Bu Yazıda - Konu İçi Ara Başlıklar
On dokuzuncu Tümen Komutanlığına
13.Alay sağ kanadından 7-8 Mayıs 1915Efendim,
Emr-i aliniz gereği düşman siperlerine saldırdık. Düşman siperden denize doğru kaçmaya başladı. 10 şehidimiz 6 yaralımız vardı. Fakat bendeniz omzumdan vuruldum. Askerim siperlerin önünde içeri girmek üzereydi. Beni geriye, sargı yerine getirdiler. Gelirken yedeklere ve fedai subaylara bilgi verdim. Asker bozulmadı. Hücuma devamla ilerdekileri takviye ediniz, dedim. İngilizler kaçıyorlardı. Aman efendim, ileri harekata devam etsinler. Vaktim yok, ellerinizden öperim sevgili cesur komutanım.
125.Alay. 1/0. Bölük Komutanı
Üsteğmen Saffet
Selahattin Osman Tansel, Bursa Defteri okurlarının yabancısı olmadıkları isim. Bursa Defteri dergimize düşünsel ve yazınsal ilgisini, katkısını en başından itibaren esirgemeyen aydınlarımızdan…
Bursa Defteri’ne Bursa’nın eski sinemalarını, Fidyekızık ve Değirmenlikızık’ın eski zamanlarını anlatan, toprağına nur yağası Murat Akgün’ün de kardeşi; ama ağabeyimiz ve Bursa tiryakiliğinde ön sıralardaki büyüğümüz…
Akgün’ün sağlığında, bu “kardeş” sıfatını vurgulayarak anardık kendilerini. Çünkü Ankara’da yaşıyordu, Bursa’ya çok sık gelemiyordu ve yaşı kaç olursa olsun ağabeyler için kardeşler hep kardeşti…
Sayın Tansel, Gemlik Körfezi’ni tepeden gören ve kaç zamandır “evi” olan Gemlik-Umurbey’deki evinde sessiz sedasız yürüttüğü çalışmalarını, geçen aylarda basımı tamamlanıp kültür alanına çıkan olağanüstü bir yapıtla taçlandırdı:
“Çanakkale’de İstanbul’u Kurtarmak“…
Bu kez biraraya gelmemizin nedeni bu yapıt.
Yazarımızın, “İstanbul’u kurtaranlara ve Cumhuriyet’i kuranlara” adadığıÇanakkale’de İstanbul’u Kurtarmak, adından da anlaşılacağı gibi, yalnızca Türk ulusu bakımından değil, evrensel anlamda da büyük önemi bulunan Çanakkale savaşlarına ilişkin bir kitap.
Ne ki, yalnızca savaşları anlatmıyor.
Savaş dolayımında zamanın dünya düzenini de, tüm perdelerini –hem de tüm taraflar bakımından- aralayarak önümüze seriyor.
Böylece Çanakkale’de yaşananlara hem Büyük Britanya, Fransa ve Rusya, hem de Osmanlı ve Alman imparatorlukları bakımından ve dünyanın yeniden şekillenen siyasal haritası ile yüzü bakımından yeni ve farklı bir ışık düşürüyor.
O ışıkta, çoğu zaman üzerinde durmadığımız ayrıntılar; bir söz, bir cümle, bir komut, bir cephe emri yahut tozlu raflarda unutulduğu sanılan eski bir bağlaşmanın sıradan bir maddesi, parlamento kürsüsünde yıllar öncesinden verilmiş bir söylev, basit bir diplomatik iltifat ya da yergi; en başından “buraya varacağı besbelli” diyebileceğimiz anlamlar kazanıp büyük bir tarih dersinin öznesi yahut nesnesi olarak beliriveriyor…
Yalın savaşa gelince…
Yalnızca orduların savaşı, yani askerin askerle, insanın insanla trajik savaşı; insanın uygarlık yoluyla eriştiği her aleti ve her olanağı yekdiğerini ortadan kaldırmak için kullandığı o müthiş boğazlaşmayı, zaman ve mekânın en küçük bölümlerinde yürüyen ya da yürümeyen siper muharebelerini değil, küçücük bir yarımada üzerinde dost ve düşman, sağlıklı ve hasta, sağlam ve yaralı, rütbeli ve rütbesiz milyonlarca askerin bir parçası oldukları doğa ile amansız kavgası da izlenebiliyor kitapta.
Dahası, sayfaları çevirirken bir an geliyor, “Çanakkale savaşları ancak bu kadar objektif, bu kadar yansız, bu kadar ‘Sezar’ın hakkı Sezar’a’ anlatılabilirdi!” demekten alamıyorsunuz kendinizi…
Kahramanlık, yiğitlik, özsaygı, acıma duygusu gibi insani değerlerle, bunların üzerinde yükselen askerlere özel değerler; yani yüksek disiplin, direnç, kararlılık, uzgörü, iyi komutanlık, iyi kurmaylık kimsenin tekelinde değil!
Kim yiğitse o yiğit!
Kim kahramansa o kahraman!
Bunu açık seçik görüyor, anlıyorsunuz; Türk, İngiliz, Fransız, Hint, Anzak ya da Berberi fark etmiyor.
Çanakkale savaşlarına olan ilginin son yıllarda daha bir canlandığı söylenebilir. Konuya ilişkin çok sayıda kitap, makale, belgesel film ve başka tür yayının varlığı da bunun kanıtı sayılabilir. Ne var ki bunların arasında bilimsel, edebi ya da belgesel niteliğiyle öne çıkan yapıt sayısının çok olmadığını, hatta çok az olduğunu kabul etmeli.
Tansel’in yapıtı ise “çok ama çok az” olanlardan.
Çanakkale’de İstanbul’u Kurtarmak, yaklaşık beş yüz sayfalık –eğer sıkıştırılıp yoğunlaştırılıp bu değin komprimeleştirilmeseydi beş bin sayfalık da olabilirdi- bir kitap. Arka kapağında şunlar yazılı:
“Yazar Çanakkale Muharebeleri’nin sebep, sonuç ve etkileriyle yalnız Türk tarihinde değil, Dünya tarihinde de bir büyük olay olduğu düşüncesinden yola çıkmaktadır. Onun için Olay’ı öncesi ve sonrasıyla incelemeye ve değerlendirmeye çalışmış; oluş sürecinin dar sınırları arasında anlatmakla yetinmemiştir. Bu çabasının hem tarih metodu, hem okuyucunun olanı biteni algılama ufkunu genişletme yönlerinden daha doğru ve yararlı olduğu, olacağı kanısındadır.”
Sayın Tansel, Çanakkale’de İstanbul’u Kurtarmak‘ta; ayrıntıları genele ve geneli ayrıntılara feda etmeyen çekirdekten tarihçinin özeni ile gerçeğin izini başka şekilde, başka araçlar ve başka olanaklarla süren edebiyatçının hünerini tam olarak birleştirmiş.
Elime almamla bitirinceye değin bırakamadığım eserin, Çanakkale’de “olup biteni algılama” ve burada olup bitenleri, çağdaşı öteki evrensel olaylarla bağlantıları içinde görebilme bakımından ufkumu genişlettiğini, aydınlattığını söylemem gerekir.
Bir de, unutmadan, kitabın girişindeki vurguyu, kitabın yazarının bir özelliğini tanıtmak bakımından yinelemeliyim:
“Bu kitabın yalnız tekrar bastırılması ve yayınlanması hakkı Selahattin Tansel’e aittir”.
Yazarımız böylece, yaratıcı emeğinin ve beyninin ürününü açık bir sofra halinde herkesin dilediğince yararlanmasına sunmakla kalmıyor, imececi yüce gönüllülüğüyle ortaklığımıza dönüştürme arzusunu da ortaya koyuyor.
Bize de, okurun o hazineden gerektiği gibi yararlanmasını dilemek kalıyor.
Sayın Tansel ile Nilüfer-Akkılıç Kütüphanesi’nde, Akkılıç ağabeyin değerlendirmesine ayrılmış odada eseri üzerine konuştuk.
Röportaj isteğimi, “röportaj olmaz” diye yanıtladı; ama reddinin kesip atarlıkla bir ilgisi yoktu:
“Röportaj, hele bir eser üzerine, Çanakkale’de İstanbul’u Kurtarmak üzerine röportaj… Olmaz!.. Sizinle ilgili değil, mazur görün. İyisi, sohbet edelim, konuşalım… Adını da, ‘Çanakkale Üzerine Sohbet’ koyalım…” dedi.
“Neden olmasın? Baş göz üstüne olur!” dedim.
Akkılıç Ağabey, çaylarımızı söylemişti bile. Üstelik incelik gösterip “yardım” isteğimi de kabul etti. Sohbeti başlatmak da, röportaj talebinin sahibi olarak bana düştü doğallıkla.
TONAK: Efendim, “Çanakkale’de İstanbul’u Kurtarmak” çok farklı, çok değişik bir Çanakkale anlatımı… Hiç aklımda yoktu, ama okuyup giderken, ilgimi dağıtacak hiçbir durum da söz konusu değilken, birden çağdaş bir İlyada’yı okuduğum duygusuna kapıldım. Bundan böyle kitaplığımda İlyada’nın yanında, başka bir savaş destanı olarak sizin kitabınız da bulunacak!
