Ben Bursa’da doğdum. Çocukluğumu ve ilkgençliğimi geçirdiğim bu şehirden, üniversite sınavını kazanıp Ankara’ya, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumaya gidene kadar pek çıkmadım.
Babam; annem, babaannem ve üç büyük kardeşimle 1941 yılında Yugoslavya’dan göçmüş Bursa’ya.
Teyzem orada hâlâ, Yenipazar’da; içinde ayları yıldızlarını içine almış mezar taşlarını barındıran Gaziler Mezarlığı’ndan sonraki küçük tepede, küçücük evinde, bir başına.
Beş parasız ve Türkçe bilmeyen babam evine ekmek götürmek için çırpınır durur. Gündüz berberlik yapar, gece kum kamyonlarında çalışır. Reşitpaşa İlkokulu’na ilk gün takunya ile gittiğimi net olarak anımsıyorum. Zorlanmıştım okulun ahşap merdivenlerini takunyayla çıkarken. Ertesi gün cızlavet lastiklerle adımladım okulun yolunu; Okul Aile Birliği devreye girmişti.
Okula gidişim annemin ölümünden yıllar sonradır. Mademki o küçük öznenin, Reşitpaşa İlkokulu’na giden çocuklar arasına karışmış çocuğun şehriyle ‘sıcak temas’ anları anlatılacaktır, bir şey anımsamadığım ama beni derinden etkilemiş olan o ölüme , onunla ilgili olarak ablamın yıllar sonra anlattıklarına dönmem gerekir.
Babam Çanakkale’ye ‘ihtiyat’ alınmıştır. En büyüğü on yaşında olan beş çocukla kalan annem hastalanıverir; hastalığı nedir bilinmez. Alır götürürler onu merdivenleri gıcırdayan ahşap, eski Bursa Devlet Hastanesi’ne.
Komşuların gözettiği çocuklar; babasız, anasız, yarı aç yarı tok günler geçirirlerken, bir gün yaşlı bir komşu kadın ablamı yanına alarak hastanenin yolunu tutar. Pek ilgi gösterilmez kendisine, ancak o diretir; ‘‘ Bunun gibi dört tane daha var evde, başlarında babaları da yok, görmeden gitmem,’’ der. Doktor bir hastabakıcı çağırır sonunda ve ona bir asma kilit anahtarı verir. Hastabakıcı önde, yaşlı kadınla ablam arkada koridorlar geçerler, merdivenler çıkarlar. Çıktıkları son katın koridorunun sonundaki bir odanın önünde durur hastabakıcı ve elindeki anahtarla kapıdaki asma kilidi, sonra da kapıyı açar. Oda kapkaranlıktır; bir şey görmezler. Hastabakıcı sıkıca örtülmüş siyah perdeyi açınca, ablam birdenbire odadaki karyolanın üzerine oturmuş annemi görüverir; elinde bir portakal, onu soymaya çalışmaktadır güçsüz elleriyle.
Emirsultan Mezarlığı’na gömüldüğü söylenir; ama mezarı bilinmez.
Yıllar sonra elimize geçen tek resimde de yüzü görülmez; başında fesiyle oturmuş, kucağında ablamı tutan babamın yanındaki kadının yüzünü resmin rutubetten kabarıp düşmüş olan parçası alıp götürmüştür.
Sık sık anlatılan memleketten çok daha az şey anlatılmıştır annem hakkında. Hastaneden eve getirdiklerinde, beni, en küçük çocuğunu gördüğünde yüzünü acıyla çevirdiğini öğrendim anlatılanlardan; bir de uzun boylu, beyaz tenli, sessiz ve güzel bir kadın olduğunu.
Annem öldüğünde bir yaşındaymışım; bir şey anımsamıyorum. Keza, cenazesini taşıtmak için çaresiz babamın dört hamal tuttuğu babaannemin ölümünü de anımsamıyorum. Gördüğüm ilk ölü yüzü, evimizin karşısındaki Havlucu Hanı’nın meydancısı Aga’nın, ölümün bozguna uğrattığı yüzü olmuştur. Küçük kulübesinden çıkarırlarken çenesi bağlanmış ve gözleri kapatılmıştı. İspirto şişeleri vardı kulübesinde. Küçük cinnetlerin ‘menekşe’si hep ceplerinde taşıdığı şişelerde olurdu zaten. Hanın bahçesinde dolaşırken görüverdiler çocuklar Aga’yı taşınırken, son kez ve hep o haliyle anımsadılar; hayat sürprizlerle dolu değil miydi?
