İsveç’in en çok okunan gazetelerinden biri olan Svenska Dağbladet, Papa’nın “soykırım açılımı”nın ardından 1915 olaylarında hayatını kaybeden Türkler dışındaki diğer tüm etnik grupların, yakınlarının anlattıklarından yola çıkarak “1-1,5 milyon civarında Ermeni, Asuri, Süryani ve diğer Hıristiyan gruplara soykırım yapıldığını” iddia eden altı sayfalık makale yayınladı.
“ONLAR HIRİSTİYAN OLDUKLARI İÇİN HEPSİNİN ÖLMESİ GEREKİYORDU”
Papa Francis’in 1915 olayları için “20. Yüzyılın ilk soykırımı” ifadesini kullanmasının ardından, İsveç medyasında konunun ilk yansımaları görüldü. Konu ile ilgili bugüne kadar yapılan haberlerde, kimi zaman 500 bin kimi zaman da 1 milyon- 1,5 milyon civarında kişinin farklı kökenlerden olduğu için planlı bir şekilde öldürülerek soykırım yapıldığı iddia ediliyordu. SVD gazetesi, son yayınladığı makale için “Onlar Hıristiyan oldukları için hepsinin ölmesi gerekiyordu” başlığını kullanarak, 1,5 milyon Hırıstiyana soykırım yapıldığını iddia etti. Türk ve Müslüman kayıplara yer verilmedi.
İsveç Parlamentosu da, 11 Mart 2010 tarihinde Birinci Dünya Savaşı’ndan başlamak üzere Türkler’in Ermeniler, Asuriler, Süryaniler, Keldaniler ve Pontus Rumlar’ına soykırım yaptığına dair sunulan yanlı ve önyargılı önergeyi Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne aykırı olmasına rağmen kabul ederek, yeniden tarih yazmaya kalkmıştı.
Alınan kararı görsel ve yazılı basında değerlendiren İsveç’in İstanbul eski Başkonsolosu, Ortadoğu uzmanı İngmar Karlsson, İsveç Parlamentonun ilk defa tarih yazmak için görev almasının yanlışlığı üzerine vurgular yaparak, alınan kararın özellikle Ermenistan’a olumsuz etki yapacağını ifade etmişti.
SVD GAZETESİNİN İDDİALARINA YANITI İSVEÇLİ BİNBAŞI 1917 YILINDA VERMİŞ
1915-1917 tarihlerinde Ermenilerle de kalan binbaşı Hjalmar Pravitz’in 23 nisan 1917 tarihinde İsveç Nya Dağlıgt Allehanda gazetesinde “Aralarında bulunmuş birinin ağzından Ermeni durumu” başlığıyla yayınlanmış haberi ve metubun tam metni:
“İsveç’li bir subay, bayan Marika Stjernstedt’in yazdıklarını derinlemesine inceliyor.
Geçenlerde yurt dışından (İran’dan) ülkeme döndüm. Biraz geç de olsa elime geçen Ermeni sorunu ile ilgili İsveç’te yazılmış iki kitabı inceleme fırsatını buldum. Bunlardan birincisi (Karl Gustav) Ossiannilsson’un “Soylu insan – Sven Hedin – “, ikincisi Marika Stjernstedt’in “Ermenilerin Acınacak Durumu”.
Birinci kitabı doğrudan çöpe attım. Sven Hedin’e karşı kötü, gizli manalı ifadeler beni, Dagens Nyheter gazetesindeki bir baş makale kadar bile ilgilendirmedi. İkinci kitapta verilmek istenen, Ermenilerin çektikleri acıların abartılı olarak ifade edilmesi. Bu kitabı sonuna kadar bir solukta okudum. İşte benim şimdi yapmak istediğim, olayları anlatmak ve bu iki kitaptaki yanlış ve çarpıklıkları ortaya çıkarmak.
Ermenilerin sefaletini, benim kadar yakından başka hiç bir İsveçlinin görme ve inceleme fırsatı olmadığını söyleme cesaretini gösteriyorum. Bir aylık bir süre için bu zavallı göçmenlerin arasında yolculuk ettim ve bu yolculuk, her iki yazara göre iddia edilen katliamın gerçekleştiği 1915 yılının sonbaharının sonunda gerçekleşti.
