Hemen her şehirde herkesin tanıdığı/bildiği, renkli kişilikleriyle hayata canlılık ve neşe kaynağı olan, bilgelik ve masumiyet katan, merhamet duygularımıza dokunan, seven, sevilen, farklı hayat tarzlarıyla öne çıkan sıra dışı kişilikler vardır. Gariptir yaptıkları, acayiptir, hayret vericidir, şaşılacak derecede inanılmaz ve imkânsızdır. Aralarında akli dengesini yitirmiş olan da vardır, âlim mertebesinde duran da vardır.
Batıda delilik ve dâhilik arasında kurulan bağ, İslam toplumlarında delilik ve velilik arasında kurulur.[1] Halk arasındaki bir inanışa göre delilik ve dahilik arasında ince bir çizgi bulunur. Bu önerme bilimsel olarak kanıtlanamasa da bazı çalışmalar yapılmıyor değil. Örneğin İrlanda’da yapılan bir araştırma ile delilik ve dâhilik arasında sıkı bir bağ olduğu ortaya kondu. Dublin Üniversitesi uzmanlarının yaptığı araştırmaya göre pek çok dahide gelişim bozukluğuna işaret eden “Asperger Sendromu”nun bulunduğu belirtildi. Bu sendromu taşıyanlar arasında Albert Einstein, Mozart, Ludvig Van Beethoven, George Orwell, Hans Christian Andersen ve İmmanuel Kant da bulunuyor.[2] Örneğin ‘Hayvanlar Çiftliği’ nin yazarı İngiliz George Orwell’in, sosyal ilişkilerinin zayıf olduğu, tek bir alana odaklandığı, sakar olduğu ve tekrarlı hareketlerden hoşlandığı söyleniyor. Dahi müzisyen Beethoven de sakardı, duygusal olarak gelişmemişti ve sıra dışı büyüklükte bir kafası vardı.
Bizde “deli”, “divane”, “mecnun” gibi anlamlara gelen “meczup” kavramı hakkında tasavvuf ehlinin hayli kafa yorduğunu görmekteyiz. Zaman zaman akla ve mantığa, normal davranış kalıplarına sığmayan aykırı insanlarla ilgili “Hakk’ın Kendine dost edindiği, üns ve makam için seçtiği, kudsiyet suyu ile temizlediği bu veliler, nail oldukları lutuf ve ihsanlar sayesinde hiçbir zorlukla karşılaşmadan ve çaba göstermeden bütün mertebe ve makamları aşarak Hakk’a ererler, denilmektedir. Meczup için ise kendisinden geçerek Hakk’a ermiştir ve fenâ denizinde yok olup bir daha kendisine gelememiştir, denilmektedir.[3]
Deliler ve velilerle ilgili yapılmış en önemli çalışmaların başında Enfi Hasan Hulüs Halveti tarafından 1723 senesinde kaleme alınan “16. Ve 17. Asırlarda Yaşayan Veliler ve Deliler (Tezkiretü’l – Müteahhirin)” adlı kitabı gelmektedir. Önemli bir kaynak olan bu eserde bestekâr ve mutasavvıf olan Enfi Hasan Hulüs Efendi, genellikle İstanbul’da, kısmen Bursa ve Edirne’de yaşayan bazı erenler ve meczuplarla ilgili bilgiler veriyor.[4]
Osmanlı’da insanlar mahalleleriyle birlikte var olup, mahallenin sosyo-kültürel yapısı içinde şekillenip gelişiyordu.İnsanlar mekana şekil verirken, mekanlar da insana şekil veriyordu. Bu yüzden mecnunlar ve divaneler saygın birer kişilik olarak günlük hayatın mekanı içinde tutuluyor, hayatı zenginleştirici birer unsur olarak toplumun içinde kalmalarına özen gösteriliyordu.