Çanakkale’de İstanbul’u Kurtarmak’ın Homeros’u ve İlyada’yı çağrıştırması nedensiz de değil aslında. Başıma gelen, durup dururken olmuş değil demek istiyorum. Bu topraklarda yaşanan bu iki tarihsel, iki büyük savaş arasında nitelikleri bakımından da benzerlikler var. Aklıma ilk gelenler: Midilli ve Bozcaada iki savaşta da işgalcilerin derlenip toparlandıkları, güçlerini saldırıya hazırladıkları mekanlar olarak rol oynuyor; bunun yanında iki savaşın da kaynağında ekonomik çıkarlar çok belirgin… Akhalar ve müttefikleri Anadolu’yu ele geçirmek, İngilizler ve Fransızlar da Asya kıtası üzerinde egemenlik kurmak için bu kıyılara saldırıyor. Sonuçları bakımından düşünecek olursak, gene önemli bir benzerlikten söz edilebilir görünüyor: Askeri anlamda ne Troya ne de Çanakkale düşüyor, fakat sonuçta saldırganlar -birincisinde Odyseüs’ün tahta at hilesi ile, ikincisinde Mondros anlaşmasının sağladığı olanakla- amaçlarına ulaşmayı başarıyor…
Kitabınızda, savaşın korkunçluğu ile resmi belgelere hapsolmuş insana ait trajedi -o taraf, bu taraf diye ayrılmadan- ve her koşulda var olan insana ait meziyetler ve erdemlerle birlikte canlanıyor. Yinelemeliyim, aynı konuda bugüne değin yazılanlardan çok farklı bir kitap bu!
Çabanızı, ulaştığınız sonucu kutluyorum; ellerinize, yüreğinize, beyninize sağlık efendim.
TANSEL: Teşekkür ediyorum. “Farklı” görüyorsunuz demek! Memnun oldum, böyle değerlendirmenize…
TONAK: Gerçekten çok farklı!…
AKKILIÇ: Hakikaten övgüye değer. Elinize sağlık… Nasıl yayınlayabildiniz?..
TANSEL: Dostların yardımlarıyla… Kaynaklara, belgelere ulaşmak, bunlardan İngilizce olanlarının Türkçeye çevrilip birkaç kez gözden geçirilmesi, baskıya hazırlık gibi işlerin tümünde karşılıksız yardımlarını gördüm. Kitap da dostlarım için yazılmıştır. Onlar okurlarsa çok mutlu olacağım…
AKKILIÇ: Kaç adet bastırdınız?
TANSEL: Beş yüz adet… Yüz adet, baskı masrafları için ayrıldı. Geri kalanlarını arkadaşlarıma sunuyorum…
AKKILIÇ: Çok zenginsiniz o halde!
TANSEL: Zengin değilim, fakat yaşayacak kadar da zenginim. Zenginlik olarak bunu görüyorum. Ne için gereklidir para? Yaşamak için! Kitap para için yazılmaz ki!..
AKKILIÇ: Fazlası, insanı kapitalistleştirir… Daha fazlasını, daha da fazlasını istemeye götürür belki de…
TONAK: İktidar tutkusunun, iktidarın bir biçimi… Para aracılığıyla hükmetmek! Paranın iktidarına, gücüne sahip olmak isteği, insanın para kadar eski isteğidir ne de olsa…
TANSEL: Paranın iktidarının geçerli olduğu alanlar, aslında sınırlıdır; sanıldığından çok daha sınırlıdır.
AKKILIÇ: Öyle mi düşünüyorsunuz?.. Bunca emek, bunca çaba ile hazırladığınız eseri bastırabilmek için dostların desteğine gereksinim duyuyorsunuz. Oysa, eseriniz nedeniyle size borçlu olmamız gerekiyor toplum olarak. Geleceğimize bir armağan bıraktığınız için, daha da büyüyor borcumuz. Buna karşılık hiçbir şey vermiyoruz size. Kitabınızı bastırmak, dostlara olsun yaymak için uğraşı vermeyi de size bırakıyoruz. Varsıllığın ve varsılın iktidarı, işte böyle bir iktidar!..
TONAK: Gene de değeri olan ne varsa para dışı alandadır… Paranın en kötü tarafı belki de, gereksinimi olanda hiç olmaması, gereksinimi olmayanda çok fazla olması…
TANSEL: Çağımızın en belirgin özelliği, felsefesi…
AKKILIÇ: Akıldışı! Zenginin zenginliğini çoğaltmaya yönelik… Belki yoksulun da yoksulluğunu… Oysa bunun tam tersinin olması gerekirdi…
TANSEL: Evet… Anlamlı olması için… Öyle olmalıydı… Zengin olanın paraya ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla, ötekiler aleyhine olmak üzere zenginin parasını daha da artıracak uygulamaların toplumsal bakımdan anlamlı olduğu söylenemez…
TONAK: Bilimsel, sanatsal yaratışa hizmet etse! Büyük İskender, İskenderiye kütüphanesini kurduğunda oraya yalnız kitapları toplamakla kalmamış, biliyorsunuz. Zamanın ne kadar düşünürü, yazarı, çizeri varsa onları da toplamış. Konut vermiş, emirlerine hizmetçiler vermiş, geçimlerini üstlenmiş, “buyurun yazın” demiş! Ütopya tabii…
AKKILIÇ: Ne isterim biliyor musunuz? Bu kitabı bastırmak isterim, 500 değil 5 bin adet! Sonra bu kütüphaneyi (Akkılıç-Nilüfer Kütüphanesi) gerçek sanat eserleriyle donatmak isterim, çocuklar için, özellikle çocuklar için! Sonra, burada gereksinim duyacakları her şey ellerinin altında olsun isterim… Bu da, çok para gerektirir değil mi!?
TONAK: Az iş değil yaptığınız, sizin. İmrenmemek mümkün değil. Abdülhalim Bey (Abdülhalim Akkılıç) de burada yaşıyor. Madalyası, nişanı, kılıcı ve adıyla; ne güzel!
Bursa ‘da sanat eserleri toplayan var mıdır?
AKKILIÇ: Tablo, heykel diyorsan, bilmiyorum.
TONAK: Mehmet Bey (Erbak) belki.
TANSEL: Uludağ fabrikası yıkılmış… Oradaki pano ne oldu acaba?
TONAK: Muhakkak kaldırılmıştır bir tarafa. Yeni yapıda kullanılacaktır belki. Bedri Rahmi’ye pano yaptıran, kıymetini de bilir.
TANSEL: Mehmet Bey, ilgilidir evet… Ankara’da müzayedeler olur… Nahit (Kayabaşı), özellikle Bursa’yı ilgilendiren müzayedelerden kendilerini haberdar etmemi istemişti. Mehmet Bey, birçok kitap, fotoğraf aldı oradan. Benim aldıklarım, Olay’ın (Olay gazetesi) aldıkları da oldu. Çok önemli… Çok sevindim… Nelerin kurtarıldığını -Bursa’ya ait bir şeyin Bursa’ya dönmesi “kurtarılması” sayılabilir sanıyorum-, bilmek isterim doğrusu…
Aklımda kalan bir tanesi, Yıldırım Bayezıt döneminden kalma bir elyazmasıydı. Mehmet Bey, aldı onu. Bu müzayedelerde değerli kitaplar, yazmalar, fotoğraflar oluyor çokluk. Oradan aldığım fotoğraflardan biri, Gökdere’nin kentin içinde aktığı zamana kanıt sayılabilir görünüyor. Bir şey söylemeden önce iyi araştırmak lazım, tabii.
TONAK: Gökdere’nin eskiden kentin içinden aktığına ilişkin görüş sanki tevatür.
AKKILIÇ: Bana da söylence görünüyor. Gökdere’nin yatağı öyle birkaç yüzyılda değişebilecek fiziki koşullara sahip değil. Oluşmuş bir vadisi var her şeyden önce…
TANSEL: Fotoğraflardan bir tanesi, sanki Ali Paşa Camii’nin oradan Hisar’a doğru bir izin bulunduğuna dair işaretler taşıyor. İyice araştırmadan bir şey söylenemez ama olabilir görünüyor…
Değilse, Hisar’ın doğu kıyısından aşağıya akan suyun kaynağı nedir?
AKKILIÇ: Pınarbaşı suyu olabilir… Pınarbaşı’nın bir kısmının o tarafa verilmesi akla yatkın. Gerek içme suyu olarak, gerekse bahçelerin sulanmasında kullanılmak üzere…
TANSEL: Belki Gökdere’nin bir kısmı… Köprü var fotoğrafta… Ali Paşa Camii’nin oradan, arazi uygun görünüyor… Nalıncılar hamamına suyun Gökdere’den getirildiğini biliyoruz…
AKKILIÇ: Köprü nerede?
TANSEL: Köprü Doğanbey mahallesine yakın, Doğanbey Mezarı’nın civarı…
AKKILIÇ: Suluki Camii’nin yanındaki mezar?
TANSEL: Eski Suluki Camii… Daha doğrusu caminin taşınmasından önceki yerde…
TONAK: Efendim, eksik bıraktım; kitabınız bir ‘Çanakkale Destanı’ olduğu kadar bir ‘Mustafa Kemal’ destanı da… Hemen girişte yer verdiğiniz, sonra da yinelediğiniz, savaş alanında Mustafa Kemal’e yazdığı raporunu o muhteşem cümleyle (Ellerinizden öperim sevgili cesur kumandanım) tamamlayan Mülazımevvel Saffet Bey kimdir? Çanakkale’den sağ çıkabildi mi?
TANSEL: Türk Silahlı Kuvvetleri’nde tuğgeneralliğe değin yükseldi Saffet Bey. Sakarya Savaşı’nda sık geçer adı. Büyük Taaruz sırasında İkinci Tümen’in kumandan vekiliydi…
TONAK: Saffet Bey, Mustafa Kemal Atatürk’e, “Ellerinizden öperim sevgili cesur kumandanım!” diyor. Alışılmış bir hitap mıdır bu?
