik” demek olmazdı. Biz de öyle yaptık. Bu arada yemekler yendi çaylar içildi. Masamız dışarıda olduğundan ellerimiz buz gibi oldu. Üşüdüğümüzü hissettik. Üşümemiz çabuk kalkmamıza vesile oldu. Ellerimizi ovarak minibüse yerleştik. Kadro tamam. Arsa köyüne gidiyoruz. Dik ve uzun rampalardan sonra ancak köye ulaşabildik. Başı karlı kara dağlara yaklaştığımızı, hava basıncının artığını, tırmandığımız rampalardan tahmin edebiliyorduk. Hava bir hayli sertti. Konuk olduğumuz evde gürül gürül yanan bir soba karşıladı bizleri. Hafif kızarıklığıyla canımıza can kattı. Belimiz ısındı. Çaylar geldi. İçimiz ısındı.
Evine konuk olduğumuz Mustafa Amcanın adını daha önce öğrenmiştik. Ahmet Çakır araştırma raporuna geçeceği için sohbetin bir yerinde Mustafa Amcaya soyadını sordu. O da “Pallavuş” dedi. Ahmet Çakır da benim gibi böyle enteresan soy adlara meraklı olduğundan hemen anlamını sordu. Adamcağıza daha önce de çok sorulmuş olmalı ki, soyadıyla ilgili küçük bir anısını nakletti.
Mustafa Amcaya mahkemede hâkim adını soyadını sorar. Oda “Mustafa Pallavuş” der. Soy ad hâkimin dikkatini çektiğinden bizim gibi o da anlamını sorar. Mustafa Amca “Hâkim Bey ben mahkemeye mi geldim, yoksa soyadımın anlamını açıklamaya mı” cevabını verir.
Böyle güzelliklerle zaman su gibi akıyor. Şoförümüz de tabiri caizse pirelenip duruyor. Zira geldiğimiz yol hem kötü, hem de oldukça dik. Yolun iyi olmayışı kaptanımızı endişelendirmiş olacak ki “kalkalım” deyip duruyor. Herkes aynı kanaatte olduğu için kaptanın fikrine riayet edildi. Hane halkıyla vedalaşarak Fethiye’ye hareket ettik. Konukevine geldiğimizde yolun ve o dik rampaların bizleri hayli yorduğunu hissettik.
Ertesi günü (Tarih 1. 3. 1996) Fethiye’ye yine yağmurlu. Yağmur denizi ekmek gibi suluyor. Deniz ihtişamlı ve hırslı. Şemsiyemiz olmadığı halde yine aheste aheste çorba içmeye gittik.
Misafirhaneye döndüğümüzde İlhan Bey tam tekmil hazırlanmış bizi bekliyor. Araç ve gereçlerimizi arabaya yerleştirdikten sonra hareket ettik. Bu gün de Fethiye’nin gün doğu tarafına doğru gideceğiz. Antalya-Kaş yolu kavşağına varmadan arabamız dağ yoluna saptı. Yolu asfalt olmasına rağmen bir hayli bozuk. Şoförümüz kasislere düşmemek için sağa sola bükülmeler yaparak ustalığını gösteriyor, mümkün olduğu kadar da arabayı incitmiyor. Böyle bir hayli yol gittikten sonra Bozyer köyüne ulaştık. Arabamız yol kenarında yeni yapılmış bir evin dibinde durdu. Kaynak kişinin evi olmalı diye düşündük. Düşündüğümüz yanlış değilmiş.
Arabadan inerek bahçe kapısından içeri daldık. Sesimizi duyan Eyüp Amca bizleri kapıda karşıladı. Hoşbeş ettik. Meramımızı anlattık. Amacımızı öğrenen Eyüp Amca dağlara bakarak şiirler söylemeye başladı. Bolulu rahmetli Düldül Mevlit geldi aklıma. Fakat Düldül Mevlit kadar güçlü değil. Üstelik de konuşmayı çok seviyor. İyi bir satıcı, çeşitli otlardan ilaç yapıp satıyormuş. Reklâmını çok güzel yapıyor.
