Quantcast
Çerkesya tarihi (Başlangıçtan–1864 yılına kadar) – Belgesel Tarih

Mahmut Bİ
Mahmut  Bİ
Çerkesya tarihi (Başlangıçtan–1864 yılına kadar)
  • 08 Haziran 2018 Cuma
  • +
  • -
  • Mahmut Bİ /

Loading

GİRİŞ
ÇERKESLER VE ÇERKES TARİHİ YAZILIMI

Binlerce yıldır, insanlık tarihinin başlangıcından beri Kafkasya’da (Odice’de) yaşayan beyaz ırkın (Caucasian) temsilcisi Çerkesler, tarihin çok eskiden beri tanıttığı ve değişik adlarla tanımladığı, zengin bir tarih, edebiyat, kültür ve medeniyete sahip kadim bir toplumdur.

Çerkesler Kafkasya’ya başka bir yerden gelmemişler, var oldukları andan günümüze kadar Kafkasya’da Çerkesya denen topraklarda yaşamaktadırlar.

Gerçekten de; Çerkesler arasında söylene gelen mitolojik bir şiir vardır: “Dünya oluşum halindeyken” diye başlayan manzum şiir, Nart Destanları’nda Hımış’ın oğlu Bateres adlı destanda, Bateres’in bakımı üstlenen Vakwe ninenin Bateres için söylediği ninni’den ayarlanması şöyledir:

“Dünya daha oluşum halindeyken
Yeryüzü yeni kabuk bağlamışken
Gökyüzünün kaburgası çatırdarken
Yeryüzü koyun ayaklarıyla sertleşirken
Bestov dağı ufak bir tümsek halindeyken
İdil nehri gençlerin adımlayarak
Geçeceği kadar küçükken
Ben sakalı yarı ağarmış bir yaştaydım
Kara toprağı yarıp geçecek güçteydim
Beni sadece Kazbek dağı durdurabilirdi
Kötü günde atımın eğeri boş kaldı
Kötü günde kara yamçım cenaze örtüm oldu
Kötü günde kısa tüfeğim mezar taşımdı
Kötü günde Semkal kılıcım mezar ucunda saplıydı
Dünya idealimizdekine uygun yaratıldı sandık
Biz bu yalan dünyaya aldandık”

Çerkesler bu şarkı ile; ilk yaratılan insanlar olduklarını, daha yeryüzü şekillenmekte iken var olduklarını, iddia etmektedirler.

Nitekim bilim adamlarınca, Kafkas Dağları’nın güney yamaçlarında Aras nehrinin yirmi mil kuzeyindeki küçük bir akarsı vadisindeki Azıh mağarasında yapılan araştırmalar neticesinde, buranın dünyada ilk yerleşim yeri olduğu ve mağarada bulunan çakıl taşı türü endüstrilerinin de Matuyama Paleomanyetik evresi ile >700 bin yaşıt kabul edilmiştir.

Kafkasya’nın tarihi mücadeleler ve istilalarla doldur. Kafkasya tarihinin her dönemince dünyanın dikkatlerini üzerinde toplamıştır. Kafkas tarihi, kesin dönemlere ayrılmayan uzun ve sürekli bir öykü gibidir.

Çerkesler, tarihlerinin ve vatanlarının kendilerine kazandırdıkları karakteristik vasıfları temsil etmek ve yaşatmak hususunda gösterdikleri sadakat ile bütün dünya ulusları arasında temayuz ve tebaruz ederler.

Nitekim meşhur Rus edibi Puşkin “Les Circassiens sont democrate de mocust et aristocrates de coeurs”. Yani, Çerkesler tavır itibari ile demokrat, fakat kalpleri aristokrat diyor. Çerkes karakterini tarif için hiçbir kalem bu büyük dahinin şu veciz tasvirinden daha açık ve kuvvetli bir ifade olamaz.

Jabağı Baj bu konuda şöyle diyor; “Çerkes’i kalben aristokrat, tavran demokrat yapan etkenler, milli terbiyenin onda yarattığı ‘nefse hâkimiyet, şahsi şeref, namus’ duygularıdır. Bu faziletleri kendisinde gören bir adamın eşitliği sevmemesi, mütevazi, aristokrat ve demokrat olmaması imkansızdır. Bundan dolayıdır ki, Çerkes’in dilinden hiç düşmeyen ‘Werkh’ yani kibarlık; hareketlere de daima rehber olmuştur.”

Werkh, kelime anlamı olarak bey ve asil demektir. Çerkesler arasında Werkh’lik öyle bir rütbe öyle bir asalet unvanı ki bu bir hizmete karşılık hükümdarların tevcih ettiği rütbeye hiçbir şekilde benzemez. Bunların; memleketin ve Çerkes kavminin büyükleri oldukları halde son derece alçak gönüllü, nazik, merhametli, şefkatli, cömert, cesur ve sabırlı olurlar. Werkhler yani Beyler soyluluk simgesi olan kırmızı pabuç ve çizmeleri, prensler gibi giyme hakkına sahiptirler.

Eski dönemlerde Werkh sınıfı kültür ve terbiye bakımında diğer tabakalardan olanlardan daha seçkin ve üstün durumda idiler. Werkh, şan ve statüsü savaşlarda en fazla kahramanlık göstermiş, akıl ve zekâsı ile bilgisiyle öne çıkmış olanlara verilirdi.

Kabile ve aşiret toplumundan kurtulup küçük, fakat mağlubiyet kabul etmez kahraman bir devlet vücuda getiremeyen Çerkesler “Pşı” denilen reisleri ile “Werkh” dedikleri Beylerine karşı derin ve sarsılmaz bir hürmet ve itaat gösteriyorlar; yaşlılara (Thamade) ve kadınlara karşı hiçbir millette benzerine tesadüf edilemeyecek derecede medeni ve insani bir saygı besliyorlardı.

Gençler Thamadeler’in düşüncelerine, sözlerine karşı gelmeye cesaret etmezler. Huzurlarında (bulundukları yerlerde) oturmazlar, ne şekilde olursa olsun onların isteklerini reddetmezlerdi.

Çerkesler’in bütün toplumsal ve özel yaşamları yasa koyucu tarafından düzenlenen Xabze kurallarına göre şekillenmekte idi. Xabze kurallarının, Çerkes insanının kişiliği ile ve toplumsal yaşamı ile örtüşmesi, fertlerin bu kurallara kendiliğinden uymasını sağlamıştır. O kadar ki çoğu zaman yaptırıma ve yaptırım uygulayacak makamın müdahalesine gerek kalmadan insanlar bu kurallara uymuş, bu kurallara uyulması gerektiğini kendilerini inandırmışlardır.

Kabile toplum özelliklerini taşıyan Çerkesler, binlerce yıl süren işgaller nedeni ile sıkıştıkları derin vadilerde toplumsal organizasyonları geliştiremediklerinden, toplumda mevcut demokratik düzende bir çözülme ortaya çıkar. Hatta seçimle gelen Klan ve Kabile Şefliği, XV. Yüzyıldan itibaren kalıtsal hale dönüşür ve babadan oğla geçecek duruma gelir.

Gerek kendi aralarında gerekse diğer yabancı toplumlara yönelik “Zek’ue” denen yağma ve çapul akınlarında savaş şeflerinin  “Dzepş” ganimet paylaşılmasında diğer kabilenin veya klanın mensuplarına göre zenginleşmeleri sonunda askeri aristokrasi oluşur. Neticede kabile ilişkilerinde bir çözülme ortaya çıkar.

Nitekim, XVI. yüzyıl   başında 1502 yılında Kuzeybatı Kafkasya’da tetkik gezileri yapmış bulunan İtalyan yazarlardan Cenevizli Giorgio İnterianno (1500-1557), gezi sonunda kaleme aldığı söz konusu kitabında; Çerkeslerin örf ve adetlerini açıklarken, Werkhlerin çalışmayıp, yağma ve talanlarla uğraştıklarını yazar. Klan ve kabile savaşları Çerkes toplumunda Feodalizm’in gelişiminde ivme kazandırdı.

Feodalizm düzen, “Çerkes Xabze” denen adet ve gelenekleri önemli ölçüde değiştiriyordu. Bu gelenekler, feodal sosyo-politik yapıya göre gelişiyor, köylüleri kişisel açıdan bağımlı duruma sokan kanunlar haline geliyordu. Halk arasında yaygın olan demokratik hukuk düzenin yerini feodalite hukukuna “Werkh Xabze”ye bırakıyordu.

Bu törelerin başlıca koruyucu ve uygulayıcıları da Werkhler idi.

Kasımov’un, “Çerkes Soykırımı” adlı eserinde de belirttiği gibi, “Çerkes Xabze” ve “Werkh Xabze”nin ikisi de Çerkes halkını sömürmeye yarayan hukuk düzenleriydi.

Kafkasya’da “Özgürlük Savaşları”nın devam ettiği dönemde, Çerkesya’daki Feodal Beyleri ile Çarlık Rusyası’nın çıkarlarının paralellik göstermesi, Feodal Beylerin önemli bir bölümünün Çarlık Rusyası ile işbirliğine gitmesine sebep olmuştur.

Çerkesya topraklarının Ruslar tarafından işgal ve kolonize edilmesinin vebali yalnız ve yalnız Çerkes toplumuna önder olmuş, her biri kendi kabilesine lider olup, mahalli otoritesini kaybetme endişesinden başka milli denecek bir gailesi bulunmayan liderlerindi.

Çerkesler, yarı feodal, yarı klan kültürü, biraz da ulusal kurumsallaşmaya adım atmış ve zayıf da olsa ulusal bilinç öğeleri taşıyan karmaşık bir sosyal yapı ile sürgün bir yaşama itilmişlerdir.

Bilindiği gibi, Çerkesler başlangıçtan 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nın imzalanmasına kadar geçen ve binlerce yıl süren bu uzun dönemde peş peşe yaşadıkları büyük acılardan dolayı istilalara karşı varlıklarını korumak mecburiyeti ile cengâver, haşin ve zapt edilmesi güç bir topluluğa dönüşmüşlerdir.

Çerkesler, zengin bir tarihe, edebiyata ve kültüre sahip olmaları bir yana, kadim Kafkas medeniyetinin de varisleri olma sıfatını taşımalarına rağmen, bugüne kadar kendi toplumlarına ait bilimsel anlamda bir “Çerkes Tarihi” yazamamalarının ana nedeni tarih yapmaktan, yazmaya vakit bulamamalarından kaynaklanmaktadır.

Günümüzde bilimsel tarih anlayışının varlığına karşın, “Özellikle tarih öğreniminde bilim dışı tarih anlayışının yaygınlığı dikkat çekecek düzeydedir.” Bu nedenle XIX. yüzyıldan itibaren Çerkes Tarihi’ne ait bilimsel çalışmalardan söz etmeden önce, çalışma yapılan döneme ilişkin bölge devletlerinin politikası ve toplumsal yapıdan söz etmekte fayda vardır.

Ruslar’ın Kafkasya Bölgesi’ne ilk gelişleri X.yüzyıla kadar uzanır. Ruslar’ın bir kolu Dinyeper Irmağı ağzından Don ve Volga Irmaklarını izleyerek Hazar sahillerine inmişlerdir. Diğer bir kısmı ise, daha sonra 940’lı yıllarda Kuban Nehrini izleyerek Kafkas Dağları’nın kuzey bölgesine, oradan da Hazar denizine ulaşmışlardır.