Yukarıdaki her iki çalışmada yazılanlarla söylenmek istenen, Türkler ve Almanların insanlık dışı ve barbarca davrandıkları şeklindedir. Ben, aşağıda tamamen kendi gözlemlerime göre gördüklerimi yazdım. Bunu yaparken, yukarıdaki bu iki yazarca okuyucuya verilmek istenen izlenimlerin, aslında doğru olmadığını anlatabilmeyi umut ediyorum.
Kitapların içeriğinden anladığım kadarıyla, her iki yazar da hem Türklerin hem de Almanların bilinçli olarak saldırı ve katliam işlediklerini anlatmak istemişler. Yaşananların şahidi durumunda olmam, bana, bu gibi yalan iddiaları kınama hak ve yükümlülüğünü veriyor ve buna ek olarak kendi gördüklerim bu protestoyu güçlendiriyor.
İşin gerçeğine bakarsak büyük ölçüde Almanların ve müttefiklerinin (Türkiye, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan) dostuyum. Öte taraftan tarafsız ülkenin (İsveç) vatandaşı olarak tutarlı olmak gerekiyor. İstanbul’dan Anadolu’ya doğru yolculuğuma başladığımda kulaklarım Amerikalı gezginlerin, zavallı Ermenilerin Türk efendileri tarafından nasıl katliama uğradığı şeklinde anlatılanlarla, yani önyargılarla doluydu. Tanrım! Nasıl bir kargaşa görecektim acaba ve nasıl bir zulme şahit olacaktım? Orta Doğu’da görevli olarak (İran Jandarma teşkilatını kurmak ve geliştirmek için) uzun yıllar yaşadığım için, Hıristiyan olduklarından dolayı, Ermenilerin Tanrı’nın en sevgili kulları olduğu şeklindeki görüşe katılmam kesinlikle mümkün değildir. Türklerin saldırıları ve isimsiz kurbanlar hakkındaki söylentilerin doğru olup olmadığını anlayabilmek için gözlerimi açmaya karar verdim.
Her zaman sefilliğe şahit oldum. Ancak önceden planlanmış bir katliama hiçbir yerde şahit olmadım. Kesinlikle hayır. İşte bu nedenle gördüklerimi yazma gereği duydum.
Savaşın başında, güvenilmez Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu’nun kuzey kısmından güneye sürülmelerinin sebebini kavramak ve Türk hükümetinin zorunlu nedenlerle bu işi yaptığını anlamak gerekiyordu.
Nefret ettikleri bölge yetkililerine karşı istila ordusu ile birlikte ortak bir saldırı yapmak için sadece Rusların gelmesini bekleyen tüm bu Ermeni yerleşim birimlerini Erzurum bölgesinden çıkarmak önemliydi ve gerekliydi. Erzurum, Şubat 1916’da düştüğünde, Rusya’da tutsak kaldığım sırada tutsaklığı paylaştığım bir Ermeni, bana şunları dedi: “Biz sürülmeyip Erzurum’da bırakılsaydık, Erzurum çok daha önceden düşerdi”. Eğer güçlü dış düşmanlar tarafından tehdit edilen ve saldırıya uğrayan Türkiye gibi bir ülke, sinsi iç düşmanlara karşı kendini korumaya çalışıyorsa buna kimse karşı çıkamaz.
Ermenilerin bir çeşit Türk esareti altında yaşadıklarını ve sürekli baskı gördüklerini iddia edenlerin kuruntu yaptığını düşünüyorum. Daha kötü durumda olan uluslar bulunmaktadır. Mesela İngiliz sömürgesi altında yaşayan Hint kulilerine ve Bengallilere, Rusların “penétrationpacifique” (hissettirmeden ülkeye girme) politikası altında İran Azerbaycan’da yaşayan milliyetçilere ve Belçikalı Kongo’sundaki zencilere ve Fransa Guyana’daki Kauçuk bölgesinde yaşayan yerli halka ne demeli! Tüm bu uluslar, bence, Ermenilerin görmüş olduğu iddia edilen sürekli baskıdan ve verdikleri kurbanlardan çok daha fazla baskı görmüşlerdir. Kural olarak, bir ulusun sürekli ve bir nebze daha hafif bir zulme dayanması, kanlı ama hızlı bir şekilde biten bir zulme veya git gide Avrupa’nın dikkatini üzerine çeken, Ermeni sorunu olarak nitelendirilen sadece bir saldırıya dayanmasından çok daha zordur. Dönem dönem ortaya çıkan katliamlar bir yana bırakılırsa, – ki bu katliamların kuşkusuz büyük ölçüde nedeni yine Ermenilerdir -, Ermenilere oldukça iyi davranıldığını düşünüyorum. Kendi dinleri, kendi sözlü ve yazılı dilleri ve kendi okulları vs. hepsi var.
