Quantcast
Beytullah Efe: ‘Kore Savaşı tarihe unutulan savaş diye geçmiş, keşke biz de unutabilsek.’ – Belgesel Tarih

Nazmi KARATAŞ
Nazmi  KARATAŞ
Beytullah Efe: ‘Kore Savaşı tarihe unutulan savaş diye geçmiş, keşke biz de unutabilsek.’
  • 30 Mayıs 2021 Pazar
  • +
  • -
  • Nazmi KARATAŞ /

Loading

Benim ailem Rumeli göçmenidir. 1 Temmuz 1931 tarihinde o dönemler Romanya toprağı olan Silistre’nin köylerinden birinde doğmuşum. 1936’da geldik, Yozgat’ın Sorgun kazasının Sarıhamzalı Köyü’ne yerleştik.

On beş yaşındayken babamı, iki yıl sonra da annemi kaybettim. Gurbete çıktım, Ankara’ya geldim. 1944 yılında başlamış olan Anıtkabir inşaatında iki yıl kadar çalıştım. İnşaata kışın ara veriliyor, bahar ve yaz aylarında devam ediliyordu. 1950 yılında ayrıldım, İstanbul’a geçtim. Askerlik zamanım geldiğinde Fatih semtindeki askerlik şubesine başvurumu yaptım.

Beytullah Efe

Acemiliğim Samsun’a çıktı, 31 Ekim 1951 tarihinde gittim. Muhabere birliğindeydim. O dönemler Kore’ye asker seçiyorlardı, gönüllüleri istediler. Bizden önce Kore’ye iki kafile gitmişti. Radyoda saat on dokuzda akşam haberlerini Nurettin Altan verirdi. Televizyon yok, radyonun başındaydık, sürekli dinlerdik. Kore’de şöyle olmuş, Kore’de böyle olmuş. Çembere düşmüşler… Türk milletinin ayranı kabarıktır. Radyodan verilen haberler, alay komutanımızın konuşması, bizi coşturdu. Bizim birlikten üç yüz otuz er alınacaktı. “Geride ağlayacak kimsem yok, belki böyle daha yararlı olurum.” deyip gönüllü çıktım. Gönüllü çıkmasak da büyük olasılıkla kurayla giderdik. Niye gittiğimizi bilmiyorduk, Birleşmiş Milletler ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti karar verdiğine göre zorunlu olarak gidecektik.  Ben gitmesem Ahmet, Mehmet gidecekti.  Arkada bekleyen de olmayınca benim gitme kararını vermem daha kolay oldu.

Samsun’dan trenle İzmir’e, oradan arabalarla Seferihisar’a geçtik. Üçüncü tabur, dokuzuncu bölükteydim. Üç ay kadar bir eğitim gördük. Birinci kafileye göre şansımız; orada kullanacağımız silahların tamamını eğitimde önceden görmüş olmamızdı. Samsun’da sekiz ay askerlik yaptım, Kırıkkale piyade tüfeğinin mekanizmasını sökmesini bilmiyordum. İğne kırılırmış, bilmem ne olurmuş diye açtırmıyorlardı. Arazi eğitimi, silah eğitimi, gerilla eğitimi… Tugay Komutanımız Kurmay Albay Sırrı Acar’dı.

Tam tarih veremeyeceğim, ama Temmuz 1952 sonu gibi Kore’ye doğru yola çıktık. Kore’ye giden üçüncü tugaydık. Değiştirme birliği olarak geçiyorduk. General Nelson Walker adlı gemideydik. Öyle bir gemi ki, İzmir’e yanaşamadı. Duba koydular önüne, dubaların hepsini söktü. Tercüman aracılığıyla söylediklerine göre; gemi beş bin kişiyle hiçbir limana uğramadan, hiçbir yardım almadan tam üç ay boyunca denizde kalabiliyormuş.

Yataklar ranza şeklinde ve herkesin ayrı yatağı vardı. Aşağıda dört mutfağı, dört sinema salonu, boks salonu, spor salonu vardı.

Bizim gemide Yunanlılar vardı. Nedense onlarla geçinemezdik. Gemi önce Yunanlıları alıp sonra bize gelmişti.

Süveyş Kanalı’na geldik. Karşıdan gemi geliyormuş. Kanalın ağzında onu bekledik. Mısır’da ihtilal vardı, Kral Faruk’u yakında devirmişlerdi. O zaman biz Kore’ye gidiyoruz diye Araplarda Türklere karşı çok soğukluk vardı. Bize boş gazoz şişeleri atıyorlardı. Tabi boş şişeler demire düştüğünde el bombası gibi dağılıyordu.

