Çanakkale 1915… Taraflar kara harekâtı hazırlıklarını nasıl yürüttü |
Bu Yazıda - Konu İçi Ara Başlıklar
Osmanlı Genelkurmayı, İtilaf devletlerinin 18 Mart’taki başarısız deniz savaşının ardından bu kez kara harekâtının geleceğini bildiği için çok hızlı hareket etti. Ertesi gün (19 Mart 1915) 5. Ordu’nun kurulmasına karar verildi, Çanakkale ve Gelibolu yarımadasındaki birlikler 5. Ordu adı altında yeniden yapılandırıldı, birliklerin görev alanları da yeniden düzenlendi.
Yarbay Mustafa Kemal Bey’in 19. Tümeni hem 3. Kolordu’ya hem de Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığı’na bağlıydı. 23 Mart’ta gelen emirle, 19. Tümen genel ihtiyat (yedek) olarak ayrıldı. 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, Arıburnu Kuvvetleri Komutanlığı’nı 9. Tümen Komutanı Albay Halil Sami’ye 25 Mart’ta devredecekti.
Enver Paşa ise Gelibolu’da kurulan 5. Ordu’nun komutanlığına getirmeye karar verdiği Alman General Liman von Sanders’i 24 Mart’ta dairesinde ziyaret etti. Liman Paşa teklifi kabul etti. Hemen hazırlanıp ertesi gün yeni görev yeri olan Çanakkale’ye gitmek üzere yola çıktı.[1]
İngiltere Hükümeti Akdeniz İtilaf Donanması Komutanı Amiral de Robeck’e 4 zırhlı gemi ile destek vermeyi tercih edip, Türk tabyalarında onarım çalışması yapılmadan, donanmanın yeniden saldırması talep etmiş olmasına karşın, mayın temizliği konusunda ileri adım atılamadığından, Amiral de Robeck’in kararıyla etkili bir tedbir bulununcaya kadar deniz harekâtına ara verilmişti.
Çünkü İtilaf cephesinde bütün planlar, Çanakkale Boğazının geçilmesi üzerine yapılmaktaydı.
Onlar Boğazı geçmeyi ne kadar çok istiyorsa, Osmanlı cephesinde de bu olasılık çok büyük kaygı yaratıyordu.
Alman Amiral von Tripitz, uykuları kaçırmaya yetecek böyle bir ihtimali şöyle değerlendiriyordu:
…Çanakkale’nin geçilmesi bize karşı şiddetli bir darbe olacaktır. Çanakkale Boğazı düşecek olursa Birinci Dünya Savaşı aleyhimize neticelenmiş demektir.[2]
Müttefikler deniz harekâtından umudu kesip, kara harekâtının detaylarını konuşmaya başlarken, Türk tarafında da savunma hazırlıkları devam ediyordu. Denilebilir ki, 25 Mart tarihi itibarıyla, hem Gelibolu’daki savunmayı düzenlemek için çalışan Liman von Sanders’in, hem de hücum edecek birliklerini elden geçirmek üzere İskenderiye’ye gitmeye karar veren Müttefik Başkomutanı Ian Hamilton’un hazırlıklarını tamamlamak için eşit süresi vardı. Kaderin cilvesi, Türk tarafında hazırlıkların bittiği gün, müttefiklerin de saldırdığı gün olacaktır.
5.Ordu Komutanı Liman von Sanders yarımadayı geziyor, savunma için alınan önlemleri de elden geçiriyordu. Müttefiklerin saldırısı için artık gün sayılıyor, bir yandan Gelibolu’ya asker yığma çabaları da tüm hızıyla sürüyordu.
Alan Moorehead’in yaptığı gibi Batılı gözüyle ele alındığında, Hamilton’un içinde bulunduğu durum şöyle özetlenebilirdi:
…Zaman Hamilton’ın nisan sonunda saldırma sözüne sadık kalabilmesi için yapması gereken birçok şeye yeterli değildir. İskenderiye’ye vardığında takvim 26 Mart’ı göstermektedir. Bu da önünde sadece üç hafta olduğunun işaretidir. Generalin karşı karşıya bulunduğu görev, savaş tarihinin en büyük amfibi harekâtını hazırlamaktan başka bir şey değildir. Geçmişte yapılan benzer çalışmalardan hiçbiri şimdi hazırlanan harekâtla boy ölçüşemez: İspanyol armadası 1588’de İngiltere’ye asker çıkarmayı başaramamış; ne 1799’da Mısır’da Napolyon ne de 1854’te Kırım’da İngiliz ve Fransızlar, Liman von Sanders’in Gelibolu’da siperlere doldurduğu askerler gibi güçlü bir direnişle karşılaşmışlardır.
