Başlığa bakarsak, sanki! Çalan çanların hepsinin kilise çanları olduğu zannedilir.
Zaten, herşey mantık yürütmenin doğruluğuyla ilgilidir.
Doğru mantık yürütmek ve bu mantıkla gerçek sonuca varmak, bilgi görgü kültür ve tecrübeye dayanmaktadır. Bunun için hayvancılığı ve çobanlığı çok iyi bilen yaşlı, bilge ve tecrübeli kişilerle bir kültür varlığımız olan çanlar hakkında görüştüm.
Ernest Hamingway’in “Çanlar Kimin İçin Çalıyor?” Romanını okuyanlar, belleklerine yerleşen “çan” imajının burada anlatılan kiliselerdeki çanları ve savaşlardaki zaferleri için çalınan çanlar olduklarını sanırlar.
İstanbul, İzmir, Antakya ve Mardin gibi şehirlerimizde yaşayanlar zaten çan seslerine aşinadırlar ve çanları çok iyi bilip tanımaktadırlar. Buralardaki “İsevi” vatandaşlarımızın ibadethanelerinde belirli zamanlarda çalınan ve ibadet zamanlarını, belirli saatleri haber veren “çanlar” değildir.
Anlatmak istediğim şey; geçmişte yeryüzünde en fazla evcil hayvana ve çana sahip olan ve yüzlerce, binlerce yıldan beri binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca hayvan yetiştiren Türkler, Türkmenler ve Yörüklerin hayvanlarının boyunlarına taktıkları çanlardır. Bunların yetiştirdikleri hayvan sayıları Osmanlı kaynaklarında cinsleriyle birlikte kaydedilmiştir.[1]
Halk arasında söylenen bir söz vardır: “Ayının kaval dinlediği gibi dinlemek” diye. Ayı kaval dinlemez! Ancak, eski çobanlarımız çantalarında “azıklarının” yanında birer “kaval” da taşırlardı. Dağ başlarındaki ulu ağaç gölgelerinde, öğle sıcağında hayvanlarını dinlendirirken, çantalarındaki “Allah ne verdiyse!” dedikleri nevalaleriyle karınlarını doyurduktan sonra, çantalarından kavallarını çıkarır, içlerinden geldiği gibi çalarlardı[2]. Yalnız “Fareli köyün kavalcısı” değil! Bütün çobanlar kaval çalardı.
Kavallarını bile sulak yerlerde yetişen kamışlardan kendileri yaparlardı. Bazı istisnalar bunun dışındadır. Nilüfer İlçesi’in Üçpınar köyünden Nail, çobanlık yaptığı dönemde kaval yerine “zurna” çalardı. Çok da iyi çalardı. Çobanlar kavallarını yanlarına almayı unutttukları vakit “ıslık” çalarlardı. Dünyada en iyi ıslık çalanlar da “Türk çobanlarıdır“[3].
Çobanlar, aynı zamanda Islıkla her türlü şarkı, türkü ve nağmeyi çaldıkları gibi sürülerini ve köpeklerini de yönlendirirlerdi. Üstelik, dağların karşı yamacında sürüleri otlatan çoban arkadaşlarıyla da ıslıkla haberleşip konuşurlardı. Bu ıslıkların manasını herkes anlayamaz, yalnız çobanlar kendileri anlarlardı.
Şunu da unutmayalım, çok büyük sürülere sahip olanlar, ticaret ve çiftlik işleri gibibaşka işlerle de ilgilendiklerinden, sürülerine sahip çıkacağına inandıkları güvenilir çobanlar olarak, Arnavut veya Pomak çobanları da tercih ederlerdi.
Meşhur bir hikaye vardır. “Yüzünün akıyla çıkmak” diye. Bu deyim halk arasında bir Darb-ı Mesel olmuştur. Hikaye büyük sürü sahiplerinin sürülerine güvenilir çobanlar bulmak istemeleriyle ilgilidir. Hikayede geçen olay, 1500 kadar koyunu olan bir Köy Ağası’nın kasabaya yerleşmeye karar verdiği zaman, kasabadaki en güvendiği dini bütün İmamla da biraz ilgilidir.
Hikaye şöyledir:
“Kasabadaki İmam’ın, çok güvenilir dediği çobana Ağa 1500 koyunluk bütün sürüsünü teslim etmiştir. Bir yıl kadar sonra Ağa ve İmam, İmam’ın evinin bahçesinde dini konularda derin sohbete daldıkları sırada sokaka kapısı açılır. Çoban elinde bir bakraç yoğurt ve diğer elinde taze yüzülmüş sıcak bir koyun derisiyle içeri girer. Ağa sorar:
— Sürü ne oldu?