AKKILIÇ: Kalıp bir cümle değildir, açıkçası. Fakat çok özel koşullar söz konusu orada. Mülazımıevvel Saffet Bey de, belli ki çok farklı bir insan. Mustafa Kemal’e karşı içten ve taşkın bir sevgisi var ki, ateş çemberinin içinden o cümleyle biten raporu gönderebiliyor…
TONAK: Cephedeki muhabere bakımından sık rastlanan bir sesleniş, sık rastlanan bir tümce değil diyebiliyoruz, öyle mi?..
AKKILIÇ: Orası öyle… Değildir… Ama Saffet Bey özel bir insan, Çanakkale Savaşı da çok özel, evrensel anlamda çok özel bir savaş…
TANSEL: Saffet Bey’in ‘özel’ biri olduğu çok doğru. Ayrıca özel olarak oluşturulmuş bir fedai müfrezesinin kumandanı. Diyelim ki düşman güçleri sahilin bir bölümüne çıkarma yapmış ve orada tutunmayı başarmış. Klasik savaş düzeni ile araçları, o birliğin oraya yerleşmesine engel olamamış; sökülüp atılmasına da elvermiyor… Böylesi durumlarda Mülazımıevvel Saffet Bey’in Fedai Müfrezesi ile benzeri müfrezeler devreye giriyor. Oraya gidip verilen görevi yerine getiriyorlar…
Diyeceğim, Saffet Bey, o raporu yazdığında, ne yapıp edip düşmanı oradan, yani siperinden ya da tutunduğu alandan söküp atmakla görevlendirilmiş bir müfrezenin başında. Bir bakıma ölüme gönderilmiş bir adam! O raporu Yarbay Mustafa Kemal’e yazıyor; dikkatinizi çekerim: Müşir Mustafa Kemal’e yahut Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e değil!
AKKILIÇ: Bu yüzden çok önemli…
TANSEL: Çanakkale, Saffet bey gibi inançlı, yiğit askerlerle kazanıldı elbet. Yalnız şunu de hep hatırlamalı: Çanakkale’de kesin sonucu belirleyen üç büyük muharebede o yiğitlerin kumandanı Mustafa Kemal’di. Yarbay ve Albay Mustafa Kemal; Mustafa Kemal Paşa değil!
Bu yüzden, Mustafa Kemal ile bu ulus ve bu ulusun, yani “Ne Mutlu Türküm” diyenler ulusunun askeri birbirine hep çok yakıştı. Saffet Bey’in raporu bunu, yığınla belgeden çok daha kesinlikle kanıtlayan bir rapordur.
TONAK: Kuşkusuz inançlı, ama “her inanç ve inanıştan” mı demeli? …
TANSEL: İnanç bakımından da, sözcüğün dar anlamında milliyet bakımından da… Şunu söylemek gerekir: Çanakkale’de farklı din ve farklı kökenlerden Osmanlı yurttaşları savaştı. Galatasaray Lisesi’nin bir dönem öğrencilerinin orada şehit düştüğünü biliyoruz. Yalnız Galatasaray değil, Bursa Erkek Lisesi’nin ve diyelim ki Kayseri, Adana, Konya Erkek liselerinin de son sınıf öğencilerinin büyük çoğunluğu Çanakkale’de şehit düştü. Ama Marko Polo’dan bu yana bu topraklarda yaşayanlar, soy veya inanç ayırımı yapılmadan “Türk” diye, “Türkler” diye adlandırılmıştır. İngilizler ve Fransızlar ve onların dominyonlarından gelen, yani Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Müslüman olmasına karşılık Afrikalı askerler orada Türklerle savaştı.
TONAK: Karşı tarafın da, Saffet Bey’inki gibi “özel” birlikleri, fedai birlikleri var, yanılmıyorsam?
TANSEL: Var… İlk saldırılar sırasında, hatta kara savaşından da önce kullanılıyor bu birlikler. Kimi durumda da, donanmanın yolunu kesen Boğaz’daki topçu tabyalarına baskın verip bunları susturmayı başarıyorlar… Fedai birlikleri, bize belki de onlardan ve bu türden başarılı eylemlerinden sonra geçiyor. Bir kere çok özel birlikler bunlar. Çok seçkin askerlerden oluşturuluyorlar. İki taraf da, bu birlikleri tıkanıklığı giderecek koçbaşları gibi değerlendiriyor sık sık…
AKKILIÇ: Saffet Bey’in müfrezesi Mustafa Kemal’e bağlı.
TANSEL: O’na bağlı… Kurmay Yarbay Mustafa Kemal, tarihsel bakımdan büyük önem taşıyan bir anda, Anafartalar’da, 5. Ordu yedeği 19. Tümeni kişisel kararı ile savaşa sürdüğünde örneğin, emrinde. Anafartalar Grup Komutanlığı döneminde de birlikteler… Mustafa Kemal’in büyük güveni var Saffet Bey’e. Mesela, bir belgede, ordu komutanlığına cephedeki durumun analizini yaparken, Saffet Bey’in raporunu cephedeki gerçek durumun anlaşılmasında “sağlam kanıt” kabul eder…
Saffet Bey, Çanakkale sonrasında, Milli Mücadele döneminde ve Kurtuluş Savaşı sırasında da Mustafa Kemal Paşa’nın hep yanında olmuştur…
AKKILIÇ: Kalkar, laf ederler bir de! “Mustafa Kemal’e bağlılık O’nun otoritesinden kaynaklanıyordu… Mustafa Kemal diktatördü” diye…
TANSEL: Özellikle buna dikkat çekmeye özen gösterdim, doğrusu… Türk toplumunda Mustafa Kemal’e sevgi ve hayranlık duygusunun çok köklü nesnel sebepleri var. Buna inanıyorum. Hiç tartışılamayacak sebeplere dayanıyor toplumun Atatürk sevgisi. Burası çok açıktır ve kimse tarafından karartılamaz.
TONAK: Bursa Seyyar Jandarma Taburu’nun komutanı Kadri Bey’in durumu…?
TANSEL: Kadri Bey olmasa gerek. Emin değilim şu an ama… Bakmak lazım, doğrusu… Eğer Kadri Bey ise, 16 Eylül’de şehit olması söz konusu. Çünkü Kadri Bey Eylül 15’te yaralanıyor, Eylül’ün 16’sında veya 17’sinde sahra hastanesinde şehit oluyor. Hatırladığım böyle…
AKKILIÇ: İsmet Görgülü’ye bakabiliriz.
TANSEL: Evet, Görgülü, “On Yıllık Harbin Kadrosu“nda tek tek isimlere yer verir.
AKKILIÇ: Biliyor musunuz? İsmet Görgülü, bizim askeri Lise’de (Işıklar Askeri Lisesi) müdürdü bir dönem. Kurmay albay rütbesiyle emekli oldu. Emekli olduktan sonra üniversiteye girip doktora yaptı. Ardından da, bir birinden önemli on kadar kitap yazdı.
TANSEL: Neden terfi etmedi acaba?
AKKILIÇ: Akıllı olduğu için, desem!..
TANSEL: Haklısınız, akıllı insanlardan korkulur bizde!
TONAK: Çok akıllı (!)olmamızdan, öyle varsaymamızdan olabilir mi?
AKKILIÇ: Yalnızca varsaymamızdan… Öyle bir eğilimimiz var; sanırız ki bizden akıllısı yok! Bu yüzden gerçekten akıllı olanlar şaşırtır bizi…
TONAK: İstisnaları vardır ama…
AKKILIÇ: Atatürk’ü örnek göstereceksen; dur orada! Önce, bugünkü halimize bakmalısın! Kurtuluş Savaşı verdi diye, emperyalistlerden daha çok kızıyoruz O’na!..
TONAK: Ama Türkler akıllıdır demişti!
AKKILIÇ: Biz ne yapıyoruz? O’nun kurduğu cumhuriyeti, bağımsızlığı, ulusal onur ve gururu var gücümüzle yıkmaya çabalıyoruz!
TANSEL: Bir televizyon programında, izledim. Ünlü beyin cerrahımız Gazi Yaşargil’e, “Atatürk ‘Türk Milleti zekidir’ demişti, ne diyorsun?” gibisinden sordular. Yaşargil “O çok başka bir olaydır, Atatürk orada biyolojik bir olgudan söz etmemektedir” dedi. Yaşargil değerlendirmesinde haklıdır, bana kalırsa…
AKKILIÇ: Ona şüphe yok. Atatürk’ün orada, üzerinde durduğu Türklerin yaratıcılık ve zeka gerektiren durumlar bakımından güvensiz olmaları için hiçbir sebebin olmadığı, aslında zeki oldukları ve tarihlerinde yaptıklarıyla bunu ortaya koyduklarıydı… Örneğin “Ne mutlu Türküm diyene” derken şu gerekçeye dayandırıyordu bunu: “Hiçbir an kuşkum yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük uygar niteliği ve büyük uygar yeteneği, bundan sonra ki gelişmesi ile, geleceğin yüksek uygarlık ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.”
TANSEL: Tam olarak öyle…
AKKILIÇ: O’nu yalanlamak için elimizden geleni yapsak da, söylediği budur…
TONAK: Bursa Jandarma Taburu’na dönersek: Çanakkale gezimizde, hem Kadri Bey’den hem de Tahsin Bey’den söz edilmişti komutan olarak. Bursa Defteri’ne de öyle geçmiş… Rahmetli Melih Elal’ın gezi notlarında örneğin, “Bursa Jandarma Taburu Komutanı Kadri Bey” diye geçiyor…
TANSEL: Öyle mi? Farkında değilim. Okumuş olsam bile, isimler konusunda belleğim çok iyi değildir, bir yanlışlık görmemişimdir… Ama, hiç değilse, Anafartalar’daki savaş döneminde, Bursa Taburu’nun komutanı Tahsin Bey olmalı.