İzin isteyerek evden üç telli curasını getirdi. Curayı tezeneyle çalıyor. Adamı dinledikçe ağustos böceğini hatırladım. Keçiboynuzu yemek geldi aklıma. Evi yeni yaptırmış. Zannediyorum müsait olmadığı için içeriye davet etmedi. Kapı eşiğinde onca adamı ayakta bekletti. O söyledi biz dinledik. Fakat kayda değer bir tespit yapamadık. Adam boştu. Buna rağmen yarın Fethiye Kültür Merkezine gelmesi için kavilleştik. Sonra da Bozyer köyünden ayrıldık. (Ama maalesef yarım âşığımız ertesi gün verdiği sözü yerine getirmedi.)
Gideceğimiz köy üç telliyle ilgili yapacağımız çalışmaların son durağıydı. Kısa yolculuktan sonra köye ulaştık. Denizle dağın birleştiği seracılığın bol olduğu bir köydü burası. Köy kahvesine oturduk. Hoşbeşten sonra çaylar yudumlandı. İkinci çayların içilmesinden sonra yeniden yolumuza revan olduk. Çalışma yapacağımız köy Akdere idi. Arabamız dağa doğru tırmanmaya başladı. Uzun sürmeyen yolculuk bizi kaynak kişi Hasan Bülbül’ün evine ulaştırdı. Ev: Şehrin tüm nimetlerine sahip, Batı Toroslar’ın tepesinde, denizi çamların arasından seyrediyor. Çevresi makilerle kaplı. Pürenler, kekikler, yavşanlar sanki bizi selamlıyor. Konuk olduğumuz evin yanında yöresinde başka ev yok. Konuksever hane halkı reisi Hasan Bülbül oğlağa çaldı bıçağı. Kanı, ayaklarımızın dibine akıttı.
Saç kavurması, şiş kebap derken yeme işi bitmiş, sıra derleme çalışmalarına gelmişti. Hasan Bülbül üç telliyi, oğlu da kısasaplı bağlamayı aldı. Baba oğul koşuldular yöre türkülerini söylemeye. Baba susuyor oğlu söylüyor, oğlu susuyor baba söylüyor. Tarifi imkânsız bir beraberlik, onlar çaldı biz kayda geçtik. Baba oğul bize güzel bir çalışma, eşsiz misafirperverlik örneği yaşattı. Her beraberlik gibi bizimkinin de sonu ayrılıktı. Öyle oldu gerçekten. İstemeyerek Karadere’den ayrılarak Fethiye’ye hareket ettik. Verimli bir çalışma yapmanın mutluluğu gözlerimizden okunuyordu. Yol boyu yarınki çalışmaların tahmini plânı yapıldı. Plâna göre Fethiye ve civarında üç telliyi en güzel çalan, ayrıca bağlama tamir eden, yapan, Ramazan Güngör (Topal Ramazan) dinlenecek.
Aslında Kültür Bakanlığı Ramazan Güngör’le ilgili birkaç çalışma yapmış, Ramazan Güngör ve Kopuzu adlı bir de kitap yayınlamış. Ben de yayınlanan bu kitabı zaman zaman inceleme fırsatı bulmuş, verilen bilgilerde bazı tezatlar tespit etmiştim. Benim ve arkadaşlarımın tespit ettiği tezatları yenmek, kafamıza takılan sorulara daha iyi cevap bulmak için Ramazan Güngör’ü bir kez daha dinlemenin yararlı olacağı kanaatindeydik. İşte bu düşünce ile Fethiye’deki konukevine ulaştık. Akşam haberlerinin bitiminde de istirahata çekildik.
Ertesi gün düşündüğümüzü aynen uyguladık. Ramazan Güngör’ü konuk olduğumuz misafirhaneye getirerek çalışmaya başladık. Ramazan Göngör üç telliyi gerçekten güzel çalıyor. Delikanlılık döneminde ağaçtan düştüğü için her iki bacağı kırık. Zor yürüyor. Mağdur oluşu çalma işini de zaman zaman güçleştiriyor.