Çoban:
— Beşyüzünü sel aldı, beş yüzü uçurumdan uçtu. Dörtyüz doksan sekizini çakal, kurt ve kartal kaptı. Son iki hayvan kaldı. Birinin sütünü sağdım. Yoğurt yaptım. Diğerini çakalın elinden aldım. Derisini sana getirdim” deyince.
Ağa, herşeyin tezgah olduğunu anlamış anlamasına da! İş işten çoktan geçmiş. Henüz sıcak olan derinin kasabada az önce kesilen bir koyuna ait olduğunu ve yoğurdun da kasaba bakkalından kendisinin de her zaman aldığı aynı yoğurttan henüz alınmış olduğunu anlayınca, öfkeyle çobanın kendisine verdiği yoğurt dolu bakracı kafasına geçirmiş. Hırsız çobanın yüzü kafasından akan yoğurtla bembeyaz olmuş. Çoban, Ağa ve İmam’a dönerek:
— İşte! Hesabını böyle verirsen yüzünün akıyla çıkarsın. Diyerek kapıdan çıkıp gitmiş.
Çobanların Bozulması
Çobanların bozulması ( huylarının değişmesi ) küçük pilli radyolarla tanışmalarıyla başladı. Birkaç pille çalışan bu küçük radyolar, her türlü müzik, Şarkı ve Türkü çalıyordu. Dağ başlarında fazla gürültüden rahatsız olabilecek yerleşik insanlar da yoktu. Dağlarda doğal ortamlarında yaşayan vahşi hayvanlar, il kez duydukları böyle tiz ve tın seslerden rahatsız olarak, evcil hayvanların ulaşamayacağı yani; Sürülerden ve çobanların radyolarının seslerinden uzak sarp yerlere kaçtılar.
Bundan sonra çobanlar kavallarını bıraktılar. Üçpınarlı Nail zurnasını bıraktı. Sonunda çansesleri de duyulmaz oldu. Günümüzde bunların yerlerini cep telefonları aldı.
O zamanlar çobanlar, ıssız dağ başlarında yalnızlıklarını kavallarından çıkan ve içlerinden geldiği gibi çaldıkları melodileri hayvanlarıyla paylaşırlardı.
Kavallarını çalarken, ıssız dağların sahipleri ayı, kurt ve çakalların bu kaval seslerini dinlediklerini ve hipnotize olup hayvanlara saldırmaktan vaz geçtiklerini tahmin edebiliriz!
Çobanların hepsi zaten, birer müzisyen kadar melodiden anlarlardı. Hayvanlarının boyunlarına, gurup gurup çeşitli çanlar takılıydı. Hepsi farklı farklı melodi çıkaran çan seslerinden, hayvanlarının nerede olduklarını ve ne yaptıklarını anlarlar, seslerini dinlemekten büyük haz duyarlardı.
Hayvanların boyunlarına takılan çanlar farklı farklı olurdu. Bu farklılıklar, hayvanların ırkına ve cinslerine göre değişirdi de. İneklerin, öküzlerin, koyunların, kuzuların, keçilerin, oğlakların ve tekelerin boyunlarına, çeşitli büyüklüklerde ve her birisi farklı farklı sesler çıkaran, tıpkı, bir piyanonun tuşlarına basılınca nasıl ayrı ayrı nota ve müzik sesi verirse, çanlar da öyle sesler çıkarırlardı. Bir de, her notanın ve melodinin alt ve üst tonları vardı. Tıpkı müzikteki “majör” ve “minör” gibi alt ve üst ses incelik ve kalınlıkları gibi. Buradan yola çıkarsak. Her sürünün farklı farklı küçükten büyüğe bir çok çanları olurdu… Bunların seslerini herkes ayırt edemez, çanlardan çıkan seslerin hepsinin aynı ses olduğunu sanırlardı. Zaten, dağlarda ve meralarda yıllardır sürü peşinde olan çobanlar, her türlü sesin nereden geldiğini bildiklerinden, sürülerini “yaylıma” salıp bir ulu ağaç gölgesinde dinlenirken kulakları sürülerindeki çanların seslerindedir. Köpekleri sürüleriyle birlikte olduğu için, kendileri sürülerine saldıracak vahşi hayvanların tehlikelerinden emindirler.