“Öte yandan söz konusu büyük Ermeni göçü hakkında, Türk yetkili kuruluşlarının göçmenlerin sıkıntılarını azaltmak için yaptıkları çabaların çok eksik ve yetersiz olduğunu itiraf etmek durumundayım. Ancak işin doğrusunu söylemek gerekirse ve bir kez daha vurgulamak isterim ki, Türkiye’nin içinde bulunduğu zor koşullar, yani üç güçlü düşman tarafından saldırıya uğramış olduğu göz önüne alındığında, Türklerin böyle koşullarda organize bir yardım faaliyeti yürütmesi imkânsiz olmuştur.
Ben, “Tanin”in (Türk gazetesi) deyimiyle bu zavallı “göçmenleri – muhacirleri” çok yakından gördüm. Onları Anadolu’da trende, Konya’da ve başka yerlerde öküz arabalarında ve Toros dağlarında sayısız kafileler halinde yürürken, Tarsus ve Adana’da çadır kamplarında gördüm. Ayrıca Halep’te, Deir-el-Zor ve Ana’da gördüm.
“Yol kenarlarında ölmek üzere olanları ve olup kalanları gördüm. Ancak yüz binlerce insandan elbette ölenlerin olması normaldir. Çakallar tarafından parçalanmış çocuklar ve kollarını küçük bir parça “ekmek” için uzatan ve bağıran acınacak halde insanlar gördüm.
Ama hiçbir zaman bu talihsiz insanlara karşı bir Türk saldırısı görmedim. Bir keresinde bir Türk jandarmanın geçerken geride kalan bir kaç kişiyi kamçısıyla dövdüğünü gördüm. Ancak aynı davranışlara kendim Rusya’da da maruz kaldım ve bunun için ne o zaman ne de sonradan tepki gösterdim.
Konya’da bir Fransız, bayan Soulié, ailesiyle ve İtalyan bir hizmetçi kadınla beraber oturuyordu. Savaşa rağmen orada oturuyorlardı ve Türkler onlara hiçbir şey yapmıyordu. Şehire Almanlar yerleştiklerinde bu bayan onları “bizim meleklerimiz” diye adlandırdı.“Sahip oldukları her şeyi Ermenilere verdiler!” Almanların yaşadığı yerlerde, Almanların fedakârliğini gösteren bu tarz kanıtları her yerde gördüm.
Halep’te büyük bir otelin sahibi olan Ermeni Baron’a (Ermeni Erkek – Bay) konuk oldum. Kendisiyle hemşehrilerinin durumu üzerine birçok defa sohbet etmemize rağmen bana Türklerin katliamından hiç bahsetmedi. Ertesi gün Cemal Paşa ile bir görüşme yapacaktım. Bu nedenle Cemal Paşa hakkında konuştuk. Bir çok kişi tarafından bir cellat olduğu iddia edilmesine rağmen, Ermeni Baron bu ünlü adamdan çok olumlu olarak bansetti.
“Halep’te Ermeni bir hizmetkar ile tanıştım. Bu kişi daha sonra birkaç ay boyunca bana yol arkadaşlığı etti. Bu kişi ne Halep’te, ne de doğum yeri olan Maraş’ta veya başka bir yerde Türk katliamından tek kelime etmedi. Bayan Stjernstedt’in yazdığı abartılara kesinlikle inanmıyorum ve Ermeni otoritelerinin ileri sürdüklerine hiç mi hiç değer vermiyorum.
Örneğin bayan Stjernstedt’in yazdığı kitabın 44. sayfasında Meskene kentinden ve bir Ermeni doktoru olan Turoyan’dan bahsediyor. Bu kişinin güya orada bulunduğu dönemde ben de Meskene’deydim. Tarihi yapıları görmek ve incelemek için etrafıma dikkatlice bakıyordum. Çünkü Büyük İskender buradan Fırat Nehri’ni geçmişti, dahası Tevrat’ta da bu yerden bahsediliyordu. Burada benim şimdi bahsettiğim Ermeni hizmetkarımdan başka hiç bir Ermeni’nin izine rastlamadım. Dr. Turayan’ın varlığı ve tanıklığını meselesine şüphe ile bakıyorum. Eğer böyle biri var olsa bile, belirtilen zamanda orda olduğundan dahi şüpheliyim. Eğer Meskene’deki koşullar gerçekten belirtildiği gibi olsaydı, şüpheci Türkler “hükümet görevlisi” olarak bir Ermeni’yi oraya yollarlar mıydı? Siz buna hiç inanır mısınız?