Biz sorduk o cevapladı. Üç telliye kopuz demesi dikkatimizden kaçmadı. Zira bölgede 5 kaynak kişi dinledik hiçbirisi kopuz demedi. Ramazan Ustaya bu saza kopuz dendiğini kimden öğrendin dediğimde, Orta Asya’da da bu saza kopuz denildiğini söyledi. Bence kopuz demekle bağlamanın atasından söz ediyordu. Ayrıca yörede “Bağlamam var üç telli” diye türkü yakılması Ramazan Ustanın kopuz demesini doğrulamıyordu. Eğer ustanın dediği doğru olsaydı yöre insanı “Kopuzum var üç telli” diye türkü yakardı. Ramazan Usta kopuz adını sanırım Fethiye dışında duyduğu bilgilere dayanarak söylüyor. Biraz da çok bildiğini vurgulamak için olmalı.
Sonra akort konusuyla ilgili de tezatları var. Bölgedeki kaynak kişilerin hepsi dört temel akort olduğunu söylüyor. Ramazan Güngör ise üç tellide yedi akort sayıyor. “Şelpe” tabirini kullanıyor. Hâlbuki yöre insanı ve kaynak kişiler “şelpe” ve “kopuz” sözcüklerini ilk defa duyduklarını söylüyorlar. Kültür Bakanlığı Ankara Devlet Türk Halk Müziği Korosu saz sanatçılarından (Bu konuyla ve de Orta Asya Türk çalgılarıyla ilgili araştırması olan) İrfan Gürdal da “şelpe” tabirinin Türkiye’de yanlış kullanıldığını ifade ediyor. Elle, parmakla çalma denmesinin doğru olacağını, “şelpe” nin elle çalma tekniği içinde ayrı bir bölüm, ayrı bir tavır olduğunu kendisiyle yaptığım bir radyo programında söylemişti. Sn. Gürdal’ın açıklaması da bizim Fethiye’deki kaynak kişilerden tespitlerimizi doğrular mahiyette idi. Sonuç olarak Fethiye ve yöresinde kullanılan ve de nesli tükenen bu küçük sazın adı üç telli, dört akordu var, çalış sistemine elle çalma veya tarama deniliyor.
Ramazan Güngör’den sonra Fethiye de dinlediğimiz kaynak kişi Denizli’nin Çameli ilçesinden, bizim için özel olarak gelen Sazcı Koca Usta idi. Koca Ustanın esas adı Hayri Dev. “Dev” de “Pallavuş” gibi ilk defa duyduğumuz bir soy ad.
Hayri Dev gerçekten dev gibi, üç tellisini çalarken arada bir dinleyenlere; “Nasıl iyi çalıyorum değil mi” der gibi bakıyor. Bıyık altından gülüyor. Şahsına münhasır, saf, temiz bir Türkmen kocası. Hayvancılık yapıyor. Daha çok küçükbaş hayvan yetiştiriyor. Bir de saz atölyesi var. Orada da sipsi ve bağlama yapıp satıyor. Hayri Dev’in çalıp söylediği ezgiler de çok enteresan. Okuduğu kaba ardıç çeşitlemesinin “O katmarı kınalı ellerinle mi yedin” dediği bölümdeki “ye” sesindeki keçi gibi melemesini hissetmemek elde değil. Türküsünü söylerken, bölgede keçilere nasıl hitap edilirse o şekilde kendine özgü birtakım sesler çıkararak türküyü icra ediyor.
Hayri Dev’in tespit ettiğimiz özellikleri, sevimliliği çok hoşumuza gitti. Ama ne yazık ki Fransız müzikologlar bizden daha önce tespit etmişler, üç defa ülkelerine konser verdirtmek üzere çağırmışlar. Hatta şu an adını hatırlayamadığım bir Fransız her sene Hayri Dev’den ders almak üzere Fethiye’ye, Çameli’ne kadar geliyormuş. (Fransız’la Hayri Dev’in yerel Fethiye Televizyonunda birlikte yaptıkları program kaseti kültürümüz açısından ibret verici.)
Vay dünya vay! Yeri gelince Allah’ın gâvuru diyerek hakir görür, yereriz adamları. Ama onların kilometrelerce uzaktan gelerek yaptığını biz burnumuzun dibindeyken yapamıyoruz. Gâvurluk bu ise bazen insanın gavur olası geliyor.