Bütün bu girişimlerin gayesi, Akdeniz ile Kuzey Kafkasya çevresindeki Hazar hâkimiyetini kırmaktı. Ruslar’ın bu bölgeye ilk yayılışlarının ilk adımı Kiyef Knezi Svyatoslav I. İgoeviç (965-973) tarafından atılmıştır. Yerine gelen oğlu Vladimir I. Svyatoslaviç Svyatoy (978-1015) Kafkasya’nın Merika (Toma-Tarakan) üzerinde hak iddia ettiğini oğlu Mstislav’ı Tamutarkan Prensi unvanı ile vali atamasından anlaşılıyor.

XIII.-XIV. yüzyılda siyaset, iktisat ve hatta kültür bakımından Doğu Avrupanın en büyük devleti olan Altınordu Devleti’nin hakimiyeti, o zamana kadar birbirine düşman çeşitli prenslik ve kabileler halinde yaşayan Rus kavminin birleşmesini sağlamış ve bir millet teşekkülüne başlıca amil olmuştur.

Ruslar, Altınordu Hanlarından Mengü-Temir Han zamanında (1267-1286) Kafkasya’da yaşayan Alanlar’a karşı 1277 yılında düzenlenen bir sefere katıldılar.

Nikon Vakayinamesine göre; Altınordu Hanı Mengü-Temir Han, Rus Gleb Boris’in oğlu Constantine, Yaroslavlı Fedor ve Gorodetsli Andrew’in de katıldığı bu sefer sonunda Alanlar’ın Dadakov (Dzajigan= Vladi Kavkaz) şehrini teslim aldılar (1278).

Savaşa katılan Ruslar, bu harekâttan yararlanarak Kafkasya’nın içlerine kadar girmek imkânını bulmuşlar ve bu suretle Kafkasya’yı yakinen tanımak fırsatını elde etmişlerdir.

Böylece Mengü- Temir Han’ın bu muvaffakiyeti Ruslar’ın zihniyetinde Kafkasya’ya sahiplenmek gayesine esas olacak hatıralar kalmasına sebebiyet vermiştir.

Nitekim Rusya’nın Kafkasya Bölgesi’ne karşı yürüttüğü saldırı siyaseti Çar Petro I. Aleksieviç dönemince (1682-1725) tekrar gündeme gelerek kuvvet kazanmıştır.

Ruslar, 21 Temmuz 1774 tarihinde imzalanan “Küçük Kaynarca Antlaşması”nın ardından 9 Eylül 1783 tarihinde Kırım’ı işgal ettiler. Yeni bir savaş gailesini göze alamayan Osmanlılar imzaladıkları 8 Ocak 1784 tarihli “Kırım Senedi”nin bir maddesi ile, Kuban Nehri Osmanlı- Rus Devletleri için sınır kabul edilmiştir.

Kırım’ın Rusya’ya katılması, Kafkasya’nın 1864’teki sonun başlangıcı olmuştur.

Bu dönemde Kafkasya topraklarının Ruslar tarafından işgal ve kolonize edilmesi karşısında; Batı’da 1763’te ilk defa ayaklanan Kabardey Çerkesleri’nin 1764’te toplanan “Büyük Xase”de savaş kararının alınması ile başlayan ve Doğu’da İmam Mansur’un (1785-1791) önderliğinde tüm Kafkaslıların birleşerek işgalci Rus ordularına karşı yürütülen  “Özgürlük Savaşı”, 6 Eylül 1859’da İmam Şamil’in saf dışı edilmesi, ardından Batı Kafkasya’da 21 Mayıs 1864’te Çerkes kabilelerinin etkisiz hale getirilmeleri ve kitleler halinde yurtlarından koparılarak, sefalet içinde Osmanlı İmparatorluğu topraklarına zorunlu olarak göçmeleri ile sona erdi.

Bu olay, tarihte; “Muhaceret (Göç)”, “Büyük Göç”, “Sürgün”, “Soykırım”, “Yistanbulake (İstanbul Yolculuğu)” gibi adlarla anılır.

Sürgünde yaşanan acı ve hüzünlü anlar, yaşayanlar tarafından o dönemde Ğıbze’ye dönüştürülerek birlikte terennüm edilmiştir.

İlgi çekici olanı çocuklarının, onların çektiği acıyı paylaşmış olmasıdır. Yeni nesillerin, atalarının yaptıkları Özgürlük Savaşlarını, çileli göçü, adım adım izleyerek, manevi düzeyde bu eski günleri onlarla birlikte tekrar tekrar yaşamalarıdır. Ciddi anlamda sözlü ya da yazılı hiçbir propaganda aracı kullanılmadan, bu duygusal ilişki doğal olarak devam etmektedir.

Bu olay, Çerkes insanındaki iç dinamizmden, adet ve geleneklerin (Xabze’nin) gücünden kaynaklanmaktadır. Trajik olayların halk belleğinde bıraktığı derin izlerin, hala varlığını sürdürmesinden ileri gelmektedir.

Geçmişin acı olayları, geleceği de şekillendirecek tarzda, nesilden nesile aktarılmış, ulus bilinci zamanımıza kadar taşınmıştır.

Osmanlı topraklarına yerleşen Çerkes göçmenleri, tıpkı kendi anayurtlarında olduğu gibi, kendilerine özgü yerleşim birimleri, sosyal yaşam tarzlarına uygun köyler ve hatta küçük bölgeler oluşturarak geleneklerini korumaya çalıştılar.

Çerkesler’in birçoğu yetenekleri sayesinde Osmanlı Devleti’nin en yüksek kademelerine kadar çıkabilmişlerdir. Hatta bunlardan birçok sadrazam dahi çıkmıştır. Bunlar Çerkesler ile Osmanlı Devleti ve saltanatı arasında bağların sıkılaşmasını sağlamışlardır. Özellikle İmparatorluğun yüksek mevkilerini elde etmelerinin sonucu olarak Çerkesler’e karşı ayrı bir ilgi duyulmaya başlanmıştır.

Kafkasya’nın Ruslar tarafından uygulanan  işgal ve kolonizasyon harekatı sırasında; Alman, Rus ve diğer Avrupalı âlimlerin içinde çalıştığı Ruslar’ın “Doğu İlimleri Akademisi”nin görünüşte gayesi, bilinmeyen Doğu ve Batı milletlerini her yönü ile tetkik etmek, gerçekte ise Rus Emperyalizmi’ne zemin hazırlamaktı.

Çar Petro I. Aleksieviç (Deli Petro), ölmeden önce gerçekleştirmek istediği hayatının en büyük gayelerinden biri olarak kabul ettiği söz konusu “Doğu İlimleri Akademisi”nin temellerini atmış, kadrosunu ve masraflarını tespit ederek, çalışacak ilim adamlarını dahi Rusya’ya davet etmiştir. Ölümünden sonra halefleri aynı yoldan ayrılmadıkları gibi, Akademinin çalışmalarını takip edilen Rus politikasına uygun bir şekle sokmuşlardır.

Doğu İlimleri Akademisi’nde Müslüman Türk Dünyası(Kafkasya dâhil) bir bütün olarak ve her yönü ile ele alınmış; psikoloji, pedagoji ve sosyoloji ilimlerine göre tetkik edilip, hangi şartlarda zaaf gösterdiği, hangi şartlarda yenilmez olduğu tespit edilmiştir. Bundan sonra Ruslar’ın taktiği bu ilmi görüşlere göre ayarlanmış, Türkün (aynı şekilde Çerkesler’in) zaaf gösterdiği anlarda harekete geçmiş, yenilmez olduğu anlarda ise, sulh meleği kisvesine bürünmüştür.

Ruslar’ın 1722 yılında İran’a yardım bahane ederek Kafkasya Bölgesi’ne büyük bir ordu ile saldırması, Hazar’a karşı alakasız olmaya Osmanlı Devletini harekete geçirmiş ve Tiflis, Nahçivan ve Revan fethedilmişti. 1724’te İstanbul’da yapılan antlaşmada Osmanlı tarafı Rusların ele geçirdiği yerlerin Şah tarafından gönüllü verildiğini kabul ediyor ve kendisi de Karabağ, Gence, Tebriz, Nahçivan, Erivan, Kazvin ve Gürcistan’ı alıyordu.

Harekâta devam eden Osmanlı Devleti Eylül 1724’te Revan ve Nahçivan’ı; Ağustos-Eylül 1725 Lori ve Gence teslim alınmıştır. Rusların İran topraklarında yaptığı işgale karşı başlanan bu harekât daha sonra İran’ın birliğini sağlaması ile bu Osmanlı-İran Savaşı’na dönüşmüştür.

Bu arada Rus Çarı IV. Ivan (1533-1584), Kazan (1552) ve Astırahan’dan (1557) sonra Volga-Hazar ticaret yolunu ve Hazar’ın kuzey sahillerini de ele geçirmek istiyordu. Bunu için de Rusya, Osmanlı Devleti’ne karşı Safevilerden yararlanmayı ve Hazar’ın kuzeyinde güçlenmeyi amaçlıyordu.

Bu amaca yönelik olarak Rus Çarı IV. Ivan 1569’da Aleksey Hoznikov liderliğinde Kazvin’e elçi göndermiş ve İran’a yüz top ile beş yüz tüfek yardımda bulunmuştur.

Osmanlı-İran Savaşı (1578-1590) esnasında Rusya’ya giden Safevi elçisi Andi Bey, Ruslara Osmanlı Devleti’ne karşı iş birliği yapmaları halinde Bakü ve Derbent’i vermeyi teklif etmiştir. Ruslar da bunu temin için Vasılçikoyt’u görevlendirmiş ve İran’ı “en kötü düşmanı olan Türklere karşı” desteklemeyi vaat etmiştir. Çar Boris Gudonov (1598-1605) hükümranlığı esnasında İran’a gönderdiği heyet vasıtası ile Osmanlı Devleti’ne karşı yazılı antlaşma yollarını denemiştir. Michael Feodoroviç zamanında (1613-1645) İran-Rus ilişkileri ivme kazanmış ve Abbas Mirza Çar’ın İran’a gönderdiği heyete güçlerinin birleştirirlerse Kırım’a kadar düşman kalmayacağını ve hatta olan düşmanların da kendilerine karşı duramayacağını bildirmiştir. Bu tür ilişkileri daha sonraki yıllarda da devam etmiştir.

Osmanlılarla Safeviler arasındaki ilişkilerde Kafkas siyaseti, diğer ana gerginlik unsurları yanında önemli bir yere sahip olmuştur. Stratejik olarak Kafkasya Bölgesi’nde Azerbaycan’a hâkim olma gibi bir düşünce, daha Yavuz Sultan Selim’in Trabzon’daki şehzadelik yıllarında Safeviler ile yaptığı mücadelelerde ilk belirtilerini göstermiştir.

Osmanlıları 1720’lerde İran ile olan savaş 1736 yılına kadar devam etmiştir. Aralıklar ile devam eden bu savaş yapılan barış ile Kafkasya bölgesinde fiili olarak hâkimiyet kurmalarını bir kere daha başarısızlıkla sonuçlandırmıştı.  Bundan sonraki gelişmeler ise daha çok küçük çaplı askeri harekât ve bundan da önemli diplomatik faaliyetlerle kendini gösterecektir.

O dönemde Kafkasya Bölgesi’nin herkesten önce Rus, Osmanlı ve Safevi Devletleri için olan değeri pek fazlaydı. Kafkasya, Rus yayılma siyasetine ve saldırılarına karşı, Osmanlı ve Safevi Devletlerinin varlık ve bağımsızlıklarını sağlamlaştırıp koruyabilecek bir durumda idi. Onun içindir ki, buraları, Osmanlı ve İran çekişmelerine kanlı ve feci sahneler oluşturmaktan kurtulamamıştır. Bundan dolayı her iki Müslüman Devlet, varlıklarını tehdit etmekte olan ortak tehlikeye; yani Rus istilasına karşı birlik ve beraberlik gerektiğini anlayıp, Kafkasya politikaları ile ilgili bir uyuşma sağlayamamışlardır.

