Eşyaların kamyona yüklenip evin boşalmaya başladığı dakikalarda ben, gıcırdayan kapıyı hafif bir gün ışığı ile aralayıp, burnuma küf ve tozla karışık özlem kokusunu çekerek girdiğim çatı arasında içine hayatımı doldurduğum sandıkları karıştırmaya başladım. Kendi kendime geçmişten izler, hikâyeler ve umutlar arıyorum. Çocukluğumun, gençliğimin; 75 yılıma ev sahipliği yapan bu evde sona kalanlar bana kalanlar. Burada tek başıma oturup, bir tebessümle ağlamaktansa anılarımı sizinle paylaşabilir miyim? Bana bu zaman yolculuğumda eşlik eder misiniz? Yok yok endişelenmeyin sizi sıkacak uzun hikâyeler anlatmayacağım. Elinize ufak ufak parçalar verip, bütünü tümlemenizi istiyorum. Sararmış fotoğraflarımı da bu yüzden paylaşacağım sizinle. Bu eski ve tozlu çatı arasında beraber yaratacağımız hikâyenin kahramanı olmanız için.
Hep gezdim ben. 15 yaşından başlayarak doğduğum Fransız topraklarından, yaşadığım Avrupa’yı ve hayran olduğum Asya ile hayalini kurduğum Afrika’yı. Hepsini de yazdım. Eski bir dostum bana seyahatlerimi yazarsam onları ölümsüzleştireceğimi, defteri her açan içinde bir can, bir suret bulacağını söylemişti. Fotoğraf o anı, film zamanı gösteriyordu. Peki yaşananları? Bu yüzden gözümün gördüğü, kulağımın işittiği, dilimin tattığı, elimin dokunduğu her şeyi yazdım. Çoğu okurlarla buluştu, bazıları da unutuldu. Ama ilk seyahatimin öyküsü ne başkaları tarafından okundu, ne de benim için unutuldu. Bir sır oldu burada saklı durdu.
Size Bursa’dan bahsedeceğim ama “ben biliyorum” demeyin hemen. Size Bursa’yı anlatmaya koyulmadım. Hamamları, camileri, sahilleri, çarşıları çok kere duymuşsunuzdur. Ben size daha önce görmediklerinizden, hiç duymadıklarınızdan bahsedeyim.
1909 yılı yazı bitmek üzereydi. Sabah annem odama elinde bir zarfla geldi ve “bounnes nouvelles” dedi. Elinde salladığı müjdem, Fransa’nın Bursa sefiri olan Mösyö Gregor ile evlenip Bursa’ya taşınan teyzemin gönderdiği karttı. Michelle teyzemle çok yakın iki arkadaştık. Onun, Lyon’dan ayrılıp çok uzak bir Asya şehrine gitmesi beni çok üzmüştü. Heyecanla zarfı yırttığımı hatırlıyorum. İçinden çıkan kartpostalda “sağ salim Bursa’ya vardıklarını, hepimizi öptüğünü ve en iyi dilekleriyle kucakladığını yazıyordu”. Mektupla beraber ipekten bir Osmanlı çatması ve biraz şekerleme de göndermişti, Lyon’a dönen dostlarıyla.
Sevgili Claire sag salim vardık
Bütün ailemizle size kucak dolusu sevgi ve selam yolluyorum.
Mösyö ve madam Bonstan’a en iyi dileklerimi iletin. Hepinizi çok öpüyorum.
Michelle Augustin
Annem, hemen hazırlanmaya başlarsam yaz bitmeden orada olabileceğimizi söylediğinde mutluluktan uçuyordum. Gerekli tüm ayarlamalardan sonra Constantinople’ye geldik. Yolculuk programımızın yarısını bu güzel şehirde geçirmek istiyorduk fakat eski sultanın tahtan indirilip yerine Sultan Reşad’ın tahta çıkarılması yüzünden, payitahtta ortalık çok gergin ve karışıkmış. Bu yüzden erteledik bu programı. (Daha sonraları İstanbul’u doya doya gezme fırsatım oldu tabi.)