Derken, uzaklardan aynı meraya doğru gelen köpek havlamaları ve başka çan sesleri duyulur. Çobanlar, ta… Uzaktan gelen bu çan seslerinden meraya doğru kimin sürüsünün yaklaşmakta olduğunu da bilirlerdi.
Çan çeşitleri ve adları
Yurdumuzda yüzyıllardır hayvan çanları yapan ustalar bulunsa da, bölgelere göre adları farklılık gösterse de, Bursa ve çevresindeki çoban ve sürü sahiplerinin tercih ettikleri çanlar eski “Rumeli çanları” olmuştur. Eskiden Rumeli’nde, Yunanistan’da bu çanları yapan büyük bir fabrika varmış. Bu fabrika daha sonra çıkan büyük bir yangında yanarak harab olmuş. Bir daha da üretime geçememiş.
Bu fabrikanın yaptığı çanların ünü Mübadele Göçmenleri‘yle birlikte Bursa’ya kadar yayılmış. Bursa’da da çan yapan ustalar varsa da, çobanlar ve sürü sahipleri bu çanların seslerini duydukça hayran kalmışlar ve bu çanlardan edinmek için büyük paralar vermişlerdir.
Yeni çan yaptıracak sürü sahibi fabrikaya giderken yanında altın götürür, bunları eritip çan yapılan madene karıştırın dermiş. Altın alaşımlı çanın sesi bir başka güzel çıkarmış. Rumeli çanları yağmurda, karda ve siste ıslansalar da hep aynı sesi verir, sesi hiç değişmezmiş. Çoban ve sürü sahiplerinin deyimiyle “sesleri hiç bozulmazmış”. Rumeli Çanları küçükten büyüğe doğru bir düzüne ( 12 adet) olurdu. Bunlar çiçekli ve işlemeli olur, kenarlarına süslü yollar (kanallar) yaparlar, bu yollar kaz ayağına benzedikleri için “kaz ayaklı çan” da derlerdi.
Yurdumuzda yapılan dökme pirinçten sarı çanlar yağmurda ve karda ıslandıkları zaman sesleri bozulurmuş.
Eski çobanlardan Ramazan Er‘in anlatığına göre:
— “Tokurdak denilen koyun çanlarını Türkiye’de gayet güzel yapıyorlar, ancak diğer çanları Rumeli Çanları gibi yapamıyorlar. Yapsalar da sesleri güzel çıkmıyor. Aralarında dünyalar kadar fark var. Rumeli Çanlarının hem eti kalın, hem gösterişi hem de sesleri gayet güzeldir. Bu çanların bir düzinesinin içinden 9 tanesi zildir. Bir tanesine ‘muskalı’ derler, ‘yassı’ derler. Bir tane büyük ‘tokurdak’ denilen çan ve bir de ‘kelek’ denilen büyük çan vardır. Boyunlarına bir düzine Rumeli Çanı takılmış bir koyun veya keçi sürüsü dağın karşı yakasından geçerken, beri yakada hiç merağı olmayan birisi, çanların sesini duysa, oturup hayranlıkla dinlerdi. Bunlar kemane gibi öterler. Bu çanlar artık sayılı adamlarda kaldı. Turistler çekti[4] (satın alıp ülkelerine götürdüler) onları. Hem antika, hemde altın karışımı varmış onlarda. Varsa? Demirdeş’de/Demirtaş Mahallesi’nde Gaşıkçı‘nın oğlanlarında vardır. Teke Yusuf vardı onda vardır. Eynesi/İnesi’de İbram Ağa vardı. Demirdeşli Gaşıkcı’nın gaynatasıydı. Bir de Gürükle/Görükle’li Abdurrahman Kahya vardı[5]. Bunlar Bursa bölgesinin büyük hayvan sürülerinin sahipleriydi. Rumeli Çanları’ndan onlarda çok vardı. Niliüfer- İnegazi Köyü’nden Sarı İsmail (Tosun) 3 keçi verip bir kelek çan almıştı. Sanırsam bu çan şimdi Çalı’da yaşayan oğulları Reşat veya Recep‘in elindedir. Bir de Nilüfer- Kadriye Köyü’nden Kurt Ali‘nin oğlu Şaban Durmuş‘ta vardır. Bunlar hayvancılığı bıraksalar da, çanları hatıra olarak saklıyorlardı”.