O kadar ki, bu iki devlet, hiç olmazsa Kafkasya’ya maddi-manevi bir güç ve kuvvet, siyasi yönden bir varlık vermek ve Çerkeslere özgürlük savaşlarında yardım etmek politikasını dahi düşünememişlerdir. Kırım seferi ve Paris Kongresi böyle bir politikanın uygulanmasına pek elverişli bulunmuş iken, ne yazık ki bundan da yararlanılamadı.

Rusya’yı Kafkasya’nın işgali ve kolonizasyonuna yönelten en etkin neden, daha önce değinildiği gibi, Çar Petro I. Aleksieviç’in (Deli Petro) vasiyetnamesi ve buna dayanılarak kurulan “Doğu İlimleri Akademisi”nin Rus Emperyalizmine zemin hazırlayan sözde bilimsel çalışmalar teşkil etmektedir..

Diğer yabancıların Çerkesler için yaptıkları çalışmalar ne kadar takdire şayan olsa da; yine de doğrudan doğruya Çerkesler’den biri olmadıkları, tarihiyle ilintili olmadıkları, Çerkes halkının sözlü kültür aktarımlarına, geleneklerine, ahlak ve adabına, toplumsal yaşam anlayışlarına, ruhsal yapılarına hakkıyla nüfuz edememişlerdir. Hatta şimdiye kadar Çerkes dili hakkında bile derinliğine bir çalışma yapabilmiş değildir.

Bu nedenle mükemmel bir “Çerkes Tarihi”nin yine ancak Çerkesler tarafından yazılabileceğini kabul etmek gerekir.

Kafkasya’ya ilişkin olarak yabancı yazarların kaleme aldıkları ise ulusal duygu ve duyarlılık söz konusu olmadığı gibi, işin içerisine ırk ve inanç taasubu da girmiştir. Bu nedenle Çerkesler’in eski tarihlerine dair bilgiler çok bölük pörçük ve yanlışlıklarla doludur.

Çerkes Tarihi yazılımı konusuna girmeden önce, Çerkesya ve Çerkes halkı hakkında yazılan eserlerden, örnek vermek amacı ile sadece birkaç eser ve yazarından söz etmekte fayda vardır.

XIX. yüzyılda Rusya Devleti hizmetinde çalışmış olan Fransız asıllı Rus vatandaşı Leonti Yakovleviç Lyulye (1805-1862) Çerkes etnografyasına değerli katkılarda bulunmuştur. 1820-1860 yılları arasında Çerkesya’da Rusya hizmetinde “Özel görevli memur” olarak görev yapmış ve Çerkeslerle yakın ilişkilerde bulunmuştur.

Yazar, ilk olarak 1846’da Rusça Çerkesçe bir sözlük yayınladı. Çerkesya konusunda da önce yayınlanan “Çerkeslerin (Adığe), Abhazların (Azeğe) ve Onlarla Komşu Dağlı Halkların Yaşadığı Ülkeye Genel Bakış” ve “Natuhaylar, Şapsığlar ve Abadzehler” başlıklı makaleleri ise ilk olarak 1857’de, kendisinin de faal üyesi olduğu “Rus Coğrafya Cemiyeti Kafkasya Şubesi”nin yayın organı olan Zkorgo’da, IV. kitapçıkta yayınlandı. “Çerkeslerde İnanışlar, Dini Törenler ve Boş İnançlar” 1862’de V.kitapta “Şapsığlar ve Natuhayların Toplumsal Kurumları ve Gelenekleri” ise 1866’da VII. kitapta yayınlandı.

Söz konusu dört makale daha sonra ayrı bir kitap olarak 1927’de Krasnador’da, 1990’da Ukrayna’da, 1991’de Kiev’de, aynı yıl Nalçik’te yeni baskıları yapılmıştır.Murat Papşu, bu eserin Türkçeye çevirisinin önsözünde şöyle söz eder;

“Rusya’nın Kafkasya’ya ve Çerkeslere gösterdiği bu ilginin bilimsel kaygılardan çok emperyalizmin genel eğilimi olan ve işgal edilmesi planlanan ülkenin ve halkının her şeyini bilme ve bunu amaca uygun olarak kullanma arzusundan kaynaklandığından şüphe yoktur. Nitekim XIX. yüzyıl ortalarında Rusya, artık Çerkesya’nın bir bölümünü işgal etmiş ve aralarında ittifak kurarak direnmeye devam eden sahildeki Çerkeslerle- Şapsığ, Natukoy, Abadzah ve Ubıhlar savaş halindeydi.”

Lyulye, söz konusu eserde, özellikle Çerkesya ve Çerkeslerden söz eder;

“Biz genellikle Kafkas Dağlarının kuzey yamaçlarında oturan bütün kavimleri ‘Çerkes’ diye adlandırıyoruz. Fakat onlar kendilerine “Adiğe” diyorlar. Adiğe ve Çerkes kavramı şu kollardan teşekkül eder; Abadzah, Şapsığ, Natkuaç, Kabartag, Besleney, Mohoş, Kemgoy, Hatukoy, Bzedeğ ve Jan.”

“Pallas, Çerkeslerin ülke ülke dolaşan şövalyeler olduklarını, Kafkasya’da yaşayan Halkları itaatleri altına alıp, Töton şövalyelerinin hiflandahlara dillerini öğretmesi gibi, Çerkeslerin de kendi dillerini yavaş yavaş onlara öğrettiklerini ileri sürüyor.”

Yine, XIX.yüzyılda 1852’den itibaren Kafkasya’da Genel Valiler kaleminde Rusya’nın emrinde çalışmış olan Fransız asıllı  Kafkasolog Adolf Petroviç Berje (1828-1886) tarafından 1858 yılında Tiflis’te yayınlanan “Kafkasyalı Dağlı Kavimlerin Kısa Tasviri” adlı kitapta, o dönemde az bilinen Kafkasya’yı ve halklarını kısaca tanıtmayı amaçlamıştır. Murat Papşu, bu kitabın Türkçeye çevirisinin özsözünde şöyle söz eder;

“Özellikle XIX.yüzyılda Rusya’da yapılan bu tür çalışmada, bilimsel meraktan çok Rusya’nın İmparatorluk politikasının bir gereğidir. Bu çalışmalar Kafkasya’nın işgalini kolaylaştırdığı şüphesidir. Kitaptaki yanlı ve küçümseyici yorumları okurken Berje’nin, kendine “vahşi Dağlılara medeniyet götürme” misyonu yükleyen Rusya’nın politik siparişini yerine getiren bir memur olduğu unutulmamalıdır.”

Kafkasolog Adolf Berje, sözkonusu kitapta, Çerkesler’in kendi efsanelerine göre; Çerkes Halkını oluşturan kabilelerin aşamalı olarak, 100 yıllık bir süre içinde , Kafkas Dağlarının kuzey yamaçlarına yerleşmelerinden söz ediyor. Çerkes Halkını oluşturan kabilelerin adlarının da, Kabardeyler, Şapsığlar, Natuhajlar(Nathokuac), Seğekler veya Heaklar, Abadzehler, Hatukaylar, Bjeduğlar, Janeler, Kemguylar(Kemirgoy, Temirgoy), Yeğerukoylar, Besleneyler ve Mahoşlar diye geçer.

Berje’ye göre;” Çerkesya “ denilen ülkeye, Ubıh toprakları dahil olmak üzere bütün küçük Kabardey, Çerek ve Malka nehirleri arasındaki Kabardey düzlüğünün büyük yarısı; Teberda, Kuban, Laba ve Belaya arasındaki dağönü düzlüğü; Aşağı Kuban’ın sol kıyısı ve son olarak Karadeniz’in Kuban ağzından Bzıb nehrine kadar olan doğu kıyısı girmektedir. 1829 yılına kadar Kuban nehri(Çerkesler’de Pşıj), Rusya’nın mülkiyetindeki toprakların Çerkes topraklarıyla sınırını teşkil ediyordu.

Ruslar’ın Kafkasya bölgesini işgali döneminde; 1835-1836, 1837-1838 yılları arasında öncelikle Abhazya’dan başlamak üzere Çerkesya topraklarının Kabardey Bölgesi’nin bir bölümü ile Adıgey’i de gezip daha sonra kıyı boyuna inan ve tüm kıyıyı geçerek tekrar Tiflis’teki karargâha dönen Feodor Feodoroviç Tornau ilerici Rus subaylarının en parlak temsilcilerinden biridir.

Tornau’nun bu seyahati esnasında toplamış olduğu çok önemli bilgileri, Kafkas-Rus Savaş planlamasında Ruslar değerlendirmişlerdir.

Çerkes toprakları ve Çerkes halkı hakkında çok değerli bilgileri içeren bu seyahat notları, Kafkas-Rus Savaşları bittikten sonra, 25 Eylül 1864 tarihinde Moskova’da kitap haline getirilerek yayınlanmıştır.

Tornau, Karadeniz kıyılarından başlayarak, Kuban’ın öte yanında yaşayan insanları üçe ayırır: Çerkesler, Abazinler ve Tatarlar. Bunların birbirine hiç benzemeyen üç yabancı dil ile konuştuklarını ve bu arada aslını çözemediği bir dördüncü dil Ubıh’dan söz eder.

Tornau, seyahat kitabında Çerkesler ile ilgili olarak şöyle söz eder:

“Çerkesler kendilerine Adige olarak hitap ederler. Bir kısmı prens ve asilliği kabul ediyor, bir kısmı ise prens ve asilliği reddediyor. Çerkeslerde iki lehçe vardır. Biri Kabartayca (bu prens Çerkeslerinin lehçesidir), diğeri Abzehce (özgür sülalelerin lehçesi). Benim zamanımda Kuban’ın öte yanında olan Çerkesler bu lehçeyi kullanırdı.”

  1. a) Prens sülalelerine itaat eden Çerkesler;

1.Besleneyi; Balşoy Laba’da ve Teçenye’de sekiz bin kişi yaşıyordu. Bunların prensi Kanuk ve Şaloh sülaleleri idi.

2.Kemirgoy; Yegeriko. Bunlar Prens Balatuko’nun emrindeydiler. Laba’nın alt tarafında, dokuz bin kişi yaşıyordu.

3.Mahoş, Laba Irmağı’nın sol tarafında Kemirgoy’un üstünde iki bin beş yüz kişi, Prensleri Bogorsuh’tu.

4.Hatugay, Prensleri Hatugaydı. Laba ve Shaguaşe ırmağının sağ tarafında, beş bin insan yaşıyordu.

5.Bjeduğ, Pşehups ırmağı ile Psişe ırmağının alt tarafında yaşıyorlardı. Altı bin kadardılar ve Prensleri Kamişey ve Çerçeyn’di.

6.Kabartaylar, Urup’ta yaşamak için yerleştirilmişlerdi. Dört bin ile beş bin arasında insan yaşıyordu.

b)Özgür Çerkesler;

1.Şapsığlar, Karadeniz kıyılarından başlayarak Ana Şagey nehrine kadar olan bölgede, Natuhay’lar da Ana ile Sucuk koyu arasında yaşıyorlardı. Bunlar Şapsığ sayılırlar. Ancak kendilerine isim(Natuhay) verdiler. Üç yüz bin kadar oldukları tahmin ediliyordu.

2.Abzehler, Şhaguaşe nehrinin öte yanı ile ormanda yaşıyorlardı. Sayıları yüz altmış bin civarındaydı.