[5] İstanbul’un fethinde maiyetindeki yüz kişi ile birlikte Tersane bahçesi önünde denize postlarını serip kudüm ve def eşliğindeki zikir ayinleriyle Bizans askerlerine akıllarını yitirecek kadar korku salan Cebe Ali, gemicilerin sefere çıkmadan önce hangi yöne gitmelerinin daha hayırlı ve bereketli olacağını sordukları Durmuş Dede, Aksaray Karakolu bitişiğinde bir kaldırımın üzerinde başı çıplak ve üzerinde bir aba ile elli yıldan fazla oturduğu rivayet edilen Mulakkap Osman Çelebi, caddelere yuvarlanan ve işe yaramayan taşları kaldırarak yolları temiz tutmaya kendini adayan Aşûm Dede, Mezarcılar Tekkesi’nin duvarındaki bir kovukta kırk kadar çivi döşediği şiltesinin üzerinde kırk yılı aşkın bir süre geceleyen Taşçı Delisi, yaz kış demeden nalınla gezip ömründe bir kere bile keser vurmadığı halde nalıncı ustası olan Memi Dede, bir celâl halinde kendini Ekmekçi Ali Efendi’nin alev alev yanan fırınına atıp bür süre sonra çıkarak yüz kişiyle vedalaşıp denize dalarak kaybolan Sefer Dede (yaklaşık yedi sene sonra okyanusta, Cebelitarık Boğazı dışında bir timsahın üzerinde bulunur), tabutların ardından yuh çeken, öldüğünde tabutlara yuh çekmesinden hoşlanmayan bir komşusunun yuh demesi üzerine tabutta doğrulup “Eğer ben de dünyada Yaradan’dan bihaber yaşadımsa yuh bana!” deyip tekrar tabutuna uzanan Yuh Baba, koynunda envai çeşit hayvanın boynuzlarını taşıyan ve Kasımpaşa Köprüsü üzerine oturup gelene geçene isimleriyle birlikte “İnşallah Kâbe’ye gidesin” diyerek selamlayan Boynuzlu Divane Ahmed Çelebi, Laleli ve Beyazıt arasında yolda bulduğu kapıtları duvarların oyuklarına sıkıştıran Kâğid Delisi, Kış Günlerinde Okmeydanı’nda yağan karın üzerine yatıp sanki soğuk değilmiş gibi terleyen Tabak Divanesi gibi isimler İstanbul’un divanelerinden sadece bazıları.[6]
Gelelim Bursa’nın sıra dışı kişiliklerine. Bursa’da da İstanbul’dakiler gibi nevi şahsına münhasır; kişiliğiyle, özgün tutum ve davranışlarıyla herkesten ayrılan şahsiyetler yaşamış. Bunlardan ilki “bir Allah delisi” gözüyle bakılan, kimseye zararı ziyanı olmayan “Samti” lakaplı Ali Dede’dir. Ali Dede, susmak suretiyle ağzını mühürlemiş ve sırlarını kalbine gömmüş birisi. Bundan dolayı da halk içinde “susan, sükut eden” anlamına gelen “Samti” lakabını almıştır. Hiç kimseyle görüşmeyen, sesini kimseye duyurmayan Ali Dede’ye bir gün bir Yeniçeri zabıtı hakaret etmiş. Ancak evine gittiğinde söz söylemeye mecali kalmadan düşüp ölmüş. Bu olay Bursalıların gözünde Ali Dede’nin dokunulmazlığını daha da artırmış.
Bursa’nın ilginç isimlerinden biri de, Amasyalı Ali Efendi’dir. Semerkandi tarikatı mensubu olan Ali Efendi, birçok şeyhten ders almış. Bursa’ya gelerek Akçeli Ebubekir Mektebi’nde muallimlik yapmıştır. Ahali arasına pek karışmayan, karmaşıklığı sevmeyen Ali Efendi, öğlen ve ikindi namazı için her gün tam ezan vakitlerinde Ulucami’ye gelirmiş. Müezzinler Ali Efendi’nin camiye gelmesiyle vaktin girdiğine kanaat getirip ezana öyle başlarlarmış. Bundan dolayı Eli Efendi’nin lakabı “Ayaklı Saat”e çıkmış.