Gerçekten de Hamilton’ın hazırladığı harekâtın tek benzeri 30 yıl sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında Normandiya sahillerinde görülecektir; üstelik Normandiya çıkarması üç haftada değil, iki yılda hazırlanacaktır.[3]
General Hamilton, mart sonu ile nisan ayının ilk iki haftası içinde, Mısır’daki müttefik askerlerinin Limni’ye getirilmesiyle meşgul oldu. Bir yandan da Gelibolu yarımadasına çıkarma planları ele alınıyordu.
Bu sırada iki ayrı ilginç olay yaşandı.
Mısır’dan Mondros’a taşınmak üzere yola çıkarılan 29. Tümen’in son nakliye gemilerinden biri de SS Manitou idi. 16 Nisan günü sabah saatlerinde İzmir’den yola çıkan ve İngiliz-Fransız zırhlılarının ablukasını yaran Demirhisar torpidobotu Manitou’nun yolunu kesti, durmasını emretti.
Türk torpidobotunun kaptanı, Manitou’nun kaptanına gemiyi boşaltmak için sadece 3 dakikasının olduğunu bildirdi. Sonra torpiller ateşlenecek, İngiliz askerlerini taşıyan Manitou sulara gömülecekti.
…Bir gemici “Hiç olmazsa 10 dakika olsun, Patron!” diye seslendi. Buna karşılık “Pekâlâ, 10 dakika olsun” yanıtı verildi. Bütün tahlisiye filikaları indirildi ve gemiyi terk emri verildi. Ani bir tehdit olmamasına rağmen gemideki askerler paniğe kapıldı. Pek çoğu can yeleklerini takmamışlardı ve tayfalar filikaları indirmeye başlayınca yeni sorunlar çıktı. [Filikalar ters döner, içindekiler denize dökülür]
Torpidobotun kaptanı on dakika bekledikten sonra üç torpil attı ve üçü de Manitou’yu ıskaladı. Kaptan, hedefe fazla yaklaştığını heyecandan fark etmemişti. Atılan bir torpil önce denizin dibine iner, sonra yukarı çıkar, oysa bunların hepsi geminin altından geçip gitmişlerdi. Manitou telsizle yardım istemişti. Üçüncü torpil atıldıktan sonra uzaktan iki İngiliz destroyeri görününce torpidobot kaçmak zorunda kaldı. Destroyerler torpidobotu sonunda Kos Adası’nda karaya oturttular. Olay trajikti ve sonuçta 51 kişi boğulmuştu.[4]
Bu olay birkaç farklı kaynakta aynı çerçevede anlatılıyor ama sadece torpido sayısı farklılık gösteriyor.
Erol Mütercimler, konuyu biraz daha detaylandırıp, savaş koşullarına inat ortaya konan gerçek bir centilmenlik örneği olarak okurlarına aktarıyor:
…Bu Türk savaş gemisi Demirhisar torpidobotuydu. Manitou’nun topu Demirhisar’ı batıramaz mıydı? Batırırdı ama İngiliz subay, Türklerin kendilerine çok efendice davrandığını düşündüğünden, “Onu vurmaya kalkmak, çok pis bir hile olurdu” diye ateş açmamaya karar vermişti.
Savaştalar mı yoksa dost kuvvetler tatbikatında mı belli değil.[5]
17 Nisan sabahı şafaktan az sonra Kepez burnundaki Türk nöbetçiler suyun üzerine çıkmış bir denizaltı gördüler. Anlaşılan denizaltı Marmara’ya geçmek üzere Boğaza girmiş –muhtemelen denizaltı önleme ağına çarptıktan sonra- ancak ani bir akıntıya kapılarak kıyıya sürüklenmişti. Türk topçu bataryaları bunu görüp hemen namlularını denizaltıya çevirdi ama gemi çaresiz durumda olduğundan ateş eden olmadı. Denizaltı karaya oturduğunda güverteye çıkan mürettebat makineli tüfek ateşi altında denize atladı. Bu sırada mermilerden biri gözetleme kulesine isabet etti ve Denizaltı Komutanı Kıdemli Yüzbaşı T. S. Brodie’nin de aralarında bulunduğu 6 kişi öldü, sağ kalanlar ise Türkler tarafından kurtarıldı. Karaya oturan denizaltının İngilizlere ait E15 denizaltısı olduğu anlaşıldı.
Bu arada tüm olayı gören İngiliz uçakları olan biteni rapor etmişti. İngilizler karaya oturmuş olan denizaltıyı tümüyle batırmak ve kullanılmaz hale getirmek üzere üç ayrı saldırı denediler fakat torpidolar her defasında hedefi ıskaladı. Müttefikler denizaltıyı batırmak, Türkler ise Almanlar gelene kadar korumak, denizaltı gemisini çıkarıp yüzdürmek istiyordu.