Bursa ve civarında, hayvan çanlarının en büyüklerine “kervan” denilmektedir. Bunun sebebi şudur. Eskiden her yerde olduğu gibi, Bursa’da da develer bulunurdu[6]. Göç eden ( yaylak veya kışlak arasında gidip gelen) Yörük ve Türkmenler bir çok deveye de sahipti. Diğer yandan, uzak yerlere yük taşıyan deve kervanları da vardı. Bütün bu develerin boyunlarına asılan büyük çanlara, develerin boyunlarına takıldıkları için “kervan” denilirdi. Develer tükenince, Yörük ve Türkmenler bu çanları diğer evcil hayvanlarının boyunlarına asmaya başladılar. Adı buradan gelmektedir. En pahalı hayvan çanları da bu çanlardır. Bunlar dökme sarı pirinçten yapılırlar. Bunlara ağırlıklarından dolayı “okkalık” ta denilmektedir. “Kelek” denilen iri çanlar demirdendir. Kalın saclar kesilip ateşte ısıtılarak dövülüp şekil verilir. Akkor halindeyken, su verilerek çelikleştirilir. Kervan çanları keçilere, kelekler tekelerin boyunlarına takılırlar. Tik-tak, yada tokurdak denilen küçük boyları ise koyun ve koçların boyunlarına takılır. Çanların hiç birisinin sesi diğerine benzemezler. Sanki, insanların parmak izleri gibi kişiye özeldir. Hepsi ayrı ayrı birer melodili ses çıkarırlar.
Çan Sesleri Ne Söylüyor
Sürü sahiplerinin ve çobanların çan seslerinin ne anlama geldiğine dair kendi aralarında anlattıkları bir de fıkra vardır: Soğuk ve karlı kış günlerinde sürüsünü meraya çıkaramayıp ta aylarca ağılında hazır ot, yonca ve samanla beslemek zorunda kalan Mehmet Ağa, hayvanlarının yemleri tükenince, çok yüksek fiyatla saman, ot ve yonca satın almak zorunda kalmıştır. Üstelik 1.000 lira borçlanmıştır. Derken, bahar gelir. 1.000 liralık yem borcunun vadesi yaklaşmaktadır. Havalar ısınmaya, otlar büyümeye ve koyunlar kuzulamaya başlamıştır. Meraya çıkarken sürünün en öndeki başat hayvanın boynundaki çanın sesi Mehmet Ağa’nın kulağına —Borç bin!— Borç bin!— Borç bin! Diye söylüyor gibi gelmektedir. Hava şartları ve her şeyin hayvancılığa uygun olduğu anlaşılıp, yem borcunun gününde ödeneceği anlaşılınca, meradan akşama ağıla dönüşte en arkadaki tokurdak çanın sesi Mehmet Ağa’nın kulağına borç bin sesine; —Ödedik!— Ödedik!— Ödedik! Diye karşılık veriyor gibi gelirmiş.
Hayvancıların en sevdiği aylar bahar aylarıdır. Bir de dilimize yerleşen sitem eden “Başımda can can ötme” diye bir söz vardır. Bu söz de çanla ilgilidir. Ancak kilise çanlarının sesinden rahatsızlık duymakla ve çan, çan diye çalıp kafasını şişirmekle ilgilidir.
Bütün bunlardan başka, Anadolu’da bilinen ve her bölgede kullanılan hayvan çanları 0 numaradan başlayıp, 50 numaraya kadar boy boy olup farklı büyüklükte ve farklı ağırlıkta olurlar. Bunlar 3 ayrı tip çanlar olup, farklı maden alaşımlarından ve farklı metallerden yapılırlardı. Dökme çanlar pirinç alaşımından yapılırken, dövme çanlar; demir ve bakır levhalardan yapılırlar. Anadolu’da pirinçten yapılanlara “çan” denilirken, çelik ve bakırdan döverek yapılanlara “kelek denilmektedir. Pirinç döküm çanlara; 1 numaradan itibaren 1 no. yavru, 2 no. yavru denilirken, bunlara 7 numaraya kadar yavru denilir. 7 numaradan sonra, okkalık, 400 dirhemlik, 600 dirhemlik, “battal/ geveze Haydar”, battal/muskalı çan gibi adlar verilmektedir. Büyük çelik çanlara; inek keleği, karakeçi keleği, karakoyun keleği, keçi çanı ve keçi keleği denilmektedir.