1840’larda Altıparmak civarında oturan Cezve Mehmet, ayrı bir âlem. Karnının derileri lastik gibi uzayan Cezve Mehmet’in midesi hiçbir şeyi geri çevirmezmiş. Bir gün hamamda “gözleme yapıyorum” diyerek karnının derisini tutup bir arşın kadar (yaklaşık 70 santim) uzattıktan sonra bıraktığı rivayet edilir. Yine bir gün “bir diri kurbağayı yersen senin karnını doyuracağız” dediklerinde hiç çekinmeden bir kurbağayı canlı canlı yutmuş. Askerlik vazifesi için çağırıldığı gün beş kıyye (6,5 kg) leblebi yemiş. Hararet bastıkça maşrapalardan içtiklerinin yanında, üçer tas da muayene olacağı yere kadar gördüğü her çeşmeden su içmiş. Muayenede tıka basa dolu karnını gösterip illetli olduğunu söyleyerek askerlikten kurtulmuş.
Köylerin korkulu rüyası Karabey ise köylüleri korkutup istediklerini almakla meşhur. Yenişehir’in Karasıl Köyü’nden olan Karabey, kendince bulduğu muazzam bir fikirle eşkıyalık yapıyor. Karabey, bakar ki köylüler köylerine gelen devlet erkânına ikramda kusur etmiyorlar. Neleri var neleri yok ortaya koyup misafirperverliklerini gösteriyorlar. Bunu fırsata çevirmeyi planlayan Karabey, önceleri bazı paşa ve sair levendleri farklı köylere davet ederek onlara refakat eder. Köylüler hakikaten de gelen devlet erkanına neredeyse 2-3 ay yetecek nevaleyi gözden çıkararak ikram eder. Civardaki köylere de haber salan Karabey, “Bana şu kadar akçe hazırlayın, yoksa sizin köye de misafir gönderirim, bana şu kadar nevale hazırlayın yoksa Bursa valisini köyünüze gönderirim…” diyerek tehdit ve zorbalıkla köylülerden para ve zahire ister. Köylüler mecbur bunun istediğini yaparlar çünkü valinin köylerine gelmesi demek, en aşağı yüz elli – iki yüz atlının misafir edilmesi demektir. Bu kadar çok misafiri ağırlamak da haliyle köylülere ağır gelmektedir. Dolayısıyla valiyi ağırlamaktansa Karabey’in isteklerini yerine getirmek daha mantıklıdır. Fakat zamanla Karabey’in çevresi genişler. Civarda ne kadar fesat ve şekavete meyleden kimse varsa bunun yanına kaçıp saklanır. Koçi, Boğaz, Barçın, Ebe, Subaşı ve sair köyle bu işkenceye dayanamayıp Yenişehir kadısına şikayet ederler. Kadı da Karabey’in suçüstü yakalanıp Kütahya kalesine kalebend edilmesini emreder.
Bursa’nın ilginç kişiliklerinden biri de Kurban Alisi’dir. Derviş tabiatlı bir adamın terbiyesiyle büyüdüğünden dolayı bu lakabı almış. Tahsilini tamamladıktan sonra “hikaye düzücü” zümresine dâhil olmuş. Sultan Mehmed zamanında İstanbul’da Geredeli Hasan Ağa adında bir zata intisab etmiş. Hasan Ağa Padişahın gazabına uğrayınca Bursa’ya geri dönmüş. Sarayda zayi olan elmaslı bir divitten dolayı soruşturma geçireceğini anlayınca Mekke’ye kaçarken yolda ölmüş. Kurban Alisi’ni diğer insanlardan ayıran en önemli özelliği meddahlıkmış. Anlatım yeteneği çok güçlü olan Kurban Alisi, en ufak bir şeyi bile tatlı tatlı anlatır, farklı hikayelerle süslermiş. Dünyanın üç büyük destanından biri olan ve Firdevsi’nin 30 yılda tamamladığı 60 bin beyitlik Şahname’sini ezbere bilen Kurban Alisi, münasip bulduğu her yerde bu eserden istifade edermiş.