Yıllar sonra, İbrahim Ünal Taşkın’ın şiirlerini okurken, aşağıdaki dizeler Aga’yı anımsattı bana; yatmadan önce küçücük mekânının penceresini kapatan Aga’yı:
‘‘nihayet usanır ve iter / kanadını bir el pencerenin / o’ysa gıcırdamaz da kapanırken / ağlar sanki,’’
***
‘‘Üç yaşında iken bir gün kendime rastladım’’, diyen, A.H.Tanpınar gibi, kendimi Bursa’da çocuk olarak düşündüğümde; kimseye haber vermeden ilk kez evinden uzaklaşan, şehrini yüksekten görmek için Tophane’ye giderken yolunu Üftade Dergâhı’na uğratan,yaz günü öğleden sonrasının tenhalığında, aralarından otların fışkırdığı temiz taşlıklı bahçeye girip, pencerelerden birine yanaşıp başını demirlere dayayarak içeriye bakan çocuk gözümün önüne gelir.
Yaz güneşinin aydınlattığı tozlu halıların ortasındaki büyük sandukaya bakar çocuk; kuru sandukaya. Sessizlik içinde kendisini neredeyse gizleyen dergâhta, büyüklüğüne karşın bir hafiflik iması hissettiren sanduka onda derin duygular uyandırmıştı. Son yaz günlerinin çiçek ve ağaç kokularıyla doygunlaşmış ve olgunlaşan meyvelerin lezzetini muştulayan havasında, pencerenin kenarında duran kendi varlığını da sarıp sarmalamış bir zaman parçasında, orada dalıp kalmıştır çocuk.
Bir şeyler soracak mıdır kimselere; yoksa duyumsamaya devam mı edecektir? Kararsızca iner merdivenleri.
Sonra ağır ağır Tophane’ye yürür. İçlerine girmedi yine Osman ve Orhan Gazi Türbeleri’nin; pencerelerine yanaşıp baktı içerilerine.
Tophane Bahçesi’nin demir korkuluklarına yanaştı sonra; uzun uzun baktı şehrine. Tayakadın Mahallesi’ndeki evini aradı gözleriyle. Bir an o kendine ait mekânı yitireceği duygusu yokladı onu; korktu. Ama sokaklarından geçerken göremediği yeşilliğini gördü şehrinin; bahçelerin oluşturduğu yeşilliği.
O zamanlar Bursa’da, neredeyse bütün evlerin önünde veya arkasında bahçe bulunurdu. Bizim evin sokak kapısından da, yüksek duvarların çevrelediği bahçeye girilirdi. Bahçeyle evin arasında geniş bir taşlık ve taşlığın bitip bahçenin başladığı yerin ortasında bahçe çeşmesi vardı. Taşlıktan birkaç basamakla geniş, taşlık genişliğindeki hayata çıkılırdı. Yaz günleri hayatta yemek yer, yemekten sonra da bahçedeki çiçek ve meyvelerin, şimşirlerin kokusunu alarak orada oturur, çay içerdik.
O yaz akşamlarında, hayatta uykuya yenik düşmüşken, yatsı ezanına uyandığımı ve babamın önce toparlanıp ezanı dinlemesini, daha sonra hayattan inip takunyalarıyla karanlık içindeki bahçenin önündeki çeşmeye yürümesini, hafif su sesinin eşliğinde abdest almasını izlerdim. Abdest aldıktan sonra kurulanırken göz göze geldiğimizde, babamın yüzünde beliren gülümsemenin, hem benimle, hem de bilmediğim şeylerle ilgili anlamları olduğunu düşünürdüm. Sanki karanlığa gömülen bahçe uzaklaşır ve geceye teslim olan evde mırıltılı dudaklarıyla devinen babamı izlemeye çalışırken, yeniden, beni sessizlikte kendisine çeken uykuya dalardım.