Constantinople’ye geldiğimizde, bizi babamın dostu Mekteb-i Sultaniye hocalarından Mösyö Garniye karşıladı. Önceden temin ettiği vapur ve tren biletlerini bize teslim edip, fazla vaktimiz olmadığı için hemen bizi vapura götürdü. Sokakların çok kalabalık ve bir telaş içinde olduğunu hatırlıyorum. Küçük bir çocuk olarak çok yorulmuş ve gemiye biner binmez uyumuşum. Gözlerimi açtığımda bir iskeleye yanaşmıştık. Heyecanla teyzemi aramaya başladık. İskelenin çıkışı karaya varış noktasında demir parmaklıklarla çevriliydi, ellerinde bavullar koşuşturan kalabalık, askerler, tüccarlar, görevleri birbirinden farklı tezkereleri ve bavulları kontrol eden zabıtlar… Şaşırıp kalmıştım. Batmakta olan güneşin, şeftali rengine bürünmüş ışığında limanın tam çıkış noktasında “bonjur Claire, bonjour” sesiyle şaşkınlığımdan sıyrıldığımda, lacivert elbisesi, başında çok şık bir dantel şapka ile güzel teyzemin bana seslenerek geldiğini gördüm. Kalabalığın arasından sıyrılıp ona bir dolu hasretle sarıldım. Treni kaçırdığımızı söyledi. Sonrasında karşılıklı iki kanepeli, önden ve arkadan körüklü, üstü kapatabilen bir landona bindik ve Bursa’ya, Mösyö Gregor’un çalıştığı Setbaşı’ndaki Fransız konsolosluk binasına geldik. Gelir gelmez sevgili dostum Jannie’ye “bir gün muhakkak buralara beraber geleceğiz” diye söz veren bir kartpostal attım.
Bursa’da kaldığım süre boyunca her gün şehrin başka yerlerini gezdik. Burası bana bir önceki yaz gezdiğim Salzburg ve Inssbruck’u çağrıştırmıştı. Yeşilin türlü tonu, heybetli bir dağ etrafında toplanmış, şehrin içinden akan sular ve üzerlerindeki irili ufaklı köprüler aklımda bir masalsı bir dünya bırakmıştı. Batı panoramalarından en büyük farkı ise Müslüman kimliğine vurgu yapan, Olympos’la yarışmaya kalkan, göğe doğru uzanmış minareleri idi. O zaman Bursa’da yılın günleri kadar minare olduğunu duymuştum. Kuzeydeki bir tepelikte oturup karşı yamacı çizdiğimde inanın seksen minare sayıp yoruldum.
Bursa şehrinin tarihi yerlerini gezerken bir yandan da teyzem bizi dostlarıyla tanıştırıyordu. Bir akşam evine misafir olduğumuz Mehpare Hanım, bize ikram ettiği kahvenin ardından bana fal bakmış ve bir gün mutlaka buraya tekrar geleceğimi söyleyerek, o gün geldiğimde gördüklerimi yazmam için bana ipek kaplı bir defter armağan etmişti.
Bursa’da biraz matmazel, biraz genç hanım, biraz da ufaklık olarak geçirdiğim günlerden o defterime juillet, 1909- Brousse tarihi altında
“Su şırıltıları,
Her dilden sesler,
Yumuşak bir lodos dokunuşu ve
Mırıldanan Çınar ağaçları,
Fonda akasya ve erguvanlar
Çarşılarda mis
Turkuaz-mavi cami pervazları,
Sırtında Ulu bir güven,
Yaşamak istiyorsan bu hayali
Usul usul geçmelisin içinden
çünkü
Hayale dalmamışsa Şehir,
Belki uyuyordur hala geceden… “
Yazıp noktalamıştım…
Çok güzel geçen bir yaz tatilinin ardından Lyon’a dönerken bu güzel topraklara bir daha geleceğimi biliyordum.
Asya’ya ilk ayak basışımdan tam 19 yıl sonra Sevgili arkadaşım Jannie’ye çocukken verdiğim sözü tutup, onunla beraber tamamen değişmiş olduğunu düşündüğüm Bursa’ya tekrar gittim. Sene 1928’ti. Çok güzel bir yaz yaşanıyordu Mudanya’da vapurundan indiğimizde. Bu güzel şehri ziyaret etmiş eski Fransız gezginlerin kitaplarından aldığım notlarla özet bir program yapmıştık. Hemen trenin yolunu tuttuk. Tren düdüğünün çalması ile beraber çocukluk yıllarından hatırladığım manzaralar bir bir görsel şölene dönüşmeye başladı. İçinden geçtiğimiz yeşil bağlar arasından koşuşturarak yemiş toplayan çocuklar, yolculuğumuzun neşe içinde geçmesini sağladı.
Ve bir rampa sonunda karşımızda Olympos belirdi. Dağın kusursuz güzelliği yakındaki görüntüsünden çok uzaktan bakıldığında fark ediliyordu. Zirvesinde ufku çizen mermer kayaları, altında şehri örten ağaçları; kıpırtılı bir lodos gününde açık gökyüzüne karşı bir gövde gösterisi yapıyordu sanki. Bir şehre bağlanmak için tek başına bu bile yeterli değil miydi zaten? Büyülenmiştim.