İki gün süren karşılıklı mücadele 19 Nisan akşamı HMS Majestic zırhlısından ayrılan bir hücumbotun, Osmanlı kuvvetlerince yüzdürülmeye çalışılan E-15’i torpilleyip batırmasıyla sona erdi.
Moorehead, İstanbul’daki Amerikan Elçiliği Müsteşarı Lewis Einstein’ın anlatımına yer veriyor:
…Einstein’a göre Türkler bu olayda çok adil davranır. Denizaltı terk edilip mürettebatı dalgalarla boğuşurken Türk askerleri suya girer, düşmanlarını kurtarırlar. Ölüler önce kıyıda gömülür, daha sonra Çanakkale’deki İngiliz Mezarlığı’na nakledilir, gerekli dini törenlerin yapılmasına özen gösterilir. “Türkler bu konularda olağanüstüdür” diye yazar Einstein, “Bir dakika önce gemlenemez bir öldürme arzusu gösterirler, bir dakika sonra da iyilikleriyle şaşırtırlar. İngiliz denizaltısının tutuklu [esir] mürettebatı ıslak üniformaları içinde titreyerek hastaneye götürüldüklerinde, Türk yaralılar onlara konuk muamelesi yapar, üzerlerinde yeni ne varsa vermeye çalışır, yiyeceklerini onlarla paylaşır.”[6]
Bu olayın başka asıl önemli yanı, Kraliyet Denizgücü Gönüllüleri Yedek Kuvvetleri’nde subay olan İngiltere’nin eski Çanakkale Konsolosu Palmer’in de esirler arasında olduğunun ortaya çıkmasıydı. Palmer, iki ülke arasında düşmanlık başlayınca Boğaz’daki Türk toplarının yerlerini rapor etmek üzere mart ayı başlarında Atina’ya gitmişti. Sonra da istihbarat subayı olarak hizmet etmeye gönüllü olunca, kılavuzluk yapmak üzere denizaltıda görevlendirilmişti. Esir alındıktan sonra kimliği ortaya çıkan Palmer, Müstahkem Mevki Komutanı Albay Cevat (Çobanlı) Bey tarafından sorguya çekildi.
Her an bir kara harekâtının başlamasının beklendiği o günlerde, müttefiklerin nereye ve ne zaman çıkarma yapacağı tartışılıyor, savunma planları tekrar tekrar elden geçiriliyordu. Bu konuda elde edilebilecek her türlü bilgi, Türkler açısından hayati önem taşıyordu. Gerçi az sonra değineceğimiz gibi, Mısır ve Atina’daki casuslardan gelen bilgiler Osmanlı Genelkurmayı için bazı avantajlar sağlıyordu ama yine de Hamilton’ın olası çıkarma planı ve çıkarmanın yapılacağı noktalar net olarak tahmin edilemiyordu.
Müttefiklerin 25 Nisan’daki çıkarmasından sadece 5 gün öncesine ait olan ve Palmer’in Çanakkale’deki sorgusunda alınan bilgileri İstanbul’a rapor eden 20 Nisan 1915 tarihli şifreli telgraf [Genelkurmay Arşivi] bu anlamda son derece önemlidir.
…Çanakkale’de konsolos olan Palmer savaş esiri olarak yakalandı. Müttefik kuvvetlerinin casusu olarak suçlandı. Bu arada denizaltıda, Palmer’in yedek subay olduğunu gösterir bir sertifika bulundu. Fakat biz kendisine bu belgeyi bulduğumuzu söylemedik. Palmer’a casuslukla suçlandığı ve bu yüzden idam edilebileceği söylendi.
Hiçbir asker başkalarının önünde bilgi vermek istemez. Palmer da özel olarak konuşmak istediğini söyledi. Ben de kendisine savaş esiri olarak muamele göreceğine dair söz verdim. O zaman bize bilgi vermeyi kabul etti.
Kendisine planlanan müttefik saldırısını sordum. General Hamilton komutasında 100 bin kişilik bir İngiliz ordusunun Çanakkale Boğazı’na çıkarma yapacağını söyledi. Palmer’ın verdiği bilgiye göre, müttefikler Kabatepe’ye çıkmayı planlamışlar.
Fakat Türklerin bu saldırıdan haberdar olduğunu öğrenir öğrenmez Kabatepe ve Seddülbahir’le (Helles) ilgili planlarından vazgeçmişler.
Ayrıca Seddülbahir’e yapılacak bir çıkarmanın başarılı olamayacağını da düşünmüşler.
