Darende; kır dağlar, kıraç topraklar diyarıdır. Yaradan doğayı kalburla elemiş üstte kalan molozları buraya yığmış. Bir kaşıkla beş kişinin çorba içtiği, ekmeği ağda kavurup yiyenlerin memleketi Darende. Aşudu ( Günpınarı) Darende’ye yedi kilometre. 1200metre rakımlı bir yayla köyü. Derin bir vadi içinde. Göz göz pınarların kaynayıp dik yamaçlardan savrularak aşağıya döküldüğü, batıdan uzanan ceviz ve söğüt ağaçlarıyla kaplı, billur gibi akan sularıyla, şelalesiyle, güzelliğiyle tabiat anaya damgasını vuran bir belde.
Ama netmeli güzelliği. Önce karnı doyurmak, aç karnı taşlamak gerek. Mide uyumalı. Yoksa “Aç it fırın yıkar” demişler. Yokluk diz boyu. Tuz yok sabun yok. Doğa güzel amma… Yiyecek yok. Onun için çare dediler hep bir ağızdan. Taştan taşa vurdular başlarını. Çaresi gurbetti. Gurbet paklardı ancak yokluğu. Onlar da öyle yaptılar. Düştüler gurbetin yollarına. Yollar aldı götürdü onları Çukurova’ya, Maraş’a, Mersin’e. Doğup büyüdükleri baba ocağından birer birer koptular. Yurtları, yuvaları ıssız kaldı. Gidenlerin çoğu baba yurduna bir daha geri dönemedi. Karınlarını doyurdukları yerleri kendilerine yurt tuttular. Yerleşip kaldılar oralarda. Şanslı olanlar sonbaharda gitti haziranda döndü. Şanssızlar ise…
Yol gözledi çocuklar. Baba yolu gözledi. Dönenlerin çocukları sevindi. Dönmeyenlere ağıtlar yakıldı. Hele bazılarının mezarı bile bulanamadı. Kuş uçmaz kervan geçmez yerlere ne mektup ne haber. Her yeni doğan gün bir umut oldu yürekte. Ne kara düşler yoruldu ölenlerin üstüne. Kara düşleri hayra yordular. Umut dediler. Gel dediler. Umutlar tez tükenmedi. Yıllarca beklendi gidenler. Ama hayırsız çıktı seneler. Gidenleri uçan kuşlara, turnalara sordular. Ne gelen oldu ne de giden. Yumak yumak oldu umutlar. Eşler, çocuklar yıllarca yol gözledi.
Gidenlerin çoğu Çukurova’yı yurt tuttu. Kimisi çerçilik, kimisi bakkallık, kimileri de hallaçlık yaptı. O günleri yaşayanların dilinde destan oldu o yıllar. Gidip de dönmeyenlerin hikâyesi kor gibi çöktü yüreklere. İşte Çolakların Abdullah da bahtı kara Aşudulu’nun biri. Hatem Çavuş gibi, Süleyman Emmi gibi. O da yokluklara yenik düştü. Dar geldi Aşudu. Ev gerek, ekmek gerek. Yokluk onu da düşürdü gurbetin yollarına. Karar verdi. Süleyman Emminin aştığı dağları aşacak, o da on günde varacaktı Çukurova’ya. Hazırlıklar yapıldı. Kap kacak, savan, sofra. Lâzım olan araç gereçler yüklendi. “Çöh” dedi eşeğine. Abdullah Ceyhan’ın Mustafabeyli köyünü yurt tuttu. O da diğer Darendeliler gibi çerçilik yaparak, iğne, iplik, kabak leblebi, köfter satarak geçimini temin etti. Hem çerçilik yaptı hem de yurt yuva kurmak için çabaladı. Dileği oldu. Çerçilikten biriktirdiği üç beş kuruşuyla Mustafabeyli’deki Bulgaristan muhacirlerinden Hatice ile evlendi. Hatice’den bir oğlu oldu. Adını Abdurrahim koydular. Abdurrahim beş yaşındayken anası öldü. Abdullah dul Abdurrahim öksüz kaldı.
Abdullah, “kader” dedi. “Daha öküzleri arabaya koşmadan halat koptu. Hışımınan Hatice’yi aldı götürdü Azrail. Daha gün görmeden. Bir solukta aldı götürdü. Hatice gelin oldu kara toprağa.” Abdullah, “Geçer, bu da geçer” dedi. Şükür etti Allah’a. Ne kadar şükür etse de Abdurrahim’e bakacak birisi gerekti. Hatice’nin daha acısını içinden atamadı. Amma! Abdurrahim de anasız olamazdı. Hatice’nin kara toprağa gelin olmasından sonra Elif’le evlendi.