Sıcak iklimden geçiyoruz diye kısa pantalonluyduk. ‘İnşallah orada ölürsünüz.’ gibisinden işaretler yapıyorlardı. Sekiz saat orda demirli kaldık, ancak iki saatini güvertede geçirebildik. Protestolara karşılık vermemek için emir geldi, güverteyi boşalttık, içeri girdik.

Süveyş’ten geçişimiz fazla sürmedi. Gece saat üç buçuktu, Mekke’den geçiyormuşuz. Haber verdiler. Abdest aldık, Kâbe’ye karşı namaz kıldık, ibadet ettik. Sonra Umman denizine geçtik. Acayip bir denizdi, dışardan bakıldığında çok güzel görünüyor, ama gemi ipte sallanıyor gibiydi. Denize alışkın olan arkadaşlar bile üç gün yemek yiyemediler, mideler hep ters döndü.

Pusan Limanı’na yirmi iki günde ulaştık. Pusan’dan bindiğimiz tren birçok istasyona uğrayarak yoluna devam etti.  Her istasyona girişte yavaşlıyordu. Demir yolu kenarında sekiz on yaşındaki çıplak çocuklar bize “Çap, çap!..” diye bağırıyorlardı. Bizi alkışladıklarını düşünüyorduk. Ancak öğrendik ki; “Açız!” diyorlarmış.  Biz bunu duyduktan sonra verilen kumanyaları gittiğimiz her istasyonda dışarı atar olduk. İndiğimiz yere kadar sürdü bu durum. Bizi Seul’ün kuzeyinde kalan cephe hattına kadar götürdüler, Pyongyang yakınlarında bir yere indik. İndiğimiz gibi; “Soyunun!” dediler, yukarıdan aşağıya bir toz döküp temizlediler bizi. Ondan sonra banyolara gittik.

Üç ay boyunca orada da eğitim gördük. Ben birlik erkânı muhaberecisi olarak gitmiştim, orada değiştirdiler. Bizi bir testten geçirdiler. Amerikan M1 piyade tüfeğinin bütün inceliklerini öğrettiler, gözlerimiz bağlı olarak bir buçuk dakika içinde söküp takabilir hale geldik.  Amerikan tugayında normal askeri eğitimin yanında gerilla eğitimi de aldık.

Bizden önce Kore’ye gidenler şanssızdı; arazinin yabancısıydılar, cephe hatları yoktu. Biz kurulu cephe hattına gittik. Her şeyimiz muazzamdı. Kasım ortalarında cepheye girdiğimiz ilk akşam düşmanın salladığı bir havan topuyla bir arkadaşımızı şehit verdik. O bizi daha çok kamçıladı. Havalar soğuktu. Orada hiçbir düşman göremedik.

Cephe gerisine çektiler, dinlendirdiler. İki ay daha eğitim gördük. İkinci cepheye başka bir yerde girdik. Orada bizim önümüzde üç cephe vardı. Bizim 9. Bölük ve 11. Bölük takviyeydi. Sağımızda İngilizler, solumuzda Amerikalılar vardı. Büyük Berlin, Küçük Berlin, Vegas, Echo…

Büyük Berlin, Küçük Berlin bizdeydi. Küçük Berlin on beş kişilik, Büyük Berlin otuz beş kişilikti. Orada birkaç kez hızlı savaşlar yaşandı. Gece baskını oldu. Hava hep yağmurluydu. Pis bir hava olduğu zaman bil ki düşman kalkıyor.

Çinliler Japonlarla devamlı savaş halinde olduğundan altmış yıldır savaş kurdu olmuşlar. Biz her iki tarafta da düşman göremedik. Köstebek gibi yer altında çalışıyorlardı.

Orman kalmamış, savaştan dolayı yanmış. Tepeler bombardıman nedeniyle rakımdan düşmüş. Tepede ikinci adımı atana kadar ilk adımının altındaki toprak kayıyordu. İşte orada bir iki kez harbe girdik.

Normalde beş altı kişilik bunkerlere yaralıların haricinde on beş şehit koyduğumuzu bilirim. Haber veriyoruz, ambulans istiyoruz gönderemiyorlar. İki tane ambulans bombardımandan havaya uçtu.

Gündüzleri bir şey yok, bütün savaşlar gece, özellikle rüzgârlı, yağmurlu gecelerde olurdu.