Sonuç olarak Saros Körfezi’ne ve yarımadanın kuzey kısmındaki bölgeye çıkmaya karar vermişler. Daha önce Kabatepe, Seddülbahir ve hattâ Beşige’ye saldırmayı planlamışlar. Bu bölgedeki saldırılar için Deniz Kuvvetleri’nin desteğine ihtiyaçları varmış.
Aslında bu saldırıları geçen pazartesi yapacaklarmış. (Muhtemelen 12 Nisan: İlk çıkarma tarihi 14 Nisan’dı) ama şimdi bu plandan vazgeçilmiş. Yeni saldırı planı ile ilgili bilgisi yok.
Bu bilgiler hayatının bağışlanması karşılığında eski konsolos tarafından verilmiştir. Şahsın güvenliğinin sağlanması açısından lütfen bu bilgilerin kaynağını kimseye vermeyiniz.
Bu mesajla birlikte savaş esirini (Palmer) denizaltıdan alınan eşyalarıyla birlikte gönderiyorum. Kendisini savaş esiri olarak kabul etmenizi istirham ederim.
Müstahkem Mevki Komutanı Albay Cevat.[7]
İstanbul, bir istihbarat hilesi sezdiği ya da aldatmaca olabileceğini düşündüğü için olacak, Palmer’ın tehdit altındaki “kuzey bölgesini” net olarak tanımlamasını istedi. Cevat Bey de, “Şifreli mesajda söylediğim gibi eski konsolosun bahsettiği Saros Körfezi civarındaki bölge, Saros Körfezi’nin kuzey kıyısındaki İmroz [Gökçeada] ve Karacaali arasındaki bölgedir” cevabını gönderdi.
Anlaşılıyor ki sorgulama sırasında Palmer çok hızlı karar vermek zorundaydı. Bir taraftan tabii ki idam edilmek istemiyordu, diğer taraftan da Robeck’in maiyetinde çalışan bir istihbarat sorumlusu olarak kesinlikle bildiği hakiki çıkarma bölgelerinin yerini söylemek istemiyordu. Bu yüzden tehlikeli bir strateji uyguladı. Önce hakiki çıkarma bölgelerinin adını verdi, sonra da güvenlik sızıntısı dolayısıyla bu bölgelerden vazgeçildiğini söyledi. Bu bölgeler yerine yeni çıkarma bölgesi olarak Türklerin dikkatini kuzeye Bolayır/Saros bölgesine çekti. Kuzey bölgesinden nereyi kastettiği kendisine tekrar sorulunca da, bu arazi aslına Anzak çıkarma bölgesini içine almasına rağmen, Palmer müphem (belirsiz) bir cevap verdi.[8]
Burada hemen akla gelen ilk soru şudur: Enver Paşa ve özellikle Liman von Sanders, Palmer’in verdiği bu yanlış bilgiye inanacak mıydı?
Bu konuda “itiraf” olarak değerlendirilebilecek net bir bilgi yok. Ancak 25 Nisan günü ve sonrasında, olayların akışı içerisinde Liman von Sanders’in Saros bölgesine aşırı ilgi gösterdiğini biliyoruz.
Çıkarmanın başladığını öğrenen Liman von Sanders’in başını alıp Saros’a kadar koşuşturmasının ve (karargâhla telefon bağlantısı bile olmadığı için, geri dönmek yerine) anlaşılmaz bir inatla geceyi de orada -Hamilton’ın aldatma planı gereği- her an asker çıkarmaya başlayacakmış gibi denizde çeşitli manevralarını (nümayiş) sürdüren müttefik gemilerini seyrederek geçirmesinin nedenlerini, Palmer’in verdiği bu yalan ifade ve bilgiler açıklıyor olabilir.
Bu konuya ve karargâhta Liman Paşa’nın çok yakınında görev yapan Yüzbaşı Carl Mühlmann’ın birçok ilginç bilgi barındıran anılarına yeniden döneceğimiz için detayları sonraya bırakalım.
Akdeniz Sefer Kuvveti Başkomutanı Hamilton’un harekâtla ilgili planı çok karmaşık ayrıntılar içermekle birlikte, temelinde Gelibolu yarımadasına yapılacak bir saldırıya dayanmaktaydı ve kabaca bakıldığında çok basitti. Bu planın hazırlanmasına Hamilton’un kurmayları Aspinall ile Braitwaite de katkı sağlamıştı.
Çıkarma birliklerine fiilen komuta edecek iki kişi General Birdwood (Anzak) ve General Aylmer Hunter-Weston’du (29. Tümen).