3.Ubıhlar, bazıları Ubıhlar’ın özel soyları olduklarını söylerlerdi. Dağların güzey batısında Soçi ile Şahe nehri arasında Şapsığlara karışmış olarak yaşıyorlardı. Hize, Vordım, Şimiguaç ve Zuitst asil sülaleleri idi. Çerkesler bunlara Ardon derlerdi. Maalesef Ubıh dilini konuşana rastlamadım. Rastladığım Ubıhlar da Çerkesce konuşuyorlardı. Altı bin kadar Ubıh olduğu tahmin ediliyordu. Çerkes kabileleri yaklaşık olarak beş yüz bin kişiydi.

“Çerkesya’nın Ruslar tarafından İşgali” adlı eserin yazarı Albay Seğmen Esadze, Gürcü asıllıdır. Kitap, ilk defa 1914 yılında Rusya’da yayınlandı. Kitap, esas olarak Kafkasya “Özgürlük Savaşları”nın 1830-1864 yılları arasındaki son dönemi, Ruslar açısından incelemektedir. Yazar, Çerkesleri “Düşman Halk”, istilacı Rus birliklerine karşı yurdunu savunmakta olan Çerkes askeri birliklerini “güruh” olarak adlandırmaktadır.

Türkçesi Murat Papşu tarafından gerçekleştirilen bu kitabın takdim kısmında araştırmacı yazar Sefer E.Berzeg şöyle söz eder; “Kitap ikinci defa 1993 yılında Maykop’ta yayınlandı. Okuyucu, kitabın yazılış amacının Rusya’nın Kafkasya’yı istila ve kolonileştirme politikasını haklı çıkartmak olduğunu unutmamak ve eleştirel bir gözle bakmak koşulu ile, bu kitaptan dönemin olayları hakkında bazı bilgiler elde edebilecektir.

Nitekim S.Esadze, düşman gözü ile baktığı Batı Kafkasya halklarını Adige ve Abaza olmak üzere iki asıl kavime ayırır. Çerkes kavmine mensup olanları, Besleneyler, Bjeduğlar, Mahoşlar, Yegerukaylar, Temirgoylar, Hamışeyler, Natuhaylar, Yukarı ve Aşağı Abadzehler, yakın ve uzak Şapsığlar ve Ubıhlar olarak zikrettikten sonra, bunların Laba, Belaya, Afibs nehirleri arasında, taa denize kadar Kafkas Sıra Dağları’nın her iki tarafında Soçi’den Anapa’ya kadar olan sınırlar içinde yaşadıklarından söz eder.

Aynı dönemde, Çerkesler hakkında çok değerli bilgileri bize aktaran soylu bir aileden olan Fransız yazar Şövalye Taitbout De Marigny’nin 1818-1823 ve 1829 yıllarında Çerkezistan’a yapmış olduğu üç seyahata ilişkin anılarını kapsayan “Çerkesya Seyahatnamesi” adlı eseri, kendisi Odesa’da Hollanda Konsolosluğu’ndaki görevinden izinli olduğu bir zamanda, Rusya basınında, kendisinden habersiz olarak, her türlü yanlışlıklar ve kasti hatalarla dolu olarak 1836 yılında yayınlanmıştır.

1837’de İngiltere’de gerçek seyahatnamenin aslından 1994 yılında Türkçe tercümesi yapılan yeni baskı kitabın önsözünde, Aydın O.Erkan bu kitap için şöyle söz eder; Bu kitap, Çerkesler arasına giren, onların konuğu olan ve onları tarafsız olarak anlamaya çalışarak her yönleri ile araştıran ilk ve tek Avrupalı görgü tanığının anıları olması nedeniyle bu konuda çok ilginç ve ilk değerli belgedir.

XIX. yüzyıldan önceki yıllarda Kafkasya’yı çeşitli nedenlerle gezen Avrupalı bilim adamı, tüccar, gezginci ve benzeri kişiler tarafından Kafkasya ve Çerkesler konusunda bir takım yazılı eserler bırakmışlardır. Bunların ilgilendikleri konular, sadece özeli kapsıyordu. XIX. yüzyıldaki bu eser kadar geniş anlamlı ve tam görgü tanığı değildiler.

O dönemin en büyük deniz gücü olan İngiltere, Rusya’nın Edirne Antlaşması ile Çerkesya’ya sahip olduğu tezine karşı çıkmasına rağmen, zamanın dış işleri bakanı Palmerston Rus yanlısı bir politika izlemiştir. Olayları devamlı olarak Rusya lehine yorumlamış ve 1828’de çıkan savaşlardan Osmanlı Devleti’ni sorumlu tutmuştur.

Buna karşılık İngiliz Kralı IV. William Rus karşıtı bir insandır. Çerkesya’nın bağımsız bir ülke olduğu ve Rusya’nın Çerkes kıyılarını abluka altına almaya hakkının olmadığını göstermek için tuz yüklü bir geminin oraya gönderilmesine karar verir.

Böylece MR. Belle’e ait Vixen gemisi doğrudan Çerkesya kıyılarına gide rve sadece eski bir kalenin yıkıntılarının bulunduğu Sucuk Kale’de kıyıya demir atar. Geminin gelişinden otuz altı saat sonra, mürettebatın çoğunluğu ve mal sahibi karada pazarlık yaparken, açık denizden gelen Ajax adlı bir Rus fırkateyni 25 Kasım 1836’da gemiye el koyar, İngilizler tutuklanır, ambargoyu delmekle suçlanırlar ve gemi ile içindeki mallar da ganimet olarak alınır. Güya Çerkesya Rusya’nın bir parçası ve İngilizler kaçakçılık yapıyorlardı. Bu olay İngiltere’de büyük bir infiale sebep olmuş ve halk ile Kral sert bir tepki gösterilmesini isterken hükümet Rus yanlısı politikasına devam etmiştir.

Ruslar, Mr. Belle ve ondan sonra Çerkesya’ya gelen Mr. Longwort ile Mr. Strangways’in faaliyetlerinden son derece rahatsız olmuşlardır. Bu öfke ve nefretin sebebini anlamak zor değil. Ruslar Çerkesya’nın işgalini bir “oldubitti” şeklinde bitirmek isterken, çok şiddetli bir direnişle karşılaşmışlar ve gelen İngilizler de bu olayları dünya kamuoyuna duyurarak Rusları çok zor durumda bırakmıştır.

ÇERKES TARİHİ YAZIMI:

Çerkesler binlerce yıldan bu yana Kafkasya Bölgesinde “Çerkesya” denen anavatan topraklarında yaşamalarına rağmen, sahip oldukları maddi ve manevi tarihi değerleri gelecek nesillere aktarmak konusunda ilk defa anavatan Çerkesya’da onların sosyal sorunlarını tarih süzgeci içinde dile getiren Şora Noghumugo (1801-1844)dır. Kendisi uzun yıllar üzerinde çalıştığı “Çerkes Halkının Tarihi” kitabını işgal sırasında 1842 yılında tamamlamıştır

Çerkesleri ilk defa tarih bilinci içinde anlatan bu kitap aradan uzun yıllar geçtikten sonra oğlu Lavristan tarafından Piyatigorsk (Psıfabe) kentinde 1861 yılında Kafkasolog Adolf Berje denetiminde Rusça olarak bastırılmıştır.

Met Cunatukho Yusuf İzzet Paşa, “Kafkas Tarihi” adlı eserinde, Şora Noghumuko’nun “Çerkes Tarihi” kitabı hakkında, özetle şöyle söz eder:

“Çerkesler içinde Çerkezistan ve Çerkeslere ilişkin tarih yazmış olarak yalnız bir kişi bilinmektedir ki, o da merhum tarihçi Şora Noghumuko’dur. Çerkeslerin gerçekten “Ulusal Tarihleri” olarak anılmaya layık olan bu kitabı bulup bana vermiş olan Abukh Musa Bey’e teşekkürlerimi ve minnettarlığımı sunarım.”

Çerkes tarihi, ilk defa “Paris Kafkas Eserleri Kurulu” Başkanı ve “Paris Asya Derneği” Üyesi Adolf Berje tarafından 1866 yılında Almancaya, daha sonra Fransızca çevirisi yayınlanmıştır.

Şora Nogmuhuko, Nalçık’ta öğretmenlik görevi sırasında (1826), kendi toplumunun, ana dilinin, sanatının, tarihinin derlenip, yazıya geçilmesinin gerektiği bilincine varmıştır. Şora’nın kaleme aldığı tarih, “hikayeci tarih” anlayışında yazılmıştır.

Hikâyeci tarih anlayışında tarihsel olayların sistemli, herhangi bir dünya görüşüne göre açıklamasını yapmaksızın doğrudan doğruya aktarılması söz konusudur.

Hikâyeci tarihçilik tarih biliminin gelişmesinde ilk aşamadır. Hikâyeci tarzda tarih yazımına eski çağ uygarlığından bu yana rastlanmaktadır.

O zamandan günümüze dek yazılan kronikler, vakayinameler, hikâyeci tarihçiliğin verileridir. Hikâyeci tarzda olay nakledenler kuşkusuz nesnel davranmamaktadırlar. Kendi öznel görüşlerine ya da iktidar gücünü ellerinde tutanların isteklerine göre onlara hoş gelecek biçimde yazıp gitmektedirler.

Şora’nın Rusça yazdığı “Çerkes Tarihi” hikayeci tarihin örnekleri ile doludur. Örneğin; “Yunan Sezarı (hükümdarı) ve Adigelerin Justin adını verdikleri Justinyan, pek eski rivayetlerimize göre, Ant kavminin müttefiki, dostu idi.”; “Rivayet ederler ki, miladın dördüncü yüzyılının ortalarında Baksan Nehri kıyılarında yerleşen Dav adında bir prens vardı.”

Bütün bunlara rağmen “hikâyeci tarih” anlayışı ile ele alınmış olan yazılı belgeler bugün tarih biliminin kaynakları sayılmaktadır.

Şora Noghumuko’nun hikâyeci tarih anlayışı ile kaleme aldığı söz konusu eserde, Çerkes halkının kökeni ve eski tarihi, derinlemesine incelenip açıklığa kavuşturulamamış, hatta Çerkesya’nın Rus işgaline uğradığı son dönem tamamen sessizlikle geçiştirilmek zorunda kalındığı bir gerçektir.

Bilindiği gibi, Kırım Savaşı’nın(1853-1856) bitiminde Paris’te düzenlenen konferansa iştirak eden Avrupa Devletleri, Çerkesler’in bağımsızlıklarından sözedilerek,  düzenlenecek barış antlaşmasına bu konuda bir madde eklemek emelinde idiler. Hatta İngiliz elçisi Canning , toplantıda görüşülmek üzere, (Koca) Reşid Paşa’dan talep edilen  “ Memalik-i Kafkasya’nın ahval-i tarihiyesi “ ni açıklayan Layiha, dönemin tarihçisi Ahmed Cevdet Paşa’nın vakanuvistliği  zamanında(1855-1865) hazırlanmıştır.

Sözkonusu Layiha( 11 Nolu Tezkire ) ilk defa İstanbul’da 20 Haziran 1918 tarihinde Yeni Mecmua’da neşredilmiştir. Ahmed Cevdet Paşa’nın toplam 40 Tezkireden oluşan vekayinameleri, M. Cavid Baysun tarafından 1953 yılında Ankara’da “ Tezakir-i Cevdet “ adı altında yayınlanmıştır.

