Balaban ve Nazım Hikmet; Bir Kitap, Bir Davetiye |
Yakın zamanda Seçköylü ressam İbrahim Balaban’ı kaybettik. Bir gün sahafları dolaşırken bir kitap gözüme çarptı, “Balaban, Şair Baba ve Damdakiler”, içini karıştırınca oğullarının H. Nazım ve Hikmet Balaban sünnet davetiyesi çıktı.
Ressam Balaban’ı kaybedeli daha bir ay olmamıştı. “Bu konuda yazmam gerekiyor” dedim kendi kendime.” Ve yazmaya başladım.
İnternette kim olduğunu araştırırsanız kendisiyle ilgili şu bilgileri okursunuz;
“Türk resim sanatının yaşayan büyük ustası, efsanesi İbrahim Balaban,1921’de Bursa Seçköy’de doğdu. Köyün 3 yıllık okulunda eğitim gördü. 1937 yılında, henüz 16 yaşındayken cezaevine girdi. 6 ay hapis ve para cezasına çarptırılan Balaban, para cezasını ödeyemeyince 3 yıl cezaevinde kaldı. Burada tanıştığı ve çırağı olduğu, “Şair Baba” diye hitap ettiği Nazım Hikmet’in desteğiyle resim yeteneğini geliştirdi. Balaban, Bursa Cezaevi’nden 1950 affıyla çıktı. 1953’te ilk sergisini açtı.
1961’de resimlerinden dolayı 6 ay tutuklu kaldı. 1969’da Adana Halkevi’ndeki sergisi, bağnaz bir grup tarafından basılarak resimleri parçalandı. Balaban, 2 binden fazla yağlı boya tablo yaptı, 50’den çok sergi açtı, 12 kitabı yayınlandı, 8 Haziran 2019’da öldü ve Seçköy’e defnedildi”.
1961 yılında Bursa’nın sinema kralı Doktor Tarık Segban, Türkiye’nin en modern sinemalarından birisini açtı. Kasiyer ve yer göstericiler kadındır. Bu büyük yenilikti. Tarık Segban, bununla yetinmez. Balaban’ı bulur ve sinemanın duvarlarına resimler yaptırır. 11 Ocak 1961’de açılan sinema 1983 yılında kapanır. Açılışı Bursa’nın Vali ve Belediye Başkanı emekli Korgeneral Daniyal Yurdatapan tarafından açılır.
Dilek Sineması’nın fuayesi, koltukları çok rahattı. Sinemanın girişinde yakında oynayacak filmlerin afişleri ve bu filmlerden bazı sahnelerin resimleri yer alıyordu.
Dilek Sineması’nın gişesindeki döner tablaya parayı koyardınız, gişeci tablayı çevirir para ona gider biletler size gelirdi. Kapıda biletin yarısı koparılır sonra sinema salonunun girişinde yer gösterici elinde feneriyle sizi karşılar ve feneriyle size yerinizi gösterirdi.
Kültürel olarak farklı bir insan olan Tarık Segman, ressam Balaban’a açtığı sinemanın duvarlarına resim yaptırmıştır. Resimleri gören nazı muhbir vatandaşlar ressamı ihbar ederler. Sıkıyönetim sürmektedir. Ressam yakalanır ve hemen mahkemeye sevk edilir. Suçu; “Komünizm propagandası yapmak”tır. Ressam tutuklanır. Tutuklanma haberi ulusal gazetelerde küçük bir yer kaplar.
Gelelim Balabanın ressam oluşunun öyküsüne:
Günlerden bir gün yabancı radyolardan birisinin programında suçsuz yere tutuklanan bir insanı anlatıyordu.
Radyoyu dinleyenlerden birisi de Seçköy’lü Niyazi’dir. Anlatılanın İbrahim Ali olduğunu fark eder. O sırada İbrahim Ali gözaltındadır. İmralı’daki arkadaşlarıyla beraber bir aydır nezarettedir. Akrabaları, seveni, sevmeyeni ertesi gün radyonun başında pür dikkat yayın saatini beklerler. Öyle ya, Seçköy nere, orası nere.