Asıl darbeyi vurma görevini Hunter-Weston komutasındaki 29. Tümen üzerine almıştı. 29. Tümen şafakla birlikte yarımadanın en ucundaki İlyas burnu çevresinde beş ayrı noktada karaya çıkacak, ilk hedef olarak akşam saatlerine kadar iç kısımdaki Alçıtepe ele geçirilecekti. 29. Tümen daha sonra kuzeydeki Anzak kolordusu ile birleşecekti.
Birdwood ise elindeki birlikleri kıyının 13 mil kuzeyinde Kabatepe ile balıkçı damları arasında karaya çıkaracaktı.
İki tümenli Anzak Kolordusu’nun hedefi Conkbayırı-Kocaçimen çizgisiydi. Burası alındıktan sonra Maltepe’ye ilerlenerek, yarımada kuzeye karşı kesilecekti Böylece İlyas burnunda Hunter-Weston’ın 29. Tümen’ine karşı koyan Türk birliklerinin geriyle bağlantısı kesilecek, Kilitbahir’e hâkim tepeler İngiliz tümüyle İngiliz birliklerinin eline geçecekti. 29. Tümen ile Anzak Kolordusu birleşince, Kilitbahir Platosu’na taarruz için hazırlanılacak, sonuç olarak Müstahkem Mevki’nin savunması çökertilecekti.
Tabii bu sırada iki şaşırtma çıkarması da planlanmıştı. Gelibolu ve Çanakkale’deki Türk birlikleri nereyi savunacağını şaşıracak, olduğu yerde mıhlanıp kalacaktı. Plana göre Kraliyet Deniz Tümeni Bolayır’a (Saros) sahte bir çıkarma düzenlerken, Fransızlar da Boğazın Anadolu yakasında bulunan Kumkale’ye çok sayıda askerle saldıracaktı. Her iki çıkarma gücü de daha sonra İlyas burnuna getirilerek asıl kuvvetlere katılacaktı.
Bu plana göre, çıkarmanın ikinci ya da en geç üçüncü gününde Gelibolu yarımadasının yarısının İtilaf devletleri askerlerinin denetimine girmesi, mayın tarama gemilerine rahat çalışma ortamı sağlanması, filonun da susturulan tabyaların önünden elini kolunu sallaya sallaya geçip Marmara’ya ulaşması mümkün olabilecekti.
Bu planın nihai hedefleri tutmadı ama başlangıçta düşünülen aldatmaca başarıyla gerçekleşti. Asıl çıkarmayı Bolayır’da bekleyen Osmanlı 5. Ordu Komutanı Liman von Sanders, aynı anda ondan fazla noktadan çıkarma haberi alacak, hangisinin gerçek çıkarma olduğunu bir gün boyunca belirleyemeyecek, bu nedenle yedeklerini elinin altında tutarak İtilaf Devletleri’ne tüm askerlerini karaya çıkarma fırsatı tanıyacaktı.
Plana sonradan eklenen tek değişiklik, Truva Kuşatması’ndaki tahta attan etkilendiği düşünülebilecek Yarbay Unwin’in ortaya attığı kurnazlıktı. Yarbay Unwin masum görünüşlü kömür gemisi River Clyde’a 2.000 asker gizlemeyi, gemiyi İlyas burnu yakınlarında karaya oturtmayı önerir. River Clyde karaya oturduğunda bir mavna ile iki layter (altı düz, yük taşıtı) hemen yan yana bağlanarak, pruva ile kara arasında yapay bir köprü oluşturulacak, askerler de bu köprüden koşarak kolaylıkla karaya çıkabilecektir.
Bu yöntem, geminin hızla boşaltılmasını sağlayacak, karaya çıkan askerler de geminin ön kısmındaki kum torbalarının ardına yerleştirilecek makineli tüfek ateşi altında korunacaklardı. Yeri geldiğinde, bu kurnazlığın işe yarayıp yaramadığını göreceğiz.
Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa ile 5. Ordu Komutanlığına atadığı Liman von Sanders’in arası zannedildiği kadar iyi değildir. Çünkü Liman von Sanders; Enver Paşa’nın askeri gereklerden uzak, tutarsız, düş ürünü emirlerinin saçmalığını onun yüzüne çarpmaktan çekinmemişti. Bu kitaptaki “Sarıkamış Dramı” başlıklı bölümde, ikilinin arasının neden gerginleştiğine ilişkin bilgiler var.