Kelek çanların en küçükleri kuzu ve oğlakların boyunlarına takılırlar. Bunlar çok küçük olduklarından bunlara ceviz keleği ve fındık keleği denilmektedir. Biraz daha büyüklerne koyun keleği denilir. Bunlar koyunların boyunlarına takılırlar. Büyük “köylü geveze” çanı ve “teke çanı” pirinçten, “toklu çanı” çelik ya da bakırdan yapılır. Hayvanların cinslerine ve büyüklüklerine göre değişen bütün bu çanlar; 1 den 36 numaraya kadardır. 50 numaraya kadar olan diğer çanlara “zil” denilmektedir. Bunlar, av köpeklerinin boyunlarına da takılırlar. Küçükten büyüğe bunlar da değişmektedir. Erkeklere başka, dişilere başka, eniklere başka zil veya “tıngırdak” takılmaktadır. Daha küçükleri, şehirlerde lastik tekerlekli at arabalarıyla sessizce yük taşıyan ve arabanın geldiğini belli etmek için, sürücünün elindeki kamçısını “hamıt” denilen arabanın oklarının bağlı olduğu hayvanın omuzlarındaki boyunduruğun üzerinde takılı zillere, sürücü kamçısıyla vurarak, “yoldan çekilin, biz geliyoruz demektedir”. Son yıllarda küçük tıngırdak ve zilleri amatör olta balıkçıları da kullanmaya başladılar. Oltalarını göl, gölet veya derelere atınca balığın yakalandığını anlamak için kamış ve makinalarının misinmasına takmaya başladılar.
Unutmadan hatırlatalım! Tongurdaklar veya tonguraklardan en büyüklerine yakın olanlarından birisinin adı da çoğu yerde “tosun keleği“dir.
Türkiye ondan satın alıyor
8 Şubat 2016 Pazartesi günü, Bursa’da yayınlanan, daha doğrusu ilave veren bir gazetede bir haber dikkatimi ve ilgimi çekti. Sevgili dostum “Ekrem Hayri Peker’de çanları yaz! Senden başka hiç kimse daha iyisini yazamaz” diye söyleyince, bu sözleri bana ilham ve güç verdi. Yine de hatalarım olacaktır.. Yeterli zamanım yok. Alelacele bir şeyler karalamaya çalıştım. Çok eksiğim var biliyorum. Şimdiden özür diliyorum.
Bursa’da son çan ustası
Edip Tekin/DHA
Haber şu; Yıldırım Bayezid Rotary Kulübü’nün bu yılki ‘Meslek Hizmet Ödülü’nü, unutulmaya yüz tutmuş bir meslekleri icra ettiği için alan Ekrem Hastürk (65) 45 yıldan bu yana at koşumu takımları, gem, eyer ve “çan” gibi çeşitli ( Bana göre de eski sanatları yaşattğı için devlet ve millet hizmet ödülü verilmesi gerekir, çünkü artık soyları tükenmekte olan son ustalardan birisidir ) malzemeler üreterek 81 vilayete satıyor. “Bizim döküm işimiz pirinçle ( yanlış anlaşılmasın! bu pirinç pilav yaptığımız pirinç değildir! Bakır ve çinko alaşımına da pirinç denilimektedir ). Yani pirinci eritip kalıplara döküyoruz. Örneğin, kumda kalıbı hazırlanan çanın tekrar ikinci bir kalıbı hazırlanıyor. Daha sonra eritilmiş pirinç bu kalıplara dökülüyor. Bunlar çok zahmetli bir iş” demektedir.
Marmara Bölgesi’nde bütün sürü sahiplerinin ve çobanların hayran kaldıkları, meşhur Rumeli çanlarından bazılarını nerede gördüm biliyormusunuz? Görükle Mübadele Evi‘nde. Burada göçmenlerin getirdikleri en büyük “kelek” denilen çanların örnekleri bulunuyor. Bursa bölgesinde yerli ve yörük çoban ve sürü sahiplerinin hayran kaldıkları büyüklerinin bir tanesine 3 keçi verdikleri, bir düzünesine 10 keçi verdikleri çanlar bunlar olmalıdırlar.