Radyo açılır, spiker; “Sayın dinleyiciler! Şimdi şair baba size İbrahim Ali için yazdığı yazıyı okuyacaktır.
…İşte sürülen toprak,
İşte insan,
Dağın, taşın, kurdun kuşun efendisi
İşte çarıkları, işte poturunda yamalar
İşte karasaban
İşte sağrılarında, kederli, korkunç oyuklarıyla öküzleri,
On yıl mapusta yattı ama kaybetmedi umudunu Balaban
İşte Seçköyünden Ali’nin kızı geliyor al taylarıyla tarlaya”
(Şair Nazım Hikmet’in Balaban’ın Bahar Tablosu Üstüne şiirinden)
…
Öykümüz Seçköy’lü İbrahim Ali ve arkadaşlarıyla “Ayıngacı”lık yaparken (tütün kaçakçılığı) yakalanmasıyla başlar, dört Seçköy’lü tutuklanır.
İbrahim Ali yaşı genç olduğu için 6 ay ceza alır. Alır almasına ama sanıklara 16 bin lira da para cezası verilmiştir. Yoksulluktan tütün kaçakçılığına başlayanlarda para nerde? Para ödenmeyince de üçer yıl hapis eklenir cezaya. Yetenekli bir insandır İbrahim Ali, kısa sürede hapishanede değişik meslekler öğrenir.
Sonra yolu “Şair Baba”yla kesişir. Şair Baba Bursa’ya nakledilmiştir.
Burada kendi şiirlerini ve Maksim Gorki’yi okuduğu için beş yıl hüküm giymiş, hapis yattığı Kayseri’den Bursa Cezaevi’ne gönderilmiş Reşat Kemal yatmaktadır. Kemal, okumuş olduğu için hapishane kaleminde çalışmakta, bir yandan da şiir yazmaktadır.
Yıllar sonra Orhan Kemal, “Nazım Hikmet’le Üç Buçuk Yıl” adlı kitabında şunları yazar; “1940 yılının kışı bir sabah kâtip, ‘Ooo, gözün aydın, üstadın geliyor’ der. Kemal, ‘Benim üstadım yok ki’ der. Kâtip, ‘Canım, Nazım Hikmet işte…Senin de üstadın sayılır’.
Nazım Hikmet 5 Aralık 1940’da Çankırı Cezaevi’ne gelir. Burada 9,5 ay yatar. Burada doktor rapor alır, “Romatizma ağrıları yüzünden kaplıcalı bir yerde cezasını çekmelidir”. Çankırı Cezaevi’nden Bursa’ya getirilir.
Nazım, Bursa mahpusunun yabancısı değildir. 1933-34 yılları arasında da yaklaşık iki yıl Bursa cezaevinde yatmıştır.
Bursa’ya gelişinin ertesi günü Kemal Tahir’e bir mektup yazar. Mektubunda, “Sana burasını birçok defa anlatmıştım, tayyare biçimi bir bina, benim oda kuyrukta, üçüncü katta, sol tarafta. Oradaki odadan küçük. İçinde iki kişi yatıyoruz. Oda arkadaşımız adı Kemal. … Şiire meraklı, heyecanlı (Ayşegül Parlayan, Bir Yolcunun Ayak İzi)
Şair Baba, burada da çok faaldir. Koğuş arkadaşı Reşat Kemali’ye şiiri bıraktırır, düz yazıya yönlendirir. Sonra edebiyatımızda bir “Orhan Kemal” doğar. O da Kemal Tahir’le mektuplaşır. Orhan Kemal ve şair Baba arasında yaş farkı 12’dir.
Şair Baba, yani Nazım Hikmet bir yandan da geçinmek için dokumacılık yapmaktadır. Ailesini geçindirmek ve arkadaşlarına maddi yardımda bulunmak ister. Üstelik bu faaliyetiyle Bursa’ya çıkmakta ve esnafla görüşmektedir. Nazım, boş zamanlarında resim yapmaktadır. Bazen mahkûmlarında resimlerini yapmaktadır.