Aynı çekişme, Çanakkale konusunda da gündeme gelir. Hayatında bir alay askere bile komuta etmemiş olan Başkomutan Vekili Enver Paşa’nın üstelik 3. Ordu Komutanlığını da üzerine alarak yol açtığı felaketi, ısrarlı uyarılarına rağmen engelleyemeyen Liman Paşa, konu Çanakkale’ye geldiğinde daha dik durur, Enver Paşa’nın savunma stratejisinin Gelibolu (Rumeli) ve Çanakkale (Anadolu) yakasında iki ayrı komutanlık oluşturmak olduğunu öğrenince, bu plana itiraz eder. Liman Paşa’ya göre bu savunma hattı yanlıştır. O bölgenin tek komuta altında toplanmasını önerir. Bu öneriyi de Enver Paşa reddeder. Enver Paşa, hazırlıkların kendi talimatı doğrultusunda yürütülmesi konusunda ısrarlıdır. O günlerin İstanbul’unda, her şey karmakarışıktır. Genel kanaat, İtilaf donanmasının Çanakkale Boğazı’nı hiç de zorlanmadan geçeceği ve 12 saat içinde İstanbul’a ulaşacağı yolundadır.[9]
İvedilikle kaçış yolları hazırlanmaktadır. Daha mart ayı başında İstanbul’daki devlet arşivleri ve bankalardaki altınlar Eskişehir’e gönderilir. Haydarpaşa’da biri padişah ve maiyeti, diğeri de yabancı diplomatlar için iki özel tren harekete hazır bekletilir. Talat Paşa da umutsuzdur. Daha ocak ayı başlarında Almanlarla bir toplantı düzenler, Liman von Sanders, kıyı savunmasından sorumlu Amiral Usedom ve Osmanlı Genelkurmay Başkanı General Bonsart von Schellendorf ile durum değerlendirmesi yapar. Üç Alman da, İtilaf donanmasının Çanakkale’ye saldırması durumunda, Boğaz’dan geçeceği kanısındadır.
Almanya Büyükelçisi Baron von Wangenheim da panik halindedir. Bavullarından bir bölümünü tarafsız Amerikan sefaretinde güven altına alması için Büyükelçi Henry Morgenthau’ya teslim etmiştir bile. İstanbul Polis Müdürü Bedri de Morgenthau’ya gidip, Amerikan Büyükelçiliği’ni Anadolu’ya taşıma konusunu görüşür. Hattâ Morgenthau ile oturup bir harita hazırlarlar, sivil alanların bombalanmaması için Amerikan Dışişleri’ne telgraf çekip, İngiltere ve Fransa nezdinde girişimlerde bulunulmasını isterler. Şehir sessiz ve şaşkındır.
Bu arada Marmara’daki adalar bile müttefik donanmasının Çanakkale Boğazı’nı aşıp gireceği endişesiyle silahlandırılır. Kimileri bu havanın tam da ayaklanma çağrıştırdığını yazacaktır. Gelibolu’ya çıkarma yapmaya hazırlanan müttefik kurmaylarına göre, İngiliz ve Fransız bayrakları deniz üzerinde görünür görünmez, İstanbul’da bir ayaklanmanın başlayacağı kesin gibidir. İşin ilginci, bu fotoğraf Londra’daki masa başından da böyle görünmektedir.
Liman von Sanders de anılarında, “Bütün bu önlemler haklıydı”[10] diye yazacaktır. Sanders’e göre, Enver Paşa’nın Çanakkale’ye gönderdiği, birliklerin bölgede konuşlanmasıyla ilgili emirler İtilaf Devletleri çıkarması karşısında etkili savunmayı engelleyecekti.
Ancak 18 Mart Deniz Zaferi, Türk tarafındaki morallerin yükselmesi ve kendine güvenin yeniden oluşmasında muhteşem bir rol oynamıştı.
Türkler Çanakkale’de aslanlar gibi savaşmış, dünyanın en büyük deniz gücüne karşı koymayı başarmıştı. Demek ki her şey bitmiş değildi, vatan toprağı sonuna kadar savunulmalıydı…
Savunulacaktı ama nasıl?
İstanbul’daki askeri bürokrasinin en tepesinde gerginlik vardı. Alan Moorehead’e göre, çekişmenin giderek büyümesi üzerine, Enver Paşa gizlice Almanya ile temasa geçer, hattâ Liman von Sanders’in geri çağrılmasını ister. Ama mart ayı sonları gelmiştir bir kere, müttefiklerin saldırısı beklenmektedir ve Çanakkale’de savunma hazırlıklarının son derece hızlı yapılması gerekmektedir.