Dar sokakların, ahşap evlerin, her taraftan fışkıran bahçe ve yeşilliklerinin arasında kubbeler ile yaldızlı minarelerin yükseldiği bu güzel ve güler yüzlü şehrin önlerine geldiğimizde “belli ki Bursa, kaldığımız zaman boyunca bir hayal dünyası yaşatacak bize” diye düşündüm.
Her iyi turist gibi önce büyüğünden küçüğüne, çinilisinden mozaiklisine, şadırvanlısından sütunlusuna, bütün camileri gezecektik gezmesine ama bir yerli gibi de kahvelerinde oturup, mesire yerlerinde piknik yaparak, düğünlerine katılıp, cenazelerine giderek, belki onlardan biri olup dut toplayarak biraz Türk gibi yaşayacaktık.
Kataloglanmış bir kartpostal albümü gibiydi Bursa’da yaşam. Aynı evler, aynı çarşılar, aynı bahçeler, aynı kadınlar, aynı erkekler, aynı yoksulluk ve tezadında aynı bolluk.
Sokaklar birbirine çok benziyordu mesela. Ahşap evler çoğu zaman arnavut kaldırımlı bir yokuşun hizasına sıralanmış, kırık dökük, biraz bakımsız ama çiçeklerle kaplıydılar. Hafif bir yokuşta, çıkmaz bir sokağın sonunda bir ev görmüştüm. Hiç unutmam ufacık avlusunda mermer bir çeşmeden su akıyordu. Su o kadar berraktı ki aktığını sadece elinizi altına koyduğunuzda anlarsınız. İki yabancı olarak kapı arasından meraklı gözlerle bakarken Türk misafirperverliği ile içeri davet edilmiştik. Gölgedeki ortancalar, pervazlardaki sardunyalar ve mis kokulu sakızların arasından geçerek köşede inzivaya çekilmiş yaşlı dut ağacının altındaki sofaya oturmuştuk. Duvarları parlak beyaz boyalı, tavanları ahşap olan bu küçük evde yürürken yerden çıkan gıcırtılar, sıcakta açığa çıkan ahşap kokusu ve bizi bekleyen soğuk şerbetler en güzel Şanzelize kafesinde konyak içmekten daha keyifliydi.
Yollar her zaman bakımsız ve çukurlarla doluydu. Savaşın yaralarını sarmak için belli ki daha ne paraları ne de zamanları olmuştu halkın. Ama yorulmazdınız yürürken. Çünkü gözleriniz yerdeki düzensizliklere değil de üstünüze eğilen çınar, incir ve söğütlere dalardı. Her yer bir koruluktu burada. Eğreti yolların kesişme noktaları, yaşlı çınarların gövde gösterilerine şahitlik ediyordu. O Sıcakta biraz soluklanmak için gölgesinde dursan, bir de altındaki çeşmeden buz gibi sular sunar misafirlerine. Bursa’da ne gölgede dinlenmeye doyabilirsin, ne de soğuk sulardan kana kana içmeye.
Önceki Bursa seyahatimizde, annemin dostlarımıza bir sandık dolusu hediye aldığını hatırlıyorum. Bizde boynumuza bir eşarp, bir de gömleklik almak için çarşı pazarı görmeye gitmiştik bir gün. Orda da başka bir film vardı görülmesi gereken.
Simitçi, şerbetçi, işportacı, şekerci, kebapçı, takunyacı, kumaşçı… her biri her yerde veya hepsi bir yerde. Burada göz ne dükkânları birbirinden ayırabiliyordu ne de ürünleri. Her yerde sadece adamlar vardı. Şekerlemecilerin sergileri önünde cam kavanozlar dizilmişti. Kuru meyveler, kurabiye vs. renkli kokulu şekerler. Kebapçılardan dışarı ağır kuzu eti kokusu geliyordu. Şerbetçiler genelde esnafa çalışıyordu. Yorgancılar tezgâhların önünde oturuyor müşteri bekliyordu. Aslında en büyük Avrupa şehirlerinin alışveriş caddelerinde bulunamayacak kadar çeşitli el emeği ürünler burada değersizmiş gibi alt alta üst üste istiflenmiş ve vitrin olmadığı için bir karmaşa ve sıkışıklık arasında kaybolup gitmişler. Türlü çeşitli ipekliler, brokarlar, taftalar, çeşitli kokular, baharatlar, şekerler, ayakkabılar, yorganlar, ekmekler, çoraplar, bakır güğümler, gümüş kaseler..
