Bu Yazıda - Konu İçi Ara Başlıklar
1900’lü yılların başları… [1] Bursa’nın ana caddelerinden birine bakan ve vitrininde hemen her şeyin sergilendiği bir tuhafiyecinin önündeyiz. Zayıf ve çelimsiz bir çocuk ucu fıskiyeli bir teneke ile kaldırımı sulamakta… Ama ne sulama! Daha dikkatli bakınca kaldırımdaki ağaç, kuş, güneş resimlerini hemen fark ediyorsunuz. Bu sırada dükkân sahibi geliyor. Bir çocuğa, bir kaldırıma baktıktan sonra sesleniyor: “Yine kaldırıma resim çiziyorsun değil mi? Seni haylaz seni!”
Ailesinin geçim sıkıntısı nedeniyle çıraklığa verdiği bu zayıf, çelimsiz ve “haylaz” çocuk Bursalı karikatürist Cemal Nadir’dir. Evet, karikatürden önce resim yapmaya merak salan, daha çocukken ‘mahallenin elebaşlarının’ resimlerini kömürle evlerin duvarlarına çizen Cemal Nadir Güler…
13 Temmuz 1902’de Bursa’da doğar Cemal Nadir, Hoca İlyas Mektebi Çıkmazı 17 numarada… Günümüzde Zafer Plaza arkasındaki yangın merdiveninin olduğu yerde kalan bu evin bahçesinde sürekli sallanan tahta bir masada ilk resimlerini yaparmış küçük Cemal, dedesinin “gene ne karagözler çiziyorsun?” demesine aldırmadan. Yakın arkadaşı, gazeteci Rıza Ruşen Yücer evi şöyle anlatır: “Bu ev Bursa’nın münhatça bir semtinde; kapıları, ikisi de çıkmaz sokağa açılan, ufak bahçeli, loş, ahşap bir bina idi. Bahçesinde birkaç ağacı, bir iki gülfidanı, bir de küçük bir kameriyenin altında fıskiyeli ufak bir mermer havuzcuğu vardı.”
Bu evin duvarında Cemal Nadir’in Yunan işgali sonrasında yaptığı bütün duvarı kaplayan yağlı boya bir resim bulunmaktaydı. Kurtuluş savaşını simgeleyen bu resimde kalpaklı askerler süngüleriyle resmedilmişti. Vâlâ Nureddin, Hoca İlyas Mektebi çıkmazındaki evi “İspanyalı meşhur ressam Goya’nın şimdi müze halinde saklanan evine şaşılacak kadar benziyordu.” diye tarif eder.
Babası Bulgaristan göçmeni Şevket Güler, annesi ise Bursalı Nuriye Güler’dir. Cemal Nadir’in “ruhen sanatkâr, basit bir memurdu” dediği Şevket Bey Bursa’da ticaret mahkemesinde zabıt kâtipliğinde daha sonra Bilecik adliyesi başkâtipliğinde ve Bursa’nın işgalinden sonra vilâyet tahrirat kâtipliğinde ve evrak memurluklarında bulunmuştur. Oğluna “Cemal” ismini neden verdiğini şu sözlerle açıklar: “Asıl ismini ceffelkalem takmış değiliz. Ben gençken, Işıklar Askerî İdadisinde okuyan boylu boslu, yakışıklı, tertemiz ahlâklı Cemal isminde bir arkadaşım vardı. Onu o kadar severdim ki; daha o zaman;‘Bir oğlum olursa adını Cemal koyarım’ der dururdum. Nitekim öyle oldu.”
Şevket Bey, hat sanatı ile ilgilenmesinin yanı sıra, müzikle de uğraşır, saz, tambur ve kanun çalarmış. Daha çok sülüs yazıyla ilgilenen Şevket Güler’in “Yarab, sen cehennemden halas eyle bizi” ve “Mensabere zafer” cümlelerini taşıyan levhaları Ulucami’nin duvarlarında asılıdır. Oğlu Cemal Nadir’in de kendisi gibi yazı sanatıyla uğraşmasını ister… Fakat oğlunun, eline geçen kömür parçalarıyla duvarlara resimler çizdiğini duyar ve onu uyarır: “Evladım resim yapmak günahtır. Cehennemden kurtulamazsın. Tövbe de hat sanatıyla uğraş, hem de sevap kazan.” Fakat yıllar sonra bir şu açıklamayı yapacaktır: “Kim bilir belki resme de istidadım yok değildi. Fakat o zamanki Bursa’yı düşünün. Sonra karşımdakine his ettirmeyecek şekilde, şöyle hafif tertip alay etmesini de eskiden beri pek severim. Cemal de küçükken öteki berikiyle kibarca alay eder, kendine göre taklitlerini yapardı. Daima neşeli idi.”
Leblebi ve yemiş alması için verilen harçlıklarla boy boy kağıtlar ve rengârenk kalemler alan Cemal Nadir resme olan ilgisini şöyle açıklar:
“Ressamlığa hevesim haddizatında ressamlığa heves değil de resme heves olarak başlar. Küçükken bir resim seyretmek benim için en doyulmaz bir zevk ve heyecan idi.
Evimizde resim namına görebildiğim şey haminnemin Muhammediyesindeki Cennet, Cehennem resimlerinden ibaretti. Bunlar bile benim resim zevk ve merakımı tavsatmadılar!..
Zannediyorum ki resim yapmak merakı resim görmek arzumu bol bol tatmin edemeyişimden doğmuş olacak. Zahir, seyretmek için resim bulamayınca, odunları biribirine sürtüp ateş çıkaran ilk insanlar gibi, kendim resim yapıp seyretmek mecburiyetinde kalmışım!
İlk resimlerimi muntazam kalem ve fırçalarla kâğıd üzerine yapabilmek bahtiyarlığına eremediğim için mahallemizin bütün beyaz duvarları mangal kömürlerile yaptığım resimlerle dolup taşardı.”
Küçük Cemal ilköğrenimini Bursa’da Kız Lisesinin karşısında bulunan Nalbantoğlu Mektebinde okur: “Bursa gibi mezarlıklar, türbeler arasında binbir azab içerisinde yetişen benden hiç şüphesizlik bedbinlik beklersiniz. Nasıl beklemezsiniz ki birader, mezarlıklar arasında bulunan ilk mektebimizin köşesinde meşhur bir evliya yatıyordu ve biz talebeler her gün sıra ile onun kabrinin başında ezan okuyorduk.” Üç yıllık eğitiminden sonra ortaöğrenimine Bursa Sultanisinde (Bursa Erkek Lisesi) başlar. Çalışkan, uslu, mahcup bir çocuktur. Bursa Sultanisinin Rüştiye birinci sınıfında iken babasının koyduğu “Cemal” isminin yanına “Nadir” de eklenecektir. Tahrir (Kompozisyon) dersinde edebiyat öğretmeni, devrin edebî şöhretlerini teker teker saydıktan sonra, sırayla Kemal adlı bir öğrenciye “İnşallah sen Namık Kemal olursun!”; Midhat adlı bir çocuğa “Sen de bir Ahmed Midhat olursun!”; Refik adlı bir çocuğa da “Sen bir Ahmed Refik olursun!” diye dileklerde bulunmuş, sonra da kendisine dönerek “Sen de bir Cemal Nadir olursun inşallah!” şeklinde iltifat etmiştir.