AKKILIÇ: Gezi sırasında, anlatımlarda karışıklık olabilir, ama komutan Tahsin Bey’dir. O da askerlik yaşamını sürdürdü, Suvla’da bir kaza sonucunda ölünceye değin…
TONAK: Bursa Defteri’nin Çanakkale gezisinde Bursa Jandarma Taburu’nun savunduğu alanı uzaktan görebilmiştik. Yolunun olmamasından dolayı yalnızca bir grup arkadaşımız özel bir araç kiralayarak, yolun bir kısmını da yürüyerek gidebilmişlerdi oraya kadar. Değişen bir şey oldu mu, yol konusunda? Yapılacak, edilecek gibi sözler vardı çünkü…?
TANSEL: Hayır… Hayır… Bir şey değişmedi…Yol yok oraya kadar…
TONAK: Olmaması daha mı iyi?
TANSEL: Neden? Altı üstü basit bir yol isteniyor. Geniş, ferah bir asfalt olsun diyen yok ki!
TONAK: İngilizler, Avustralyalılar, Yeni Zelandalılarla da sorunlar var o konuda; gazetelere de yansımıştı; Avustralyalılar, savaştaki izlerinin silinmek istendiğini savlıyordu habere göre…
TANSEL: Ona, özen göstermek gerekir tabii… Orada rastgele yol yapılmamalı, fakat gerektiği kadarı da yapılmalı… Yol olmasaydı, nasıl gidecektik oraya kadar?…
TONAK: Binbaşı Tahsin Bey’in komutasındaki Bursa Jandarma Taburu neler yaptı savaşta? Katkısı, etkisi ne oldu Çanakkale Savaşları’nda ya da Anafartalar’da?
TANSEL: Bursa Jandarma Taburu ile diğer bir jandarma taburu olan Gelibolu Jandarma Taburu’nun önemli görev yaptıkları saldırılardan biri 6 Ağustos saldırısıdır. Aslında iki Mayıs’ta başlayan, aşama aşama gelişen ve karşı saldırıları da içeren bir saldırıdır bu. Resmi belgeler, bu saldırı sırasında batıda Suvla Limanı’ndan, doğuda Ece Limanı-Azmakdere hattına kadar uzanan geniş alanın bu iki tabur ile yanı sıra iki piyade taburu ve bir istihkam bölüğü tarafından savunulduğunu ortaya koymaktadır. Bölgenin savunmasından sorumlu komutan Yarbay Wilmer’dir. Emrinde söz konusu birliklerden başka beş adet de topçu bataryası bulunmaktadır.
Altı Ağustos günü saat 21’00den başlayarak karaya çıkan İngilizlere ilk karşı koyanlar sahil postalarıdır. Çok da zayiat verdirmişlerdir, geceden yararlanmak çabasındaki İngiliz birliklerine. Fakat bu ilk çatışmalarda güçler çok oransızdır. Çıkartma yapanlara uzun süre karşı koymaları mümkün değildir postaların. Bir süre sonra çekilmek zorunda kalırlar. Bu, aynı zamanda çıkartmanın “ciddiyetini” ortaya koyan bir durumdur. Asıl hedefi gizlemek amacıyla çok sayıda “örtü” niteliğinde çıkartmalar yapılmaktadır çünkü. Bunun bir perdeleme hadisesi olmadığının anlaşılması üzerine Bursa Jandarma Taburu Softatepe’ye, Gelibolu Jandarma Taburu da Kireçtepe’ye birer bölük koşturuyor. Buna karşılık Softatepe, saat 08.00 civarında düşüyor, takviye edilen Kireçtepe ise direnmeyi sürdürüyor. Bir yerin düşmesi, orasını savunanların tamamının veya tamamına yakınının şehit olması anlamına geliyor. Bursa Jandarma Taburu da çok şehit veriyor burada.
TONAK: Liman Paşa farklı düşünüyor, yanılmıyorsam. Göstermelik bir çıkarma ile karşı karşıya olunduğu kanısında…
TANSEL: Arıburnu-Kocaçimentepe muharebelerinde 27. Alay Kumandanı Şefik Bey (Aker) ile karargahta görevli Kurmay Binbaşı Hulusi Bey arasında geçen bir diyaloğ var. Şefik Bey, “Arıburnu’na çıkarma yapılıyor, alayım harekete hazırdır” bilgisini veriyor. Hulusi Bey, “Verilecek emre göre davranırsınız, beni bekleyiniz” diyor. Bu sırada saat 02.00’dir ve Şefik Bey’in alayı Arıburnu’na çok yakın Kabatepe yakınındadır. Askere sıcak çorba dağıtılması emrini verip bekliyor Şefik Bey. Emir bir türlü gelmeyince de sinirleniyor. Tekrar arıyor karargâhı, karşısında gene Hulusi Bey vardır. Ona, “Arkadaşlarımız ateş içinde yanıyor, biz daha bekleyecek miyiz? Neyi bekliyoruz?” diyor. Hulusi Bey’in yanıtı şöyle: “Şefik! Nasıl emir verebiliriz? Bu ihracın bir nümayiş olmadığı ne malum?”
Hareket emri geldiğinde saat 05.45’tir ve Şefik Bey’in gözlemine göre İngiliz-Fransız donanması Arıburnu’na 26 bin asker çıkarmıştır!
TONAK: “Nümayiş” endişesi hep var demek ki? Bursa Jandarma Taburu’na dönersek, Softatepe’de ağır kayıp verdiler…
TANSEL: Şefik Bey’in öyküsüne benzer bir durum var orada da. Belgelerde, Wilmer’in Softatepe düşerken, yani 7 Ağustos sabahında yana yakıla “yardım” istediğini, komutanlıktan kuvvetlerinin acil olarak takviye edilmesini talep ettiğini okuyoruz. O’na, Saros Grubu’ndan 12. ve 7. Tümenlerin yürüyüşe geçtiği, onlar yetişinceye değin dayanması salık veriliyor. Wilmer, bu emri almasının ardından gönderdiği raporda, cephenin çok geniş, kuvvetlerinin ise çok az olduğunu; Büyük Kemikli ve Softatepe’nin boşaltıldığını, Mestantepe ve Kireçtepe’de direnişin sürdüğünü, bu arada Pınartepe’nin de düşme tehlikesi ile yüz yüze olduğunu bildiriyor.
Bu arada Liman Paşa (Liman von Sanders), takviye amacıyla bir alayı hazırlaması talimatını verdiği Saros Grubu’na, saat 01.40’ta tümüyle “tayakkuz“u emrettiğini ve Wilmer’in emrine de iki alayın birden gönderilmesini istediğini görüyoruz. Ancak beklenen, arzulanan kararlılık ve kesinlik yoktur tutumunda.
TONAK: Neden?
TANSEL: Çünkü Liman Paşa, baştan beri büyük kara hareketini Saros civarında ve Anadolu yakasında beklemekte, bu yüzden de hasımlarının ne Arıburnu’nda ne Suvla’da büyük çaplı bir çıkarma yapacaklarına inanmaktadır.
Sabah olunca işler değişir biraz; Asya Grubu’na, birinci hatta bulunmayan bütün taburların Arıburnu’na yetişmek üzere Çanakkale’ye sevki emrini verir. Saros Grubuna da aynı şekilde hareket emrini verdikten sonra 7 Ağustos günü saat 22.10’da Saros ve Kuzey Grubu Komutanlıklarına şu emri gönderiyor:
” Kocaçimen Dağı civarında 4. Tümen Komutanı Yarbay Cemil komutasında toplanan 9. Tümen ve diğer birliklerle Anafartalar Müfrezesi, Saros Grubu Komutanı Albay Feyzi emrine verilmiş ve kendisine Conkbayırı tarafına hareketi emredilmiştir.
Albay Fevzi komutasındaki bu birlikler Anafartalar Grubu adını taşıyacaktır.”
Ne var ki, Anafartalar Grubu, uzun yürüyüşlerle parça parça toplanan, toplanmakta geciken ya da toplanamayan bu birliklerle Liman Paşa’nın istediği taarruzu yapacak durumda değildir…
MUSTAFA KEMAL KOMUTANLIĞA
AKKILIÇ: Mustafa Kemal’in öngörüsü tümüyle doğrulanıyor burada…
TANSEL: Öylesine doğrulanıyor ki, Liman Paşa önceki görüşlerinde daha fazla direnemediği gibi Anafartalar Grubu’nu oluşturmasının üzerinden 24 saat bile geçmeden, 9 Ağustos günü saat 21.45’te, 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal’i, Anafartalar Grup Komutanı atıyor; hem de bir gün öncesine değin Saros’ta kalmasında yarar umduğu iki tümeni de (7. ve 12. Tümenlerin) kapsayan bir taarruz emriyle…
TONAK: Zorunda kalıyor da diyebilir miyiz?
TANSEL: Sanıyorum… Örneğin, Anafartalar Grubu Kurmay Başkanı Yarbay Fahrettin Altay (Orgeneral, Kurtuluş Savaşı Kahramanı), “On Yıl Savaş ve Sonrası” adlı eserinde, sekiz Ağustos günü bölgedeki durumun son derece tehlikeli bir hale geldiğini vurguladıktan sonra, Esat Paşa’ya giderek, “Conkbayırı’nda durumun şiddetle kötüye gitmekte olduğunu ve Mustafa Kemal Bey’in kolordu kumandanı olarak bu bölgeye verilmesini”istediğini söylüyor. Esat Paşa, Fahrettin Altay’ın teklifini uygun bulmasına karşılık, ondan teklifini 5. Ordu Kurmayı’na yapmasını istiyor. Doğal olan, Esat Paşa’nın doğrudan Liman Paşa’ya teklifte bulunması ama bundan kaçınıyor. Çünkü Liman Paşa’nın Mustafa Kemal’in grup komutanlığına sıcak bakmadığını, bu yoldaki teklifini olasılıkla reddedeceğini düşünüyor.