Çan seslerinin ne kadar uzak yerlerden duyulduklarına gelince; Demirdeş’li/Demirtaş’lı büyük sürü sahibi “Kaşıkcı” Filedar/Gündoğdu Kayalıkları’nda gece yarısı keçilerini yayarken ( otlatırken ), keçilerinin boyunlarındaki Rumeli Çanlarının sesi, gürültü kirliliğinin olmadığı o yıllarda, ovanın karşı yakasındaki Fırla Dede’den duyulurmuş. Buna, 1200 yıl önce “Karga Kafası”denilen ve günümüzde “Fırla Dede” dediğimiz, adı yakın zamanda “Bayraklı Dede” yapılan, her yerden görülen bir tepe vardır. Tepenin çeveresinde Çalı, Dağyenice, Demirci, Doğancı ve Atlas Mahalleleri/Köyleri kurulmuştur. Bu tepenin civarındaki orman ve meralarda sürüleriyle kalan, meracılar şahit olmuşlar[7]. Atlas’lı Berber Ali, çan alım satımı da yaparmış. Alıp sattığı çanların seslerini çok iyi tanırmış.
Yukarıda bahsettiğimiz Fırla Dede etrafında merada kalan çobanlar, sessiz gecelerde duydukları çan seslerinin nereden geldiklerini kestirememişler. Atlas köyünden Berber Ali’den başkası bunu bilmez diye düşünmüşler. Ali’yi bulup sormuşlar. Geceleri duyduğumuz o çan sesleri Kapıkaya’dan mı geliyor? demişler. Ali; ” O çan seslerini ben de duydum. O çan sesleri Filedar Kayalıkları’ndan geliyor. Gaşıkçı’nın sürüsünün çanlarının sesleri” demiş.[8] Avdancık’lı Mustafa Şener ve Hüseyin Sınmaz; “Çan seslerinin çok uzaklardan duyulduğu doğrudur. O çanlar Gaşıkcı‘nın değil, “Hacı Boz‘undur”. Unna[9]. Hasan Ağala’ burdan mereye gidedi,[10] Çalıköy’ün başına. Üç gün önce ellerindeki bütün çanları usulüne uygun olarak hayvanların boyunlarına takarlardı. Bi bakasın! Ulurdu, çan seslenden her yer.[11] Sürüler Katırlı Dağları’ndan Demirdeş’e doğru inerken çan seslerini duyan bütün Demirdeşliler/Timurtaşlılar dağlara sürüleri karşılamaya çıkarlardı”. Hüseyin sınmaz şimdi bile o günleri büyük özlemle yad etmektedir. Televizyonda deve güreşlerini seyrederken, güreş eden develerden birinin boynuna takılı olan çanı görmüş. Eliyle tarif ederken, aynı böyleydi ( kafadan büyüktü ) —Güm, güm ötüyordu. Diyerek o günlere nasıl büyük özlem duyduğunu ifade etmektedir.
Bütün sürü sahipleri Rumeli Çanları’na özenirler ve bunlara sahip olmak için özlem duyarlar, fabrikası yandığından üretimi yapılmadığı için, piyasada sınırlı sayıda bulunduklarından, bunlara sahip olmak isteyenler o günlere göre küçük bir servet öderlermiş.
Rumeli Çanlarının Anadolu’ya ve Bursa’ya Gelişleri Nasıl Oldu?
Rumeli çanlarının Bursa’ya en yoğun olarak gelişleri Türk-Yunan Mübadele döneminde olmuştur. [12]Yunanistan dan göç etmek zorunda kalan ve geçimini yüzyıllardır hayvancılıkla sağlayan üstelik bu sayede çiftlik ve toprak, para sahibi olanlar, ” Çiftlikteki toprak aç kalırsak yenmez. Para da yenmez. Fakat, aç kalırsak hayvanları keser keser yeriz demişler. Topraklarını bırakıp, paralarını Yunan Hükümetine sürülerinin gemi veya trenle Anadolu’ya taşınması için vermişler[13]. Bursa’ya gelenler, İzmir’e gemiyle gelip, aile ve sürülerini meradan meraya yaya, yaya güde,güde tıpkı eskiden Uludağ’dan Ege’ye kışlak için giden sürülerin tekrar Bursa’ya dönüşleri gibi, Bursa’ya gelmişler. Her şey birbirine benzemekteyse de, çanlarının sesleri çok daha farklıymış. Güm, güm öterlermiş. İşte Bursa’nın Rumeli çanları’yla tanışmaları böyle olmuş. Bursa’nın bütün çobanlarının hayran kaldığı, Yukarıda anlatmaya çalıştığım özellikleriye artık birer birer tükenen bu antika çanların, günümüzde de yurt dışına çıkmasına izin veriliyor olması, kültür varlıklarımızın en önemli değerlerinden olan bu çanların yok olması demektir. Böyle antika çanların, bana göre korunması gerekir. Tıpkı ülkemiz, hayvan varlığımız, meralarımız, ormanlarımız ve buralarda otlayan kuzularımızın boyunlarına kaybolmasınlar diye takılan küçük tongurdağın çıkardığı müzik sesleri gibi. Artık kaval sesi duyulmuyor, bari çan sesleri ebediyete kadar duyulsun.
