(Ben Şeyh Bedreddin Derviş-Devlet-İsyan Yazan: Samet Altıntaş, Timaş, Mayıs 2021-İstanbul)
“TARİH; TARİF EDİLEN DEĞİL, TAHRİF EDİLENDİR”.
Bir Bursa Sevdalısı olan ve Bursalı şair N. Cihan Taşan’la Bursa üzerine üç yıldır “Tahtakale Buluşmaları” adıyla (Bu satırları yazarken 68. programları yayınlandı) Samet Altuntaş’ın “Ben Şeyh Bedreddin” adlı muhteşem çalışmasının son satırları.
Altıntaş, bu çalışmasında dönemin tarihi şahıslarının, olayların yaşandığı yerlerin ve Bedreddin üzerine yazanların resimlerine yer vermiş. Bu çalışmaya ayrı bir renk katmış. Konuyla ilgili Nazım Hikmet’in ve İsmet Özel’in şiirleri ise ayrı bir güzellik ve renk vermiş. İsyan şairi İsmet Özel’e olan sevgim daha da arttı.
Şeyh Bedreddin’i Cumhuriyet döneminde hatırlatan Nazım Hikmet olmuştur. Nazım Hikmet, unutulmaya yüz tutmuş, döneminde ünü Anadolu’dan Mısır’a, İran’dan Türkistan’a kadar yayılmış bulunan döneminin en ünlü din âlimini günümüze taşıdı.
Nazım Hikmet, Bursa cezaevinde ilk mahpusluğunda yazdığı ve 1936 yılında basılan “Şeyh Bedreddin Destanı” adlı eserinde kendi bakış açısıyla; Börklüce Mustafa ve Torklak Kemal’in “Fetret Devri”nde iyice yoksullaşan ve ezilen Müslüman, Rum ve Yahudilerden oluşan bir kitleyle yerel derebeylerine karşı ayaklanmasını yazdı. İsyancıların sloganı “Yarin yanağından başka her şey ortak” olacak.
İsyan büyüdü, Börklüce üzerine gelen Osmanlı valilerini art arda bozguna uğrattı. Padişah I. Mehmet, oğlu Murat ve Sadrazam Beyazıt Paşa’yı isyanı bastırmaya başladı. Ordu, yoluna çıkanları yok ede ede Karaburun’a geldi. İsyan katliamla bastırıldı. Daha sonra Manisa’da etrafına iki bin kişi toplayan Torlak Kemal adlı derviş ve yanındakiler katledildiler.
Börklüce Mustafa Şeyh Bedreddin’in kethüdası idi. İsyan başladığında belki de sıtmadan ölür diye İznik’e sürülen Şeyh Bedreddin Kastamonu’ya, İsfendiyaroğlu Beyliği’ne kaçar. Amacı Türkistan’a, Timur Devleti Hükümdarı Şahruh’un yanına gitmekti. Ama kader onu Türklerin yoğun olduğu Deliorman’a sürükler.
Balkanlar Osmanlının sürgün yeridir. Ele geçirilen beyliklere destek verenler Balkanlara sürülür, Karaman ahalisi Balkanlara sürülür. Bu sürgün modele Osmanlıya Doğu Roma’dan geçmiştir. Doğu Roma yani Bizans Balkanlardaki Türkleri ve Slavları Anadolu’ya, Anadolu’daki Pavlikan ve Ermenileri de Balkanlara sürmüştür. Balkanlar her zaman kaynayan kazan olmuştur. Osmanlı, Balkanlardaki Akıncı aileleriyle ters düşmemek için Balkanlarda şehzade sancağı kurmamıştır (Kuramamıştır). Süleyman ve Musa çelebilerin Bursa yerine Edirne’de saltanat sürmeleri tahtlarını ve canlarını kaybetmelerine yol açmıştır.
Şeyh Deliorman’da müritlerine ve kendini karşılayanlara “İsyanı olmayanın ahlakı olmaz…” diye hitap eder. Musa Çelebi’nin kazaskeri olan Şeyh’in yanına gayri memnun kitleler, akıncılar ve tımarlı sipahiler toplanır. Ancak, şeyhin harekete geçmemesi bu kitlenin dağılmasına sebep olur.
Ancak şeyhin kitleler nezdindeki konumu devlet için bir tehditti. Şehzadeler arasındaki taht mücadelesi yeni sona ermiş, Çelebi Mehmet dağılan devleti yeni bir araya getirmişti. Rumeli’ndeki Türkmen kitlelerinin bir lider etrafında birleşmesi saltanatı bile değiştirebilirdi. Şeyh yakalanır ve siyasi bir kararla idam edilir.
Osmanlı müverrihleri ve vakanüvisleri halk ayaklanmalarının sebebini yazmazlar. Onun yerine ayaklananlar için “Zındık, mürtet, batini, Kızılbaş, Alevi…” sıfatlarla karalarlar. Karalamak için Torlak Kemal’e “Yahudi” yakıştırması yaparlar.