Resim yapmaya merak saran İbrahim Ali, Şair Baba’yı izler ve resim yapmaya başlar. Kütüphaneden ressamlar üzerine kitaplar alır, bilmediği kelimeler için de bir sözlük. İbrahim Ali kısa sürede kendini yetiştirir, daha sonra Şair Baba tüm boya takımlarını ona verir.
Hapiste yatarken İbrahim Ali’nin babası kahvede sırtından vurulur. İbrahim Ali bunalımdadır. Şair Baba on şu öğüdü verir, “Kimseyi vurmayacaksın, kavganı resimlerinle yap, babanın vurulmasını tabloya yansıt, adına da ‘CİNAYET’ koy”.
Balaban, başını beladan kurtaramaz. Köyde yine birini vurur ve bu yüzden on yıl hapis alır. Bursa’da mahpus damında cezasını çekerken İmralı adası çıkar genç ressamın bahtına. İki yıl hapis yatmıştır. İmralı adasına giderse kalan ceza dört yıla düşecektir. Şair Baba gitmesini ister. İbrahim Ali’ye ustasından ayrılmak zor gelse de sonunda ustasını dinler ve adaya gider.
Şair Baba gidenlerin ardından şu şiirleri yazar;
“…Dışarda soğuk ve cam gibi gecenin altında
Tüyleri diken diken, kaskatı bozkır…
İçerde hapishane uykusundadır…
İçerde yalnız dört kişi uyanık
Nöbet yerinde gardiyan
(taşlığa ateş yakmış ısınmakta)
Ve radyo başında Halil,
Köylü ressam Ali, Bethoven Hasan,
Sesi kısmışlar…”
……
Bethoven Hasan sordu Halil’e
“Hocam bu ne güzel şey, Bethoven değil mi?”
Radyoyu saygı ile kapattı Halil
“Hayır”
Güldü köylü ressam Ali
“Sende bir Bethoven bellemişsin be Hasan,
her alafranga şarkıyı onun sanırsın…
Bunu Moskova’dan çaldılar,
herhal köylünün biri düzenlemiş olacak.
Gazetelerde okudum:
Ora da generaller bile köylüden amele filanmış…
Gazete sanki alay ederek
Yenilecekler demek ister…
Yenilmeyecekler ama,
Değil mi generaller köylüden.
Biz köylüler plancı kurnaz milletizdir,
Dağ dayanmaz karşımızda…”
Biraz öfke, biraz alayla konuştu Bethoven Hasan
“Dağı mağı geç
Sana model dayanmıyor…”
Köylü Ali yirmibirinde vardı
…..
Ali’nin yüzü kâğıt gibi beyaz,
Gözleri bir boğanın altın gözleri,
Ve dudakları kalem kırmızı…
Ali diplomalıydı üç sınıflı köy okulundan.
İki ay önce başladı yağlı boya resme.
Halil’i birgün resim yaparken gördü
Uzun parmaklarını ilk önce çekinerek
Sonra cesaretle tuvale sürdü
Sonra sıcak soluğu ayrılmadı
İki gün Halil’in ensesinden
Sonra Yağlı boya istedi Halil’den
Ve bir tahtanın üstüne kendi resmini yaptı
Aynaya bakarak
İnanılmaz şeydi eser…
Bursa’ya yeni bir savcı, İzzet Akçal gelir ve geldiği gibi İbrahim Ali’nin yüzünü güldürür. İzzet Akçal, İbrahim Ali’nin adada serbestçe gezmesine, istediğiyle konuşmasına izin verdiği gibi, hapishane müdürüne; “istediği kadar boya ve tuval alacaksın, istediği gibi resim yapacak. Bir daha gelişimde göreceğim…”, hapishane müdürüyle beraber adayı ve hücreleri gezer. Hücrede tutulan İbrahim Ali’yi serbest bıraktırır.
İzzet Akçal İbrahim Ali’nin resim yeteneğini fark eder ve resim yapmasını kolaylaştıracak koğuşçulukla görevlendirir. İbrahim Ali buradaki kütüphaneden çok faydalanır. Ressamların resim albümlerini inceler, bilmediği terimleri öğrenir.
Bu güzel günler infazının bitimine iki ay kalaya kadar sürer.