Dede Korkut’un söylediği gibi; “Altında çobanların kaval çaldığı ve sürülerinin dinlendiği, kaba ağacın/ulu ve yaşlı ağacın kesilmesin. Hayvanların su içtiği gür gür akan ulu pınarın dinmesin. Çobanlarımızın ve sürülerimizin nesilleri kesilmesin”.
[1]16. yüzyıldaki Osmanlı Tahrir Defterlerinde, Diyar-ı Bekr/Diyarbakır yöresinde yaşayan Türkmenlerin milyonlarca koyunu vardı. 2.757 hanelik Dülkadırlı Türkmenleri 949.382 koyuna sahipken, 134 hanelik Şeyhlü Cemaati 25.675 adet koyun beslemekteydi. Bu iki örnek bir fikir vermiştir sanırım.
[2]“Köyüm ıssız viran bağlar
Sürü geçmez sessiz dağlar
Kaval susmuş çoban ağalar
Hayal olmuş eski çağlar”
Bursa, Mudanya’mızda görevli bir memurken, bir çok güfte yazarak, hiç te azımsanmayacak kadar, 30 dan fazla güftesi bestelenen Bursa sevdalısı Lami Güray sanki bu günleri önceden görmüş ve köyünü, bağlarını ve dağlarını şiirinde çok içten anlatmış. Şiirinin son beyitinde:
“Kaval susmuş çoban ağlar
Hayal olmuş eski çağlar”
Diye biten şiirini sanki bu günleri görüp yaşayarak yazmış. Bu şiirin yazılış tarihi 19 Mayıs 1974 günüdür. Bursa’mızın ve ülkemizin en büyük musiki üstadlarından Erdinç Çelikkol Hoca, 25 Eylül 1977 günü bu şiiri Hüseyni formunda, curcuna usulünde Köyüm adıyla bestelemiştir.
O yıllarda köylerinden şehirlere göç eden ve köylerini özleyen insanları ve çobanları, sürüleri, dağları ve çobanların kavallarını yad etmektedir. Bu vesileyle bu değerli insanları anarken, Lami Güray’ın ruhu şad olsun. Bursamız ve ülkemizin büyük bestecisi Şinasi Çelikkol’un ömrü uzun, sevenleri çok olsun.
— Anlayınız erenler. Lami Usta’m ne demiş? Erdinç Üstad ne bestelemiş?
“Bir söz etmez eğitmenler
Kalkın görün ya erenler
Gönül çekmek neyi sağlar”
[3]Osmanlı Döneminde Arnavut çobanlarının da çok iyi çoban oldukları ve hayvan sürülerine sahip çıktıkları söylenir. Batı Anadolu ve Balkanlarda, birçok sürü sahibi “Arnavut çoban” lara sürülerini teslim edermiş.
[4]2015 Kasım ayını içinde Avrupalı bir bayan turist, Rumeli Çanları’ndan satın almak için Bursa’ya gelmiş. Ona, bu çanlardan Avdancık Köyü’de bulunabileceğini söylemişler. Bu bayan, Avdancık Köyü’ne gelmiş. Çanları beyenmemiş. Çanlar kelek denilen çanlarmış. Rumeli Çanı değilmiş. Dışkaya köyünde aradığı çanlardan olabileceği kendisine söylenmiş. Aradığı çanları bu köyden Hüseyin Atmaca’da bulmuş. Tanesine 1.000 Tl verip, 7 çan almış. Ülkesine götürmüş. Bu çanları ülkesindeki sahibi olduğu marketin önüne asacakmış. Kaynak kişi; Avdancık Köyü’nden Mustafa Şener (78 ) ve aynı köyden eski sürü sahiplerinden Hüseyin Sınmaz ( 83 ) Bu olayı doğrulamaktadır.