Elif Darende’nin Yenice köyündendi. On altı yaşında Balaban ilçesine gelin gitmişti. Elif, eli kınalı yirmi iki günlük gelin iken seferberlik başladı. Yeni gelinin güveyisi askere alındı. Gidiş o gidiş. Bir daha dönüşü olmadı. İmi timi belirsiz oldu. Kayıplara karıştı.
Dul kalan Elif’i kardeşi aldı götürdü Osmaniye’ye. Elif’i Abdullah Osmaniye’de tanıdı. Bu tanışma evlilikle sonuçlandı. 1920 yılında başlarını bir yastığa koydular. Ancak evliliğin hemen peşinden “Kaçkaç” başladı. Adana-Ceyhan’ı Fransızlar işgal etti. Çukurova’nın işgalinden sonra Mustafabeyli’yi terk eden Abdullah ile Elif soluğu Aşudu’da aldı.
Silah sesleri kısmen de olsa susmuştu. Cumhuriyet kuruldu. Cumhuriyetin kurulmasından bir yıl sonra da Hasan dünyaya geldi. Yıl 1924, yer Aşudu. 1924 yılından sonra savaşın hızı kesildi. Bunu fırsat bilen Abdullah, eşi Elif, tuz parası, gaz parası için yeniden Çukurova’ya gitmeye karar verdiler. Hazırlıklar yapıldı. Kap kacaklar heybeye konuldu. Abdullah hanımını bindirdi eşeğe. Hasan’ı da kucağına verdi. Sürdü eşeğini ömür tüketen yollara. Hasan daha yedi aylıktı. Verirsen emiyor, vermezsen ağlıyor. Sabi sübyan. Olan bitenden habersizdi. Kara kaderin acımazlığı onu da düşürmüştü gurbetin yollarına.
Deh çöh, deh çöh. Zor indiler Çukurova’nın düzüne. Yine Ceyhan’ın Mustafabeyli köyüne kondular. Ürkek ürkek, garip garip kondular. Abdullah eski düzenini yeniden kurdu.“Çerçilik yapmak benim kaderimmiş” dedi. Başladı işe. Sabah gidiyor, akşama dönüyor, yoksa orada kalıyor. Birini beş etmek için geceyi gündüze katıyordu. Abdullah böyle koptu baba yurdundan. Bir daha da geri dönmedi. Mustafa beyli vatan oldu onlara. Abdullah “Doğduğum yer değil doyduğum yer” dedi. Adım adım dolaştı yöre köylerini.
Abdullah öldüğünde bacısı Zeynep iki, Hasan altı yaşındaydı. Arkadaşlarıyla sokakta çelik oynuyordu. “Baban öldü” dediler. Ölüm ne idi, kara toprağa gelin gitmek nasıl olurdu bilmiyordu Hasan. Onun için tınmadı bile. Bırakmadı oyunu. Abdullah öldükten sonra Elif dul, Hasan’la Zeynep yetim kaldı. Geçim derdi de Elif’in sırtına bindi. Elif yaz gelince pamuk tarlalarına çapaya gidiyor, Hasan evi bekliyor. Anası gelinceye kadar da Zeynep’i avutuyordu. Küçük Hasan’ın kimi kimsesi yoktu. Amca, dayı, teyze… Hiç kimse. Kara kader erken tuttu yakasını. Bir daha da hiç bırakmadı. Hayatı hep mücadele ile geçti. Şiirlerle Hasan Turan’ı, Tonguç Baba’yı, Hasan Ali Yücel’i, İsmet İnönü’yü anlatı. Bazen atlı bazen de yaya yol aldı. Bazen “Demedim mi her güzelden yar olmaz / Be hey gönül sevmeseydin ne vardı.” Bazen de: “Ben önce halkla doluyorum / Sonra Hasan Turan oluyorum” dedi.
Sanki gün görmedi. Sonunda acısıyla, tatlısıyla bu dünyadan göçtü gitti. Demet demet deste deste şiirler bıraktı. Onun için Hasan Turan deyince sevenlerinin aklına: Ana beni eversene, Şen ola düğün Şen ola ve Nem alacak felek benim türküleri gelir. O: bu şiirleriyle, türküleriyle ebedileşmiş, çilekeş bir ozandır. Ozanlığının yanında iyi bir eğitimci… Mustafabeyli köyüne belediyeyi getiren, ilk belediye başkanı, Mustafabeyli yatılı bölge okulunun temelini atan, Ceyhan CHP ilçe başkanlığı yapan bir ozandır. O hayatın tüm güçlüklerini katre katre yaşamış, yokluklarla boğuşmuş, yoklukları yenemeden de bu dünyadan göçüp gitmiş. Geride de üç Hasan Turan bırakmıştır. Çilekeş Şair Hasan Turan / Eğitimci Hasan Turan / Siyasetçi Hasan Turan.