“Cemal Nadir”, o yıllarda Rubâb adlı edebî bir mecmua çıkaran, sonraki yıllarda da “Ticaret ve İktisadi Bursa Vilayeti” adlı ilan dergisini çıkaracak olan meşhur bir şairin adıdır. O güne kadar resimlerine “Yusuf Cemal, Mehmed Cemal” diye imzalar atan genç, o günden sonra imzasını “Cemal Nadir” olarak atmaya başlayacaktır.
Eli kalem tutmaya başladığından beri resim yapan, resme âşık olan Cemal Nadir’in maddi sıkıntılar yaşayan ailesinin ise ona uygun gördükleri meslek ise esnaflık veya kâtipliktir. Bunu okul tatillerinde tuhafiye çıraklığı, babasının kaleminde kâtib namzetliği yaptırarak bir hayli denerler: “Fakat gene olmadı!.. Ben ne yapar yapar, bir kolayını bulur, kendimi ve kazancımı resme, resim edevatına verirdim!.. Rahmetli Haminnem ikide bir: ‘A oğlum, şu paralarını kâğıda, boyaya, kitaba vereceğine leblebi, şeker alıp ye de adam ol!’ diye çıkışır, beni dalâletten kurtarıp, hak yoluna davet ederdi!..”
Gelincik Çarşısının rutubetli, kuytu bir dükkânında kasnak işleme işine başlayan Cemal Nadir haftada ‘üç tane yeşil yirmi beşlik’ alır. Bir zanaat öğrensin diye çalışmaya başladığı bu kasnakçının yanında da yine resim ve edebiyat havası etrafını sarar: “Sağ ise kulakları çınlasın, öldise Allah rahmet eylesin ustam, aksi gibi, dervişmeşreb, sanat muhibbi bir adam çıktı!… İş arasında bana Fuzuliden gazeller, Nedimden mısralar okur, seçme rubailer, nefesler söylerdi… Eline bir Avrupa mecmuası, matbu bir reklâm resmi geçse hemen bana getirir verirdi. Ben de böyle acayib gıdalarla beslenen sanat bünyemin ihtiyaçlarını geceleri kör bir idare kandilinin aydınlığı altında gelişi güzel resimler yaparak tatmine çalışırdım.”
Bu sıralarda parmakları, resme iyice yatkınlaşır. Yorgan yüzlerine ve yazmalara kolaylıkla desenler çizmektedir. Fakat kasnakçılık işi güçlü kuvvetli insanların yapabileceği bir iştir. Zayıf ve nahif yapılı Cemal Nadir bu çalışmaya dayanamaz ve hasta olur. Hastalığının başka sebepleri de vardır; uykusuzluk, beden yorgunluğu, çıraklığa karşı olan nefret ve gıdasızlık… Hastalanıp yatağa düşmüştür fakat bu durum Cemal Nadir’i çok memnun eder. Hasta olduğundan evde kalacak ve çok sevdiği resimlerini çizebilecektir. Resim yapmaya karşı içinde taşan arzu o kadar büyüktür ki gecelerini evde kör zeytinyağı kandilinin altında çalışarak geçirmektedir.
Babasının tayininin Bilecik adliyesi başkâtipliğine çıkması üzerine aile oraya taşınır. Ancak Cemal Nadir okula devam etmek için Bursa’da dedesinin evinde kalır. Bursa Sultanisinden sonra ailesinin yanına giderek Bilecik İdadisinde eğitimine devam eder. Hususi ve umumi imtihanlarda birinciliği kimseye kaptırmayacak kadar çalışkan bir öğrencidir. Bilecik İdadisinde yaptığı bir resmin hocası tarafından okulun iftihar salonuna asılması resim tutkusunu adeta bir bağımlılık haline getirmiştir:
“Resim yapmak hevesi on iki, on üç yaşlarımdan sonra bir hastalık halinde başlar. Fakat benim bu ibtilâmı benden başka kimsecikler anlamazdı. Belki birkaç resim hocası işin farkına varmış olabilirler. Neye yarardı ki onların müdahaleleri, ders saatlerinden öteye geçemeyecek kadar güdük ve semeresizdi. Resim hevesime farkında olmayarak darbe vuranlar arasında yalnız üstad ressamlar değildi. Büyük, küçük bütün akraba, ahbab, dost, memleket eşrafı, hatta hükümet erkânı sanki beni resim yapmaktan men etmek için el ele vermişler, tâliim de onlarla birlik olmuştu!..
Hiç unutmam, Bilecik İdadisinde iken Maarif Nezareti Avrupaya göndermek için her şehirden bir iki çalışkan talebe toplıyordu. İki arkadaşla beraber beni de bu kafileye seçtiler. Ben Macaristana, onlar da başka yerlere gidecektik. Büyük bir maarif memuru muamelemizi tamamlarken bu, istikbalin dehalarına, birer birer soruyordu. Bana da sordu:
—Oğlum, sen Avrupada ne olacaksın?..
Düşündüm, taşındım, kendimi bir hayli yoklayıp tarttım, sonra:
—Efendim, benim resim yapmaya çok merakım vardır, ben ressam olabilirim! dedim.
Gülüştüler, içlerinden biri:
—Hayır oğlum, dedi, memleketimizin ciddî sanat erbabına ihtiyacı var, sen elektrik mühendisi olacaksın!..
Bana biçtikleri bu meslek beni elektrikle çarpılmışa döndürdü!.. O gün duyduğum inkisarın izleri hâlâ yüreğimdedir.”
Babasının tekrar Bursa’ya tayin olması ve maddî olanaksızlıklar nedeniyle eğitim hayatını sürdüremez ve kendi deyimiyle ‘hayat üniversitesine’ kaydolur.
Her türlü sıkıntıya rağmen bir gün dahi memur olmayı düşünmez: “Babamın neticesiz memuriyeti ve banliyö trenine benzeyen hayatı, beni memuriyete karşı düşman etmişti.” Bütün amacı ressam olmaktır. Ama çizdiği resimlere kızan babası bu defa da bir makinecinin yanına çırak olarak verir. Bu sefer terfi ederek, daha ağır bir işe yerleştirilmiştir.
Makinecinin yanındaki çıraklığı sırasında da resim çizmeyi ihmal etmez. Bulduğu her boş vakitte Temenyeri mesiresine resim çizmeye çıkar. Yine böyle bir günde, bu mesirede yıllarca sürecek bir dostluğun temelleri atılmıştır. Sonradan Bursa’nın tanınmış gazetecileri arasında sayılacak olan Rıza Ruşen (Yücer), Cemal Nadir’e ilk olarak bu mesirenin pembe boyalı küçük karakol binasının arkasında, metruk mezarlığın kabir taşları arasında, yağlı boya resim yaparken rastlar: “Ben de -sözüm ona- bir vakitler resim meraklısı olduğum ve öteberi karalayıp boyamaya özendiğim için –zaten bir avuç içi kadar küçük olan Bursa’da- birbirimizi kolayca bulup tanışmıştık. Onu 18 yaşında iken tanıdığım vakit, ben 21 yaşında idim. Dostluğumuzun şeridi, zaman zaman onu Bursa dışına çıkaran hadise ve zaruretlerle koptu: fakat arkadaşlık ve kardeşliğimiz, hemen hemen hiç arasız, hiç kopuksuz devam etti. Bu bakımdan diyebilirim ki Cemal Nadir’in sayısız dostları ve tanıdıkları arasında – çünkü hiç düşmanı yoktu – en eski, yakın ve sürekli dostu, ben olsam gerektir… Bursa’nın meşhur bir Temenye’si vardır. Uludağ’ın en yüksek yamaçlarına yaslanan bu inişli yokuşlu mesireden bütün Bursa Ovası, kuşbakışı ile görünür. Cemal Nadir’in çok zaman ince ve şairene hislerle bir yavuklunun gözüne bakar gibi dalarak, kendinden geçerek seyrine doyamadığı ova ve şehrin buradan görünüşü gerçekten muhteşemdir. Bu manzarayı onunla kaç defa sessiz, yan yana seyretmiştik. Bir gün, eski viran evlerile Bursa’nın bu halini neye benzetmek lazım geldiğini konuşurken, ‘şairliği bir yana bırakırsak, Uludağ’dan dökülmüş bir çöp tenekesi!’ demişti.”