Şeyh Mahmut Hayran ise dervişliğin esaslarından olan riyazet ve beden mücahedesi ile meşhur bir zat. Zeyniye Tarikatı’na intisab edip bütün ömrünü küçük bir odada ibadetle geçirmiş. 15. Asırda yaşayan Mahmut Hayran bir gün zaviyedeki sufilere, “Bugün fakir, kimsesiz bir adam öldü, yıkayıp gömelim” diyerek herkesi toplayıp camiye girmiş. Mihraba dönerek vefat ettiğinde anlamışlar ki Şeyh Mahmut Hayran, kendi cenazesine cemaat toplamış.
Bir vakitler Yıldırım Bayezid, kırk kadar kadıyı bir binaya toplayıp yakmak ister. Suçları ise, ahaliden para almak. Veziriazam Çandarlı Ali Paşa ise padişahı bu düşüncesinden vazgeçirmek için Maskara Hasan’ı kandırmış. Eğer sultanı fikrinden vazgeçirirsen şu kadar akçe senindir demiş. Maskara Hasan kıyafet değiştirip padişahın huzuruna çıkmış ve İstanbul’a gideceğini bir emri olup olmadığını sormuş. Padişah İstanbula neden gittiğini sorunca da “Kadıların yakılmasını emretmişsiniz, İstanbul’dan halkın davalarına bakacak keşişler getireceğim” demiş. Bunun üzerine Bayezid kadıları yakmaktan vazgeçmiş. Maskara Hasan Çandarlı’dan aldığı akçelerle, bugün Osmangazi ilçesine bağlı olan Çaylayan mahallesinin bulunduğu yerdeki köyü satın almış. Ancak Maskara Hasan’ın tavaşi (hadım ağası, harem ağası) olmasından dolayı köy yine devlete kalmış. Başka bir rivayete göre ise köyün yeri yeniçerilerin uğrak yeri olduğundan köylüler usanmışlar ve köyün ileri gelenlerinden Hasan’ın öncülüğünde köyün yerini değiştirmişler. Yeniçeriler dönüşte köyü yerinde bulamadıkları zaman “Vay Maskara Hasan bizi aldattı” demişler. Bu olaydan sonra köyün adı Maskarahasan Köyü olmuş.
Ebcelerli Mehmed Efendi de Bursa’nın renkli kişiliklerinden biridir. “Zemberbob”adıyla meşhue Mehmed Efendi, iri kemikli, yamru yumru vücuduyla kocaman bir adam. Başında sola eğrilmiş bir fes, sağ tarafında kabarık ve yarı ağarmış saçlar, fesin altında ay gibi görünen beyaz takkesi ile yaz günlerinde bile pamuklu mintan üzerine kalın kostardan içi pamuklu bir palto, kalın bir pantolon, 3 kilo ağırlığında kunduralarla dolaşırmış. Çabuk kızan bir yapıya sahip olduğundan arkadaşları ona ilişmezlermiş. Kibirli olduğundan kimseye minnet etmez, bir iş bul diyenlere bile kızarmış. Yaşı kırk olduğu halde evlenemediğinden Allah’a dua edermiş, “Ya Rabbi, Cennette yetmiş huri vaadin var, bari dünyada birisini ver de Cennet hurileri altmış dokuz kalsın” diye. Bir gün “Cümleniz ince entariler zarif kürkler giyiyorsunuz. Bana da bir çare bulun demiş.” Arkadaşları, “Ebcelerde entari giymek ayıptır deniyor amma burası Bursa’dır, burada entari giymenin zararı yoktur bak keyfine deyivermişler. Arkadaşlarından icazeti alan Mehmet Efendi ertesi gün anasının entarisini giyip çıkmış meydana. O iri vücudun üzerindeki kadın entarisinin altında ne kadar gülünç durduğunu kimse söyleyememiş tabii…
1891 yıllarına kadar yaşayan Mercan Ağa’yı ise o dönem Bursa’da tanımayan yoktur. İlginç tiplerden biridir. Hacı Mercan Ağa diye nam salan bu adamın zenci olması tanınırlığını artırmıştır. Aynı zamanda nerde bir düğün olsa hemen elinde kocaman bir sopa ve ayağında salaporyaya benzeyen pabuçlarla, kapı bekçiliğine dururmuş. Bu azimle Ahmet Vefik Paşa zamanında kurulan tiyatro kapılarında bekçiliğe kadar yükselmiş.