Ahmed Cevdet Paşa(1823-1895)  sözkonusu Layihada; özetle, Memalik-i Kafkasya’yı Çerkezistan, Kabartay(Kabardey), Dağıstan ve Gürcistan olmak üzere dört bölgeye ayırır. Bunlardan  Çerkezistan bölgesi ahalisinin 100.000’den fazla haneden oluştuğunu; doğudan Dağıstan, kuzeyden Kuban nehri, batıdan Karadeniz, güneyden ise Gürcistan ile sınırdaş olup, halkın tamamı Müslüman Çerkeslerdir. Kabardey bölgesi ahalisinin ise, yaklaşık 60.000 haneden oluştuğunu ve Kuban ile Terek nehirlerinin arasında yer aldığını, halkın ekserisinin Müslüman Kabardey Çerkesler’i oluşturduğundan sözetmektedir.

Tarihçi Ahmed Cevdet Paşa, ayrıca, “ Tarih-i Cevdet “ adlı eserinde (Üçüncü Kısım Üçüncü Bölümde) , Kafkasya ve dört bölgesinden, Dağıstan’ın tariçesinden, Çerkes kavimlerinin inançlarından, Çerkezistan’la Devlet-i Aliye’nin ilişkilerinden ve Çekezistan’a Vali tayin edilen Ferruh Ali Paşa’nın faaliyetlerinden sözetmektedir.

Osmanlı topraklarına göç eden Çerkeslerin ileri gelenleri tarafından; Rusların işgal sırasında yayınladıkları “Gorçakof Deklarasyonu”nun etkisinde kalan Batılı yazarlar ile bir kısım Osmanlı müverrihlerinin Çerkesler hakkındaki olumsuz yargılarının doğru olmadığı tarihen ortaya koymak amacı ile Osmanlı-Çerkes ilişkilerinin en dostane dönemi olan Sultan II. Abdülhamit devrinde (1876-1909) mükemmel bir “Çerkezistan Tarih-i Umumiyesi” yazılması konusunda oluşturulan bir komisyon tarafından 1882’de hazırlanan Lahiya 1883 yılı başında yayınlanmıştır.

Sultan II. Abdülhamit’in bilgileri dâhilinde hazırlanan ve bir sureti Padişaha sunulan ekteki Lahiya’da “Çerkezistan Tarih-i Umumiyesi” eserin yazılmasının gerekçesi giriş bölümünde şöyle açıklanıyor:

“[Batılılar tarafından yapılan] Neşriyât-ı kâzibe-i gaddârânenin bu derece ilerlemesi aleyhinde söz söylenilen sâ’ir milelin müdâfa’ası misullû Çerkesler tarafından bir müdâfa’a-i  muktedirâne-i  muhıkâne ve Çerkesista’nın her ahvâlini hakkiyle bildirir neşriyât-ı müstakimâne ile mukâbele ve müdâfa’aya himmet eden olmamasından neş’et etmiştir. Binâen’aleyh  hazâ delâ’il-i kat’iyye ile şu isnâdât ve müfteriyât-ı vâkı’anın külliyen redd ve ibtâline ve Çerkesistan’ın her mevâki’ ve arâzisine ve Çerkeslerin menşe’ ve âdât ve ahlâk ve edebiyât ve ef’âl ve mu’âşeret ve mu’âmelat-ı câhiliyye ve şer’iyye ve vukû’ât-ı harbiyelerine dâir mükemmel bir Çerkesistan tarih-i umûmiyesinin tertîbi ve neşrine nihâyet derecede sarf-ı himmet eylemek bugün ale’l-umûm ricâl-i Çerâkiseye farz olmuştur. Çünkü bugün Çerkesler aleyhinde bulunan Avrupa efkâr-ı umûmiyesinin Çerkesler lehinde bi-hakkın ta’dîl ve tahvîline (tamamıyla düzeltilip değiştirilmesine) ve an-be-an mahv ve münkarız olmakta (tükenmekte) olan kavmiyet ve ‘asabiyyet-i Çerkesiyyenin muhâfaza ve ihyâsına bu tarih yardım edecek ve belki bir mukaddeme-i müstakile olabilecektir.”

Yine, Sultan II. Abdülhamit’in saltanatı döneminde kaleme alındığı anlaşılan ve Hüdavendigar vilayeti ve Eskişehir’de Cırık Ahmet ve Abaza Nogay Zok (?) vs beyefendilere kitabın kaleme alınan bir belgede “Çerkes tarihi” yazılması konusunda aynen şunlar yazılıdır:

“Şimdiye kadar tertîb ve neşrine muvaffakiyet hâsıl olamıyan Çerkesistan Tarih-i Umûmîsi’nin vücuda getürülmesi gayet ehemm ve bunun husûlü içün ihtiyacât-ı milel ve ‘asra vâkıf olan mütehayyizân-ı Çerakesenin (Çerkeslerin ileri gelenlerinin) arzusu muhakkaktır. Bu tarihin derece-i lüzumu herkesçe bedihî olduğundan burada tafsilât itâ’sına hacet görülmedi. İşte bu kerre yümnehü’l-kerîm bu maksad-ı mühimme cidden teşebbüs edilerek tarihin sûret-i tanzimine dair sûret-i mahsûsada yapılan ve bir nüshâsı leffen (ekli olarak) gönderilen tarifnâme mucebince (gereğince) bu tarihin tanzimine mübaşeret olunmuş (girişilmiş) ve melfûf pusula mantûkunca erbâb-ı iktidardan [bir] heyet-i müel­ life teşkîl ve Babıâli altında Ebu’s-Suud Efendi caddesinde kain 34 numrolu idarehânede içtima eylemekte bulunmuştur. Artık bu maksadın sürat-i husûlüne lüzumu kadar paranın tedarik olunamamasından başka bir mâni’ kalmamıştır ki bu da levâzım-ı medeniyeye vâkıf ve saye-i âli-i cenâb-ı tâcidârîde i’aneye mukadder ricâl-i Çerakesenin kesretine binaen bir şey demek değildir. Binaenaleyh  hazâ (bu) hâ’iz oldukları hâmiyet-i müselleme-i vatanper­verîlerine (ulusal şeref ve haysiyetleri herkesçe kabul olunan vatan-severliklerine) nisbetle pek cüz’î olmak üzere tensîb edilen (uygun bulunan) ve melfûf bilette muharrer (yazılı) bulu­nan paranın sürat-i mümküne ile sû-yı acizânemize yetiştirilmesini temenni ve daha ziyade i’aneye himmet buyurdukları halde ayruca bilet gönderileceğini beyân eder ve bir de orada mevcût olan ümerâ-yı Çerakeseye tefhimât ve teşrifât-ı mukteziye icrasıyla umûmundan ahz ü cem olunabilecek (toplanabilecek) paranın dahi bileti ba’dehu gönderilmek üzere defteriyle beraber irsâl buyurulmasını niyâz eyleriz.”

 

Mustafa Oral, “Sultan II. Abdülhamit Döneminde Bir Çerkes Tarihi Yazılması Girişimi” adlı makalesinde belirtildiğine göre; Osmanlı ve Çerkes tarihi yazımı açısından önemli bir girişim olan “Çerkezistan Tarih-i Umumiyesi”nin ümmetçi-milletçi bir çizgide yazılması tasarlanmıştır. Tasarıda insanlık tarihinin Hz. Âdem ile başlatılması ve Çerkes tarihi’nin dönemlere ayrılmasında izlenen yöntem ve yaklaşım modelinin İslam Tarih Anlayışı çizgisinde olması, buna önemli bir kanıttır. Bunlara ilaveten, Çerkesler aleyhindeki “Batıl” yargıların tashih edilmesi gayreti, Hıristiyanlık alemini karşısına alan bir tarih anlayışını mevzu bahis kılmaktadır. Bu yaklaşım, aynı zamanda Avrupa merkezli tarih anlayışına karşı bir tepkidir. Çerkeslerin insan ticareti yaptıkları hükmüne karşı İslam hükümlerinin öne sürülerek savunulması buna bir diğer örnektir. Çerkeslerin başkaları tarafından olumsuz olarak görülen bazı özelliklerinin ise tarihsel koşulları içerisinde değerlendirilmesi ve gerçekleri yansıtmadığının vurgulanması, Çerkes ulusal tarih yazımı yönünde dikkate değer noktalardır.

Ancak, bu tasarı Sultan II. Abdülhamit iktidarının tarihe karşı olumsuz bir tutum takınması üzerine gündemden düşmüştür. 1890’lı yılların başında II. Abdülhamit yönetimi iktidara karşıt bir tutumun oluşumuna zemin hazırladığı gerekçesiyle, önce tarih derslerini kaldırmış, ardından da felsefe öğretimini ilköğretimden başlayarak bütün öğretim kurumlarından kaldırmaya başlamıştır. Bir süre sonra da tarih yayınlarını sıkı bir denetim altına almaya çalışmıştır. Bu gelişmenin de etkisi ile olsa gerek söz konusu tasarıyı gerçekleştirecek ortam ve koşullar ortadan kalkmıştır.”

Met Cunotukho Yusuf İzzet Paşa, “Kafkasya Tarihi” adlı eserinde, bu konuda şunları belirtiyor; “Sultan II. Abdülhamit dönemince kurulan özel komisyon, daha sonra çalışmalarını bir sonuca ulaştıramadan dağıtılmış, üyeleri de bir şekilde yok edilmiş veya sürgün edilmiştir.”

Yazım Kurulu Üyeleri arasında bulunan Süleyman Tevfik Beyefendi’nin açıklamasına göre; Ünlü edebiyatçı Namık Kemal Bey de bizzat bir Kafkas tarihi yazmak konusunda kaynak araştırmalarında bulunmuştur. Namık Kemal’in bu konudaki sözleri çok önemlidir:

“Çerkesler şöhret meydanlarında ortaya koydukları üstün kahramanlıklarla herkesin hayranlık ve övgüsünü kazanmışken, bu parlak savaş ve kahramanlıklarına ilişkin elde bir tarihlerinin bulunmaması kadar üzüntü verici bir şey olamaz” diyor.

Çerkes Tarihi yazma heves ve hareketi,  bir takım siyasi olaylarda da istismar edilmiş ve durmuştu. O dönemde şöyle bir olay cereyan etmiştir:

30 Kasım 1882’de gece yarısı Padişah II. Abdulhamid tarafından saraya çağrılan Sadrazam Sait Paşa,  görevinden azledilerek bir odada göz hapsine alınmıştı. Güya, Padişahın hal’i için Çerkesler ile birlikte bir Cemiyet kurduğu ve bu Cemiyetin de  Padişahı görevden uzaklaştırmak için oluşturulduğu ve bunların başında Muşir Fuat Paşa, Kütahya’lı Akif ve Dağıstanlı Mehmet Paşa’lar ın bulunduğu, asıl başkanlarının  ise Sadrazam Sait Paşa olduğu hakkında Padişaha bir jurnal gelmiş. Sözkonusu ihbar üzerine o gece Padişah tedbir almak üzere Sait Paşa’yı Sadaretten azletmiş, 18 saat sarayda göz altında bulundurulmuş ve bu cemiyetin olmadığı anlaşılınca tekrar Sadaret mührü kendisine verilmiştir.

Sait Paşa’nın Hatıratının 86. Sahifesinde  “ Çerkes Meselesi” şöyle anlatılmaktadır:

Kafkasya’dan gelen Çerkesler bir “ Çerkes Tarihi “ yazmak istemişler. Münasip kimselerden bir heyet oluşturmuşlar. Ancak, tarih yazılınca üst mevkilerde bulunan Çerkesler’e dokunacağını anlamışlar, işlerine gelemiyeceği inancında olan bir kısım Çerkesler, bu tarihi yazdırmamak ve  yayınlatmamak için Padişaha jurnal vererek ( bunlar Padişah aleyhinde bir cemiyet ) diye göstermişlerdi.