Bir seferinde bizi aldattılar, makineli tüfek nişancılarımızı pusuya düşürdüler. Alacalı havada birkaç tane ışık hareket ediyordu. Öyle bir şey ki, denizci fenerlerini ağaçlara bağlamışlar. Ağaçlar güçlü yelden dolayı hareket ettikçe birkaç kişi yürüyor izlenimi veriyordu. Makineli tüfekler o bölgeye odaklandı, ancak o sırada arkadaki mayınlı araziden elli kişi salmışlar. Mayın patlarsa patlasın. Onların arkasından yüz kişi daha geliyormuş. Üç defa oldu bu.

Bereket versin ileri karakolda alev makineleri vardı, tuttuğun yeri yakıyordu. Onun içinde nasıl bir ecza varsa yere bir damla alev düşsün ayağınla çiğnemeye kalktığında alev ayağını sarıyordu. Yani orada, ertesi gün uçakla baktıklarında üç yüz küsür ceset saydılar.

İkinci cephede epey kayıp verdik. Geriye çekilmemize on gün kala Amerikalıların bir bölüğüne Çinliler hücum etmiş. Bizimkileri de sabah dokuzda takviye olarak hücuma kaldırdılar.

“Gidip o tepeyi işgal edeceğiz.”

Alabildiğine bayır, tabi düşman tepeye yerleşmiş, yukarıdan tarıyor. Bereket sağımızdaki İngilizler iki uçak kaldırdı. Makinelileri susturdu. Bizimkiler tepeye bayrağı dikti. Ondan sonra emir verdiler;

‘Dönün!’

Madem dönecektik seksen civarında şehidi ne diye verdik? Ne gereği vardı? Bu olayı incelemek üzere Türkiye’den Orgeneral Şahap Gürler ve bir ekip geldi. Sırrı Acar’ı aldılar Tokyo’ya gittiler, sonra uçakla döndüler. Ne sonuca vardılar bilmiyorum.

Yeraltı irtibat hendekleri bazı yerlerde elli santimetre, bazı yerlerde üç metreydi. Muhabereciydim, bütün silahları kullanmasını da biliyordum. Nerede ihtiyaç varsa bizi oraya gönderiyorlardı.

Adım Beytullah Efe, taburda bana “Efe!..” diye seslenirlerdi.  Telsizde o zaman büyük bataryalar vardı. Batarya çalışmamış, telefon hattına havan mermisi düşmüş. On santimetre toprak altında gömülü olduğu halde hattı patlatmış. Başımızdaki Cemil Yüzbaşı, daha iki gün önce çocuğunun doğduğunu bildiren mektubu gelen, arkadaşımı gönderdi. Yüzbaşı’ya yaklaştım;

“Ben gideyim komutanım.”

“Peki, Beytullah sen git.”

Bir arkadaş daha vardı, Konyalı Halil Çavuş… O da bekârdı.

“Halil Çavuş! Sen beşinci takıma git, ben ileri karakola gideyim.”

İleri karakol daha uzaktı, kabul etti. Kalktık, ben önde o arkada yürümeye başladık. Aramızda yirmi metre vardı, düşman orada bulunan tankı ateş yağmuruna tutuyordu. Tam irtibat hendeğinin arkasından geçerken havan mermilerinden biri düştü, hendeği yıktı. En azından beş kamyon toprak aşağıya indi. Halil Çavuş beni göremeyince; “Eyvah, Beytullah burada öldü.” diye düşünmüş. Hemen yüzbaşıya haber vermiş;

“Beytullah şehit oldu.”

“Başın sağolsun. Ne yapalım herkes başına geleni çeker.”

Yağmurlu ve rüzgârlı bir hava vardı. Arkada patlayan havana aldırmadan yoluma devam ettim, çıkış kapısına ulaştım. Kapıdaki askerler on birinci bölüktendi. Devamlı gidip geldiğimden beni tanıyorlardı.

“Arkadaşlar, ben gidiyorum. Sizin bölükle bağlantımız kesilmiş, dönüşte beni kollayın.”

“Efe diye bağırırım. Bana parola sormayın.”

Kimi; “Olur.” dedi, kimi; “Gitme!” dedi.

“Ben gitmek zorundayım, gideceğim.”

İleri karakolda yaralı ve ölüler vardı. Genç bir teğmen şoka girmişti. Ben bir taraftan telsizlerin bataryasını değiştirdim, diğer yandan oraya kadar çektiğim kabloyu telefona bağladım. Telefonu çevirdim, telefonun diğer ucunda bizim yüzbaşı vardı.

“Alooo! Yüzbaşım…”

“Yav sen ölmedin mi?

“Allah gecinden versin, ölmemi mi istiyorsunuz?”

“O nasıl söz öyle? Halil Çavuş senin şehit olduğunu rapor etmişti.”