AKKILIÇ: Ayrıca Enver Paşa etkeni var… Esat Paşa da Liman von Sanders’le çelişiyor aslında…
TANSEL: Temelde uyuşmazlıkları var. Mustafa Kemal’in tutumu aslında Çanakkale’de, Türk Kurmayı ile Alman Kurmayı’nın farklı bakış açılarını ortaya koymaktadır.
Fahrettin Altay, Esat Paşa’nın önerisine uyarak 5. Ordu’nun karargahını arayıp teklifini telefonla onlara yapıyor. Karargahtakiler, Liman Paşa’nın Mustafa Kemal’e Anafartalar’ın savunulmasını vermeyeceği görüşündedir. Fakat, o gece saat 21,15’te, Liman Paşa telefon emriyle Mustafa Kemal’i Anafartalar Grup Komutanı olarak atayacaktır.
TONAK: Hem de saat 21.15’te… Çok ivedi bir karar demek ki…
TANSEL: Çünkü Fahrettin Altay’ın kaydettiği gibi Anafartalar, o saatlerde savaşın kaderinin tayin edileceği yer olmuştur. Liman Paşa da herkes kadar, orada Mustafa Kemal’in komutanlığından en iyi sonuçları alabileceğinin ayrımındadır. Ayrıca, Albay Fevzi Bey ile de uyuşmazlık içindedir. Fevzi Bey, o gün aldığı taarruz emrine, Saros Grubu’nun 35-40 kilometrelik bir yolu yürüdüğü ve yorgun olduğu, bu durumda da başarılı bir taarruza kalkışılamayacağı gerekçesiyle karşı çıkmıştır.
TONAK: Bu kararla, Bursa Jandarma Taburu da Mustafa Kemal’in komutasına giriyor.
TANSEL: Anafartalar bölgesi, daha önce iki ayrı komuta altındaki iki grup tarafından savunuluyor. Bu iki grup Anafartalar Grup Komutanlığı emrinde birleştiriliyor. Mustafa Kemal’in grubun komutanlığına atanması ile birlikte, Bursa Jandarma Taburu ile Gelibolu Jandarma Taburu da Mustafa Kemal’e bağlanıyor.
TONAK: Çanakkale gezimizde, “Bursa Jandarma Taburu’nun Anıtı” olduğu ifade edilen Kireçtepe’deki anıtın en iyi fotoğrafını kitabınızda gördüm. Bursa Defterin’de kapak fotoğrafı olarak kullanmıştık, ama burada, sanki, çok daha net. Belki siyah beyaz kullanmadığımız için… Bir de, Mustafa Kemal, gerçekten o anıtın önünde görüntülenmiş miydi? Kuşkum vardı bundan. Kitaptaki fotoğraf, kuşkuya yer bırakmıyor.
TANSEL: Harp Tarihi Dergisi’nin ikinci sayısından alınmadır bu fotoğraf. Sonradan kurgulanmış veya fotomontaj değil. Savaş sırasında orada çekilmiş, derginin ikinci sayısında da basılmıştır. Kireçtepe, General Mahon’un emrindeki birliklerin (beş taburdan oluşuyordu) saldırısına hedef olmuştu. Mahon’un kuvvetleri, ilk anda biraz ilerleme sağladılarsa da Jandarma taburunun direnişini kıramayıp eski mevzilerine çekilmek zorunda kaldı. Savaş sürüp giderken dikilen o anıt, buradaki muharebelerde şehit olanların anısına dikilmiştir.
TONAK: Hamilton, istemiyor onu…
TANSEL: “Bir pound istemiştim bir penny veriyorlardı” diyor onun gönderilmesiyle ilgili olarak… Ama bu, Mahon’un kötü bir kumandan olmasından değil, olasılıkla orada istemediği biri olmasından…
TONAK: Mustafa Kemal saat 21.15’te Anafartalar Grup Komutanlığı görevine başlayabiliyor mu? Malum, birçok sıkıntı var, Enver Paşa istemiyor, Liman Paşa istemiyor Mustafa Kemal Paşa’yı… Buna karşılık ataması yapılıyor ve hemen, hiç zaman kaybetmeden büyük bir taaruzu başlatmak ve yönetmekle görevlendiriliyor…
TANSEL: Mustafa Kemal, o gece görevi almasını anlatırken ilginç betimlemelerde bulunur. Karargâhın bulunduğu yer olarak kendisineÇamlıtekke tarif edilmiştir. Koyu karanlık bir dere olduğunu söyler burasının. O gece ne bir ışık vardır görünürde, ne de bir ses işitilmektedir. Etrafa seslenerek Wilmer’in çadırını bulurlar. Wilmer uykudadır. Kurmayı İbrahim Bey, karargâhın Çamlıtekke’den daha kuzey’e, Gümbürdek Bayırı denen yer civarındaki bir dereye nakledildiğini söyler. Mustafa Kemal ve arkadaşları, adını ilk kez duydukları bu yere doğru atlarını sürerler. Anafartalar Karargahı’nı, saat 01.30’da Gümbürdek Bayırı’nın 1,5 kilometre güneyinde bir yerde bulurlar. Kumandan Fevzi Bey de, çadırında uyumaktadır. Mustafa Kemal, kurmay başkanından, Fevzi Bey’i uyandırıp son emrinin alınmasını ister. Fevzi Bey, o anda yazdığı anlaşılan bir notu göndermekle yetinir. Mustafa Kemal, kurmaylarını toplayıp görüş ve önerilerini aldığında saat 04.00’e gelmiş dayanmıştır ve gün ağarmak üzeredir.
Mustafa Kemal, Beşinci Ordu Komutanlığı’na (Liman von Sanders Paşa), Kuzey Grubu Komutanlığı’na (Esat Paşa) telefonla ve taaruza katılacak tümen komutanlıklarına ulaklar aracılığıyla, “Anafartalar Grup Komutanlığına atandım, göreve başladım” diyerek bildirimde bulunur ve aynı bildirimde taarruzun nasıl yürütüleceğine ilişkin ana hatları açıklar.
TONAK: Hiç uyumadan, dinlenmeden…
TANSEL:Uyumak istese bile buna zamanı yoktur… O, bildirimini yazarken On ikinci Tümen Mestantepe, Yedinci Tümen Domakçılık doğrultusunda harekete geçmiştir bile. Örneğin, saat tam 04.00’te 34. Alay İbrikçe’de İngiliz mevzilerini basıp içindekileri geriye atmayı başarmıştır. Demek ki, göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir zaman aralığında yapmıştır bunu. Çünkü Mustafa Kemal’in Anafartalar Grup Komutanlığında göreve başladığını ordu komutanına bildirdiği andır bu… Böylesi bir savaş, işte Çanakkale Savaşı! Günler, saatler değil dakikalar ve saniyeler içinde değişebiliyor durum…
SAVAŞ: ULUSLARIN BOY ÖLÇÜŞMESİ
TONAK: Çanakkale’yi konuşuyoruz kuşkusuz, ama daha genel bir soru takılıyor aklıma: Ulusların, devletlerin bir boy ölçüşmesi olarak kabul edilebilir mi savaş? Çanakkale bakımından ve öteki savaşlar bakımından…
TANSEL: Sanırım…Savaşan askerlerdir ama…
AKKILIÇ: Bir ulusun askerlik kültürü, deneyimi, bilgisi boy ölçüşür cephede… Bunun arkasında da, herhalde o ulusun yalnızca gençliği, yalnızca ordusu, donanması, harp okulları ile harp akademileri değil tüm donanımı bulunur. Genel anlamda ekonomisi, özellikle sanayisi, özellikle de silah sanayisi…
TANSEL: İki büyük dünya savaşı, dünyanın en büyük, en gelişmiş ülkeleri arasında çıkıyor… Savaş, bu ülkelerin siyasal, ekonomik ve askeri talepleri ile gereksinimlerine dayandığına göre bu anlamda ve her bakımdan ulusal düzeyde bir boy ölçüşmeden söz edebiliriz sanıyorum…
Çanakkale de, bahsi geçtiği gibi öncelikle oraya saldıranlarla, orasını savunan Türkler arasında bir boy ölçüşmedir; ikinci olarak da, savaşın iki tarafının, iki kutbunun bir boy ölçüşmesidir.