İzzet Bey, adadan başka yere tayin olur. Bu güzel günler yeni bir müdürün gelmesiyle sona erer. Müdür, İbrahim Ali ve arkadaşlarını sorguya çeker. İbrahim Ali’nin suçu “vatan haini” olmaktır. Arkadaşları kalır, infazına iki ay kalmıştır ama Bursa cezaevine sürülür, hücreye atılır.
…..
Şair Baba, Balaban’ın “Harman” tablosu üzerine şunları yazar;
“Seç Köyünden Feyzioğlu Ali’nin kızı
Harman yerinden su döküyor dombaylara,
Dombaylar kızgın tuğladan
Dombaylar kırmızı kara
Ben de dombaylar gibi
Eydim kafamı toprağa
Su dök
Serinleyeyim”
*
“Mapushane kapısı” tablosu üzerine şiiri;
“Altı kadın vardı demir kapının önünde,
Beşi toprağa oturmuş ayakta biri.
Dokuz çocuk vardı demir kapının önünde,
Besbelli henüz öğrenmemişler gülmeyi.
Altı kadın vardı demir kapının önünde,
Ayakları sabırlı, ellerinde keder.
Dokuz çocuk vardı demir kapının önünde,
Cin gibi bakıyor kundaktakiler.
Altı kadın vardı demir kapının önünde,
Sımsıkı sarmışlar saçlarını.
Bir jandarma vardı demir kapının önünde
Ne dost ne düşman, nöbet uzun, hava sıcak.
Bir beygir vardı demir kapının önünde,
Biri kavuşturmuş avuçlarını.
Bir jandarma vardı demir kapının önünde
Ne dost ne düşman, nöbet uzun, hava sıcak.
Bir beygir vardı demir kapının önünde,
Burnu kara tüyü sarı.
Kamış sepetlerinde yeşilbiber vardı,
Torbalarında kömür, heybelerinde soğan sarımsak.
Altı kadın vardı demir kapının önünde,
Ve demir kapının ardında beş yüz erkek vardı efendim.
Beş yüz erkekten biri bendim ama,
Altı kadından biri sen değildin. (*)
Nazım Hikmet, Bursa Cezaevi’nde açlık grevine başladığında Balaban yanındadır. Açlık grevi uluslararası edebiyat camiasında da karşılık bulur. Türkiye üzerinde bir baskı kurulur. Ülke aydınları da af kampanyası açtılar
Sonunda af çıkar. Nazım Hikmet tahliye olur, ardından Balaban tahliye olur.
Balaban’ın oğlu Nazım’da ressam olur. Balaban, daha sonraki yıllarda resim öyküsünü şöyle anlatıyor”
“Resimlerimde tarla, bahçe, ekin, köy, köylü yoğundur… Nazım Hikmet, dostlarına yazdığı mektuplarda benden “Köylü Ressam” olarak bahsetti hep. Suçsuz yere cezaevinde yatarken, durmadan resim çiziyordum. Bir gün mahkûmlardan biri bana, hapishaneye bir ressamın geldiğini ve insanların yüzlerinin resimlerini çizdiğini söyledi. Beni ona götürmesini istedim. “Olmaz” dedi. Nedenini sorduğumda ise “Komünist” diye cevapladı. “Ne demek komünist?” diye sordum, yanıtını kendisi de bilmiyordu. Cezaevinde 700-800 kişi var. Bir tek kişi bile Nazım’ı sevmiyordu, hatta hepsi düşman olmuştu. Nazım Hikmet’in yazdığı şiirler dünyayı sallıyordu, hala öyle. Bundan korktular.