***
Onu ilk bayram namazı için uyandırdıklarında karanlıktı ortalık; abdest aldıktan sonra caminin yolunu tuttular. Sabahında bildiği evleri, sokakları yerli yerinde bulduğu o derin gece; neredeyse şehrin bütün evlerinin ışıklarının yandığı, insanların kör karanlığında uyandıkları, abdest aldıkları, bayram namazına ve bayrama hazırlandıkları o başka acun aklından çıkmıyordu çocuğun. Yanlarından geçtikleri karanlık dükkânlar, artık işlevsiz kalmış, kepenkleri bir daha açılmayacakmış gibi geliyordu ona. İnsanlar, o ünlü İngiliz ozanının Bursa’nın kalbi dediği yere yürüyorlardı; Ulucami’ye.
Öğleye doğru, cebinde bayram harçlıklarıyla Pınarbaşı’na, bayramyerine yollandı. Bayram namazına giderken karanlıkta geçtiği yerlerden yine geçerken gecenin izlerini boşuna aradı. Kalabalık, çocuk gürültüleriyle akıyordu bayramyerine. Babasının ciddiyetle dinlediği bayram vaazı geldi aklına; başını sallıyor, düşüncelere dalıyordu babası. Bayramyerine akan kalabalıkta yürürken, solunda, yol boyunca ilerleyen mezarlıkta artık bu saatte çevrelerinde kimselerinin bulunmadığı mezar taşları, aklıklarıyla dikkat çekiyordu.
Uzaktı her şey, o başka acun ve sessizler dünyasında mezar taşı olmayan annesi. Oysa ne diyordu Yahya Kemal:
‘‘ Geçer insan bir adım atsa birinden birine
Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine’’
***
Eski Bursa kartpostallarına bakarsanız, Ulucami’nin, büyüklüğü, sağlam duruşu ve beyazlığı ile evlerin ahşap dokusunun ortasında, merkezde yer aldığını görürsünüz. Bu görüntü, geçici olanla kalıcı olanın farklı malzemeyle inşa edildiklerini, caminin dayanıklı malzemeyle inşa edilmiş olmasına karşın evlerin (büyük yangınlardan sonra dahi) ahşap olarak yapıldıklarını koyar ortaya haliyle. Beyazlığı ise, gecenin kuşatmasından erken çıktığını, herkesin uykuda olduğu gecenin bir vaktinde karanlık içindeki şehirde yürüyüp pencerelerinden birine yanaşıp baktığınızda içinde ibadet ya da dua eden beş on kişinin bulunduğunu görebileceğinizi düşündürtür size.
Camilerin, içlerinde, hat gibi diğer sanat verimlerini barındırması da bir tamlığa işaret eder kuşkusuz; ama Ulucami bana bu halini uzaktan da sezdirmiştir.
Mimaride kubbe tasarımı birliği temsil eden ve mekânı tek başına örten tek, merkezi kubbeye doğru evrilmişse de, o yirmi kubbeli halinden memnundur.
Kubbe özellikle merkezi kubbe erkin de simgesidir.*
Ama Ulucami, John Ash’ın Bursa’nın kalbi olduğunu söylediği bu yapı, Yunus alçakgönüllülüğüyle, Bursa’nın zamanını dile getirir. İç duvarlarında döneminin camilerinde olduğu gibi tuğlalar değil çok renkli çiniler kullanılmış olan Fatih’in yaptırdığı Yeşil Camisi de, farklı bir mimari anlayışla inşa edilmiş olmasına rağmen o ‘muayyen devrin’ eseridir.
Bir Bursa gezisinde sona bırakırsanız, önünde Bursa Ovası’nın kendini gözler önüne serdiği Yeşil Camisi, çinilerinin renklerinin, sessizliğinin ve sanatın prizmalarından geçmiş o huzurlu aydınlığın oluşturduğu, ince ama sağlam kurulmuş dengesi ile sizi toparlar.
Acunsal zaman ile Bursa’nın zamanının kesiştiği mekânlardan olan Yeşil Türbe’ye ‘müzlim bir murakabe’ ürküntüsüyle giren yazar Falih Rıfkı Atay gibi birçok ziyaretçi orada ‘ölümün yeşil ve şeffaf deniz rüyası’na dalmıştır.
Bana göre Bursa’nın şiirini oluşturan başat öğe, onun mimarisidir; Kuruluş Devri’nin insana yönelmiş olan mimarisi.