Gerçek nedeni “ Çerkezistan  Tarih-i Umumiyesi “ yazılınca, yayınlanınca Çerkesler’in sosyal konuları üzerinde de geniş bir bilgi verilecek; Asil, Halk ve Köle sınıfları belirtilecek, alt tabakalardan olup da üst mevkilerde bulunan kişilerin kimlikleri belli olacak kaygısı ile bunun önüne geçmek sözkonusu olmuş, tertip hazırlanmış ve mevkiinden daima korkan Sultan II. Abdülhamid’e ( suikast yapılacak ) diye jurnal verilmişti.

Bu olay nedeniyle, tarih yazılımında yer alan kişiler hapis, sürgün veya gözaltına alınmışlardı. Örneğin Dağıstanlı Muhammed  Fazıl Paşa Bağdad’a sürgün edilmiş, İstanbul da Tophane Mektücüsü(Genel sekreter) Düzceli Utufetlu ( o devirde Vali ayarında bir mevki idi) Hacı Sena’i Efendi ( Kazuk ) ise tam bir yıl Beyazıt’taki evinde gözaltına alınmıştı. Sonunda da beraat etmişti.

Ahmet Bedevi Kuran, Ubıh kökenli ve Carım sülalesinden olan Hacı Raşid Bey’in Çerkes tarihi yazılması  ile ilişkisinden şöyle sözediyor:” İstanbul’da bir Çerkes Cemiyeti kurulduğu ve Çerkes tarihi yazmaya teşebbüs ettikleri” saraya ihbar edilmiş ve Sultan Abdülhamid’in emriyle birçok Çerkes ileri geleni ve aydını İstanbul’dan çıkarılarak 1885 yılında  sürgüne gönderilmişti. “ Tarihin yazılması Karzeg Süleyman Paşa’nın Nişantaşı’ndaki konağında kararlaştırılmış ve kitap bu nedenle Fizan’a gönderilen Hacı Mustafa Reşid Bey tarafından kaleme alınmıştı.”

  1. yüzyılın başında Ahmet Cevdet Paşa tarafından 1317 (1901)’de yayınlanan “Kırım ve Kafkas Tarihçesi” adlı küçük bir kitapçıkta; “Memalik-i Kafkasya dört bölgeye ayrılır; Çerkezistan, Kabartay, Dağıstan ve Gürcistan’dır. Kitapçıkta Çerkezistan ve Kabartay Bölgelerinden şöyle söz edilir;

“Çerkes Kıtası” garben Karadeniz sahili ile sınırlı olup, Cebup tarafı Gürcistan ile bitişiktir. Şimal tarafı (Nehr-i Kuban) ile sınırlı olup, Şark tarafı Kafkas Dağı’nın en yüksek tepesi olan Elbruz Dağı’na( Oshamafeu ) yani Dağıstan’ın batı hudutlarına kadar uzanır. Bu memleketin tahminen yüz bin hane civarındaki ahalisi Şapsığ, Batra, Çikip (Ubıh), Besleney, Nahugay, Sebilde adlandırılan sancaklarda ikamet ederek kabileler muhtelifinden ibaret oldukları halde başlıca iki tayfaya ayrılırlar.

Biri Çerkes taifesidir ki ekseri bu kıtanın güney tarafında yani Gürcistan tarafında sakin sakin olmakla Kuban boyuna yayılmışlardır. Diğeri “Abaza” tayfasıdır ki ekseri güney tarafında yani Gürcistan tarafında sakin olur.

Cebel Kafkas’ın ikinci kıtası olan Kabartay  ki  “Kabard” ve “Kabarda” dahi yazılır. Bu kıta Bahr-ı siyah’a mensup olan Kuban nehri ile  Bahr-ı Hazar’a mensup olan Terek nehrinin membaları meyanında, Cebel mezkurun Şimal tarafında Dağıstan ile Çerkezistan arasında bir şekil merbu menharf gibi vaki olup Çerakisenin bir büyük ve güzide kabilesi olan “Kabartay” ile “Nogay” ve “Karabulak”  ve “Os” ve “Teğalur” namı kavimlerden ibaret olarak altmış bin haneye bali olur.

Kaffesi  ehli senettir. Ve büyük Kabartay ve küçük Kabartay deyu iki kısma taksim olunur. Saltanat-ı Seniyye, Kaynarca Muhaedesinde bu kıtadan feragat eylemiş ise de ittihadı din ve mezhep hesabıyla manevi Devlet-i Aliye’ye mebutiyetleri menkatı olmuştur. Bu memlekette “Kazbek” tabir olunan Kale Şemha karibinde Kafkas Dağının bir tarafına geçilir, sağıb almarur derbentlerinden ibaret bir yol olup, Rusyalıların Şimal tarafından Gürcistan’a güzergahları  yalnız bu yoldur. Ancak bir taraftan Çerkes ve bir taraftan çeçen ahalisinin hücumundan khaf ile daima bir takım süvari uzak askerini istishaba mecbur olurlar. “Kazbek” Gazi Bek’in Khalt meşhur eder ki, Çerkesler “Gazbek” ve “Gazi” Bek derler.

  1. Yüzyılda Çerkesler’den bahseden bir başka yazar da Met   Cunatukho Yusuf İzzet’tir. 1330/1914 tarihinde yayınlanan “Kafkas Tarihi” adlı eserinde Adığe (Çerkes) tarihi ve kültürüne geniş yer vermiştir.

Bir asker olan Met Met Cunatukho Yusuf İzzet Paşa’nın çalışmalarını elbette günümüz koşullarındaki akademik çalışmalarla karşılaştırmak ya da o ölçütlere göre değerlendirmek doğru olmayacaktır. Ancak, burada önemli olan, o tarihlerde bir Kafkas Tarihi yazma gereğinin duyulmuş olması ve  Fransızca, Rusça, Arapça vs gibi yaygın dillerdeki bilgiler değerlendirilerek böyle bir eserin ortaya konulmuş olmasıdır.

Cunatukho “Kafkas Tarihi” adlı eseri için şöyle diyor;

“Ben  nacizane bir Kafkasyalı olarak, böyle bir tarihi yazmaya kalkıştığım zaman, nice halka geçit olmuş, üstünde nice değişimler/devrimler yaşanmış, hatta coğrafi konum itibari ile Asya ve Avrupa’da meydana gelmiş nice olaya tanıklık etmiş ve bir şekilde ilişkilenmiş bir ülkenin; hala karanlıklar altında olan binlerce yıllık engin tarihsel yaşamını hakkıyla kavrayıp kaleme almanın ne kadar zor olduğunu, bu konudaki kesin aczimi anlamada gecikmedim. Çünkü bu muazzam iş, hem zaman hem şartların uygunluğu hem de layıkıyla bu işe yoğunlaşabilme ve etkili bir iş birliği meselesiydi. Hatta yalnız bir Çerkes tarihi yazmak bile çok zordu. Kapsamlı “Çerkes Tarihi” yazmak konusuna yardımcı olmak üzere öncelikle onun büyük bir bilinmezlik perdesi altında kalan kısımlarından ortaya çıkarabildiklerimi, daha doğrusu bulduğuma inandığım bazı hususları, bölümler halinde yazarak değerlendirme ve tartışma ortamına açmayı gerekli ve uygun buldum.”

Cunatukho, yaptığı araştırmalarda, Çerkes tarihinin eski dönemlerine ilişkin olarak elde ettiği yeni bilgileri “Evrikalarım” (Bulduklarım) adı altında 1915-1918 yılları arasında yayınlanmış olan eserleri sadeleştirilerek 2009 yılında “Kafkas Tarihi” adı yla Ankara’da yayınlanmıştır.

Aytek Namitok’un 1939 yılında Fransızca yayınlanan “ Çerkeslerin Kökeni “ adlı eseri, 2007 yılında iki cilt oarak Ankara’da yayınlanmıştır. Yazar Çerkesleri üç gruba ayırmaktadır: Umumiyetle kendilerini Adige oarak adlandıran esas Çerkesler; Adige olduklarını iddia eden, ama dillerinde önemli derecede farklılıklar meydana gelen Ubıkhlar ve Abhaz-Abaza grubu. Çerkeslerin kökeni konusunda ileri sürülmüş efsane ve varsayımlardan sözetmektedir. Ayrıca, kitapta Çerkesya’nın etnografisi hakkında ayrıntılı bilgi vermektedir.

  1. yüzyılda, Kafkasya ve Kafkasyalılar konusunda kaleme alınmış geniş kapsamlı bir eser olan “Tarihte Kafkasya” asker kökenli İsmail Berkok’un ölümünden sonra 1958 yılında İstanbul’da yayınlanabilmiştir.

İsmail Berkok, Akademik olmayan bu eseri için kitabın giriş bölümünde şöyle diyor:

“Ben bu eseri yazmakla hem çok kıymetli eserler meydana getirmiş olan Ayteg Namitok ve Met Cunatukho Yusuf İzzet’e karşı kalbimde taşıdığım minnet ve şükran duygularımı ifade etmek hem de onların Kafkasya konusunda açtıkları çığırı genişletmek ve uzatmak istedim. Bu eserin tam ve mükemmel bir Kafkas Tarihi olacağını iddia etmek cüretinde bulunacak değilim. Bu eser Kafkasya’nın milli ve tarihi bünyesinin ana hatlarını ihtiva eden bir kanava(kanaviçe) mahiyetinde ve bizzat Kafkas evlatlarının vücuda getirmeye başladıkları ilimler serisinin bir halkası mesabesindedir. Haleflerimizin boşluklarını doldurmalarını ve zinciri temadi ettirmelerini temenni ediyorum.”

Sefer E. Berzeg “ Gurbetteki Kafkasya II “ adlı kitapçıkta; Shaplı Hüseyin Tosun Bey’in yıllarca üzerinde çalıştığı “ Çerkes Tarihi “ ile ilgili tuttuğu notlarının bir şekilde General İsmail Berkok’a verilmiş ve onun “ Tarihte Kafkasya “ adlı kitabına önemli bir materyal sağladığından söze dilmektedir.

Söz konusu kitapta ise, bu konudan hiç söz edilmediği gibi, yararlanılan kaynak eserlerden de bahsedilmemektedir.

H.Aşemez(Hapi Cevdet Yıldız)’in 1973 yılında Kafkasya Kültürel Dergisinde yayınlanan “ Adığey (Çerkesya)’in Kısa Tarihi “  adlı  makalesinde,   Çerkeslerin Adığey’deki  sosyo-kültürel faaliyetlerini tarihsel  olaylarla birlikte anlatmaktadır.

Baturay Özbek(Yediç) tarafından 1991 yılında yayınlanan “Çerkes Tarihi Kronolojisi” adlı kitapta, Çerkeslerin bilinen en eski çağlardan günümüze kadar olan tarihi olaylar kronolojik olarak sıralanmaktadır.

Yazar kitabın önsözünde, bilinçli bir yöntemle amacından saptırılmış bilgilerle dolu olan Çerkes Tarihindeki yanılgıların ve yanlışların düzeltilmesine yardımcı olmak amacıyla yazılan bu kitabın, şimdiye dek yazılmış en kapsamlı tarih kitabı olduğunu ileri sürmektedir.

Ancak, bu kitabın da diğer kitaplar gibi bilimsel tarih anlayışıyla akademik olarak kaleme alınmadığı bir gerçektir. Nitekim kitabın yazarı da kendisinin tarihçi değil, etnolog olduğunu belirtmektedir.