İşte bu duygularla Fethiye araştırmalarımızı tamamladık. Muğla – Yatağan’da çalışmalar yapmak üzere 3. 3. 1996 sabahı Fethiye’den ayrıldık. Biz ayrılırken yine deniz haşmetli, yağmur ise denizi dövmeye devam ediyordu.
Yağmur yağa yağa Gökova’ya ulaştık. Gökova körfezinde, Orman İşletmesi Tesislerinde denize nazır içtiğimiz kahveleri kim görse kıskanırdı. Doğrusu o körfez kıskanılacak güzelliklere sahip. Hele de yağmur yağarken.
Denize elveda diyerek Gökova’dan ayrıldık. Gökova ile Muğla arası çok yakın olduğundan kısa zamanda Muğla’ya ulaştık. Yağmur aynı şiddetiyle yağıyordu. Kültür Müdürlüğüne konuk olduk. Hoşbeşten sonra Muğla Üniversitesinde asistan Ali Abbas Çınar dostumuz geldi. Urfa Sofrasına götürdü. Otantik yemekler yedik. Karnımız doydu. İstemeyerek Muğla’dan ayrıldık.
Yatağan’a vardığımızda yatsı ezanı okunuyordu. Öğrencim Mahide Uslu ve eşinin vasıtasıyla TEK işletmelerinin misafirhanesine yerleştik. Yerimiz oldukça güzel. Dostlarımızın o akşam Kömür İşletmelerinde bizler için düzenlediği yemek daha da güzel. İşte ilk gecede Yatağan’a böyle merhaba dedik. Sabah ise doğru Bodrum, tarih 4. 3. 1996.
Bodrum’un eski adı Halikarnas. Tabiat olarak eşsiz güzelliklere sahip… Fakat yeni yapılanma bu güzelliği tarumar etmiş. Her taraf taş ve beton yığını. Osman Çevik bu haliyle Bodrum’u asri mezarlığa benzetiyor. Dağla denizin birleştiği yerlere yapılan siteler ise siyaha vurulmuş beyaz yamalık gibi.
Bodrum’da Rasim Eriş’e konuk olduk. Rasim Eriş Beko Yetkili Servisi. Bodrum Türkülerini de en iyi bilen icra eden kişi. Halkoyunları sevdalısı birinin evine giderek Rasim Eriş’le Bodrum ve çevresi türküleriyle ilgili sohbet ettik. Hâsılı alacağımızı almış diyeceğimizi demiştik. Artık bizi Yatağan’a dönmek paklardı.
Yatağan’daki konukevine ulaştığımızda hava kararmıştı. Eşyaları odalarımıza yerleştirdik. Yorulmuştuk da. Yemek yiyip yatmak geçiyordu içimizden. Fakat Mustafa ve Mahide Uslu çifti bırakmadı. Israrlarından evlerinde yoğun hazırlık yaptıkları anlaşılıyordu. Bizi evlerinde ağırladılar. Yorgunluğumuz dostların tatlı dilleriyle, ikramlarıyla neşeye dönüştü. Özel yapılan yemekler, patlatılan mısırlar yorgunluk bırakmadı. Gecenin ilerleyen dakikalarında sohbet iyice koyulaşmıştı. Gönlümüz bu güzel insanlardan ayrılmak istemiyordu. Ama ertesi gün yolcuyduk. Hane halkı bu düşüncemizi anlayışla karşıladı. İzin isteyerek ayrıldık.
Misafirhaneye döndüğümüzde vakit hayli ilerlemişti. Yatmadan önce gitme hazırlıkları yapıldı. Ankara’ya dönme heyecanı da başladı. Fakat daha Yatağan’lı Mahalli Sanatçı Mehmet Topçu’yu dinleyeceğiz. Kavlimiz öyle. Düşüncemiz 5 Mart 1996 tarihi sabahı gerçekleşti. Erken olmasına rağmen Mehmet Topçu sözünde durdu, dediği saatte de kaldığımız konukevine geldi. Vakit kaybetmeden çalışmaya başladık. Mehmet Topçu bölge türkülerini iyi bilen, okuyan, sesi güzel, iki kaset çalışması olan, devlet kapısında çalışan bir mahalli sanatçı. Bize derlenmedik Muğla ve Yatağan yöresine ait iki kına havası, dörtte ağıt karakterinde türkü okudu. Kına havalarının birinde Trakya türkülerinin kokusu vardı.