Ekmek paramı çıkarmak için cezaevinde berberlik yapıyordum. Bir gün otururken, Nazım Hikmet içeri girdi. Orada bulunanların hepsi ayağa kalktı. Ben de aynanın önünde oturuyordum. Benim yanıma gelip, “Merhaba İbrahim, senin resmini yapmak istiyorum” dedi. Sonrasında resim çalışmalarını birlikte hızlandırdık. O benim ustamdı. Bana boyalar, fırçalar verdi. Çok destekledi. O yıllarda kendisini ziyarete gelen önemli kişilere, resimlerimi gösterip, beni tanıtıyordu. Kemal Tahir’e yazdığı mektupta “Ben burada, içeride bir ressam Yunus Emre keşfettim. Köylü, köy mektebinde okumuş. Yaptığı resimleri görünce, milletimle bir kere daha övündüm” diyordu. Ayrıca bana sosyoloji, ekonomi politika ve felsefe konularında da bilgiler verdi, kültürle donattı. Gerçekten büyük adamdı. Adeta bir güneşti. Beni ışığıyla aydınlattı. Onun gibi insanlar dünyaya kolay kolay gelmez.’
Ben 18 yaşında kendisine çırak oldum. Ben ona neden gidiyorum; o da resim yapıyor, ben de. O da şiir yazıyor, ben de. Resim yapan, şiir yazan insan kötü olabilir mi hiç. Dünyanın en büyük adamı, dünyanın en büyük okullarında okumuş. Bense hiçbir okulda okumamışım. Aramızda 21 yaş fark var. Bendeki cesaret, ressam olduğumdandı.
Balaban, İmralı’dan Bursa’ya getirilirken adada çizdiği binlerce resim ve eskiz gözlerinin önünde denize atılır, ressam bir şey yapamaz. Bunu ömrü boyunca unutmaz ve kendisiyle yapılan söyleşilerde dile getirir, “Resimlerimi atarken beni de atabilirlerdi suya. Ama benim yaptığım resimlerin paralarını atmıyorlardı denize. Onu ceplerine atıyorlardı. Tablolarımı İzmir’e, İstanbul’a galerilere götürdüler… Tablolar satıldı. Fakat hesabıma yatmış olan on beş tablomun parasını ceplerine attılar. Çizdiğim yedi bin kara kalem desenimi de denize attılar. 1946-1947 yıllarında, kayığa bindirilip giderken, Marmara Denizi’nin en derin yerine bu resimleri yapan adamı da atabilirlerdi.
Alevilerin, Bektaşilerin dediği gibi; ‘Acıyı bal eyledik’. Dramın içinden ben öylesine çıktım ki, hatta bir arkadaş çok güzel yazdı; ‘Balaban resimleriyle ölüme karşı koydu’ dedi.
Benim yaptığım Şeyh Bedrettin, Nesimi, Hz. Ali’nin resimlerine komünist işi deyip saldırdılar. Halbuki o erenler, evliyalar olmasaydı, Osmanlı imparatorluğu ayakta durabilir miydi onca yıl?
Büyük oğlum Nazım, daha 5 yaşındayken başladı resim çizmeye. Şöyle çiz, böyle çiz demedim. Kendi tarzını oluşturdu. Hatta zaman zaman Hasan Nazım’ın resimlerinden ben de faydalandım. Ben dram biçiminde yapıyorum, o masal biçiminde. Onunkiler daha neşeli, coşkulu resimlerdir.
*
Balaban, İstanbul’a ustasını ziyarete gider. Bir ziyaretinde Nazım’ın sofrasında Muhsin Ertuğrul’da vardır. Balaban, 1951 yılı mart ayında Sivas 12.Tümen 36. Piyade Alayı’nda askerlik görevini ifa ederken Şair baba’dan bir mektup gelir, “SENİ HASRETLE ÖPERİM”, 17 Haziran’da ülkesini terk etmek isteyen Nazım Hikmet, gitmeden önce çırağına bir mektup ülkesinden yazmadan ayrılmamıştır.
*
Yeni Ant gazetesinde ressamla ilgili bir haber yer almaz ama 22Aralık 1959 tarihli Hakimiyet gazetesinde ressamla ilgili bir haber çıkar.
Balaban, Türk-Amerikan Derneği’nde bir resim sergisi açar. Gazetedeki haberde, ressamın Bursa’nın bir rozetini yapacağı haberi yer alır. Gazete, Balaban için, “Balaban iyi bir sanatkâr olduğunu Türk-Amerikan Kültür Derneğindeki teşhir ettiği resimlerile ispat etmiş bulunmaktadır” diye yazmıştır.