TONAK: İngiliz ordusunda ve Fransız ordusunda sömürge ülkelerden gelen askerler var; az önce değindiniz, bunların bir kısmı Müslüman askerler ve burada halkının çoğunluğu Müslüman bir ülkenin askerlerine karşı savaşıyorlar. Olasılıkla da, dinsel değerleri çok önemsiyor ve bu değerleri başlıca ayırım çizgisi sayıyorlardı. Osmanlı Padişahı da Müslümanların Halifesi, Müslümanların “cihanşumul” dinsel önderi, lideriydi! Öyle bir iddiası vardı, en azından… “Ulusların boy ölçüşmesi”ne, bir de bu tarafıyla bakarsak…
TANSEL: Savaş derken, ulusal bilincin, ulusal kültürün, ulusal düzeydeki eğitimin, bu eğitimin niteliğinin de yarışmasından söz ediyoruz, söz etmemiz gerekir kanaatindeyim…
AKKILIÇ: Osmanlı İmparatorluğu’nda günümüzdeki anlamıyla “ulus”tan söz edemesek de, Birinci Meşrutiyet, arkasından İkinci Meşrutiyet yaşanmış,1908 devrimi olmuş, bir anayasa ilan edilmiş! Buna bağlı olarak bilinçte, eğitimde önemli değişiklikler oluyor Osmanlı’da. Sözünü ettiğin Müslüman ülkelerin hiçbiri, İstanbul’dan kimi serpintiler düşse bile, böylesi bir süreci yaşamamış daha. Osmanlı İmparatorluğu’nun Mahmut 11’den başlayarak ordusunu yenileyip modernleştirdiğini, özellikle askeri okullarına Batılı biçimde eğitim sistemini getirdiğini, bunu ısrarla, kararlılıkla uyguladığını unutmamalı…
TONAK: Çanakkale Boğazı’nın doğusunda, İntepe civarındaki top mevzilerini görmüştüm… Bugünün ölçüleri ile dahi “devasa” kabul edilebilirler; o derece iri kıyım aletler oradaki toplar! Almanların en ünlü firmalarının, Krup’un filan imal ettiği silahlar bunlar… Mermileri, kapalı ve iyi tahkim edilmiş cephaneliğinden asansörle çıkıyor yukarıya, özel bir düzenekle kundağa yerleşiyor, ateşe hazır duruma geliyor… Diyeceğim, Almanya etkeni bu savaşta çok büyük önem taşıyor. Savaşın uzamasında, buna sebep olan kararlarda etken olabilirler ama…
TANSEL: Liman von Sanders, “Yazık bu Türklere, yazık bu Türkiye’ye. Bir karargâhtan bile yoksunlar” diyor. Bunu söylerken, Türkleri değil, Türkleri yöneten Osmanlı Sarayı ile İttihat ve Terakki Hükümeti’ni yeriyor aslında…
Mesela, General Hamilton, Mustafa Kemal’in Conkbayırı’nı yeniden ele geçirmesini şöyle anlatıyor:
“Son iki gün ve gecenin en iyi tarafı, Conkbayırı’nın elimizde olmasıydı. Türkler, daha önce tamamına yakınını ele geçirdiğimiz siperleri şimdiye kadar geri alamamışlardı. Şimdi almışlar mıdır? Umarım almamışlardır… Türkler iyi yönetiliyor: Bunu ben de kabul ediyorum, itiraf ediyorum. Generalleri (Mustafa Kemal) Conkbayırı’nı ancak hızlı bir darbeyle alabileceklerini biliyordu. Öyle de yaptılar.”
Burada başka bir şey var! “Bu düz bir söz değildir!”, dedim. Çanakkale’ye saldıranların başkomutanı konuşuyor çünkü! Tekrar tekrar bakıldı orijinaline. Farklı şekilde çevirenler de olmuş. Sonunda, orijinalini buraya almayı gerekli buldum…
Sir Hamilton’un söylediği son derece önemli: Mustafa Kemal’in general olduğunu düşünüyor. “Türkler iyi yönetiliyor, bunu itiraf ediyorum” diyor. Nerede? Conkbayırı’ında!…
Sözü geldiğinde konuştuk: Mustafa kemal’in Çanakkale’deki rolünü küçümsemek, Çanakkale savaşını hiç anlayamamaktır. Çünkü orada kritik öneme sahip üç önemli muharebeyi O yönetmiştir. O’nun yönettiği muharebeler kazanılmasaydı, Çanakkale de kazanılamazdı.
Ordunun komutası Almanlarda. Liman von Sanders Paşa’da. Ayrıca yüksek rütbeli (paşa, albay, yarbay rütbesinde) başka Alman askerler de var cephede. Toplarına, silahlarına bir şey diyemem. Ama örneğin Liman Paşa, silah durumunun pek parlak olmadığını söyler. Top mermileri üretmek üzere Almanların İstanbul’da kurduğu fabrikadan gelen mühimmatın büyük bölümünün işe yaramaz olmasından, topların da demode ve birbirini tutmayan vasıflarda olmasından yakınır. Demek ki o kadar da iyi değil silah durumu veya ne kadar “iyi” ise, İngiliz ve Fransızlardan daha iyi değil… Fakat, şurası gerçek ki, Liman Paşa’nın yönetimi savaşın tümü bakımından olumlu değil, olumsuz rol oynamıştır. Mustafa Kemal ile Enver Paşa arasında ve Liman Paşa arasındaki çelişmenin burada, ana sebebi bu konudaki düşünce ayrılığıdır…
AKKILIÇ: Almanların Çanakkale’nin savunulması için yeterli silah yığınağının ve desteğinin olduğu görüşünde değilim… Niçin olsun? Savaşın tayin edici alanı, Alman genelkurmayı bakımından, Çanakkale değil! Çanakkale düşse bile, savaşın o döneminde Osmanlı topraklarının, diyelim ki Anadolu’nun, hatta İstanbul’un ele geçirilmesi pek o kadar kolay değil, belki mümkün de değil. Öyle olunca Çanakkale’nin geçilmesinin, Türkiye’de savaşın uzayıp gitmesinden başka bir sonucu olmayacak. Bu da Almanya’nın Batıda daha derli toplu savaşmasına katkıda bulunacak…
TONAK: “Çanakkale’de İstanbul’u Kurtarmak”tan okuyoruz: İstanbul’daki tüm büyükelçiler, Almanya Büyükelçisi dahil, Çanakkale’nin geçileceğine, İstanbul’un da düşeceğine yüzde yüz inanıyor. Almanya Büyükelçisi, İngiliz-Fransız donanması daha Ege’de görünmeden tüm önlemlerini alıyor, ötekiler de…
AKKILIÇ: Öyle, ama işte, Behçet Kemal Çağlar’ın dediği gibi: Amal-i erbaa’ya gelmez bu millet!
TONAK: Ne demek o, Yılmaz Ağabey?
AKKILIÇ: Bu millet dörtişleme gelmez demek. Şair böyle buyurmuş! Yani aritmetik kesinlikler neyi gösteriyorsa göstersin, Türkler söz konusuysa sonuçtan o kadar da emin olmamak gerekir.
TONAK: Olumlu anlamda mı, olumsuz anlamda mı?
AKKILIÇ: İki anlamda da…
TONAK: Çanakkale’nin geçilememesi, İstanbul’un düşmemesi de “amal-i erbaa” ile açıklanacak bir durum gibi görünmüyor yabancılara. Mustafa Kemal inanmıyor, Esat Paşa inanmıyor, belki Liman Paşa da inanmıyor düşeceğine. Özellikle dikkatimi çeken Enver Paşa’nın da bu olasılığı hiç isabetli görmemesi…
TANSEL: Enver Paşa, Çanakkale’nin geçilemeyeceğine inanıyor. Almanlara da, İngilizlere de söylüyor bunu.
TONAK: Çanakkale cephesinde, Liman Paşa’nın tayin edici kara savaşının Saros yönünde olacağına ilişkin görüşüne de katılmıyor. Mustafa Kemal gibi düşünüyor bu konuda…
TANSEL: Ama ona bırakıyor. “Siz nasıl isterseniz” diyor.
TONAK: Biliyorsunuz: “İttihat ve Terakki, Osmanlı Devleti’ni Almanların safında savaşa sürüp yıkılmasına sebep oldu; İttihatçılar olmasaydı Çanakkale de olmazdı, Sevr de, Mondros da…” diyenler var… Ne diyorsunuz bu teze?
TANSEL: Almanya ile ittifak halinde savaşa girilmesinin sorumlusu İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yetkilileri –başta Enver Paşa ve Talat Paşa- olabilir, ama çok sığ da bakmamak lazım hadiseye. Osmanlı Devleti’nin savaş öncesinde kendi geleceği konusunda görüşmelerde bulunma isteğinin İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından kabul görmediğini biliyoruz. Kabul etmemişlerdir, çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşmak, özellikle de İstanbul’a sahip olmak istiyorlardı. İttihat ve Terakki’nin izlediği siyaset veya siyasetleri olmasa da, Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri er ya da geç İstanbul’a el koymaya çalışacaklardı. Bunu muhakkak yapacaklardı. İstanbul’a sahip olan tüm çevresine de egemen olur diye düşünüyorlardı. Aslında sömürgelerle birlikte başlayıp gelişen bir anlayıştı bu. Napolyon, örneğin, daha 1808’de Tilsit’te barış görüşmeleri sürerken büyükelçisine, “Asıl sorun, İstanbul’a kimin sahip olacağıdır” diye yazıyordu…
Yarım milyondan fazla askerin hayatını kaybettiği Çanakkale Savaşları, “İstanbul’a kimin sahip olacağı” sorusu başka türlü yanıtlanamadığı için yaşanmıştır.
AKKILIÇ: Koşullara bakılırsa, “Hasta Adam“ın bu savaştan kaçınması, savaşa girmemesi zordu. Belki, “imkansızdı” demek daha doğru! Fazlasıyla bağımlıydı çünkü. Kabul etmeli, Batı’nın bir yarı sömürgesiydi. O dönemde kimi dengeler sonucunda az bir olasılıkla savaştan kaçınsa bile paylaşılmaktan kurtulma şansının olduğu söylenemezdi. Çanakkale’de, hiç olmazsa halk ve asker savaşmayı öğrendi; Milli Mücadele’ye ve Kurtuluş Savaşı’na hazırlandı…
TANSEL: Ordu, bu savaşlarda güven kazandı, moral kazandı. Avrupa ordularıyla savaşabileceğini, onlarla başa çıkabileceğini gördü. Mustafa Kemal ve Milli Mücadele’nin kadroları savaşma yeteneklerini, liderlik yeteneklerini orada sınadılar ve ortaya koydular.