Cemal Nadir resme başladığından bu yana klâsik bir ressam olmayı düşünmüştür. Günün birinde karikatürist olacağı aklıma bile gelmez. Karikatür çizmeye başlaması da zorunluluktan kaynaklanmaktadır: “Karikatürcülüğe girişim yarı yarıya zaruret yüzünden oldu. Hayatımı mehtab veya grub tabloları, yahud kavun, karpuz resimleri yapmakla kazanamıyacağımı anlayınca resmin daha hareketli, daha işe yarar taraflarını aradım. Biraz da kendi kabiliyetime güvenerek karikatürcülüğe başladım.”
Çizdiği karikatürleri İstanbul’da bazı dergilere gönderir. Ve ilk karikatürü, Sedat Simavi’nin çıkardığı ”Diken” adlı gülmece dergisinde 1920 yılında yayımlanır. Hem de üç karikatür birden… İlk 3 karikatürü Diken dergisinin 45 numaralı, 4 Mart 1920 tarihli sayısında yayımlanmıştır. Bu karikatürlerin yayımlanmasından üç ay sonra yine Diken dergisinin 56 numaralı, 3 Haziran 1920 tarihli sayısında bir karikatürü daha yayımlanacaktır.
18 yaşındadır. Karikatürünü bir dergide ilk defa görmek Cemal Nadir’in çizme isteğini daha da ateşler. Fakat Bursa’ya düşen ateş genç çizer için tam bir felakettir. Bursa, 8 Temmuz 1920′de Yunanlılar tarafından işgal edilir ve babası Şevket Güler’in işine son verilir: “… benim üç beş kuruşluk haftalığımla hiçbir şey alınamıyordu. Bütün aile devası para olan hastalığa tutulmuştuk. Bu boşluktan istifade ile, ataklık yaptım ve bir tabela atölyesi açtım. Bu arada suluboya pasajlar da yapıyordum. Yeni işim hiç şüphesiz makine çıraklığından iyi idi. Fakat bu iş karnımızı tamamen doyurmuyordu.”
Ulucami aşağısında Sahaflar Çarşısının içinde, merdiven başında ufacık bir tabelâ atölyesi açmıştır. ‘Hattat ve ressam’ diye bir levha asar. Daha çok levha ve tabela yazar, fırsat buldukça da suluboya resimler yapmaya devam eder. Yeni işi hiç şüphesiz makine çıraklığından iyidir. Fakat bu iş ailenin karnını tamamen doyurmaya yetmez.
11 Eylül 1922’de Yunan işgalinin sona ermesinden sonra Cemal Nadir’i sevenler, İstanbul maarif müdür muavinliğinden Bursa’ya maarif müdürü olarak gelen Haydar Beye rica ederler. Cemal Nadir, her biri ayrı bir semtteki yedi okula seyyar resim öğretmeni olur.
Bu devre, onun karikatür çalışmalarına yeni bir hız, yeni bir gelişme de sağlar. Rıza Ruşen Yücer o yıllardan şöyle bahseder: “Bir toplulukta, sessizce, bir kenara çekilir, kimseye hissettirmeden, hazır bulunanların krokilerini çizerdi. Fakat asıl karikatürleri, bakarak yapmazdı. Bir insana dikkatle bakması kâfiydi. Hafızası, çizgileri zaptetmekte, ve karakter farklarını belirtmekte, bir objektif kadar dikkatliydi. Eve döner dönmez oturur ve on adamın karikatürünü en muvaffak şekilde çizerdi.”
1923 yılında, uzaktan akrabası olan Melahat Hanım’la evlenir. İstanbul’da yayınlanan mizah dergilerine karikatür göndermeye devam etmektedir. “Ayine” adlı dergide de karikatürleri yayımlanır. Aynı zamanda bu derginin değişen kapak sayfasındaki karikatür de onundur. Günün birinde birkaç karikatürünü de zarfa koyarak “Akbaba” dergisi sahibi Yusuf Ziya’ya (Ortaç) bir mektup yazar: “Ben, Türk Ocağı başkâtibi, arkadaşınız merhum Remzi’nin kardeşiyim. Karikatüre merakım çok. Bana Akbaba’da yer verir misiniz?”
Yusuf Ziya Ortaç, “ürkek çizgili, cılız nükteli, çocuk işi karikatürler” olarak nitelendirdiği bu karikatürlere derginin Şubat 1924 tarihli sayısında yer verir. Bu tarihten sonra gazete ve dergilerde çalışabilme umuduyla İstanbul’a gider. Karısı Melahat ile Ortaköy’de küçük bir ev kiralar. Yusuf Ziya Ortaç’ın genç çizer hakkındaki izlenimleri şöyledir: “Bir gün, çıkageldi İstanbul’a Cemal Nadir. Çizgilerinden daha ürkek bir genç… Soluk bir yüz, kalın camlar arkasından bakan, griye çalan uçuk yeşil gözler, nerde ise gözyaşı, nerde ise hıçkırık olacak bir gülümseyiş… Yürümeğe korkan, oturmağa korkan, konuşmağa korkan bir hayâl adam…”
Hayatının en sıkıntılı, en buhranlı dönemini yaşayacağı Bâb-ı Âli’deki ilk zamanları gazete ve dergilerin kapısını aşındırmakla geçer. Himayelerini istediği kişilerden soğuk muameleler de görür. Yıllar sonra Vâlâ Nureddin (Vâ-Nû), bu sıkıntılı günleri ağlamaklı bir şekilde anlatacaktır: “Kendisini ilk defa 1925 senesinde Babıâli’de Reşidefendi Hanı’nda gördüm. Orada bir mizah mecmuası çıkıyordu. Cemal Nadir de bu mecmuanın ressamı olmak istiyormuş. O gün, birkaç resim getirmişti. Mecmuanın sahibi resimleri şöyle bir süzdükten sonra Cemal Nadir’i rencide edecek şekilde, ‘Sen resim yapmasını beceremiyorsun! Ramız gibi (Ramiz Gökçe) yapmalısın’ dedi. Ramiz, o günlerde çok güzel kadın resimleri yapıyordu. Cemal Nadir’in ise janrı bambaşka idi. Ağlamaklı bir halde kapıdan çıktı. Çok kötü giyinmişti. Korkunç derecede zayıftı. Peşinden dışarı çıktım. Kendisiyle kapı önünde konuştuk. Hali bana çok hazin gelmişti. Ortaköy’de oturduğunu, parası olmadığı için yürüyerek gidip geldiğini söyledi. Evet, Cemal Nadir’le işte böyle tanışmıştık. Ne ben ne o, bu tanışmamızı unutmadık.”
Sonraları Cemal Nadir, Vâ- Nû’ya şu itirafta bulunacaktır: “O zaman sen dikkat etmemişsin. Mecmuaya geldiğim gün ayağımda çorap yoktu. Potinim delik olduğu için görünmesin diye ayak parmağımı çini mürekkeple boyamıştım.”
İstanbul’da olduğu bu günlerde Sanayi-i Nefise Mektebi’nin (günümüzde Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi) sınavlarına da girer. Bunun için aylarca hazırlık yapar. Türlü derslere, bu arada insan vücudu konusuna da çalışır. O günleri Bursa’daki arkadaşı Rıza Ruşen’e gönderdiği mektubunda; “O kadar çok kemik ismi ezberledim ve kemik resmi yaptım ki, artık kemiklerim ağrıyor.” diye anlatmıştır. Maalesef bütün çabaları boşa çıkmış ve aralarında ünlü ressam İbrahim Çallı’nın da bulunduğu sınav heyeti Cemal Nadir’i okumaya değer bulmamışlardır. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra Cumhuriyet Gazetesi’ndeki onuncu yılında iyice tanınmış bir karikatürist olduğunda İbrahim Çallı ile bir dost evinde karşılaşıp, anısını anlatınca Çallı, şu cevabı verir: “Seni akademiye almamakla pek isabetli bir karar aldığımı sonra daha iyi anladım. Kabul etseydik, sayısı pek kalabalık olan ressamlar arasına bir de Cemal Nadir karışacak, fakat memleket sanatında tek ve büyük bir karikatüristten mahrum kalacaktı.”
Bu dönemde yaşadığı bütün sıkıntılara rağmen karikatürleri Akbaba, Guguk, Zümrüdüanka, Resimli Dünya ve Papağan adlı dergilerde yayımlanacaktır. Bir yandan da tabelacılık yaparak geçinmeye çalışır. Fakat aldığı para ile geçinmesi imkânsızdır. Kendisi bu durumu şöyle açıklar: “Yazdığım tabelâlar bana, fazla olarak bir tramvay parası bile bırakmıyordu.” Yaşadığı yoğun maddi sıkıntılar yüzünden ilk çocuğunu kucağında yitirir: “Düşünün ki bakımsızlıktan bir çocuğum öldü. Kucağımda can veren yavruyu minderin üzerine koyarak ertesi günkü karikatürü hazırlamaya koyuldum. Buna mecburdum.” Bu acı üzerine ve İstanbul’da geçinemeyeceğimi anlayınca içinde yaşattığı bütün umutları da gömerek, tası tarağı toplar ve Bursa’ya, baba ocağına döner.
Bu dönüş ilkönce, Cemal Nadir’i tanıyanlar arasında ‘başarısız’ durumuna düşürse de İstanbul’daki sıkıntılı günlerin sonunda altüst olan kafasını dinlendirmek imkânını da yine Bursa’da bulur. Cemal Nadir Bursa’ya döner fakat Hoca İlyas Mektebi çıkmazındaki baba evine yerleşmez. Maksem’de bir eve taşınır. Ve yine tabelacılığa başlar.
Şimdi Ünlü Cadde’de bugünkü İskender Kebapçısının bulunduğu yerin yanında bulunan Milli Sinema’nın karşısında küçük bir dükkân açar. Milli Sinemanın, her program değiştikçe yenilenen kapı reklâmlarını yazar. Ve sinemanın çıkardığı haftalık ‘Milli Sinema Mecmuasında reklam karikatürleri yayınlanır. ‘Bursalılar Albümü’ adını taşıyan karikatür serisi yine aynı dergide çıkar. Şafak ve Milli Sinema‘ya gidenler, film aralarında Cemal Nadir’in cam üzerine yazılı şu reklamını, perdeye yansımış olarak okurlar: ‘Hattatların meraklısı, meraklıların hattatı’. Film aralarında cam üzerine reklam karikatürleri de çizer. Çizdiği bu karikatürler Bursa’da bir yenilik olarak algılanır ve o dönem çok tutulur…
Cemal Nadir’in yenilikleri bununla sınırlı kalmaz. Atasözlerini ters yüz ederek komikleştirdiği ve 1927 yılında Milli Sinema mecmuasında yayınlanan sözlerden bazıları şunlardır:
“Eceli gelen yiğit, cadde ortasında yürür!
Borçlu dumanlı havayı sever!
Borç dediğin vermekle tükenmeyendir!
Çok okuyan bilmez, çok kazanan bilir!
Zenginin hakkından batakçı gelir!
Akılsız kadının zahmetini erkek çeker!
Garip mübadilin yuvasını İskân Müdürü yapar!
Para gelecek yerden senet esirgenmez!
Kadının güzelliği dibine şevk vermez!
Gönlünü kaptıran tentürdiyodu hazırlar!
Vermeyince defterdar, neylesin veznedar!”
Cemal Nadir Bursa’ya döndükten sonra seyyar öğretmenliğe de devam eder. Hoca İlyas Mektebi, Reyhan Mektebi, Kız Muallim Mektebi’nde resim öğretmenliğinin yanında el işi ve idman derslerine de girer. Bizim Mektep’te de arkadaşları Rıza Ruşen ve Musa Ataş’la birlikte öğretmenlik yapar. Zehra Budunç’un kurduğu bu özel okulda her işte yaptığı gibi bütün varlığı ile kendisini bu yeni işe verir ve mektebin yazı, çizi ve idare işlerine de yardım eder. Mandolin çaldığı için aynı zamanda müzik seven çocuklarla meşgul olur.
Bizim Mektep’te Muazzez İlmiye Çığ ve Orhan Burian Cemal Nadir’in öğrencisi olurlar. Bizim Mektep’teki öğretmenliği sırasında bir gün okulun müdürü Zehra Budunç kendisine sorar:
-Cemal Bey, bugün ayın kaçı?
Cemal Nadir, hiç düşünmeden cevap verir:
-Tam kırk biri Hoca Hanım…
-Ayın kırk biri olur mu imiş canım?
-Vallahi kırk bir günden beri maaş aldığımız yok da…
Bu esprili cevapta ince bir imanın gizlendiğini anlar Zehra Budunç. O gün Cemal Nadir’in maaşını verir ve Cemal Nadir de aybaşının geldiğini böylelikle anlar…
Bizim Mektep’te okuyan 1917 doğumlu Zerrin Tüzün’ün anlattıklarından ise Cemal Nadir’in öğretmenlik yaşamındaki ayrıntıları öğreniriz: “Meşhur karikatürist Cemal Nadir Güler. Sınıf öğretmenimiz oldu. Bizim de çok güzel karikatürlerimizi yapardı, her birimizin karakterine göre… Mesela o bahsettiğim, Simento diye Yahudi çocuğuna, şişman bir kabak çekirdeği şekli veriyordu. Tombul bir kabak çekirdeği. Bizim sınıfta bir eczacının kızı vardı, Şükran diye, hiç unutmam. O zaman da gramofonlar var, kollu böyle, çevrilir. Şükran’ın Şe’sini ve Ka’sını öyle getirdi ki bir gramofon ve o da kulpu, çeviren sapı. Şükran yazıyor, fakat gramofon. Çünkü hiç durmadan konuşuyor derslerde. Buna benzer çok güzel buluşları vardı, onları bize gösterirdi. Yani kabiliyeti var, fakat hiç tanınmamış.