***
Sabahın erken saatinde daha sıcak olan Kaplıca’ya tercih ederek kapısına dayandığımız ve kapı tokmağını kaldırıp kaldırıp vurduğumuz Yeni Kaplıca’nın, gözlerini oğuşturan uykulu hamamcı tarafından açılan kapısı, su şırıltıları işitilen geniş ve bildik mekânını yeniden açardı önümüze. Soyunup peştamallarımızı sarındıktan sonra, kubbelerinde sadece bizim seslerimizin yankılandığı, kaplıcada temiz ve dolmakta olan büyük havuzun sıcak sularına bırakırdık kendimizi.
Havuzun sıcak suyunda terleyinceye kadar kaldıktan sonra çıkıp bir kurnanın taşına oturur, düşüncelere dalar, arada tasla üzerime su dökerdim. Orada bulunmak, sıcak suyla temas ve düşüncelere dalmak bana çok zevk verirdi. Bursa’da, onun çıkınca yeniden göreceğim yeşil doğası içinde, erken sabah saatlerini bu tarihi hamama ayırdığım ve önümde aydınlık bir yol gibi açılan taptaze yeni günde yaşamak haz vericiydi.
Aslanağzının yanındaki küçük, penceresiz, su buharı ile dolu odacıklar bana boğdurulan şehzadeleri anımsatırdı; girmezdim oralara. Tarih, sanki bugüne bağlanamayan bir alt zaman katmanına aitti onun için. Böyle düşününce, yeni günün içinde kendini biraz daha özgür hissediyordu; ama tedirgin edici tarafı olan bir özgürlüktü bu. O zaman başını kaldırıp, kubbedeki küçük camlara Bursa’ya ait bir şeyler görme ihtiyacıyla bakardı. Bu çok sevdiği şehir hangi zamanı temsil ediyordu?
Neden sonra yıkanmaya geçerdi. Yavaş yavaş yıkandıktan sonra soğukluğu çıkar ve biraz serinlemek için orada beklerdi. Islak peştamalını çıkarıp havlulara sarındıktan sonra, ayağında takunyaları, soyunma odasına giderdi. Soyunma odası boşsa, peştamal serili peykeye uzanır, kestirirdi biraz, kubbede yankılanan seslerin eşliğinde.
Giyinmeye başlamadan önce bir bardak çay içer, giyinir, kendisine verilen çengelli iğneye geçirilmiş numaralı anahtarı, kasanın başındaki görevliye verir, saat, para gibi emanetlerini alarak çıkardı kaplıcadan.
Başka yerlerden dönerken, uzaktan, Uludağ’ın eteğinde, kendi sırları üzerine kapanmış gibi görünerek, bir an için bana yabancılık duygusu yaşatan Bursa, içine girince, ‘zamanını’ alçakgönüllülük ve cömertlikle ortaya koyarken; arkasından görüp tanıdığım çok sevdiğim bir insanın, arkasında olduğumu bilerek birdenbire dönüp, yüzünde o kendine has gülümsemesiyle bana dönmesinin uyandırdığı duygular gibi duygular yaratırdı bende. Akşam da olsa, eve girmeden önce biraz dolaşırdım şehirde; yalnız başıma.
Akşamsa, evlerde ışıkların yandığı, sokakların tenhalaştığı saatlere kadar süren bu dolaşmalar; bayram sabahı Pınarbaşı’na giden o çocuğu elli yaşını aşmış ve omzunun gerisindeki uçurumu daha sık düşünen bir adama dönüştüren ve şehirde birçok yıkımlara, kaybedişlere ve yağmalara tanık olan zamanın akabinde yapılan anımsama turlarıdır aslında.* Zamanını ifade etmekteki varlıkları elinden alınmakta olan Bursa ile bu yeniden buluşma saatlerinde isimler çağrışımlarıyla bize eşlik ederken arada havayı derin derin koklardım.
Bir çınar ağacının altında otururdum sonra; daha çok insanların toplandığı yerlere, kamusal alanlara dikilmiş olan çınar ağaçlarından birinin altında yalnız bir Bursalı olarak. Yüzyıllara tanık olmuş ve dirim ile sürekliliği temsil eden bu ağaçlara atfettiğimiz bu anlamlar da mı geride kalmaktadır yoksa?