1480’lerde yaşayan Hamid Hoca ise günümüzün sanat ve edebiyat eserlerine ilham olacak kadar pinti bir zat. Pinti Hamid lakabıyla meşhur bu adam hiçbir akçe sarfetmezmiş. Hatta bir gün hastalandığında hekim çağırıp, “Beni iyileştirmek için yapacağın ilaçlara ne istersin?” demiş. Hekim “600 akçe” deyince hekimi başından savmış ve mahalle imamını çağırarak, “Ben ölürsem cenazemi kaça kaldırırsın?” demiş. İmam “300 akçe” deyince, “ölmek daha ticaretli imiş diyerek tedavi olmaktan vazgeçmiştir.[7]
Bursa’nın nevi şahsına münhasırları tabii ki bu kadar değil. Bunlar biraz uzak tarihlerde yaşamış kişilikler. Kızdığı kişilere kafa atan Hamzabey’li Kafa Rafet, kavgacı Karabela Nihat, yanında sürekli yılan taşıyan, yılanla adam bile döven Yılan Osman, kendisini kızdıranları taş ve toprakla kovalayan İvazpaşalı Dağlı Halil İbrahim, Temenyeri’nde haraç alıp şarkı söyleyen Deli Hasan, Setbaşı’nda zararsızca dolaşan Deli Petro, Tophane bahçesinin önünde mekik ile yün eğiren, Çakırhamam civarında nutuk atan, yaz kış şemsiye ile dolaşan Deli Nuri, yolda giderken aniden durup yanındaki hayale bir şeyler anlatan Muradiyeli Muhammed, ileri geri sürekli aynı noktada gezip cami önünde kendi kendine konuşan Deli Raif, Türkmen kıyafetiyle gezip körüklü çizmeler giyen Gemlikli Çayırağası ve Bursa’nın cadde ve sokaklarında uzun yıllar avare dolaşarak, giyimi, cümbüşü, davuluyla ilgi çeken Deli Ayten…[8] Hepsi aramızda yaşadı veya yaşamaya devam ediyorlar. Adlarını hayatlarını bir kenara not eden olursa unutulmayacaklar…
[1] (Mehmet Narlı, Edebiyat ve Delilik)
[2] (Dahilik ile delilik arasında bir ince çizgi: Asperger, Sabah Gazetesi, 12.06.2005)
[3] (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimler Sözlüğü, İstanbul 2001, s. 238)
[4] (Mustafa Tatcı – Musa Yıldız, Veliler ve Deliler, H Yayınları, İstanbul 2014)
[5] (Osmanlinin mahalle sakinleri: İstanbulun delileri, yasamburada.com,)
[6] (Yrd. Doç. Dr. Nurullah Koltaş, İstanbul’un 100 divanesi, İstanbul Kültür A.Ş. Yayınları)
[7] Kamil Kepecioğlu, Bursa Kütüğü, BBB Kültür A.Ş Yayınları, Bursa 2009
[8] (Raif Kaplanoğlu, Bursa’nın Delileri, 10.07.2015, bursa.com)