Hayri Ersoy – Aysun Kamacı tarafından 1994 yılında yayınlanan “ Çerkes Tarihi “ kitabının önsözünde, ” Çerkes halkının(  Kafkasya Bölgesinde yaşayan tüm halkları kastediyorlar) tarihini tüm detayları ile tanıtmaya çalışmak yerine, belli detayları seçerek okuyucunun ve araştırmacıların dikkatlerini konuya yöneltmek istedik. Amacımız her şeyi gözler önüne sermek değil, değinebileceğimiz kadarını bilim ve mantık sınırları içinde işlemekti.” Denilmektedir. Ancak Çerkes halkının,   Karadeniz’den Hazar Denizi’ne kadar olan  Kuzey Kafkasya topraklarında yaşayan tüm halklardan oluştuğu fikrinde olduklarını belirtmekle, bilimdışına kaymışlardır. Kitap Çerkes Tarihi dışında, Kafkasya hakkında genel bilgi içermektedir.

Rus Tarihçi Tamara V.  Polovinkina’nın  “ Çerkesya Gönül Yaram “ adlı kitabı, 2007 yılında Ankara’da Türkçe yayınlanmıştır. Rus kaynakları dikkate alınarak hazırlanan bu kitapta, tarihi  olaylar ile ilgili kıymetli bilgiler yer almaktadır. Ancak, akademik  bir Çerkes Tarihi değildir.

Gürcü Akademisyen  Bezhan Khorava’nın “Çerkezler” adlı eseri , Nana Janashia tarafından Türkçeye çevrilerek,2011 yılında Kafkas VakfıTarafından Tiflis’te yayınlanmıştır.

Dünyada Çerkesleri tanımayan insanlara; Çerkesleri tanıtmak, Ruslar tarafından Çerkes halkına özellikle XVIII.-XIX.yüzyıllarda Çekezistan topraklarında uygulanan  işgal, katiam-soykırım ve sürgün olayları hakkında özet olarak bilgi vermek amacıyla, acil olarak, basıldığı anlaşılan bu kitabın hazırlanmasında kullanılan alıntılara ilişkin kaynak eserlerin dipnot olarak belirtilmemesi; harita ve Rusca belgelerin süretlerinin kitabın ekinde yer verilmemiş olması, akademik özelliğini yitirmektedir. Ancak, bu değerli çalışma sayesinde 20 Mayıs 2011 tarihinde Gürcistan Parlementosunda alınan bir kararla; Rus-Kafkas savaşları sırasında, Ruslar tarafından Çerkes halkına karşı soykırım ve sürgün uygulandığı resmen kabul edilmiştir.

BİRİNCİ BÖLÜM
KAFKASYA VE KAFKASYA’DA YAŞAYAN
ETNİK TOPLULUKLAR

Hazar Denizi ile Karadeniz arasında yer alan Kafkasya ülkesinde çok değişik sayıda halk grupları yaşamaktadır. Bunların bir kısmı ezelden beri orada yaşarken, bir kısmı değişik zamanlarda çıktıkları seferler sırasında veya kuzeyde ve güneyde uzanan ovaları işgal eden kavimlerin önünden kaçarken gelip sığınmışlardır.

Kafkasya bölgesinde değişik etnik kökenden gelen toplumların bir arada yaşadığını gören eski Arap coğrafyacıları ise, Kafkasya’ya “Cebe-ül Elsan/Diller Dağı” adını vermişlerdir.

Kafkas’ın anlamı ile ilgili tam bir uzlaşmaya varılamamış olmakla birlikte, eserlerinde Kafkasya’dan çeşitli şekillerde sözeden bazı yazarların birer söylentiden öteye gitmeyen görüşleri için detay bilgi “ Kafkas Tarihi “ adlı eserimizin birinci cildinde mevcuttur.

Soy ve dil bakımından birbirinden tamamen farklı özellikler gösteren Kafkaslılar, çok eski zamanlardan beri ortak folkloru, ulusal gelenekleri, giyim tarzı ve ortak kültürel ve ekonomik pratikleri paylaşmışlardır.

Yüzyllardan beri Kafkas Sıra Dağları( XuawKas ) tarafından oluşturulan tabii kale( Odice ), burada yaşayan insanların bağımsız gelişmelerinin güvencesi olmuştur.

Önceleri Hazar Denizi ile Karadeniz arasındaki berzahda(kıskaçta) batı-kuzey batı yönünden doğu-güneydoğu yönüne uzanan sıra dağları tanımlamak için kullanılan “ Kafkasya “ adı, bugün Astrahan Eyaletinin güneyi ve Don nehrinden başlayarak Türkiye ve İran sınırlarına kadar uzanan toprakları içine alan geniş ülkeye verilmektedir.

Son zamanlarda yüksek kültürün oluştuğu Büyük Ortadoğu’nun sınırları genişletilerek, Kafkasya Bölgesi de dahil edilmiştir.

1.KAFKASYA’NIN TARİHİ  ETNOLOJİK SINIRI

“İki deniz arası,
Kafkaslar omurgası,
Buzuldur şahikası,
Cennet vatan Kafkasya!
Don ve İdil kuzeyi,
Aras Çoruh güneyi,
Engebeli yüzeyi,
Pek muhteşem Kafkasya!”

Tarihini incelemeye çalıştığımız Kafkasya Bölgesi, yaklaşık yüz altmış milyon yıl süren Mezozoik zamanın Trias döneminde Tethis diye adlandırılan hemen hemen denizle kaplı ve tahminen bir küçük ada görünümündeydi.

Tarihini incelemeye çalıştığımız Kafkasya sahası, yaklaşık 160 milyon yıl süren Mezozoik zamanın Trias döneminde Tetis diye adlandırılan hemen hemen denizle kaplı ve tahminen küçük bir ada görünümündeydi.

Yer kabuğunda meydana gelen epirojenik ve orojenik hareketler sonucu, Cenozoik zamanın Tersiyer döneminin ortalarına doğru Miyosen’de, bölgedeki Kafkas sıradağları teşekkül etmiştir.28

Kafkasya bölgesine tabii karakterini ve hayatiyetini kazandıran bu Kafkas dağları, Alp orojenezi sırasında ortaya çıkmış en yüksek kıvrım sistemini oluşturmaktadır.29

Bölgenin tabii vaziyeti (coğrafyası), etrafını saran Kafkas denizlerinin durumu, iklimi, akarsuları, bitki ve hayvan yetiştirme kabiliyeti ile Kafkasyalılar’ın sosyo ve ekonomik tarihleri arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır.

Aynı şekilde diğer milletlerle olan siyasi, sosyal ve ekonomik ilişkilerde de bu coğrafya önemli bir yer tutmaktadır.

Kafkasya, bu coğrafi özelliği itibariyle, dünyanın ilk etnik hareketlerine ve etnolojik teşekkül ve gelişmelerine sahne olmuştur.

Dolayısıyla pek çok medeniyete beşiklik eden Kafkasya bölgesi doğu-batı, kuzey-güney kültür unsurlarının iç içe karışıp kaynaştığı bir coğrafi bölge durumuna gelmiştir.

Mevcut kalıntılara göre Cenozoik zamanın Pleistosen döneminde, Doğu Afrika’da ortaya çıkan ilk insangiller (Homo Erectus ve Homo Sapiensler), oradan dört bir yana yayılırken Kafkasya bölgesini kullanmış ve yeryüzünü egemenliği altına almıştır.30

Antik dünyaya dağılan ilk insangillerden bir grup, canlıların yaşaması ve gelişmesine elverişli genel hayat şartlarına sahip Kafkas dağlarının güney yamaçlarında, Aras ırmağının 20 mil kuzeyindeki küçük bir akarsu vadisindeki Azıkh mağarasını ilk yerleşim birimi olarak seçmiştir. Mağarada çakıltaşı türü endüstriler bulunmuş olup, matuyama paleomanyetik evresi ile (>700000) yaşıt kabul edilmiştir.31

Bir çok tarihçiye göre 400 bin yıla yaklaşan bir süre önce, Kafkas dağlarının güney yamaçlarında ve daha sonra kuzeybatı Kafkasya’da türeyen insan soyunun öncelikle yakın çevreye, Trans Kafkasya’ya (Ön Kafkasya’ya), doğuya ve kuzeye doğru yayılmış olduğunu doğrulayan bulgu ve kalıntılar, şimdiki Krasnador topraklarının sınırları içersinde, Karadeniz kıyıları boyunca ve Kafkasya bölgesinin diğer birçok yerinde yapılan arkeolojik kazılar neticesinde bulunmuştur.32

Doğuda Hazar Denizi ile, batıda Azak ve Karadeniz arasında uzanan bu geniş ve bereketli topraklar, üzerinde türeyen beyaz ırkın ilk temsilcisi “Kasiyen”e izafeten “Kovkas=Kaslar’ın ülkesi” diye adlandırılmıştır.33

Kafkasya’nın coğrafi mekan olarak kuzey sınırı, Azak Denizi’ne akan Don nehri ile Hazar Denizi’ne sularını boşaltan Volga (İdil) nehrinin bozkırda birbirine yaklaştıklarında meydana getirdikleri dirseğe kadar olan sahayı kapsamaktadır.

Güney sınırı ise, bügünkü Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan bölgeleri ile birlikte, Anadolu’nun doğusunda yer alan Ağrı, Kars ve Artvin kentlerini, İran’da Tebriz kentine kadar uzanan toprakları içine alan geniş coğrafi sahayı kapsamaktadır. 34

Arnold Gehlen, yüksek kültürün Kafkasya bölgesinin de dahil olduğu “Verimli Yarımay”da doğduğunu ve bütün öteki kültürlerin muhtemelen bu ilk kültürün devamı olduğu görüşündedir.35

Kafkasya bölgesinin üç kıta arasında tarihte oynadığı kilit rolü dikkate alan Pavel Dolukhanov, eski Ortadoğu’nun çevre ve etnik yapısını incelerken, coğrafi sahanın vazgeçilmez bölgesi olan Kafkasya’yı unutmamıştır.

İnsan türünün evriminde özel bir rol oynayan bu geniş “Verimli Yarımay”da, dünyanın diğer bölgelerinden daha önce tarım ve hayvancılığın ortaya çıkması, buna paralel olarak ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmelerin kaydedilmesi, bize eski Ortadoğu ve çevresinin ilk “Uygarlıklar Bölgesi” olduğunu göstermektedir.36

Gelişmiş tarım ekonomisine dayanan ve karmaşık sosyo-politik görüntüleri ve yazı da dahil ileri bir kültürel üst yapıyı içeren kadim uygarlıklar, ilk kez bu “Verimli Yarımay”da, yani “Bereketli Hilâl” bölgesinde ortaya çıkmıştır.

İşte, tarih boyunca insanlığın cazibe merkezlerinden birini teşkil eden Kafkasya bölgesi de, coğrafi yapısı itibariyle üç kıta arasındaki sosyo-ekonomik temaslarla bir köprü, bir bağlantı görevini üstlenirken, kendi kimliğine ve kültürel değerlerine de sahip çıkmış, onu korumuştur.

Nitekim, binlerce yıldan bu yana değişik kökenli bir çok kavmin bir arada yaşaması ve bu durumun yüzyıllarca devam etmiş olması, bunun en güzel ifadesidir.

2.KAFKASYA’NIN ÇEVRE VE ETNİK YAPISI

Sosyo-ekonomik tarihini incelemeye çalıştığımız Kafkasya Bölgesi, jeopolitik ve jeostratejik yapıdan büyük önem arz etmekte olup, tarihin her devrinde birçok milletin ve birçok ırktan insan topluluğunun ilgisini çekmiş ve halen de çekmeye devam etmektedir.