Görevi kabul eden Liman von Sanders, kurmay heyetinin toplanmasını bile beklemeksizin, adeta önüne gelen ilk gemiye binerek Gelibolu’ya gider. Karargâhını kurup çalışmaya başlar, bölgede çok yüzeysel birkaç gezi yaptıktan sonra da, ilk iş olarak Türk subayların hazırladığı savunma düzenini baştan sona değiştirir. Kıyılarda henüz düşman çıkarması sırasında güçlü bir şekilde savunma yapmayı, hattâ müttefiklerin karaya çıkmasını engellemeyi planlayan savunma modelini değiştirir, kıyı bölgelerinde sadece gözetleme birlikleri bırakarak, düşmanın yapacağı çıkarmayla birlikte daha gerideki bu birlikleri savaş alanına sevk etmeyi esas alır. Çünkü düşmanın nereye çıkarma yapacağı konusunda kararsızdır. Bir türlü emin olamaz. Geri planda tuttuğu birlikleri, düşman nereye çıkarsa oraya göndermeyi düşünür.
Çıkarmaya sayılı günler kala Liman von Sanders’in elinde ve 5. Ordu komutası altında toplam 50 bin mevcutlu 6 tümen bulunmaktadır.
En çok tehdit altında gördüğü Anadolu kıyılarına iki tümenini [11 ve 3. Tümen] gönderir. Albay Basri Somel komutasındaki 5. ve Albay Remzi Alçıtepe komutasındaki 7’nci tümenleri kendi öncelik listesindeki Bolayır’a konuşlandırır.
Albay Halil Sami Bey komutasındaki 9. Tümen ise İlyas burnu çevresinde görev alır.
Mustafa Kemal’in 19. Tümen’i ise Eceabat’ta doğrudan Liman von Sanders’e bağlı olarak ihtiyatta (yedek) kalacaktır. 19. Tümen, gerektiğinde kuzeyde Bolayır’a, güneyde İlyas burnuna ya da Anadolu yakasındaki Kumkale veya Beşige’ye yardıma koşacaktı.
(Bu konuşlandırma modelinin yarattığı sorun, 25 Nisan günü açıkça ortaya açıktı. Seddülbahir’e 5 ayrı noktadan karaya çıkarılan müttefik birliklerinin karşısında sadece 9. Tümen vardı. Daha kuzeydeki Anzak Kolordusu ise karşısında sadece -durumdan vazife çıkarıp savunmaya koşan- 19. Tümen’i bulacaktı.)
Tabii bu savunma planı 5. Ordu’ya bağlı Türk kurmaylar tarafından benimsenmez, sürekli itirazlar yükselir.
Ne var ki, askerliğin kuralı kesindir. Komutanın emri yerine getirilir.
Bu konudaki tartışmaları ve 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in çıkarmanın ilk haftasında Enver Paşa’ya yazdığı şikâyet mektubunu daha önce aktarmıştık. İlave olarak, Müstahkem Mevki Kurmay Başkanı Selahaddin Adil Bey’in görüşlerine de yer verelim:
…Boğaz mıntıkasının savunması görev ve sorumluluğunu üstlenen 5. Ordu [Liman von Sanders] maalesef Çanakkale havalisini yalnız bir-iki motor veya otomobil gezintisi ile ve pek yüzeysel bir gözle görmüş, özel durumuna nüfuz edememiş idi. Muharebelerden önceki yığınak döneminde en önemli konu düşmanın muhtemel ‘esas çıkarma’ yerlerini doğru tahmin edebilmek olduğu halde, bu konuda iki karargâhın [5. Ordu ile Müstahkem Mevki Komutanlığı, alınacak önlemler konusunda ters düşmüştü] görüş ve kanaatleri birbirinden büsbütün farklı bulunuyordu. Liman Paşa, galiba Alman kurmaylarının da görüşlerine dayanarak, düşman çıkarmasının Saros Körfezi veya Beşige sahillerine yapılacağına inanmış ve Anafartalar’daki çıkarmaya kadar bunda ısrar etmişti.[11]
Nitekim Liman von Sanders bu tutumunda ısrarlı davranmış, Saros Körfezi ve Beşige Koyu’ndaki aldatmaca harekâtlara kandığından, çıkarmanın ilk günlerinde eli kolu bağlanmıştır. Asıl çıkarmanın yapıldığı ve düşmana oranla zayıf birliklerle tutulan Seddülbahir’e ilave kuvvet gönderememiştir. Bu durum bölgede görev yapan Türk kurmaylar tarafından sıklıkla ve ağır cümlelerle eleştirilmiştir.
Selahaddin Adil Paşa da Sanders’in savunma planına eleştiri yağdırıyor… Seddülbahir çıkarmalarını aktarırken, bu konuya tekrar döneceğiz.
İşin ilginci Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa da, Gelibolu yarımadasında yaptığı incelemelerin ardından Sanders’in savunma planını eleştirmektedir.
Enver Paşa 12/13 Nisan 1915 tarihli bir raporla, çıkarma harekâtına karşı alınmasını uygun bulduğu tedbirleri Liman Paşa’ya bildirir.