Balaban, sosyalizme olan inancını sürdürür. TİP-Türkiye İşçi Partisine üye olur. Ancak, Partini yöneten iki isim Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran, sol jargonda “Eski Tüfek” diye anılan sosyalistlere sıcak bakmazlar, onlarla aralarına mesafe koyarlar. 1969 yılında Malatya’da toplanan kongre Türk solunda bir dönüm noktası olur. Divan Başkanlığını Çetin Altan ve Yaşar Kemal’in yaptığı kongrede konuşmak isteyen Balaban’a söz verilmez. Şair Can Yücel, söz alıp kürsüye çıkar, olayı farklı bir biçimde protesto eder. “Arkadaşım Balaban’ın bu kongrede konuşturulmamasını protesto etmek için tek ayakkabımı ayağıma giymeden bu kürsüye çıktım” (Mihri Belli, İnsanları Tanıdım II, s, 86).
Divan başkanlığına Diş Hekimi Sevinç Tanık Özgüner’i aday gösteren grup, hizipçilik gerekçesiyle partiden ihraç edilir. İhraç edilenler arasında Balaban, Can Yücel, Vahap Erdoğdu, Halit ve Şekibe Çelenk olmak üzere çok sayıda sosyalist partiden ihraç edilir.
Bu kongreden sonra sosyalistler arasında ayrışma hızlanır ve TİP eski gücünü yitirir.
TİP’in, “Komünistlikten” hüküm giymiş sosyalistlerle arasına mesafe koyması bir işe yaramaz. 12 Mart muhtırasından sonra TİP yöneticileri TCK’nın 141 ve 142. Maddelerinden hüküm giyerler.
Yıllar geçer, hapishaneler de yorulur. Yeni tip cezaevleri yapılmaya başlar E tipi, F tipi… Bursa’da Minareliçavuş köyüne daha modern bir cezaevi yapışır. Eski cezaevi kapatılır.
Bir grup aydın, “Cezaevi yıkılmasın, müze olsun” diye kampanya başlatırlar ama başarılı olamazlar. Kapanan cezaevi yıkılır ve yerine yeni bir adliye binası yapılır.
Hapishane binası yıkılmadan önce başta Balaban ve Nazım Hikmetin kız kardeşi Sami Yaltırım’ın da içinde olduğu bir gurup aydın hapishaneyi ziyaret ederler. Mahpusluk günleri anarlar.
Balabanla ilgili ilginç bir habere Tarih dergisinin Ocak 2021 tarihli sayısında rastladım. Ay içindeki önemli olayları bir takvim olarak veren derginin altıncı sayfasında 3 Ocak 1990 tarihinde şu haber yer alıyordu. “İbrahim Balaban’ın “Göç” tablosu 45 milyona satıldı. Bu o tarihe kadar Türkiye’de yaşayan bir ressamın eserine ödenen en yüksek bedel olmuştur”.
KAYNAKÇA:
(*) Bu şiir internette biraz farklı, internette yazılı olan şiir:
Altı kadın vardı demir kapının önünde / beşi toprağa oturmuş, ayakta biri;
sekiz çocuk vardı demir kapının önünde/ besbelli henüz öğrenmemişler gülmeyi.
Altı kadın vardı demir kapının önünde / ayakları sabırlı, ellerinde keder,
sekiz çocuk vardı demir kapının önünde/ cin gibi bakıyor kundaktakiler.
Altı kadın vardı demir kapının önünde / sımsıkı gizlemişler saçlarını,
sekiz çocuk vardı demir kapının önünde / biri kavuşturmuş avuçlarını.
Bir jandarma vardı demir kapının önünde / ne dost ne düşman, nöbet uzun, hava sıcak.
Bir beygir vardı demir kapının önünde / nerdeyse ağlayacak.
Bir köpek vardı demir kapının önünde / burnu kara, tüyü sarı,
kamış sepetlerde yeşilbiber vardı / torbalarda kömür, heybelerde soğan sarmısak.
Altı kadın vardı demir kapının önünde
ve demir kapının ardında beş yüz erkek vardı efendim;
altı kadından biri sen değildin, ama
beş yüz erkekten biri bendim…