“Aramızda biraz mesafe vardı. Bende bir sorun yok. ”

Hemen taburla da çevrime girdim. Döneceğimi bildirdim. Teğmen bırakmadı. Adam bana; “Abi!” diyor.

“Abi, beni bırakma!”

“Yav, yapma eyleme… Diğer takımların da ihtiyacı var, oralara da gitmem gerekiyor. ”

On birinci bölükten Nevzat, Teğmen’di, sonradan üsteğmen oldu. Çıkış kapısına kadar birlikte gittik. Kore’den döndükten aşağı yukarı on yıl sonra Galata Köprüsü’nde karşılaştık. Yarbay olmuştu.

“Nevzat Üsteğmen!”

“Ne üsteğmeni? Görmüyor musun?”

“Bana abi diyordun, hatırlamadın mı?”

“Nereden abim oluyorsun?!”

“Berlin’den…”

Hemen boynuma sarıldı. Çok arkadaşımızı kaybettik, çok sevdiğimiz arkadaşlarımız ne yazık ki orada kaldılar.

Geri dönmemize bir ay vardı. Üç arkadaş düşman tarafına keşfe gidecektik. Çoluk çocuk sahibi arkadaşlar gideceğine gönüllü olarak ben gidiyordum her tarafa. Vanlı Bekir Üsteğmen vardı. Cephede gezerken; söylemesi kolay, inanması zor; silahtan çok sopa vardı elinde. “Ben sopayla büyüdüm.” diyen mert bir komutandı. Bana;

“Efe akşam keşfe geliyor musun?”

“Hay hay, gönüllü geliyorum.”

Mayından temizlenmiş patika yollar vardı. Biz bu yolları kullanarak düşman tarafına geçecektik. Esir alabilirsek, bilgi alabilirsek alacaktık. Gece yapabildiğimiz kadarıyla artık. Düşman tarafında gezinip yeniden dönüp geliyorduk. Arkadaşlar da vardı. Mudanyalı Selahattin Onbaşı, bölük şoförü Zonguldaklı Hüseyin, Sökeli bir arkadaş… Hep beraber indik aşağıya. Genç delikanlıydık, kendimize bakıyorduk.

“Ben dereye iniyorum, orada bir gusül aptesti alayım. Akşama ne olur ne olmaz?”

“Yaa, boş ver gitme.”

1953 Mayıs ayındaydık. Derenin kenarında bir sazlık vardı. Düşman tarafından görünmeyen bir yerdi. Derede yıkandım, geri dönüyordum. İki yüz metre kalmış kalmamıştı, bizim birliğin olduğu alandan siyah duman yükseldi. Bir bomba atıldığında vücuda değen kızgın şarapnel parçaları eti yakardı. “Eyvah!” dedim koşa koşa dumanın yükseldiği yere geldim. Üç arkadaşım boylu boyunca yere uzanmış, şehit olmuşlardı.

Büyük Berlin, Küçük Berlin bizim önümüzde, Vegas alt taraftaydı. Süngü savaşına hiç girmedik. Bizi arada dinlendirdiler, ama Japonya’ya tatile göndermediler. Birleşmiş Milletler Kore’de çarpışan erler için yüz yirmi beş dolar aylık ayırıyormuş. Bize Türkiye’den giderken beş dolar cep harçlığı verdiler. Orada mektup yazarsınız diye vermişlerdi. Dönüşte de on dört aylık birikmiş beş dolarları yani kişi başı yetmiş dolar verdiler. Aradaki kişi başı aylık yüz yirmi dolar farkı Menderes Hükümeti yedi.

Geri dönüşümüz Inchon Limanı’ndan oldu. Med-cezir olaylarını duyuyordum, ama görmek başkaymış. Akşamdan cemselerle gittik denizin kenarına, deniz dalga dalgaydı.

“Yarın gemi buraya gelecek, bineceğiz. Allah kısmet ederse Türkiye’ye doğru yola çıkacağız.”

1953 Temmuz ayındaydık, sabah bir kalktık, deniz yok, her yer kumsaldı. Bekledik, öğleden sonra dört civarında su yükseldi, rıhtıma kadar geldi, arkasından gemi de geldi. Bindik, yirmi bir günde Türkiye’ye döndük. (…)

‘Kore Savaşı’ tarihe unutulan savaş diye geçmiş, keşke biz de unutabilsek. Unutulmuyor. Giderken bölük olarak fotoğraf çektirmiştik. Toplam yüz seksen yedi kişiydik, kaç kişi döndüğümüzü bilmiyorum.

Gazilik unvanımız Kıbrıs Savaşı’ndan sonra verildi. O konuda Kıbrıs gazilerine minnettarız. Daha öncesinde kimse arayıp sormadı bizi.