Charles Edouard Jeanneret (Le Corbuiser) bir kitabında “fotoğraf makinesi aylakların kullandığı bir araçtır, kendi görme işlerini yaptırmak için bir makine kullanırlar”….demiş. Doğru. Çarşıda çektiğim fotoğrafları göstersem şimdi size sadece o “an”’lar çok sönük kalacak bütün zamanlar içinde. Aynı kendi seyahat günlüklerimde yazdıklarımı okuduğum anlardaki gibi. Sayfaları karıştırıp geçmişe dair yazdıklarımı okuyunca içimde çırpınan kelebekler birden durur, anlarım ki zihnimden kaleme dökülen kelimeler gördüğüm ışıltılı güzellikler yanında sönük kalmıştır. Hâlbuki burada gördüğüm her şey bir esin için tohum olmuştu bana. Lyon’a dönerken yanımda getirdiğim kumaşlar üzerinde çalışmış daha sonra kendi desen atölyemi kurmuştum. Ayrıca Hindistan’ı ziyaret fikri de Bursa aktarlarını gezdikten sonra aklıma düşmüştü. Ya kayağa ne demeli? Yazın Uludağ’a çıkıp o güzellikleri görünce kışın tutturmuştum “Alplere gidip kayak yapacağım” diye de olan uzun süre kalem tutamayacak olan zavallı koluma olmuştu.
Uludağ demişken, dağ eteklerinde öyle güzel mesire yerleri mevcut ki. Yüzyıllık çınarların ortasında, şehrin en büyük su kaynağının çıktığı Pınarbaşı işte bunlardan biri. Türklerin açık alan ve piknik sevdası bu güzelliklere sahip olmalarından olsa gerek. Gittiğimizde, Pınarbaşı bir bayram kutlaması dolayısı ile cemiyetli idi. Dönme dolaplar, salıncaklar, şerbetçiler, kebapçılar geniş meydanı doldurmuşlardı. Ağaçların arasına kurulan salıncaklarda çocuklar ve kadınlar eğlenirken erkekler kahvehanelerde nargile tüttürüyorlardı. Kahvehanelerin tepesinde hafif bir mavi bulut oluşmuş, fokurtu sesleri kaba saba konuşma seslerine karışmıştı.
Karmaşayı temsil eden bu yaşam manzaralarının biraz ötesinde selvi ağaçlarının altındaki birkaç oyma mezar taşı ile sessizliğin hüküm sürdüğü mezarlar da ölümü anlatıyordu.
Doğuyu gezen Avrupalılar burada ölülerin gömülü olduğu yerlerin çekiciliğine kapılmadan edemez. Mezarlıklar şehrin ortasında, çoğu zaman evlerin bitişiğinde bulunur. Müslüman mezarlığında insan her ölü için durup ağlamak ister, inanın, Her ölü o kadar munis ve cana yakındır ki! Ovadan tepelere baktığınızda da yeşilliği ve türlü ağaçları ile dikkat çeker bu mezarlıklar. Şehirde büyük köşklerin dışında bu kadar bakımlı bahçeler bulamazsınız. Hatta yuvarlak tepeli ve uzun taşların arasında bazen yerde karpuzlar, ağaçlarda da kiraz ve erikler görürseniz şaşırmayın. Tohumdan çıkmış bir meyve yaşamı, toprağa giren bir ölü ölümü temsil eder burada.
Hayatının baharlarını çoktan geçirmiş yaşlı bir kadın olarak kendi adıma konuşmam gerekirse; biçilmiş çimleri, üzerinde sadece doğum ve ölüm gününün yazdığı düzenli dizilmiş granit taşları ile çok nadir ziyaretçi ağırlayan Alafranga şehir dışı mezarları yerine; yabani yeşil otlar arasında, bir selvi ağacının siyah gölgesi ve yağmur sonrasındaki toprak kokularının etrafı sardığı bu Alaturka samimi mezarlarda yatmayı tercih ederim.
İnsan geçmişe dönüp gençlik yıllarındaki tazelik ve güzellikleri düşününce birden kendini böylesi bir melankoli içerisinde bulabiliyor işte. Siz bana bakmayın. Güneş yavaş yavaş tavandaki ufak pencereden çekilmeye başlıyor. Belki de bu sandığı kapatıp gitmenin vakti gelmiştir.
Bugüne kadar tek yazmadığım seyahat günlüklerimi yerinde yazmaya gidiyorum şimdi. Çünkü Bursa, insanı kendine bağlayan esrarlı bir sarmaşıktır. Görünüşündeki gizemi ve güzelliği yaşayıp, yoksulluğu, düzensizlikleri ve karmaşayı göz ardı ederseniz dolanır durur etrafınıza. Kıpırdayamazsınız…
Not: Bu hikâyedeki kişiler tamamen hayal ürünü olup, gerçek zaman ve kişilerden esinlenerek yazılmıştır.
ASLIHAN CEYHAN-BURSA 2011