Benim gençlik yıllarımda dönen, kulağımda iz bırakan üç önemli plak vardı. “Nem alacak felek benim / Ana beni eversene / Şen ola düğün şen ola.” 1960’lı yıllar plağın en yaygın olduğu dönemdi. O yıllarda bu üç plak ortalığı kastı kavurdu. En çok satanlar arasına girdi. Üçü de altın plak aldı. Ülkemizin en ünlüleri bu üç eseri plağa okudu. Biz de ünlülerimizin okuduğu, pikaplarımızda dönen 45’lik plaklarla büyüdük. Bağlamaya olan sevdamız bu ve benzeri eserlerle kucaklaşmamızı, daha çok haşir neşir olmamızı sağladı. Doğrusu dönen bu üç plağın ne bestecisinden ne de sözünü yazandan haberimiz yoktu. Hasan Turan’ı da, Cemil Demirsipahi’yi de tanımıyorduk. Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Bağlamaya ve Türk kültürüne olan sevdamız bizi buralara getirdi. Zaman içinde Hasan Turan’ı da Cemil Demirsipahi’yi de tanıdık. Merhumla Yumurtalık’ın Gölovası köyünde düzenlenen Âşık Dertli Kazım şenliklerinde ilk defa birlikte olduk. Yılını hatırlayamıyorum. İşte ondan sonra Hasan Turan’la aramızda müthiş bir dostluk oluştu. Ölünceye kadar da devam etti.
Mahsuni: “Bir gün bu dünyadan adım silinir / Hani bizim Mahsuni’miz derler oy” diyordu. Onu Hasan Turan’a dedirtmemek, yaşatmak ve ebedileştirmek için en kısa zamanda kayıt altına almak gerekiyordu. Hiç vakit kaybetmeden ben de onu yaptım. Ankara’da defalarca konuğum oldu. Bir defasında üç gün üç gece onu dinledim. Varını yoğunu döktü. Hepsini kasete kaydettim. Ankara’dan Ceyhan’a gelerek konuğu oldum. Bazı bilgi ve belgeler verdi. Elimdeki verilerle Çukurova’dan Sesler kitabını yayınladım. Çok mutlu oldu. Kitabı satarak ekonomik sıkıntısını gidermeye çalıştı. Yüceltmek için çeşitli programlara konuk ettim. Hep yanında oldum. Son beraberliğimiz 2002 yılının Eylül ayı başında gerçekleşti. Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde yatıyordu. Ankara’dan Adana’ya ziyaretine gittim. Hastalığı kanserdi. Kendisi de hastalığını biliyordu. Melun hastalık yapışmıştı yakasına. Sevenlerinin temin ettiği özel odada tek başına yatıyordu. Beni görünce dolu gibi döktü gözlerinden. Dayanamadım ben de ağladım.
Toparlandıktan sonra vasiyet mektubunu sordu. Hâlbuki aynı soruyu daha önce de sormuştu. Ben de her soruşunda mektubu aldığımı, gereğinin yapılacağını ifade etmiştim. İlk kez soruyormuş gibi bir kez daha gereğinin yapılacağını söyledim. Mahzunlaştı. “Bir daha sormam” dedi. Gözlerini gözüme dikti. Kırpmadan bana bakıyor, hareketleri “Bu gözler seni bir daha göremeyecek” diyordu. Konuyu dağıtmak istediysem de başarılı olamadım. Ölüme odaklanmıştı. O duygudan, o düşünceden kendisini bir türlü arındıramıyordu.
“Öleceğimi biliyorum. Hem de çok yakında. Bir daha görüşeceğimizi sanmıyorum. Tıpkı son mektup gibi bu da son görüşmemiz olacak. Ömür yolunun sonuna geldik. Hareket memuru treni durduracak. Çileli ömür bitiyor. Bundan sonrasını bilmiyorum. Bildiğim tek şey beni unutmayacağındır. Mezarımın başında Ömür Yolu şiirimi okuyacağına inanıyorum. Hani senin o çok sevdiğin şiirim. Gün gelir yolcu gider yol gider han da gider / İsmi cismi hiç olur Hasan Turan’da gider. Evet, Hasan Turan gidiyor. Amma… Senin sayende ismi cismi hiç olmayacak” dedi ve gözlerinden “murt gibi” döktü. Teselli etmek mümkün değildi. Çaresizdim. Varlığım ona üzüntü veriyordu. Daha fazla dayanamayarak odayı terk ettim. Ağlayarak uğurladı beni. Buğulu gözlerine son kez bakabildim. Ağlayarak ayrıldık. Onu tekrar görmek nasip olmadı. 29 Eylül 2002 tarihinde göçtü gitti bu dünyadan. Bu yazıyla birlikte tıpkıbasımını yayımladığım mektubu geride bıraktığı, benim armağan ettiğim daktiloyla yazdığı en son mektup oldu. Parmakları başka bir daktilo tuşuna inmedi bir daha…
Ölümünden hemen sonra Mustafabeyli Belediye Başkanı ile bizzat görüştüm.