TONAK: Kurtuluş Savaşı’nın da Çanakkale’de hazırlandığı söylenebilir mi? Milli Mücadele’nin bir bakıma başlangıcı olarak kabul edilebilir mi Çanakkale?…
TANSEL: Ben, söylemem bunu… Bu soruya yanıtım olumlu olmaz… Çünkü Çanakkale ile Ulusal Kurtuluş Savaşı arasında birebir denebilecek bir ilişki görmem, böyle bir ilişki kurmam. Böyle bir ilişki de yoktur…
TONAK: Hamdullah Suphi, cepheyi ziyareti sırasında yarası sarılmakta olan genç bir subayın sıhhiye erine şöyle seslendiğini duyar: “Bırak aksın! Balkan Muharebesi’nin lekesini ancak bu kan siler”…
TANSEL: Söylediğim gibi ordu orada güven kazandı. Şu kadarı tartışılmazdır: Çanakkale Savaşları’ndaki başarı, Türk subaylarının ve komuta kademesinin Balkan Savaşı’nın ezikliğini üzerinden atmasını sağlamış, askeri yetenek ve yetkinliğine olan güvenini yenilemiştir. Bu durum, Milli Mücadele’nin önderinin ve kadrolarının belirginleşmesinin yanında, bu önderliğin ulusun güvenini kazanmasında çok büyük etken olmuştur. Atatürk’ün yanı sıra, Milli Mücadele kadrolarının çok önemli bir bölümünün -bunların arasında 19 yüksek rütbeli subay ve general vardır-, Çanakkale’yi savunan 5. Ordu’dan gelmesi raslantı değil. Dağlarca, bir şiirinde Çanakkale’den söz ederken, “Çanakkale/ Çağlar üzre destanların özüdür/…/ Çanakkale/ Yeni Türkiye’nin önsözüdür” der. Unutmamalı: “önsöz“ü yazan da, eseri tamamlayan da Mustafa Kemal’dir! O’nunla birlikte Türk ulusudur.
TONAK: Önsüzle yapıt arasında sıkı bir ilişki vardır ama…
TANSEL:Bu çerçevede öyle… Kadrolar bakımından, o kadroların filizlendirdiği düşünceler bakımından…
Fakat, kabul etmeli ki Milli Mücadele süreci öncesi süreçlerden, Dünya Savaşı’ndan, Çanakkale’den ve Mütareke’den ana özellikleri bakımından bütünüyle ayrı, bütünüyle farklı bir süreçtir. Cumhuriyet’in kuruluşuna varması bu farklılık nedeniyledir.
Bunun için, demokrasi ve insan hakları gibi evrensel kavramların gölgesinde Cumhuriyet’i Tanzimat ve Meşrutiyet Osmanlısına, Mustafa Sabri fetvalarının verildiği Mütareke günlerine döndürmek çabasından vazgeçmeyen dışarıdaki düşmanlarla içerde “gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet“ten kurtulamayanlara karşı Cumhuriyet, “en fazla on yıl” diye ömür biçmelerine karşın bugün dimdik ayaktadır.
Yinelemek gerekirse, Çanakkale, altı yüzyılı aşkın yaşamış, buna karşılık tükenme noktasına gelmiş bir Türk devletinin, tarihin en uzun ömürlü Türk devletinin son başarılı kavgası; Milli Mücadele, Türk ulusu tarafından yeni bir Türk devletinin, “ilelebet yaşayacak” Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlanan başarılı, akıl almaz kavgasıdır. Bu iki ayrı sürecin birbirine karıştırılması hiç doğru olmaz…
TONAK: Çanakkale Savaşları’nın evrensel sonuçlarından da söz etmek gerekir sanıyorum. Müttefiklerinden askeri yardım alamayan, deniz ticareti de işlemez hale gelen Çarlık Rusyası’nın çöküşü bunlardan en önemlisi olmalı. Bunun sonucu önce Şubat Devrimi, ardından da tüm “eski dünya”yı köklerinden silkeleyen Ekim Devrimi’dir. Öteki taraf ülkelerde de önemli gelişmeler var, örneğin İngiltere’de Asquith başkanlığındaki liberal hükümet bu yüzden düşüyor. Churchill tası tarağı toplayıp Fransa’ya bir piyade taburunun başına gidiyor, II. Dünya Savaşı’na kadar da bir daha bakan filan olamıyor…
Fakat daha önce Dağlarca’yı sorayım. Dağlarca’ya sık sık başvuruyorsunuz. Çok haklısınız da, bunu yapmakta. “Çanakkale yeni Türkiye’nin önsözü” demesi ne kadar ilginç! Ne kadar da yerinde! Değil mi!.. Dağlarca’nın sağlığı iyi mi? Hasta olduğunu, hastaneye yatırıldığını okudum gazetelerde…(Büyük şair Dağlarca, bu söyleşiden kısa süre sonra. Tedavi gördüğü hastanede 15 Ekim günü yaşamını yitirdi.)
TANSEL: Yaşın, yaşlılığın getirdiği sonuçlar var. Şiirleri için iznini istediğimde, “Memnun olurum, yalnız kitaptan da bir tane isterim” dedi. Son kez telefonla görüştük. Sesini alamadım. Yanındakiler, “Konuşmakta güçlük çekiyor” dediler.
TONAK: Yaşayan en büyük şairimiz derlerdi, eskiden. Artık “basit” bulunuyor olmalı ki, kimse böyle bir niteleme yapmıyor. Ama öyledir. Dağlarca, kuşkusuz en büyük şairimizdir; Türkçemizin, “Ses Bayrağımız“ın da direği!… Umuyoruz ve diliyoruz ki, sağlığına yeniden kavuşur; benzersiz şiirinden, yeni şiirlerinden insanımızı, ulusumuzu, dilimizi, ülkemizi yoksun bırakmaz.
TONAK: Efendim; Çanakkale’de bir de evliyalar, ermişler, gökyüzünden ağıp inip Türk askerinin yanında savaşan göksel askerler var!
AKKILIÇ: Olur mu öyle saçmalık!… Çanakkale tamamen bir akıl ve yiğitlik olayıdır. Başka türlü hiçbir açıklaması olamaz, oradaki durumun. Tamamen akıl ve yiğitlik olayı!
TONAK: Mustafa Kemal’den söz etmeden Çanakkale anlatılabilir mi? Anlatılıyor! Askeri deha demeyelim de, akademilerde kazanılan, cephelerde uygulanan kurmaylık bilgisi, mühendislik ve askerlik bilgisi olmadan herhangi bir savaş kazanılabilir mi?
TANSEL: Özellikle son birkaç yıldır dilden dile dolaştırılan, kimi zaman filmlerde, romanlarda karşımıza çıkan böylesi bir iddia var. Bu iddianın sahiplerine göre, Çanakkale zaferi özel manevi güçler veya bu güçlerle donanmış kişiler üzerinden kazanıldı! Çoğu zaman buna dayanak olarak da, Mustafa Kemal’in sıcağı sıcağına kaleme aldığı resmi raporunda bulunmayan, sonradan (1918 yılında) Ruşen Eşref’e (Ünaydın) bir söyleşisinde aktardıkları kullanılıyor. Orada, “Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şayan-ı hayret ve tebrik misal” hal nasıl anlatılıyor? Bakın! Tam olarak şöyle:
“Ölüm muhakkak. Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şayan-ı gıpta bir itidal ve tevekkülle. Biliyor musunuz! Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir fütur bile göstermiyor, sarsılmak yok.”
İşte, Bombasırtı muharebesinde, Türk askerindeki ruh kuvvetini bu söyledikleriyle çizmiştir Mustafa Kemal. “Okumak bilenlerin ellerinde kuran-ı kerim, bilmeyenlerin kelime-i şahadet çekerek yürümesi” yalnızca inancının gereğini yerine getirmektir.
Atatürk’ün, Ruşen Eşref’e (Ünaydın) söylediklerini doğu okumak gerekir. Yanlış okursanız, yanlış anlamlar çıkar…
TONAK: Mehmet Akif’in Çanakkale şehitlerini yücelttiği, ululadığı şiirini de mi “doğru” okumalıyız?
TANSEL: Aslında Mehmet Akif’in sözleri çok açıktır, Binbaşı Mahmut Sabri’nin ve Mustafa Kemal’in sözleri de… Hepsinden önce, şunu düşünmek zorundayız: Türk askerinin Çanakkale’deki inançlı yiğitliği, kaybedilen öteki savaşlarda da eksik değildi. Eksik olan bu inançlı yiğitliğin iyi komutanlar yönetiminde, aklı yiğitliğiyle atbaşı giden kurmayların yönetiminde olmamasıydı belki. Çanakkale’de Mustafa Kemal’in 5. Ordu’nun yedek tümeninin en tam, en donanımlı alayını, çok kritik bir anda, emir veya onay beklemeden savaşa sürdüğünü unutmamak gerekir. Binbaşı Mahmut Sabri de, 26 Nisan sabahı, Tümen Komutanlığının açık emrine karşılık taburunu cephede dört saat fazla süreyle tutarak olası bir faciayı önlemeyi bilmişti. Bunlar, bir başarısızlık halinde kurşuna dizilmekle sonuçlanacak davranışlardı. Böylesi büyük kararları vermek akıl kadar yürekli olmayı da gerektirir.