[5]Abdurrahman Kahya diye Bursa civarında tanınan bu meşhur sürü sahibi, Görükle’ye yerleşen Mübadil Göçmenlerindendir. Bunun ağılları, Uludağ Üniversitesi’nin Kayapa’ya bakan yüzünde, meşhur Kite kazasının /Ürünlü’nün 2 kilometre kadar batısındadır. Sanki stratejik bir yerde gibidir. Neredeyse, Tahtalı, Kayapa, Kite, Görükle, Dansar ve Hasanağa köylerinin birleştiği sınırlara çok yakındır. Yanlışlıkla mera ihlali yapılabilir! Bu yüzden hayvanlar hiç aç kalmazlar. Üstelik güneyde ormanlar da çok yakındır.
[6]Sevgili İsmail Kemankaş’ın kulaklarını çınlatayım. Bursa’nın Spor Tarihi’nin 2. bölümünü yazıyordu. Zannedersem anlatacağım gazete haberini de çıkacak kitabında yazdı. Özeti şöyledir: “Bursalılar deve güreşini futbol maçına tercih etti” diye. Bursalıların deve güreşini tercih etmeleri o yıllardaki nüfusunun büyük bir kısmının Ahmet Vefik Paşa’nın Bursa Valiliği’nin öncesinden beri Türkmen ve Yörüklerin göçebeliği terk ederek şehire yerleşmeleriyle ilgilidir. Hep özlem, hep özlem. Lami Giray’ın yazdığı gibi.
Gazete haberine gelirsek; “İstanbul Futbol Takımı Karması ve Bursa Karması Bursa’da maç yapacaktır. Aynı tarihte Atıcılar’da deve güreşleri yapılınca, maç iptal edilir. İstanbul basını buna hayret ederler. Yukarıda anlatmak istediğimiz değerler İstanbul’a çok uzaktır. İsmail, biz de kitabını özlemle bekliyoruz.
[7]) Çalı ve Atlas köyünde hala, sürü sahipleri ve çobanlar tarafından efsane gibi anlatılan “Rumeli çanları” ve bu çanların sesleri hakkında, Avdancık ve Seçköy’de, eski çoban ve yaşlı sürü sahipleriyle yaptığım söyleşi de bu durumu doğrulamaktadırlar.
[8]) Avdancık köyünde yaptığım görüşmede, Mustafa Şener ve eski yaşlı hayvancılar, Gaşıkçı mereye/meraya Çalıköy ve Atlas meresine gide ( r ) di. dediler. Demirdeş’li Hasan Ağa var, Gaziler var. Esas böyük çanna Gazile’de demektedirler.
[9]) Şive ve ağızlarını yansıtmak için ağızlarından çıktıkları gibi yazdım.
[10]) Şive ve ağızlara sadık kalmak için, söyledikleri bazı sözleri aynen yazdım.
[11]) Ulumak; Hayvancılara göre, vahşi hayvanların ulumalarını bastırmak için söylenen ve çan seslerinin vahşi hayvanları bile ürkütüp kaçırdığını anlatmak içindir.
[12]) Söylentiye göre zengin sürü sahipleri, Yunan hükümetine tenekelerle altın verip, tren ve gemilerle sürülerini ve çanlarını, bütün eşyalarını birlikte getirmişler. “Teneke altın verdim” deyimi, bugün hepimizin sandığı “gaz tenekesi” değildir. O günkü ölçülere göre, bir teneke günümüzdeki bir küçük mücevher kutusu kadardır. 100 osmanlı altını alacak kadar büyüklüktedir. Zaten altının özgül ağırlığı civadan bile fazladır. Eğer bir gaz tenekesi altın yaklaşık 350 kilogram ağırlığında olurdu. “ yok 5 teneke altın verdim, yok 10 teneke altın verdim gibi ifadeler, günümüzün teneke anlayışına aykırıdır. Adam, Rumeli’den sürüsünü, çanlarını ve canlarını bilmem kaç teneke altın rüşvet verip getirmesi inandırıcı değil. Bu günkü ölçülerde bir teneke altın getirseydi, Anadolu’dan on binlerce koyun alabilirdi. Hiç bu zahmetlere katlanmazdı.
[13]) Demirtaş’a yerleşen Hacı Boz ve Hasan Ağa, Hüseyin Sınmaz ve Mustafa Şener’in ifadesine göre; Yunan hükümetine ağızları lehimli birer teneke altın vererek sürüleri eşyaları ve her şeyleriyle ( Geniş ve engin toprakları, meraları hariç! ) Anadolu’ya gelmelerine izin verilmiş. Gemilerle İzmir’e indikten sonra, günlerce süren uzun bir yolculuğun sonunda sürüleriyle birlikte Bursa Ovası’na gelmişler. Rumeli çanları da hayvanlarının boyunlarındaymış.