Günümüz Osmanlı tarihçilerinin Osmanlıda yaşanan Türkmen ve halk ayaklanmaların bakışı aynıdır. Onlara göre “Cennette yaşayan halka, aşiretlere rahat batar, ortaya bir zındık, bir münafık, bir kışkırtıcı çıktı mı hemen peşine takılıp isyan ederler”. Tarihçilerimiz o dönemin sosyal-ekonomik ve siyasi olaylarını göz ardı etmeyi bırakın incelemezler bile.
Yazarın deyimiyle “Romantik Komünist” Nazım Hikmet, Şeyh Bedreddin destanını yazınca dönemin ve sonrasında tarihçiler, ilahiyatçılar ve muhafazakâr yazarların neredeyse tamamı deyim yerindeyse Şeyh Bedreddin’e “Zındık, mürtet, asi, mehdi bozuntusu, kızılbaş…” diye saydırdılar. Oysa Şeyh Bedreddin “Mehdi” anlayışının dinimizde olmadığını kitaplarında yazmış bir âlimdi. Üstelik “Soğuk Savaş” yıllarında muhafazakâr yazarların neredeyse tamamı “Solcu-komünist” şeyhe verip veriştirmiştir.
Osmanlını önde gelen Sufilerinden Niyazi Mısri (1618-1694) ise “Şeyhin ilmini takdir ettiğini ve asi olmadığını” yazmıştır.
Herhangi bir direniş ve çatışma olmadan yakalanan şeyh yargılanır. Ama ulemadan kimse şeyh için bir suçlamada bulunamaz. Şeyh tartışmalardan üstün çıkar. Arana ulema bulunur. İran’dan gelen Fahreddin Acemi istenen hükmü verir, “Kanı helal, malı haram”.
Fahreddin Acemi’yi Fatih devrinde de görürüz. Şemseddin Molla Fenari’nin 1430 yılında, II. Murat döneminde ölümü ile onun yerine “müftü” olarak atanmıştı. II. Murat ve II. Mehmet dönemlerinde yaklaşık 30 yıl boyu bu görevde kalmıştır. II. Mehmet’in özellikle birinci padişahlık döneminde, saraya girmeyi başaran Hurufi tarikatından kişilerle çatışmıştır. Onların yakılmaları caiz bulan fetva vermiştir.
Fahreddin-i Acemi tarafından “kâfir oldukları” gerekçesi gösterilerek Hurufiler’in canlarının alınması yolunda bir fetva çıkarılmış, Fatih Sultan Mehmet’in de fetvaya karşı gelememesiyle Hurufiler Edirne’de yakılan büyük ateşe atılarak diri diri yakılmıştı.
İlk tekbiri Fahreddin-i Acemi’nin getirdiğine inanılır. Fahreddin-i Acemi Hurufilerin yakılması olayında, hem Hurufilerin yakılmaları için fetvayı vermiş, hem de kendisi bizzat diri diri ateşte yakılmalarına yardımcı olmuştur.
“Batı benzeri demokrasi isteyen, basın-ifade-örgütlenme ve sendikal özgürlük isteyenler, yoksul halkın varlığından söz edenler, Kore Savaşına-NATO’ya karşı çıkanlar, Bağımsız Türkiye isteyenler” maalesef “Tek Parti” döneminden günümüze Şeyh Bedreddin’e olumsuz sıfatlar yakıştıran muhafazakâr yazarların hedefinde olmuşlar ve düşman görülmüşlerdir. Bu akımın dışında kalan Nurettin Topçu, İsmet Özel ve Sezai Karakoç gibi şair ve yazarlar muhafazakâr camianın öne çıkarmak istemediği isimler olmuştur.
Bu yazıyı bir sürprizle bitirmek istedim. Bursa’daki tarihi yerleri ve mekânları araştıran Prof. Dr. Osman Çetin, gezilerinde Şeyh Bedreddin’in bir cami yaptırdığını belgelerden öğrenir;
“… Ramazan Baba’nın zaviyesi daha önce cami idi. Çelebi Sultan Mehmed devrinde fırtınalar koparan meşhur şeyh Bedreddin yaptırmıştı. 1799’da Hamdi Baba adında bir Bektaşi şeyhi camiden minber ve kürsüyü kaldırdı. Mihrabı da kapattı, bir tarafına ocak yaptırdı. Ortasına “Baba Taşı” koyarak camiyi “Meydan Odası” haline getirdi, türbeyi yıktırdı. Yeniçerilerin ortadan kaldırılmasından sonra Bektaşi tekkelerinin yıkılması sırasında bu tekke de yıkıldı ve enkazı satıldı. Bursa’nın ileri gelenlerinin mahkemeye başvurması ile burasının aslen tekke değil, cami olduğu ispat edilince yeniden inşa edildi. (Prof. Dr. Osman Çetin, Bursa Gezileri, sayfa, 147, Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayını)