İran’ı yeterince tanımayız. Şah döneminde batı ile yakınlaşan bu ülkenin, 1979 devriminden sonra ayarları değişti dersem yanlış olmaz. İnsan gitmediği yeri ve bilmediği konuyu gözünde büyütürmüş. Bu söz İran için de geçerlidir. Son yirmi yıldır İran denince ilk akla gelen Humeyni, Ayetullahlar, Şiilik ve kapalı kadınlar oluyor. Halbuki, hemen yanı başımızdaki bu komşumuzun inanılmaz büyülü ve zengin bir dünyası var.
Çalıştığım boya şirketinde ihracat işlerim nedeniyle İran’a üç kez gittim. Tahran ve Meşhed’i gezdim. Her şeyden önce bu ülkenin insanı son derece sakin ve sessiz bir yapıya sahip. Onları, biraz bizim Edirne insanı gibi yumuşak huylu buluyorum. İranlı yolda giderken, biz Akdenizliler gibi bağıra çağıra konuşmuyor, trafikte hata yapana kimse öfkelenmiyor. Bu sakin yaratılışları konusunda İran’daki müşterime bir ara “yahu Humeyni mi sizi böyle kuzu yaptı, yoksa genlerden mi sakinsiniz” diye takıldığımda gülerek, “her ikisi de var” demişti.
İstanbul’dan 2,5 saatlik bir uçuş mesafesi ve 10 milyona yakın nüfusu olan Tahran, gerçekten gizemli bir kent ve insanı daha havaalanına inmeden etkisi altına alıyor. Hatırlıyorum da ilk gidişimde uçak havaalanına inerken herkeste bir hareketlenme başlamıştı, özellikle kadınlarda. İstanbul’dan dönen ve açık olan modern görünümlü bayanlar telaşla başlarını örtmeye davranmışlardı. Daha da ilginç olanı, uçakta az sayıda yabancı kadının da başını örtmesiydi. Evet, İran’da yabancılar dahil, kadınlar başı açık gezemez.
Diğer taraftan bu sessiz insanlar sanata büyük önem veriyor. İran’da herkes biraz şairdir, bunun göstergesi ise, insanların evlerine gelen misafirlere şiir ikram etmeleridir. Tarihlerindeki altı büyük şaire çok saygı duyarlar. Bunlar Mevlana Celalettin Rumi, Feridüddin Attar, Firdevsi, Şirazlı Sadi, Hayyam ve Hafızdır. Geçmişlerindeki bu sanatçılara saygı duyan, hatta Tahran parklarında hayranlıkla izlediğim heykellerini diken bugünkü rejim, çağdaş sinemacı ve yazarları ise maalesef pek sevmemektedir. Halen birçok muhalif yazar baskı altında veya tutuklanmaktadır.
Galatasaray lisesinden sınıf arkadaşım ve Fransa’da yaşayan bir yazar olan Nedim Gürsel bir kitabını İran’a ayırmış. “Mehdiyi Beklerken” adlı bu eserde, daha önce görmüş olduğum İran’a çok farklı pencereden bakma imkânım oldu. İran’ı gezerken sanatçılarla da temas kuran yazar, edebiyatçılara yapılan muamelede komik olduğu kadar acı sahneleri de aktarmış. İran’da sinemayı denetleyen kurumun başında bir zamanlar “kör bir molla” varmış. Bir diğer komik durum ise, roman veya şiirde “aşk” kelimesinin sansüre uğramasıdır. Sanatçıya yapılan baskıya dair acımasız bir olayı okuduğumda ise çok şaşırmıştım. Anlatıldığına göre, ülkenin tanınmış muhalif yazarları bir şehirdeki davete giderken bulundukları otobüs şoförü rejim tarafından satın alınmış. Dağlık bir yolda uçurum kenarında şoför aniden kapıyı açıp atlamış ve kaçmış. Allahtan, gece uykusundan uyanan bir yazar, son anda durumu fark edip direksiyona hâkim olabilmiş.
Dedim ya İran büyülü bir dünyadır, buna yemekleri de dahildir. Gittiğiniz ev veya restoranlarda, öğle ve akşam yemeklerinde mutlaka dört çeşit pilav görmek sizi şaşırtabilir. Ama, safranlısı, narlısı, sebzelisi ve etlisini ayrı ayrı tadınca bu damak tatlarına hak veriyorsunuz. İranlılar genelde pilavın dibini hafif tutturmayı seviyor ve buna “tahdig” adı veriyorlar. Et yemeklerine de düşkündürler.
Bu ülkeye her gidişte yeni güzelliklerle karşılaştım. İlk otelde kalışımda dikkatimi çeken, odaların tavanında kıble yönünü gösteren bir işaretin olmasıydı. Ama daha da ilginci, odalarda köşe konsollarda bir seccade ve üstünde altıgen bir taş olmasıydı. Siyah ve yeşil karışımı olan bu taşı önce
Sabun zannetmiştim. Ama değildi, uzun süre bir anlam veremedim. Ancak Meşhed seyahatimizde birçok sürprizler yanında bu taşın sırrını çözecektim.