(Bu görüşmelere öğretmenim yazar Ahmet Z. Özdemir de şahit oldu.) Hasan Turanla ilgili Folklor Edebiyat dergisinde bir yazım yayımlanmıştı, dergiyi ve vasiyet mektubunu takdim ettim. Ölüm yıldönümünde yapılacak olan anma törenlerini gündeme alacaklarını söyledi. Bu görüşmeden sonra Belediye Başkanını telefonla Ankara’dan birkaç defa aradım. Görüşmeler sonuçsuz kaldı. Merhumun vasiyetini yerine getirmek için başımı taştan taşa vurdum. Maalesef sonuç alamadım. Geçen yıl 29 Eylül 2011 tarihinde öğrencim İsmail Görkem’in şahsi gayretleriyle Merhum Hasan Turan’ı Mustafabeyli Mezarlığında anmak nasip oldu. Sevenleriyle birlikte mezarı başında anıldı büyük ozan. 29 Eylül 2011 tarihinde yapılan anma töreninde Mustafabeyli Belediye Başkanı Sn. Zafer Topaloğlu gelecek yılda anma töreninin tarafından yapılacağı sözünü vermişti. Onu bu yıl gerçekleştirdi. Ancak 29 Eylül 2012 de yapılamadı. 15 Kasım’a ertelendi. Dilerim her yılın 29 Eylül’ünde değerli şair Hasan Turan anılır. Tören geleneksel hale dönüşür. Anma törenlerinin geleneksel hale dönüşmesini sağlamak amacıyla, onun duygularına sevenlerinin tercüman olması amacıyla bana yazdığı vasiyet mektubunun tıpkıbasımını yayınlayarak[1] ilgililerin bilgisine sunuyor, mektubun arkasından Ömür Yolu şiirini yayımlayarak da onun ne denli yüce bir şair olduğunu hissetmelerini diliyorum.
ÖMÜR YOLU
Uzun bir yolculuk bu atlımız yayamız bir
Âdem’den sürer gelir ruhumuz mayamız bir
Anadan üryan geldik ne gerek saltanata
Hangi gurur sahibi binmedi cansız ata
Kimi paşa kimi bey kimi köle efendi
Gördük götürdükleri yedi arşın kefendi
Gurur kibir hırs nedir yer bitirir öz kalmaz
Arkasından rahmetle söylenecek söz kalmaz
Yavrusunu yitirmiş analar acı meler
Makam mevki sahibi ya şimdi neredeler
Ağlayanın ahını duymuyorsa yürekler
Karamış vicdanları kapkaranlık sis bekler
Gelir geçer seneler mevsimler aylar bir bir
İnsanları gülüşen dünya daha güzeldir
Kanadım yok uçamam gövdemde kafesteyim
Ağlayan gözde yaşım ah eden nefesteyim
Kul hakkı mı dediniz titrerim irkilirim
İnsanı insan eden dinleri bir bilirim
Kimin için dönüyor bilinmez çarkı felek
Cümlemizi eliyor kader denilen elek
Hiçliğin deryasına akıp giden bir suyuz
Etten kemikten mülhem ne isek işte buyuz
Dün girdim kabristana okudum mermerleri
Makam mevki bir olmuş eşitlenmiş yerleri
Riya yalan hırçınlık ne varsa hepsi sönmüş
Sıra sıra yatarlar kullar aslına dönmüş
Ne dostuna kin besler ne kaş çatar azarlar
Ne güzel komşuluk bu sıra sıra mezarlar
Benim diyen mağrurlar ne kocaman baştılar
Sorun kendilerine nereye ulaştılar
Tanımadı Yunus’u bilmez Hacı Bektaş’ı
Makamından yücedir başında mezar taşı
Şu hasta yatan benim şu ağlayan göz sensin
Ben seni ben bilmişim ayrı durma bendensin
Aynı tarlaya akar su taşıyan arkımız
Ben Ali’yim sen Ömer niçin olsun farkımız
Bilim teknik kırk boğum yapıyorken Fırat’ı
Niçin geçmeyelim kurduğumuz sıratı
Uyuşmaz olur muyum insan ile din ile
Neyimiz bölüşülmez Rab bil Âlemin ile
Uzun olma ey dilim gel gönül kendini bil
Yedi âlem içinde insanı insanca bil
Gün gelir yolcu gider yol gider han da gider
İsmi cismi hiç olur Hasan Turan’da gider
DİPNOT
[1] Ölmeden önce de bana bir mektup yazarak vasiyette bulunmuştu. Şahsıma yazdığı son mektubu 07. 11. 2001 tarihlidir. Yazı içinde metne yer verdik.