TONAK: Böyle cezalandırmalar da olmuştur. Çok sayıda olmuştur. Örneğin Fransız donanmasının komutanının, Nusrat‘la ilgili yeterli istihbarat toplamadığına inandığı oğlunu (Yüzbaşı rütbesinde ve pilot) başkanlığındaki askeri mahkemede yargıladığını; mahkemeden çıkan “kurşuna dizilmesi” kararını da “mahkeme başkanı” sıfatıyla bizzat uyguladığını okumuştum bir yerde…
TANSEL: Bilmiyorum, o olayı… Ama vardır, olabilir… Örneğin İngiliz başbakanının bir oğlu yaralanmış, bir oğlu da ölmüştür bu savaşta. Bir oğlunun bacağı kopmuştur orada. İngiliz ve Fransız kabine üyelerinden, komutanlarından oğulları Çanakkale’de ölen, yaralanan başkaları da vardır…
TONAK: “Akif’in sözleri çok açıktır” dediniz…?
TANSEL: İzlediğim bir televizyon programında ilahiyat profesörü olduğunu bildiğim bir siyasetçi, Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale ile ilgili dizelerini yorumlarken, ünlü şairin orada çarpışan yiğitleri Bedr’in aslanlarına benzettiğini söylüyordu. Oysa, dize şöyledir:
“Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi.”
Bu dizenin açıklamayı, yorumlamayı gerektirecek tarafı var mı? Olmaması gerekir. Çünkü pek açık söylüyor söyleyeceğini. “Asıl şanlı yiğitler Çanakkale’de dövüşenlerdir” diyor. “O şanlı yiğitlerle ancak Bedr muharebesinin aslanları, ilk inananlar, İslamiyetin yayılmasını başlatan kahramanlar eş tutulabilir” diyor.
Şairin Çanakkale yiğitlerine övgüsünde bu dizeyle yetinmediğini de hatırlayalım.
Şunları söylüyor:
“Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi./ Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi./ Bu taşındır diyerek Kabe’yi diksem başına / Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına / Yine de bir şey yapabildim diyemem hatırana”
Bu büyük dizelerle de yetinmeyip ekliyor:
“Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,/ Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.”
Daha açık nasıl söylenebilir? Orada can veren askerin başucuna Kabe’nin dikilmesini bile az buluyor. “Benden kabir isteme, Peygamber kollarını açmış seni bekliyor” diyor…
AKKILIÇ: O gülünç savı ileriye sürenlere şunu sormak gerek: Çanakkale’de askerimiz inançlıydı da kaybettiğimiz yerlerdekiler neydi? İnançsız mıydılar? Galiçya’da, Sarıkamış’ta, Kanal’da, Filistin’de, daha öncesinde Balkanlar’da şehit düşenler!..
TONAK: Hicaz’ı savunanlar! Bugünkü Kral ailesinin ihanetine karşın hem de…
TANSEL: Yanlış okursanız, böyle anlamlar çıkar. Cevap veremeyeceğiniz sorular belirir…
AKKILIÇ: Yanlış okunduğu yok aslında! Yalnızca yanlış okumak istiyorlar. Mustafa Kemal’in adını silikleştirmek, O’nun gerek orada, gerekse sonrasındaki akıl ve cesaret dolu önderliğini belirsizleştirmek, bu konuda tereddütler yaratmak için öyle göstermek istiyorlar. İşlerine böylesi geliyor… Akif, büyük yurtsever! Sonradan kafası karışmış olsa bile…
TONAK: Duruma bakılırsa Osmanlı yönetimi ile de başı hoş değil…
Bir de şöyle bir durum var: Çanakkale Zaferi’nin yıldönümü 18 Mart’ta, yani deniz saldırısının püskürtüldüğü günde kutlanıyor. Bu da, kimilerine Mustafa Kemal Paşa’dan hiç söz etmeden Çanakkale üzerine konuşma olanağı veriyor sanki… Şöyle bir soru da var: Neden 18 Mart?
AKKILIÇ: Çanakkale Deniz Zaferi’dir o! Çanakkale Zaferi denildiği zaman, Çanakkale’deki genel sonuçtan, karada ve denizde yürütülen savaşların toplam sonucundan söz ediliyor demektir. Ondan da Mustafa Kemal anılmadan, Mustafa Kemal’in elde edilen sonuca özel etkisi açıklanmadan söz edilemez.
TONAK: “İşte kazandığımız an!” dediği bir an var, örneğin…
AKKILIÇ: Conkbayırı’ndaki tehlikeli durumu anlatır onunla. Aşağı yukarı şöyledir:
“261 rakımlı tepedeki müfrezenin Conkbayırı’na doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Bizzat bu efradın önüne çıkarak:
– Niçin kaçıyorsunuz? dedim.
– Efendim düşman! dediler.
– Nerede?
– İşte, diye 261 rakamlı tepeyi gösterdiler.
Filhakika düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve kemali serbestiyle ileriye doğru yürüyordu. Vaziyeti düşünün: Ben kuvvetlerimi bırakmışım, efrat on dakika istirahat etsin diye…Düşman da bu tepeye gelmiş…Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena bir vaziyete duçar olacak. O zaman kaçan efrada:
– Düşmandan kaçılmaz, dedim.
– Cephanemiz kalmadı, dediler.
– Cephaneniz yoksa, süngünüz var, dedim.
Bağırarak süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile cebel bataryasının yetişebilen efradının “marş marş”la benim bulunduğum yere gelmelerni emrettim. Bu efrat süngü takıp yere yatınca düşman efradı da yere yattı. Kazandığımız an bu andır…”
TANSEL: Atatürk’ün bu sözleri üzerine çok düşündüm. Çok nesnel olmaya gayret ederek baktım belgelere. “Ben size taarruz emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka komutanlar geçebilir“ diyor mesela. Fakat burada, bu olayda yaptığı… Şöyle diyelim: Bu anların, kazanmakla kaybetmek arasındaki sınırın çok inceldiği anlar olduğu yüzde yüz doğrudur. Çanakkale’de, “savaşın kazanıldığı an o an“dır! Çünkü ondan sonrası, stratejik önemdeki tepelerin elde edilmesi, boğaza hâkim olunması anlamına geliyor. Dolayısıyla o anı kaçırmakla, o ana kadar verilen, kazanılan yahut kaybedilen tüm muharebelerde boşuna savaşılmış olacaktı…
“Deniz Zaferi”nin yıldönümünün 18 Mart’ta kutlanması ile ilgili Afet İnan’ın yazdıkları var. Şöyle kalmış aklımda: “Çanakkale Savaşları’nın anılmasında hangi gün daha anlamlıdır?” diye düşünürler: “18 Mart mı; 25 Nisan mı; yoksa 10 Ağustos mu?”…
Bir karara varamazlar. Ama Atatürk’e de soramazlar. Besbelli, “Nasıl bilmezsiniz bunu?” diye azarlamasından çekinirler. Afet İnan’a gidip, yardımını isterler. Afet Hanım, çalışma odasına girip öylesineymiş gibi sorar soruyu, Atatürk, hiç düşünmez yanıt verirken: “Çanakkale’de aynı gün başlayıp aynı gün biten tek muharebe vardır, o da 18 Mart deniz saldırısı” der.
Diyeceğim, “18 Mart” gününü söyleyen de Atatürk’tür.
Bunun, O’na karşı kullanılmaya kalkışılması akıl almaz bir şey!
TANSEL, Selâhattin Osman Kimdir?
(Bursa 1927- 4 Ocak 2020) Eğitimci ve bilim adamı. İlk ve orta öğreniminden sonra Bursa Erkek Lisesi’ni bitirdi. 1948’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Türkoloji bölümünden mezun oldu. Cılavuz Köy Enstitüsü’nde, Trabzon Lisesi’nde öğretmenlik yaptı. Askerlik hizmetinden sonra 1952’de, Kütüphaneler Genel Müdürlüğü bünyesinde kalmak koşuluyla Bursa Erkek Lisesi’ne öğretmen atandı. Bursa’da “Müsteşrikler” (Doğu bilimciler) sergisini açtı. 1958’de Çimento Sanayii’ne geçti. 1976’da emekliye ayrıldı, ancak bir süre sonra yeniden göreve döndü. 1984’te ikinci kez emekliye ayrıldı ve Ankara’da yerleşti. Gemlik, Umurbey’de bir ev edindi ve bahar, yaz, güz aylarının çoğunu burada yaşamaya başladı. Ankara’da 8 Ekim 2019 günü felç geçirdi. Hacettepe Hastanesi’nde hastanesinde yaşama veda etti. 6 Ocak günü Kocatepe Camii’ndeki cenaze namazının ardından Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Bursa kentinin kuruluşu ve Prusa’dan Bursa’ya dönüşüm konularını işlediği çalışmaları, Bursa Ansiklopedisi’nin ilgili maddeleri ile Bursa Defteri’nde yer aldı. Başlıca kitapları alfabetik sırayla; Milattan Önce 187 Yılında Kurulan Bursa Kenti Üstüne Birkaç Yazı ve Çeviri, Çanakkale’de İstanbul’u Kurtarmak, Çanakkale’de İstanbul’u Kurtarmak – Çanakkale Muharebe Alanı Yer Adları Sözlüğü (2 Kitap Takım) olarak sayılabilir. Bursa Defteri ve Bursa’da Yaşam dergilerinde çok sayıda makalesi yayımlanan Tansel, Vasileios I. Kandes’in “Kuruluşundan XIX. Yüzyıl Sonlarına Kadar Bursa” adlı ünlü kitabını da Dr. İbrahim Kelağa Ahmet’in çevirisinden yayına hazırladı. Tansel ayrıca, 19. yüzyılda Bursa’da konsolos vekili olarak görev yapan Edmond Dutemple’ın “Türkiye’nin Asya Kesiminde Bursa” adlı kitabının da büyük bölümünün Türkçeye kazandırılmasını sağladı.
Ölümü Bursa’da büyük üzüntü yaratan Tansel, evli ve iki çocuk babasıydı.