…Doğrudan doğruya çıkarmaya karşı silah kullanmak üzere yapılmış bazı avcı siperleri kıyıdan 800 m. ve daha uzak mesafede tesis edilmiştir. Bu mesafe çoktur. Doğrudan doğruya çıkarmaya karşı savunma için kullanılacak birlikler, düşmanı daha sandallardan çıkmadan evvel etkili bir ateş altına alabilmeli, dolayısıyla kıyıya daha yakın olmalıdır. Genel olarak bu avcı hendekleri kıyıdan en fazla 500 m. Uzakta olabilir.
Savunacak birliklerimiz kıyıdan çok uzak olurlarsa düşman çıkarma esnasında tarafımızdan etkili bir ateşe uğramayacağı gibi, düşman kuvvetleri kıyıya çıkıp yerleşinceye ve kendisini avcı siperleri içine saklayıncaya kadar, düşman gemileri kendi birliklerini zarara uğratma endişesinden uzak olarak ateşe devam eder, birliklerimize göz açtırmaz.[12]
Ama bu uyarılar da Liman von Sanders’i ikna etmeye yetmez.
Çünkü Çanakkale Boğazı’nı ve Gelibolu’yu savunanlar açısından temel sorun, müttefiklerin asıl saldırıyı nereye yöneltecekleri konusunda kestirimde bulunmaktır: Yarımada’yı ortasından ikiye böleceği Bolayır’a mı, hızla ilerleyip Kilitbahir’e ulaşacağı Suvla ya da Arıburnu’na mı? Hedef İlyas burnu mu olacaktır, Anadolu yakası mı? Ya da bu sayılanlardan ikisi veya üçü mü, yoksa hepsi mi?
[1] Bu bölümün özetlenmesinde ana kaynak olarak Tayfun Çavuşoğlu’nun “Çanakkale 1915 Yalanlar İftiralar Polemikler” adlı kitabı kullanılmıştır.
[2] General C. F. Aspinall Oglander, “Çanakkale-Gelibolu Askeri Harekâtı”, Cilt-I, s.405
[3] Alan Moorehead, “Gelibolu”, s.101
[4] Steel-Hart, “Gelibolu – Yenilginin Destanı”, s.45
[5] Erol Mütercimler, Korkak Abdül’den Jolly Türk’e –Gelibolu 1915, s 20
[6] Alan Moorehead, “Gelibolu”, s.91
[7] Tim Travers, “Gelibolu 1915”, s.46. Dikkat edilirse, mektubun sonunda Cevat Bey’in rütbesi albay olarak yazılı. Çanakkale Müstahkem Mevkii Komutanı Albay Cevat Çobanlı, 18 Mart 1915 Deniz Zaferi üzerine tuğgeneralliğe terfi ettirilmiştir. Cevat Bey 1908’e kadar 1. ferikliğe (korgeneral) kadar yükselmiş ancak meslekte çabuk ilerleyenlerin rütbelerinin geri alındığı 1909’daki tasfiye-i rütep kanunu gereğince rütbesi yarbaylığa indirilmişti. Daha önceden paşa olarak bilindiği için, 18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Savaşı sırasında rütbesi albay olmasına karşın birçok kaynakta kendisinden Cevat Paşa diye söz edilir. Travers’in kitabında, kara harekatı öncesinde 1915’in nisan ayı ortalarındaki bu olay anlatılırken, Cevat Bey’in rütbesinin hala albay olarak anılması, muhtemelen gözden kaçan bir çeviri hatası olabilir. Mektubun çevirisi doğruysa, o halde, savaş koşullarında Cevat Bey’in terfiinin resmen tebliğinin herhalde geciktiği düşünülebilir. Ama bu terfi konusunda çelişkili bildirimlerin olduğunu da unutmamalı. Örneğin Gürsel Akıngüç de (Tarihi Süreç İçinde Çanakkale Muharebeleri, s. 55) Albay Cevat Bey’in 29 Kasım 1914’te tuğgeneralliğe yükseltildiğini yazıyor. Ama bu bilgi de, Cevat Bey’in Travers’in kitabındaki mektubunun altına yazdığı rütbeyi açıklamıyor.
[8] Tim Travers, “Gelibolu 1915”, s.47
[9] Alan Moorehead, “Gelibolu”, s.63
[10] Alan Moorehead, “Gelibolu”, s.65
[11] Selahaddin Adil Paşa, “Çanakkale Cephesinden Mektuplar Hatıralar”, s. 78-79
[12] Enver Paşa’nın yayınlanmamış anıları, klasör-3, s.485’ten Sermet Atacanlı, “Atatürk ve Çanakkale’nin Komutanları”, s.158 (İsmet Görgülü, “Çanakkale İlk Günde Biterdi”, s.31)
***