Bizi dörtte ve beşte o okuttu. O mezun etti bizi ilkokuldan. Bütün derslere o geliyordu… Elişi kâğıtlarınla dersler yapardık. Çok zor şeyler verirdi. Mesela Bursa’nın meşhur bir türbesi vardır. Evvela mukavvadan nasıl yapılacağını bize tarif ederdi. Ondan sonra, işte, köşeleri yapmak için nasıl çakıylan kesilecek, mukavva kıvrılacak, minare şöyle yapılacak gibi. Fikri verir, ondan sonra eve gideriz, onu yaparız. Çoğu zaman da sıkıya geldim mi, küçük ablamın çok elinden iş gelirdi, o bana yardım ederdi doğrusu. Ve üzeri yeşil elişi kâğıtlarınla kaplanmış ve Yeşil Türbe yaptıktı. Ve zor bir işti bir ilkokul çocuğu için.
Ondan sonra, bir defasında da bir şey verdiydi bize. Eve geldim ‘nasılsa yaparım’ dedim ve cuma gününe kaldı yapılması. Ertesi gün de okula götürülecek. Bir de baktım, evde sadece lacivert ve yeşil elişi kâğıdı kalmış, gerisi yok. Dükkânlar da kapalı. Ben onlarlan bir şey yaptım, götürdüm. Bir bana baktı, bir ona baktı, ‘sen bunu beğendin mi şimdi’ dedi. Bunu da hiç unutmam.
Biz dördüncü sınıftaydık. Bizim üstümüzdeki sınıfın mezuniyetiydi ve ortaokul son sınıfın. O zaman bir toplantı yapılmıştı. Veliler geldi. Tabii biz de gittik. Bahçede. Bir kara tahta getirildi. İşte Cemal Nadir Bey, böyle birtakım karikatürler yapmıştı. Mesela, iki kız kardeş dediğim Zehra hanımlan Nazike hanım, başlarına çok büyük, kenarlı, fötr şapkalar giyerlerdi. Şimdi Zehra’nım zayıf, biraz da hastalıklı bir hanımdı, sık sık ilaç yaptırırdı. O zamanlar haplar, eczanelerde böyle yuvarlak, mukavva kutuların içerisine konurdu. Hap kutusu denirdi onlara. Zehra’nımın Ze’sini o şekilde çizdi ki, bir hap kutusu şeklinde yaptı. Nazike hanımı da zayıf ve başında şapkasınlan. Onu da öyle çevirdi ki bir baston, ters duran, yani kulpu aşağıda bir baston ve üstünde bir kocaman şapka, gibi. Bu tip şeyler de tabii çok beğenildi, çok alkışlandı. Böyle bir güzel tören oldu.”
Bu dönemde yakın arkadaşı Rıza Ruşen’in Bursa’da çıkardığı ‘Arkadaş’ ve ‘Yeni Fikir’ gazetelerinde de karikatürleri yayımlanır.
1928 Cemal Nadir’in hayatında önemli değişimlerin olduğu bir yıldır. Kızı Gönül Güler (Tunaman) bu yıl doğar. Ve bu yıl ilan edilen Harf İnkılabı ile maddi açıdan biraz daha rahata kavuşacağı bir yıldır. Okullar, resmî daireler, ticarethaneler levha ve tabelâlarını yeni harflere çevrilecektir. Cemal Nadir de bu sırada küçük dükkânını bırakır ve ‘Ulucami civarında, çok sevdiği berber Fahri efendiye yakın, İhsan Zekâi’nin büyük ve geniş dükkânının yarısını kiralar’. Orada geceli gündüzlü çalışmağa başlar. Önceleri Bursa’da tabelalar küçük boy ve basmakalıp şekillerde yazılır. Cemal Nadir, Bursa tabelacılığına resmi sokan ilk kişidir. O kadar çabuk duyulur ve sevilir ki, küçük dükkânının duvar dipleri ve perde ile ayrılmış arka kısmı bile tabelalarla dolar. Kentin neredeyse tüm tabelaları burada yazılacaktır. Rıza Ruşen bu dönemi şöyle anlatır: “Durmadan dinlenmeden çalışırdı. Konuşurken de işini bırakmazdı. O vakitler kumaş üzerine yağlı boya çiçekler, kuşlar, manzaralar yaptırmak modası vardı. Tabeladan boşaldıkça bu siparişlerle uğraşır, daha müsait vakitlerinde de Bursa’nın bir eski köşesinin, bir mezarlığın, bir caminin sulu ve yağlı boya resmini yapardı.” Tabelaların değiştirilmesi işini arkadaşları ve öğrencilerinin de yardımıyla sürdürür. Öğretmenliğini yaptığı Muallim Mektebi öğrencisi, sonraları Bursa’da sahneye çıkan ilk kadınlardan biri olacak olan Feraizcizade Mehmet Şakir’in torunlarından Hatice Muazzez Kutlay da yardım için atölyesine gelenler arasındadır. Cemal Nadir’e yardım edenlerden biri de Şefik Bursalı’dır. Şefik Bursalı o yıllarda yaptığı suluboya resimlerini Bursa’da bir kırtasiyeci dükkânında sergiler.
Tabelacılık yaptığı bu günlerde atölyesine bir müşteri gelir, yağlıboya portresinin yapılmasını ister. Ücrette anlaşırlar ve Cemal Nadir iyi bir performansla portreyi tamamlar. Ama müşteri kendisine benzemediği gerekçesiyle resmi almak istemez. Canı sıkılan, emeğinin boşa gitmesine razı olmayan Cemal Nadir: “Pekâlâ, şu kâğıda, bu resim bana benzemediği için almak istemiyorum diye yazar ve imzalar mısınız?” der. Müşteri bu öneriyi kabul eder ve denileni yapar.
Cemal Nadir bir gün sonra portrenin uygun bölgelerine iki boynuz ekleyerek vitrine yerleştirir. Vitrindeki resmi gören müşterinin bütün tanıyanları, niçin buna izin verdiğini sorarlar. Olan bitenden habersiz müşteri hışımla atölyeye dalar ve kızgınlıkla sorar:
“Bunu neden yaptın?”
“Resimdeki kişi siz değilsiniz ki. Neden kızdığınızı anlamadım.”
Bendim, değildim diye tartışma büyüyünce Cemal Nadir, adamın imzaladığı kâğıdı çıkarır çekmecesinden. Bunun üzerine adam pes eder: “Tamam, boynuzları sil, resmi alacağım.”
1928’de Akşam gazetesi yöneticilerinden Necmettin Sadak birkaç karikatüründen hatırlayıp Selami İzzet Sedes’e Cemal Nadir’e mektup yazmasını ve gazetede günlük karikatür çizme talebini iletmesini ister. Cemal Nadir o günleri şöyle anlatır: “Bu arada Akşam gazetesine de birkaç resim gönderdim. İstanbul’a ilk seyahatimde Akşamcılarla tanışmıştım. Çizgilerim orada da hem beğeniliyor ve hem de himaye ediliyordu. Günlerden bir gün Akşam’dan mektup aldım. Her gün bir karikatür çizmem ve İstanbul’a gelmem isteniliyordu. Hayatımın gidişini de tanzim edeceklerini yazıyorlardı.”
Cemal Nadir bu tekliften sonra gidip gitmeme konusunda tereddütler yaşar. Bursa’da tabelacılıktan edindiği kazanç fena değildir fakat Bursa, ona küçük gelmektedir. Çok acı hatıralarla ayrıldığı basın dünyasının parıltısı, cazibesi, her şeye rağmen onu çekmeye devam etmektedir. Sonunda teklifi kabul eder. İstanbul’a ikinci gelişi Cemal Nadir’in hayatında yeni ve parlak bir dönemin başlangıcıdır.