Kore’ye 2013 yılında, ateşkesin altmışıncı yıldönümünde Güney Kore Hükümeti’nin konuğu olarak uçakla gittik, geldik. 23 Temmuz’da oradaydık, sınıra kadar gittik. Biz buradan askeri kıyafetle gittik, İngilizler, Avusturalyalılar, Yeni Zelandalılar kısa kollu gömlek ve şortlarla gelmişler. Temmuz ayı; eziyet çekiyor, terliyorduk, adamlar bize güldüler. Şu var ki; Koreliler hakikaten kadirşinas, bizleri çok seviyorlar. “Siz olmasanız biz de olmazdık.” diyorlar. Kore halkı çok çalışkan, o bıraktığımız tepeleri savaştan çıkmış diyemezsiniz. Her taraf orman olmuş, her yer yeşillenmiş. Ankara’da görev yapan Güney Kore Ataşesi binbaşı izinli olarak Güney Kore’deymiş. Bizim orada olduğumuzu duyunca otelimize kadar geldi.  Mükemmel Türkçe’si vardı, biraz sohbet ettik.

“Soracağınız bir şey var mı?”

“Bir haftadır burada geziyoruz. Her gün yemek yiyoruz; yumurtası, pirzolası, sebzesi, yeşilliği her şey var. Fakat burada tarımsal, hayvansal üretim anlamında hiçbir şey görmedim.”

“Bizim her şeyimiz gemilerle, kargo uçaklarıyla Avusturalya’dan, Yeni Zelanda’dan gelir. Onlarla uğraşacak halimiz yok. Allah bizi sevmedi demem, ama kaderimiz böyleymiş. Toprakla ne kadar uğraşsak da bundan başka bir şey çıkmaz. Olan biteni siz de biliyorsunuz. Allah bize bir akıl vermiş. Örneğin; Arabistan’da, Irak’ta petrol çıkıyor. Biz tankerlerimizi gönderiyoruz, petrolü alıp getiriyoruz. Rafinerilerimizde arıtıyoruz, oraya benzin satıyoruz. Bu en ufak örneği… Bizim bir koyunu besleyip kesim için iki yıl bekleyecek zamanımız yok.  Bir telefon yaparız, elli koyun parası eder.” [1]

Anahtar Kelimeler: Kore Savaşı, Kutup Yıldızı, Beytullah Efe

[1] Bu yazı Nazmi Karataş’ın ‘Kutup Yıldızı, Ekin Yayınevi, Şubat 2018’ adlı kitabından belgeseltarih.com takipçileri için kendisince derlenmiştir.

Nazmi KARATAŞ

Elmalı (Biga/Çanakkale) Köyü’nde doğdu. Öğreniminin ilk üç yılını köyünde; kalan kısmını Biga’da tamamladı. Uludağ Üniversitesi Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği Bölümünden 1989 yılında mezun oldu. Özel sektörde Elektronik Mühendisi olarak 30 yıl çalıştıktan sonra emekli oldu. İş yaşamını Kalite, İSG, Çevre ve Enerji konularında yarı zamanlı danışmanlık yaparak sürdürmektedir. Evli ve bir çocuk babasıdır. Yakın tarihle ilgili bilgi, belge toplamak, yakın tarihi bizzat yaşayanlarla söyleşiler yapmak, notlar tutmak ilgi alanlarından biridir. "Nadir Öğretmen", "Evcek Selamlar", "Kobilyane Panayırı", "Bozkır Bilgeleri", "Tuz Kokmuşsa", "Kutup Yıldızı", "İsmet Çakan" ve "Abidin Balcı" adlı yapıtları yayınlandı. Eposta: [email protected] - [email protected]

FACEBOOK - YORUM YAZ

Sosyal Medyada Paylaşın:

BU MAKALELER İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR!

  • YENİ
Tekrarsız Süslemeler

Tekrarsız Süslemeler

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN, 3 Aralık 2024
Sistematik Hatalar Bahçesi

Sistematik Hatalar Bahçesi

Ekrem Hayri PEKER, 3 Aralık 2024
Merdiven

Merdiven

Haber Merkezi, 21 Kasım 2024
“Heykeli Dikilecek Adam”: Kemal Akkoç

“Heykeli Dikilecek Adam”: Kemal Akkoç

Ekrem Hayri PEKER, 20 Kasım 2024
Türkülerde Felek

Türkülerde Felek

Dr. Halil ATILGAN, 19 Kasım 2024
Yenişehirli Deli Gazi Hüseyin Paşa

Yenişehirli Deli Gazi Hüseyin Paşa

Atilla SAĞIM, 17 Kasım 2024