On dört gün boyunca Fırat Nehri üzerinde yolculuk yaptım. Bu süre boyunca bayan Stjernstedt’in verdiği bilgilere göre en azından bir kez Ermenilere karşı yapılmış bir saldırı görmeliydim. Bu durumda bir çoğu Fırat Nehri’nin üzerinde ölü olarak yüzüyor olmalıydı. Bu nehir yolculuğunu Dr. Schacht (Alman Hekim Binbaşı Dr. RolandSchacht) ile birlikte yaptık. Daha sonra kendisiyle Bağdat’da yine buluştuk, konuştuk. Bana hiç böyle şeyler anlatmadı.
Konuyu özetlersek, bayan Stjernstedt’in, hiç bir yönden eleştiri yapmadan, güvenilir olmayan kaynakların anlattıkları uydurma hikayeleri olduğu gibi kabul ettiğini ve bu saç baş yaran korkunç hikayeleri ve söylentileri, yazdıklarına dayanak olarak aldığını düşünüyorum. Ancak, bayan Stjernstedt’in, bu yazılarıyla Ermenilerin zor durumlarına dikkat çekmek istediğini de inkar etmek istemiyorum.
Ancak, bir görgü şahidi olarak, göçmenleri gözeten düzenli Türk jandarma birliklerinin Ermenilere katliam yaptığı iddialarına kesinlikle karşı çıkıyorum.
İleride, daha değişik bir yerde ve boyutta Ermeni konusunu, aynen şimdi olduğu gibi tamamıyla tarafsız olarak ele almak istiyorum. Ancak şu an için bu kadarını yeterli görüyorum.”
Rättvik, Nisan 1917
HjalmarPravitz
İsveçli Binbaşı’nın mektubunda söylediği gibi Ermeni konusunu tamamen tarafsız olarak ele aldığı kitabı 1918 yılında yayınlanmış. İsveç basının görmediği kitapta, Soykırım iddialarındaki tarihlerde Ermeniler ile birlikte yolculuğundaki gözlemlerini anlatıyor.
Yazmış olduğu kitapta“Avrupa basınının da bu konu üstünde bir sürü şey yazıldı. Kuşkusuz propaganda amacıyla, İsveç basınında da, bir takım gerçek olmayan bilgiler yer aldı. Bütün bunlar, Ermenilerin korkunç şartlar altında sürgün edildikleri izlemini veriyordu. Hatta bu konuya sempatisi ile tanınan İsveçli bir kadın yazar, hazırladığı bir broşürde (acı çeken Ermenilere karşı duyduğu gerçek bir acıma duygusunun etkisiyle yazdığından kuşkum yok) öylesine bu zavallı insanların sözcülüğüne soyunmuştu ki, onun yazdıklarını okuyan her insan, istese de istemese de, çaresiz ona inanmak zorunda kalıyor ve Türklerin davranışlarını lanetliyordu.” “Sefaletlere, hatta sınırsız sefaletlere tanık olmuştum, ama planlı ve programlı bir katliama ve herhangi bir zulme kesinlikle tanık olmadım” gibi kişisel değerlendirmelerine yer vermiş.
TÜRK HÜKÜMETİ’NİN TEPKİSİ
11 Mart 2010 tarihinde İsveç Parlamentosu’nun almış “soykırım” kararı ardından, T.C. Stockholm eski Büyükelçisi Zergün Korutürk’ü bir kaç haftalığına Türkiye’ye çağrılmıştı. Büyükelçi’nin tekrar dönmesinin ardından İsveç’e diplomatik ziyaretlerde artışlar oldu. İlişkiler eskisinden daha da sağlamlaştı. Bakanlar, vekillerin sık ziyaretleri ardından, İsveç Parlamentosu’nun aldığı “Türkler Soykırım yapmıştır” kararının 3. Yıl dönümü olan 11 Mart 2013 tarihinde Abdullah Gül ve aralarında Ahmet Davutoğlu, Egemen Bağış, Ali Babacan ile bazı milletvekillerinin olduğu heyetle İsveç’e 3 günlük ziyarete gitti.
Oda TV