Derlediğimiz ve duyduğumuz bölge türkülerinde genelde ölüm teması çokça işlenmiş. Aşk, sevgi ve gurbet üstüne yakılmış türküler ise azınlıkta. Mehmet Topçu’ya sebebini sorduk. Topçu: “Diğer yörelerde olduğu gibi buralarda gurbetçilik yok, insanlarımız sadece askerlikte gurbeti yaşıyor. Âşıklık geleneği de yok. Bir de bölgenin ekonomik durumu çok iyi. Bu sebeplerden olsa gerek” cevabını verdi. İşin doğrusu da buydu. Mehmet Topçu’nun okuduğu “Bodrum Hâkimi türküsü” intihar eden bayan bir hâkimin üstüne yakılmış. “Alişar’ın ortasında vurdular beni, Alı da verin benim barutumu saçmamı, Adem Gardaş, Ormancı” türküleri ise kavga sonucu ölenler için yakılanlara güzel birer örnekti. Bu örnekler bizim bölge türküleriyle ilgili analizimizi, hem de Mehmet Topçu’nun dediklerini doğruluyordu. Mehmet Topçu ile Yatağan, Fethiye, Muğla, Bodrum araştırmasını tamamlayarak Ankara’ya hareket ettik.
Yolda bir karamsarlık çöktü üstüme. Üç telli çalanın tükendiğini, Hayri Dev’i Fransızların konser verdirmek için ülkelerine götürdüklerini düşündüm. Fransız okullarında konser verdirerek, ondaki çoksesliliği tanıttıklarını, 73 yaşındaki Ramazan Güngör’ün bir ayağının çukurda olduğunu, onunla kültür değerlerimizin mezara gömüleceğinin acısını yaşadım. Batının, şalvarlı, şapkalı, müzik kültüründen yoksun olan Hayri Dev’e verdiği değeri, Türkiye’de kültürle ilgilenen yetkililerin bu değerlerden haberdar olmadan bale orkestra dediği aklıma geldi. Ahım o fa karıştı. Ben of çekmeyim de kim of çeksin diye kendi kendime kahrettim. Hâsılı yok olan, nesli tükenen üç telli sazımız. Batının göklere çıkardığı üç telli sazımız. Fransız’ların kilometrelerce öteden gelerek öğrendiği sazımız. Ne zaman Kültür Bakanlarımız tarafından bilinecek. Fransa devletinin çağırdığı Hayri Dev’i ne zaman Ankara’ya çağırarak konser verdirecek. Böyle bir kültür bakanı çıkacak mı? Benim üç telli bir sazım vardı, onun için “Bağlamam var üç telli” türküsü yakılmış. Hele araştırın. “Bu türkü niye yakılmış acaba,” diyen bir devlet büyüğü, bir bürokrat çıkacak mı? İşte bu duygular içinde Ankara’ya ulaştık. Tarih 5 Mart 1996, saat 20 30. Verimli bir araştırmanın yorgunluğu koncolus (Congolos[2]) gibi çöktü üstümüze… Evlere dar attık kendimizi.
Ben hâlâ Mehmet Topçu’yu, Ramazan Usta’yı, Denizli’nin Çameli ilçesinden gelen Hayri Dev’i düşünüyordum. Sesleri kulaklarımda çınlıyordu. Kılavuzumuz İlhan Kurt’tun bölge kültürü için çırpınışı gözümün önüne geldikçe Kültür Bakanlığındaki kültürsüz insanları düşünüyor biraz daha kahroluyordum.
İşte onun için of…
Hem de yeğmil kıyamete kadar of…
Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı…
FUZULİ
Dipnotlar
[1]Katmar bölgede yetişen otlarla yapılan ıspanak böreğine benzer bir yiyecek türü. Saçta yapılan Ankara gözlemesi gibi.
[2] Koncolos: (Congolos) İç Anadolu’nun, Çukurova’nın kırsal kesimlerinde, kışın soğuk günlerde eve girdiğine inanılan cadı.