Akşam’da yayınlanan ilk karikatürü “Hicret” adlı karikatürdür. 1 Aralık 1928 tarihli gazetede çıkan çizim Harf Devrimini anlatmaktadır. Böylelikle Türk basınında günlük karikatür ilk kez Akşam’ın ön sayfasında Cemal Nadir’le süreklilik kazanacaktır: “Nihayet, yeni harflerin kabulünden sonra “Akşam” gazetesinde neşrettiğim “Hicret” karikatürü ile matbuat hayatına atıldım… Her gün bir karikatür yapmaya o kadar alıştım ki, yapmadığım günlerde, sigarasını içemeyen bir tiryakinin ıstırabını aynen duyuyorum…”
Cemal Nadir öncü bir karikatür ustasıdır. Onu öncü karikatürist yapan en önemli özellik ise yarattığı çizgi tiplerdir. Karikatürümüzde çizgi bant tipini başlatan Cemal Nadir’in en ünlü tipi Amcabey’dir.
Amcabey’e giden yolda ilk denemesi “Efruz Bey” adlı bir tip denemesidir. 1924’te haftalık mizahi çocuk gazetesi olan Resimli Dünya’da yarattığı “Efruz Bey” tiplemesi “Amcabey”in ilk örneklerini teşkil eder. Bant şeklinde ve alt yazılı “Efruz Bey’in Devri Alem Seyahati” adıyla çizilen karikatür derginin yayın hayatı boyunca sürmüştür.
Cemal Nadir, Amcabey tipini çizmeye başlama sürecini şöyle anlatır: “Son Posta gazetesinin çıkacağı rivayetleri dolaşıyordu. Bize (Akşam gazetesine) rakip olacak bu gazeteden faik olmamız lazımdı. Her muharrir kendi sahasında bazı yenilikler yapmak için faaliyete geçmişti. Benim de kendi janrımda bazı yenilikler yapmam icap ediyordu. Yeni şeyler zaruretlerden doğar derler. Amcabey de böyle bir zaruretin neticesi oldu, ilk önceleri bir hayvan tipi düşündüm. Sonra bu sevdadan vazgeçerek fiziki yaradılış itibarıyla tamamiyle aksim olan Amcabey’i ortaya koydum. Ömer Seyfettin’in meşhur Efruz beyinin benim tipim üzerinde büyük ilhamı vardır.”
İlk Amcabey karikatürünü 17 Ağustos 1929 tarihli Akşam gazetesinin 3. sayfasında yayımlar. Ülkemizdeki ilk yerli bant-karikatür tiplemesi olan Amcabey, 1929 yılının Ağustos ve Eylül aylarında çok az sayıda çıkar. Ekim, kasım ve aralık aylarında ve 1930 yılının ilk altı ayında ise Amcabey’i göremeyiz. Temmuz ve ağustos ayında yine az sayıda görülür. Ama 1930 yılının son aylarından Cemal Nadir’in ölümüne kadar aralıksız yayımlanacaktır.
İlk yıllarda Amcabey’in düzensiz yayınlanmasıyla ilgili soru işaretleri Rıza Ruşen’in açıklamaları ile açıklanabilir: “… Amcabey tipi bu devrenin mahsulüdür. Tipin tutmasında bir aralık tereddüt geçirdi. Vazgeçmek için benim reyimi sorduğu zaman, hiç razı olmadığımı söyledim. Sonradan, bu ısrarımı bana memnuniyetle tekrar tekrar hatırlatmıştır…”
Tek cümlelik cevaplarıyla güldüren, güldürürken de düşündüren, fakat bayağılığa düşmeyen babacan Amcabey, sevimli, zarif ve sevecen bir karakterdir. Hayatın sadece gülünç yanlarını değil, en acıklı yanlarını da tam yerine oturttuğu ölçülü bir nükte ile yansıtır. Genelde sakin bir yapısı vardır, neşesini hiç bozmaz. Kendisinin veya tanıdıklarının karşılaştığı hemen tüm sorunlara karşı pratik çareler üreten yapısı vardır. Konuşmayı sever, ama geveze değildir. Giydiği koyu renk ceketi, kareli pantolonu ve kocaman göbeğiyle babacan bir görünüm sergiler. Teyze Hanım diye bilinen bir karısı, kendisine pek benzemeyen yaramaz oğlu ve cana yakın, sevimli kızından oluşan ailesiyle mutlu bir hayatı vardır.
Cemal Nadir, diğer karikatürlerinde olduğu gibi Amcabey’in de halkın yaşadığı sorunlara değinmesini sağlayarak onların dertlerine ortak olur. Ara sıra tatlı tatlı alayı da ihmal etmeyerek onlara akıl öğretir.
Amcabey’i çizerken burnundan başlar ve bunun sebebini yine esprili bir şekilde açıklar: “Her meseleye burnunu sokan sevgili amcamızın resmine burnundan başlanması pek tabiidir!..”
Amcabey; melon şapkası, kelebek gözlüğü, papyonu, redingotu ve elinden hiç eksik etmediği şemsiyesiyle Nasreddin Hoca gibi lafı gediğine koyan bir halk filozofudur: “Elbisesini Şarlo’nun halka çok şirin görünen giysisindeki mantıksızlıktan aldım. Şişmanlığına gelince… Ben şişmanlara bayılırım. Şişmanların daimi ve devamlı bir neşeleri vardır. Ekseriya neşesizim; neşelilerin hayranıyım. Şapkasına gelince, Amcabey’in şapkaların en gülüncünü giymesi gerekiyordu. Onun için melon!..”
Amcabey o kadar halktan birisidir ve halk tarafından öyle tutulmuş ve sevilmiştir ki neredeyse gerçekten yaşayan biri gibi görülmeye başlanmıştır. Amcabey tipi kısa zamanda şöhreti yakalamıştır, öyle ki çizeri Cemal Nadir’in şöhretini gölgede bırakır ve Cemal Nadir bazı röportajlarında şaka yollu da olsa bu durumdan şikâyet eder: “…birbirimizi en iyi anlayan iki kişiyiz. Kendisinden şikayetçi olduğum noktayı biraz evvel tekrarladım. Amcabey’in beni adeta ihmal ettiren şöhreti!.. Bakınız şu çekmecelere… Onun namına gönderilmiş mektuplarla dolu. Ricalar, tavsiyeler, takdirler, nasihatler, danışmalar hep ona… Sade nükteleriyle, düşünceleriyle, tavırlarıyla değil sıhhatiyle de alakadar oluyorlar… “Cemal Nadir bu karakışta sırtına bir palto alamadı!” diye gazetelere ilan versem kim aldırır?.. Buna mukabil geçen kış, karikatürün birinde Amcabey’in sırtına palto giydirmedik diye bütün hayır ve hasenat sahipleri harekete geçtiler: “Aman Amcabey’ciğim, bu ne ihtiyatsızlık… Soğuk alacaksın…” diyenlerin, palto hediye etmeye kalkanların haddi hesabı yoktu.”
Cemal Nadir, bir radyo konuşmasında kendisine sorulan; “Amcabey’i nasıl doğurdunuz?” sorusunu şöyle yanıtlamıştır: “Bu kendimin de henüz çözemediğim bir meseledir. Ben mi Amcabey’i doğurdum, yoksa o mu beni doğurdu, pek farkında değilim. Çünkü Amcabey’i seven birçok okuyucular beni Amcabey vasıtasıyla tanırlar!.. Zaten bu zayıf cüsseyle Amcabey gibi koskoca bir şahsiyeti doğurmak pek akla uygun değildir!.. Fakat bazen küçücük, mini mini hadiselerin büyük olaylar doğurduğu olmuyor mu?.. Mesela şu muazzam Cihan harbi bir küçük Danzig hadisesinden doğmuştur.”