Eve yürürken, kendimi, kapısı bahçeye açılan o eski eve yürüyor sanır, evlerin bahçeleri ile ayrılmaz bütünlüğündeki anlamları yeniden düşünürüm. Kapalı mekânlardan doğaya çıkılmasını sağlayan ve bir kısım meyve ağaçlarının mutlaka bulunduğu bu bahçeler, hane halkının, düzenleme çalışmaları nedeniyle zaman ve emek sarfederken ve dinlenirken çokça zaman geçirdiği doğa parçaları idi.
***
O, Muradiye’yi, Yıldırım’dan, Yeşil’den ve Emirsultan’dan çok sonra gördü ve çok etkilendi oradaki asude ölüm bahçesinden. Babasının, yatsı namazı için abdest aldıktan sonra kurulanırken göz göze geldiklerinde yüzünde beliren ve kendisiyle ilgili olmayan anlamlar da içerdiğini düşündüğü gülümsemesi geldi aklına orada. Muradiye’nin, yani, türbesinin içine yağmur sularını alacak şekilde yapılmasını vasiyet eden derviş meşrepli II.Murat’ın yattığı, öldürülen bütün şehzadelerin ve nice önemli kadının gömüldükleri bu yerin sıradan bir mezarlık olması tabii ki olası değildi. Ama her şeyden önce özgün bir ölüm ‘tasavvurunun’ somutlaştırıldığı yer olmuştur Muradiye. Değil mi ki Taşlıcalı Yahya’ya o meşhur velveleli mersiyeyi yazdıran Kanuni Süleyman’ın sevgili oğlu Şehzade Mustafa’nın, diğer şehzadeler gibi, boğdurulduktan sonra Bursa’ya gönderilmesi, onun öteki âleme göçünü temsil ediyordu; son durağı Muradiye’deki sessiz ölüm bahçesi olan yolculuk olarak.
Orada, türbeler arasında dikilirken, bir de, Ankara Savaşı’nda Yıldırım Bayezit’i yenilgiye uğratan Timur’un oğlu Şahruh’un Çelebi Mehmet’e gönderdiği mektup konusu geldi aklına. Timur’un oğlu Çelebi, Mehmet’i Osmanlı mülkünü kardeşleriyle paylaşmayıp, onları ortadan kaldırarak Türk töresine aykırı davrandığı için sert bir dille uyarıyor ve tehdit ediyordu. Çelebi Mehmet merkezi bir devlet idealinin takipçisi olarak, o yönde bir cevap vermişti muhatabına. Öldürülenler buraya getirilmişti.
Türbelerde yatanların hepsinin isimlerini gösteren levhalar yoktu; kireç badanalı sandukalar da vardı aralarında, isimsiz sandukalar.
Orada, yatanlar arasında ayakta, ayakta kalmanın da bir sonu olduğunu düşünerek ve babasının gülümseyen yüzünü anımsayarak derin bir hasret duygusuna gömüldü.Bir uzun tarihsel dönemin önemli kişilerinin yattığı bu yerde, içinde büyüyen bu hasret duygusu çok naifti; çocukça da mıydı yoksa?
Muradiye’de, o derin hasret duygusuna, usulca sorulan bir sorunun ürpertisi de eklenirdi: Sen kimsin?
Beş duyuyu toparlayıp gidinceye kadar zamanı var mıydı bu soruya verilecek yanıtın?
‘‘Varoluş mekânsaldır, ’’ der Marleau-Ponty.
Muradiye’de, o ölüm bahçesinin kıyısında dururken Bursa arkamdaydı; soran ve bir anlamda yanıtlayan olarak.
* Kevork Pamukçıyan’ın İstanbul Yazıları adlı kitabında, 28 Şubat 1856 tarihli İslahat Fermanı’ndan sonra kiliselerin kubbeli olmasına izin verildiği belirtilmektedir.
* Nelerini kaybettiğini biliyor muyuz biz Bursa’nın? Şuracığa bir örnek alayım Beşir Ayvazoğlu’nun kitabından:
‘‘ Halim Baki Kunter, 1941 yılında Bursa’da Emir Sultan Camii ve müştemilatı üzerinde araştırma yaparken medresenin satılmış olduğunu ve alan kimseler tarafından yerine bir ev inşa edildiğini, eski mektebin arsa haline getirildiğini, imaretin ise satılarak yerine bir bina yapıldığını görmüştür.
‘‘Bir caminin müştemilatını kimler, ne hakla satmış, alanlar ne hakla yakıp yıkmışlardır? Buna kim izin vermiştir? Meçhul! ’’