Meşhed, Türkmenistan sınırına yakın olan ve uçakla Tahran’dan bir saatte gidilen 3 milyonluk bir kent. Bilindiği gibi İran’da Şii mezhebi hâkim. Ancak, bir şehre “dini bir elbise” giydirmeyi hayal edecek olursanız, buna en uygun olanı Meşhed’dir derim. Gerçekten de bu şehirde bütün yollar “İmam Rıza” Külliyesine çıkıyor.
Şii inancına göre Hz. Ali ile başlayan İmamlık silsilesinde 8.İmam Rıza’nın büyük önemi vardır. Şehrin tam göbeğinde bulunan ve geniş bir alana yayılan İmam Rıza Külliyesi gören ve gezenleri şaşırtacak kadar güzeldir. Çok güzel çevre düzenlemesi yapılmış bir alandan, muazzam genişlikte bir iç avluya, kadın ve erkekler ayrı kapılardan sırayla giriyorsunuz. Alabildiğine geniş beyaz mermerli avluya kıymetli İran halıları atılmış ve insanlar namaz kılıyor. Önlerinden geçseniz bile namaz kılmaya devam ediyorlardı. Kalabalığa dikkat ettiğimde erkeklerin alnında siyah noktalar dikkatimi çekmişti. Aynı şekilde, namaz kılanlar da secdede alınlarını altıgen bir taş üstüne yapıyordu. Birden aklıma Tahran’da Hoteldeki taş aklıma geldi ve rehberimize sordum. Meğer, Şii inancına göre bu taşlara secde edilerek, Peygamberimiz dönemindeki gibi toprağa secde edilmiş kabul ediliyormuş.
İmam Rıza türbesi ise inanılmaz kalabalığın ziyaret ettiği bir yer. Söylendiğine göre, Cuma ve bayram günleri bu türbe ziyareti nedeniyle Meşhed trafiği altüst oluyormuş. Türbeyi yine erkekler ve kadınlar ayrı ayrı geziyordu. Çığlıklar ve ağlayanlar eksik olmuyordu. Hele sık sık bazı kişilerin “ya Ali, y a Muhammed” diyerek başı çekmesi ve kalabalığı galeyana getirmesi oldukça çarpıcıydı. İmam Rıza’ya gösterilen bu büyük ilgi bizleri de etkilemişti.
İran’da günlük yaşantı ve sokaklar çok hareketlidir. Tahran bulvarları oldukça geniş ve çevre düzenlemesi de güzeldir. Caddelerde gezen kadınların giyimleri, genelde herkes kapalı olsa da sosyoekonomik duruma göre farklı olabiliyor. Orta, alt kesim ve aşırı dindarlar çarşafla dolaşıyor. Üniversiteli kızlar siyah ve yeşil mantolar altına kot ve spor ayakkabı kullanıyor. Zengin kesim bayanlar ise, hafif başı açık, şal tipi örtüleri tercih ediyor.
Eğlence hayatına gelince, içki kullanmak yasak tabii ki. Eşler dışında kimse Elele dolaşamaz. Devrim muhafızları denilen sivil kuvvetler belli etmeden toplumu kontrol ederler. İranlı erkeğin ailesini alıp gezdireceği mesire yerleri de var. Bunlardan birine gittiğimde, ahşap kamelyalarda hanımıyla karşılıklı nargile tüttüren aileler dikkatimi çekmişti.
İşte, daha anlatılacak çok gizemli yönleri olan İran için söyleyeceklerim bunlar. Mutlaka gidilmesi gereken bir ülke. Bu büyülü dünya için yazdığım bir “Şiir’i” ise paylaşmamak olmazdı.
ŞEHİRLER
“Tahran’ı gördünüz mü,
Devasa meydan ve bulvarlar
Coşkuyu haykırır anıtlar ve mezarlar
İnsanlar var sessiz ve uysal,
Ama yüreklerde haykırışlar.
Şirazlı Sadi, Firdevsi ve Hayyam
Kor ateş olmuş yığınlarda.
Zevkler ve iştahlar
Safran ve nar rengi ihtişamı oturmuş,
Pilavın ve nargilenin dehlizinde.
Meşhed, inanılmaz bir rüya
İmam Rıza türbesinde yüzbinler
Halı kaplı mermerde minik taşlar
Üstünde secde eden insanlar
Gözlerde inanç ve cesaret,
Sallanır kalabalıklar uhrevi bir ritimle
Bir haykırış ve bin ağlama,
Yeryüzü dışı mekân sanki burası.”
(Şehirler Şiiri- İran bölümü)