Evet, Cemal Nadir’in de dediği gibi Amcabey’i seven birçok okuyucu onu Amcabey vasıtasıyla tanır. Bunun en iyi örneğini Selma Emiroğlu ile birlikte tanık oldukları bir olaydan da anlarız. İlk kadın karikatüristimiz olan Selma Emiroğlu’nu, Cemal Nadir yetiştirmiştir. Bir gün gazeteye karikatürlerini götürmek için birlikte çıkarlar yola. Geniş yaya kaldırımında çocuklar futbol oynamaktadır. Çocuklardan biri topa çıplak ayağının bütün gücüyle vurunca lastik top önlerine kadar gelir. Bunun üzerine Cemal Nadir gülümseyerek durur ve gerilerek kuvvetli bir şekilde topa vurur. Top çocukların kurduğu karşı uçtaki kaleye kadar gider. Yırtık pantolonlu, kıvırcık saçlı bir çocuk; “Yaşa be Amcabey!.. Amma da şut çekermişsin be!” diye bağırır. İkisi de şaşırmıştır. Selma Emiroğlu emin olmak ister; “Küçük, sen bu amcanın hangi amcabey olduğunu biliyor musun?” Çocuk cevap verir; “Tabiii, gazetelerdeki Amcabey o, ama göbeğini evde unutmuş!”
Benzer bir olayı da Bursa’da Cemal Nadir’in babasıyla röportaj yapan Feridun Kudret Kandemir’in anlatımıyla dinleyelim:
“Bursanın meşhur Atatürk Caddesini geçtik, Bir hayli yokuş indikten ve bir hayli sağa sola saptıktan sonra, arabamız daracık bir sokağın başında durdu.
Arabacı, kamçısını havaya kaldırarak:
— Daha ileri gidemeyiz… Zaten ev de uzak değildir, derken, küçücük bir çeşmenin başında musluğu tıkayarak, etrafına sular saçan bir bacaksız, bir anda bizi tepeden tırnağa kadar süzdü ve üzerimize yürüdü:
— Bay amcanın evini mi arıyorsunuz… Gelin ben size göstereyim.
Yana yatmış kasketinin altında gözleri fırıl fırıl dönen afacan kılavuzumuz, önümüze düşmüş, yol gösterirken soruyordu:
— Bay amcanın babası Cemal Nadir İstanbulda. Siz dedesi Bay Şevketi mi arıyorsunuz, yoksa haminnesini mi?
Sonra, cevap beklemeden, cebinden çıkardığı tebeşir parçasile bir kapıya şekiller çizerek devam etti:
— O da, evvelâ bu duvarlara, kapılara resim yapmış…
— Sen de ressam mı olacaksın?
— Yok… (kalikatorcu) olacağım.
— Ne demek?
— Bilmiyor musun? Yedisinden yetmişine kadar milleti mehtaba almak demek.
Eski bir evin kapısı önünde; ‘işte burası’ deyen küçük, bir anda ortadan kayboldu ve biz Cemal Nadirin, kendi, gibi sıcak bakışlı, güler yüzlü babası Bay Şevketle karşı karşıya bulunduk.”
Cemal Nadir 1932 yılında ilk yerli karikatür albümümüz olan “Amcabeye Göre” albümünü çıkarır. Hayatı boyunca 12 albüm çıkaran Cemal Nadir’in son albümü de 1946 yılında çıkan “Amcabey Albümü” dür.
Cemal Nadir, Walt Disney’den etkilenerek “Amcabey Plajda” adlı bir çizgi film denemesinde bulunmuştur. Bu filmin öyküsü Rıza Ruşen’in anlatımıyla şöyledir: “Amcabey sabahleyin erkenden sokağa çıkıyor. Sokak feneri gözlerini kapatmış, başı bir yana eğilmiş, güneşin doğmasını beklemektedir. Fenerin altında, bir taksi otomobili, dört tekerleğini öne arkaya uzatmış projektör gözlerini yummuş, tembel bir kedi rehavetiyle uyumaktadır. Amcabey gelip kornayı çalıyor. Kapalı duran lamba gözler aralanıyor, lastik tekerlek ayaklar toplanıyor, öndeki tampon tıpkı bir ağız gibi esniyor, Amcabey işte bu minval ile plaja gidecek.” İşte birkaç cümleyle anlatılan bu hareketler için Cemal Nadir beş-altı yüz resim çizer. Ancak bu işin tek başına yapılmasının imkansızlığını görerek, vazgeçer.
Hayatı boyunca 5 kez karikatür sergisi açan Cemal Nadir ilk sergisini doğduğu kentte, Bursa’da açar. Yıllar sonra tanınan bir sanatçı olarak memleketine gitmenin keyfini doyasıya yaşayacaktır. Bursa Halkevi güzel sanatlar kolu tarafından düzenlenen sergi 24 Mayıs 1936 Pazar günü saat 17’de bugünkü Tayyare Kültür Merkezinde yapılır. Bir hafta boyunca açık kalan sergi Bursalılar tarafından ilgiyle karşılanır. Sergide Cemal Nadir “Resimde Mizah ve Mizahın Tarihi Değeri” üzerine bir konuşma yapar. Konuşmaya girişi şöyledir: “Bu gün Halkevimizin kıymetli yardımiyle, ve yüksek huzurunuzla açılan bu sergi, büyük noksanları itibariyle Bursa için belki bir kazanç değildir. Fakat sanat hayatımın en şerefli ve büyük bir hâdisesini teşkil ediyor. Bana bu imkânı veren sayın Halkevimize, ve aziz hemşehrilerime en candan teşekkürlerimi ön söz olarak arzederim.”
Öğretmen-Şair İlhan Şevket (Aykut) ve Ankara’dan özellikle bu sergi için gelen Manisa Milletvekili Kazım Nami (Duru) birer konuşma yaparlar. Sergiye katılanlar arasında Cemal Nadir’le aynı yaşta olan biri daha vardır: Nazım Hikmet.
Nazım Hikmet, sergi sonrasında izlenimlerini Akşam gazetesinde Orhan Selim imzasıyla şöyle aktarır: “Ben sergideydim. Ben, Orhan Selim, ne söylemek istiyor? diye belki merak edersiniz. Söyliyeceğim şu: Bursada açılan Cemal Nadir karikatür sergisi şimdiye kadar hiç bir sanat sergisinde görülmiyen bir kalabalık toplamıştı. Gerek kemmiyet, sayı bakımından, gerekse keyfiyet bakımından bu sergiye gelenler dikkate değer. Sayı bakımından: Kalabalık müthişti. Keyfiyet bakımından: Bu müthiş kalabalığın müthiş bir ekseriyeti, talebeler, esnaflar, üstü başı işten yeni çıktığını belli eden “halk” tı. Cemal Nadir, sergisine böyle bir kalabalığı çekebildiği için bahtiyar olsun ve yan yolda durmadan sonuna kadar götürsün işini!”
1941’de Vedat Günyol’la birlikte Arkadaş adlı çocuk dergisini çıkarır. Akşam’da çizmeyi sürdürdüğü yıllarda; Karikatür, Yücel, Köroğlu, Babacan gibi dergilerde de çizer… “Amcabey” tipinden sonra; “Akla Kara”, “Dede İle Torun”, “Dalkavuk”, “Yeni Zengin” ve “Salamon” gibi çizgi tipleri de yaratır. Yarattığı tipler içeresinde en ünlüsü, en sevileni olan “Amcabey”in adını taşıyan bir mizah gazetesi çıkarmaya başlar. 6 Aralık 1942 tarihinde ilk sayısından 33. sayısına kadar gazete formunda çıkar. Bu sayıdan sonra, kapanacağı 25 Mart 1944 tarihli 69. sayısına kadar dergi formatında çıkar. Derginin yayıncısı olarak Cemal Nadir Güler, sahibi; Sermet Muhtar Alus, yayın müdürü ise Cemal Nadir’in en yakın arkadaşlarından biri olan Rıza Ruşen Yücer’dir.
15 yıl çalıştığı Akşam gazetesini bırakarak 1943 yılında Cumhuriyet gazetesinde çizmeye devam eder. Cumhuriyet gazetesine geçme nedenini arkadaşı Avni İnsel’e şöyle açıklar: “Dar yakalı elbiseler giydiğim halde iki yakamı bir türlü bir araya getiremiyorum. Şu yokuş Yunus Nadi gibi birkaç babacan patrona daha sahip olsa Babıali gazetecilerin Darülacezesi olmaktan kurtulur!..”
II.Dünya Savaşı yıllarında geçtiği Cumhuriyet’te çizgileriyle, ülkemizde de yükselen Nazi hayranlığına, giderek artan Hitler Faşizmine de çizgileriyle karşı durmuş, savaşın tüm kötülüklerini çizgilerinde sıkça işler. Savaş döneminin yarattığı yeni zengin ve vurguncu tiplerini de çizdiği karikatürlerle eleştirmiş, savaşla beslenen asalakları cesur çizgileriyle ortaya dökmüştür.
Cemal Nadir, l5 Aralık l946 tarihinde şiddetli bir nezleye tutulur. Bu nezleyi birkaç gün içinde atlatır ve tekrar Cumhuriyet gazetesindeki işine döner. Bu sıralarda Eminönü Halkevi’nde verdiği konferanstan yorgun ve terli bir şekilde evine döner. Dört beş gün yatakta kalan ve iyileşemeyen Cemal Nadir, Alman Hastanesine kaldırılır. Hastanede kaldığı süre içerisinde hastalığın onu çok sevdiği hayattan ayırabileceğini hiç düşünmez. Her zamanki gibi şakacı, şen ve ümit doludur… Hep iyi olmayı, iyileşince de ilk iş olarak Bursa’ya, kaplıcalara gitmeyi düşünür. Çok sevdiği Bursa hastalığı boyunca hep gözünde tüter. Hastalığı boyunca yanından ayrılmayan son eşi Malike Güler, sanatçının ölümünden iki gün öncesine kadar çıkacağına inandığını belirtir: “Bursa’yı çok arıyordu… Çok defa bana ‘Musluğu aç ta su sesi duyayım’ der ve kendisini böyle teselli ederdi.”
Bursa’daki babasına (annesi 13 Nisan 1946’da Bursa’da 59 yaşında ölmüştür.) yazdığı 29 Ocak 1947 tarihli son mektubunda; “Babacığım, on on beş gün karikatürlerimi gazetelerde göremiyeceksiniz, merak etmeyin grip oldum.” diye yazar.
Son iki gününü koma halinde geçiren Cemal Nadir, henüz 45 yaşındayken, 27 Şubat 1947 Perşembe sabahı saat 10’u 10 geçe hayata gözlerini yumar. Ölümünden sonra sadece grip olmadığı kan zehirlenmesinden öldüğü anlaşılır.
Cemal Nadir’i tedavi eden Prof. Dr. Akil Muhtar, ıstırap çekmediğini belirtir ve koma haline gelmeden önce son sözlerinin şunlar olduğunu söyler: “Ah iyi olsam, terliklerimi giysem, şu odada dolaşsam, şu köşeye geçsem, resimlerimi yapsam…”
Cenazesi ölümünden bir gün sonra üniversite gençliğinin ellerinde Beyazıt Meydanını götürülür. Meydan çelenklerden yapılmış bir çiçek bahçesine dönmüştür. İnanılmaz bir kalabalık vardır. O güne kadar, bir sanatçı cenazesinde görülmemiş bir insan seliyle ve “Nadir’ler ölmez!” nidalarıyla, Beyazıt’tan Cağaloğlu’na kadar eller üzerinde götürülür. Cağaloğlu’nda bütün dükkanlar kepenklerini kapatmışlar ve dükkanların kepenklerinde bir kâğıt yapıştırılmıştır: “Cemal Nadir’in ölümü münasebetiyle müessesemiz 12’den 15’e kadar kapalıdır.”
Cemal Nadir, onu çok sevmiş İstanbul halkının gözyaşları içerisinde 28 Şubat 1947’de Zincirlikuyu mezarlığında toprağa verilir… Toprağın üzerine ise Amcabey’inin karikatürü konur. Mezarı sonraları Bursa taşından yapılmıştır. Yine sonradan yapılan bronzdan fırça ve tarama ucu defalarca çalındığından bir daha konmaz. Şimdi ise çok sevdiği “Amcabey”i bulunur.
Cenaze törenine Bursa’dan da katılım yoğun olur. Güven Sigorta Bursa Temsilcisi ve Güven Oteli sahibi Naci Kurtul, Cemal Nadir’in hayatına dair bir konuşma yapar ve sözlerini şöyle sonlandırır: “Kendisine memleketi olan Bursa’nın selâmını, son ihtiramını ulaştırmak için koşa koşa geldim. Bursalılar seninle bahtiyardırlar. Bursa seninle iftihar ediyor.”
Sonraki günlerde yine Bursa’da bir ziyaretçisi olur. Kız Öğretmen Okulu Resim Öğretmeni Şahin Özgür, 12 Mart 1947 tarihinde mezarlığı ziyaret eder: “Cemal Nadir’in mezarı da vaktile kendisinin yaptığı bir karikatürde işaret ettiği gibi ‘Paradi’ kısmında bulunmaktadır. Eşsiz sanatkâr diye göz yaşı döktüğümüz bir insanın mezarı niçin birinci sınıf yerlerden seçilmiştir? O gün mezarı başında elliden fazla çelenk bulunuyordu. Çelenkler sanki birbirlerine sarılmış ağlaşıyorlardı. Fazla dayanamadım. Mezarı başından bir avuç toprak aldım, bir dal ve bir çiçek kopardım. Bu bir avuç toprak, bir dal ve bir çiçekle Bursa’ya geldim.”
Ölümünün ardından Bursa’da “Cemal Nadir’i Sevenler Derneği” adında bir dernek kurulduğunu biliyoruz. Dernek eserlerini bir müzede toplamayı kararlaştırır fakat bu gerçekleşmez. Yine Kız Öğretmen Okulu Resim Öğretmeni Şahin Özgür; “Bursa’da Bir Cemal Nadir Müzesi kurulamaz mı? Bunu hak bilir Belediyemizden beklemek hakkımızdır.” Dileğinde bulunur. Fakat bu dilek de şimdiye kadar gerçekleştirilememiştir.
Gazeteci Şevket Evliyagil’in 1943 yılında Yarım Ay dergisi için yaptığı röportajda şöyle diyordu Cemal Nadir:
“– Benden sonra, ortada ne kalacaktır?
– Allah geçinden versin üstadım, isminiz ve eserleriniz.
– Hayır!.. Yanılıyorsunuz, benim arkamdan, benden tek bir şey kalacaktır, AMCABEY…”
DİPNOT
[1] (15 Eylül 2019) Bursa’da Yaşam Ekim 2019