Kafkasya bölgesinin eski dünyanın Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının arasında tarihte oynadığı kilit rolü dikkate alan Arnold Gehlen ve Pavel Dolukhanov, gerçek kültürün Kafkasya bölgesinin de dahil olduğu “Verimli Yarımay”da doğduğunu ve bütün öteki kültürlerin ihtimal ki bu ilk kültürün devamı olduğu görüşündedirler.201

“Verimli Yarımay”da, dünyanın diğer bölgelerinden daha önce tarım ve hayvancılığın ortaya çıkması, buna paralel olarak ekonomik, toplumsal ve kültürel yönlerden (yazı dahil) gelişmelerin kaydedilmesi, bize, Eski Ortadoğu ve çevresinin ilk “Uygarlıklar Bölgesi” olduğunu göstermektedir.

Kafkasya’nın bu jeopolitik ve jeostratejik önemi nedeniyle, tarih boyunca insan yerleşimi ve medeniyetlerin gelişmesine de tarihin seyri içinde çok önemli rol oynadığı bir gerçektir. Bu nedenle, bütün tarih boyunca Kafkasya önemini hiçbir devirde kaybetmemiştir.

Kafkasya’ya özgü efsanelerde olduğu gibi, Nart destanları bize tarih öncesi çağlardan, günümüze dek Kafkasyalı insan ve yaşam ilişkileri hakkında ip uçları vermektedir. Tarihe tanıklık etmeleri yönünden Kafkas halkları için arkeolojik bulgular kadar büyük önem taşımaktadır.

Meremkuil Vladimir’e göre, günümüzden beşbin yıl öncesinde üretilmeye başlanan destanlardaki olaylarda, insanüstü gücü olan, iri yapı lı Nart kahramanlarının Kafkas ülkesinin ilk sahipleri oldukları, bunların ardından gelen binlerce yıl sonra normal insan kuşaklarının ortaya çıktıkları anlatılmak istenmiştir. Destanlar kuşaktan kuşağa aktarılarak ve zenginleşerek yaşaya gelmiştir.202

“Selçuklular ve Kafkasya” adlı eserinde, Yaşar Bedirhan şöyle diyor:

“Diyebiliriz ki, Kafkasya dünya kavimleri göç yollarından biri üzerinde bulunmasından dolayı birçok kavimlerin ve ırkların birbirine karıştığı bir bölge olmuştur. Özellikle “Kavimler Göçü” sırasında Orta Asya’dan göç eden kavimler istisnasız Kafkaslar’a uğramışlar ve gerilerde etnik izler ve kültür değerleri bırakarak yollarına devam ettikleri gibi, bir kısmı Ural Altay kavimleri, ülkenin cazibesine kapılarak burayı kendilerine yurt edinmişler ve eski otokton Kafkas milletleriyle karışıp kaynaşmışlardır.” 203

Arkeolog A. Semih Güneri ise, bu konuda, çok farklı kültürlere mekan olduğu halde Kafkasya’nın, bu hengame içinde sanatsal özünü mümkün olduğunca muhafaza edebildiğini, hatta bu yönüyle çevre kültürleri bile etkilediğine işaret etmektedir.204

“Antik Kuban Havzası Uygarlığı” olarak adlandırılan bu kültür zenginliğinin içerisinde “Maykop Kültürü”nün özel bir yeri bulunmak tadır ki, Nabatçikov’a göre, ilerleyen zamanlarda “Maykop Kültürü”nün bu bölgede, “Kafkasya Kültürü”nün ve yerel farklılıkları da kapsayan tek bir tarihi gelişimine temel oluşturmuştur.

İşte, Kafkasya bölgesi, eski dünyanın üç kıtası arasındaki sosyoekonomik temaslarda bir köprü bir bağlantı görevini üstlenirken, kendi kimliğini ve kültürel değerlere sahip çıkmış onu korumuştur.

Bugün işgal altındaki topraklarda yaşayan Kafkaslılar’ın vatanlarında her türlü sosyal ve tarihi nedenlerle büyük ölçüde uzaklaştırılmaya çalışıldıkları milli benliklerine dönmelerinde, eskiden olduğu gibi, yeniden büyük millet olarak hürriyet ve özgürlüklerine kavuşmaları için davranıp kalkmalarında, Nart kahramanı Sosrukua’nın meşalesinden fışkıran hürriyet ateşi her Kafkaslı’nın yüreğinde sönmeden yanacaktır. Devran dönecek sönmeyen hürriyet ateşi tüm Kafkasya’yı kaplayacaktır. O gün düşmanları kovan Kafkaslılar hürriyet ve istiklali ilan edecektir.

3.KAFKASYA’DA YAŞAYAN ETNİK TOPLULUKLAR

Bugünkü Kafkasya’nın etnik bünyesini, Kas kavmine mensup otokton yerli halk grupları  ile,  Türk ve İran kökenli halk grupları oluşturmaktadır.

3.1.ABAZALAR(ASSUWALAR):

Assu-Waa, Aşuwa, Khassuga şeklinde söylenişleri de vardır. Assuwa, Isuwa, Aşu (Aşvi) şeklinde kısaltılarak da söylenebilir.

M.Ö. 2.bin yıl ortalarında Doğu Anadolu’da bunların Assuwa (Issuwa) Devleti vardı. Devletin başkenti bugünkü Harput’un yerindeydi. Ona Zığata (Zığa Yurdu) ve Kirhat (Kirhat Kenti) denirdi.

Abaza veya Abadze terimi eski kökenlidir. Bu terim ilk defa Orpheus’un( M.Ö.540) argonik şiirlerinde “ Abasga “ şeklinde rastlıyoruz. Kelimenin başındaki ( A)  harfi bir harfi tariftir. İsmin aslı Bask’tır. Bu ad Kafkasya’da Baskheg şeklinde hala yaşamaktadır.

Arian(M.Ö.150-100), Bizans İmparatoru Hadrianos için hazırladığı bir raporunda İngur(Simgamos) nehri ile Pithius(Pitsunda) Kenti arasındaki halkın Abasglar olduğunu belirtir.

Klaproth, Pithius limanından 150 stad uzakta Abascus Nehrinin bulunduğunu yazar ki, bu nehrin de Abasci=Abaski=Abasge’lerin adını taşıdığı görülüyor.

Aynı şekilde, Kesarlı Prokobı(VI.y.y.) da Abazglar’dan bahsediyor ve onların  bugünkü Abhazya’nın kuzeybatısında yaşadığını söylüyor. Abaza terimi XVIII.yüzyıldan itibaren Rusça’da “ Abazin “ olarak yerleşti.

Ömer Büyüka, Asuwa ve Adige dillerinde Abasga diye geçen bu kelimenin aslının Kolkhi Abhazca’sındaki Abaswa olduğunu kaydeder.

Bir çok kabileden oluşan Basklar’ın, İngur havzası dışında Kolkhide bölgesinde de sözleri geçiyordu. Bask kavmine mensup Apsil kabilesi daha güneyde yerleşmiş bulunuyordu.

Abaza veya Abadze terimi eski kökenlidir. Bu terim ilk defa M.Ö.II yüzyıl yazarlarından eski Yunan yazarı Arrian’ın eserlerinde “Abazg” ve “Abasg” şeklinde kullanılmıştır. Yaşadıkları yer olarak bugünkü Abhazya’nın kuzeybatı kısmı gösterilmiştir.

Abazaların bugünkü yerlerine göç etmeleri:

VIII.y.y.’da Abhaz Kralı (Apsha) II.Lawan(Leon) güçlü bir durumda idi. Bizans’a sırtını dönerek “Artık sizin imparatorluğunuza tabi değilim. Bana dokunamazsınız,bende size dokunmam” dedi.Bizanslılar, Abhazya’nın ellerinden çıkmasına çok üzüldüler,bunu gurur meselesi yaptılar. Bu yüzden Alanlar’ı kışkırttılar.Ayrıca,Abhaz kralının soyundan gelen yakın akrabalarından yararlanmaya çalıştılar. Kraldan hoşnut olmayan kimseleri bulup,onları Abhaz kralına karşı kışkırtıyor,muhalefet yaptırıp,kargaşa yaratmaya çalışıyorlardı.9

Aynı yüzyılda kuzeyde Soçi,Tuapse ve Lazarevsk yöresinde yaşayan Abasglar(Abazalar) arasında Ğhambısta(soylu) sözcüğü ile nitelenen sınıf ortaya çıkmıştır.Bu ailelerin hayvan sürüleri vardı.Karadeniz kıyısındaki dar şeritte ise kalabalık hayvan sürülerini doyuracak otlaklar yoktur.Bu durum,daha kuzeye göç etme zorunluluğunu doğurmuştur.Böylece Abasglar(Abaza=Abazin)’ın kuzeye göçü başlamıştır. Abazinlerin yani Abasgların kuzeye göçlerinin nedeni ve göçün nasıl yapıldığı bugüne dek tam olark aydınlığa kavuşturulamamış ve tartışmalı kalmıştır.10

Ancak,Abhazya bölgesinde,ulusal birlik, “Abhaz” yani Abasg adı etrafında oluşturulduktan sonra, Absilya diyalektinin ulusal dil,Abhaz(Abasg) ulusal adı bu dile bağlı olarak Absuwa şeklinde kabul edidlmesine rıza göstermeyen Abasgların  soylu aileleri muhalefet gösterdikleri ve Bizans tarafından da desteklendği ihtimal dahilindedir.

Abasglar(Abaza-Abazin) bugünkü yerleşim bölgelerine VI.y.y.’dan başlayarak ve özellikle XIV.-XVII. y.y.lar arasında,değişik şartlarda farklı nedenlerle Kuzey Kafkasya’ya göç etmiştir.Bu göçün uzun sürdüğü ve düzensiz olarak gruplar halinde gerçekleştiği söylenebilir.Fakat Abazalar’ın nereden göçettikleri, yani göçün başlama noktası tartışma konusudur.Ancak ağır basan görüş;Kuzey Kafkasya’ya Abazalarının Mızımta,Bızıp ve Kodori ırmakları vadilerinden geldikleri yönündedir. Abazalar bu vadilerden kuzeye Pseaşkha,Marukh ve Klukhordağ geçitlerini kullanarak geçmişlerdir.Zamanla Kabardeyler komşu olmuşlardır.Adıge grupları ile kaynaşmışlardır. Abazalar Adıgelerle birlikte Zelençuk vadisinde yer alan köylerden başka Kuban kıyılarında yer alan birkaç köyde yaşamaktadırlar.Bölgedeki Abaza köyleri şunlardır: Krasnıy Vostog,Koydan,Kubina,Psıj,Karapago,Elburgan, Tapanta,Abaza-Habl,Maloabazinsk,Staro-Kubinsk,Nova- Kubinsk,Apsua,Psavçe Dahe.Abazalar ile Adıgelerin konuştukları dillerin aynı kökten oluşu,her iki halk gurbunun kaynaşmasını güçlendirmekteydi.11

Assuwa(Abaza-Abazin) kabilesini oluşturan grupların sayısı bir hayli fazladır.Onlar da şunlardır.12

1.Tapantalar: Tatarlar  altı kesek derler.Adıgeler(Çerkesler) genellikle Baske derler. Bunlar, Abazaların en doğudaki grubunu oluştururlar. Kuban, Küçük Zelençuk ve Büyük Zelençuk ırmaklarının kaynak bölgelerinde ve Kuma ile Podkumuk yörelerinde otururlardı.

2.Başılbaylar(Baçılbaylar): Varpa(Urup) ve Büyük Zelençuk  yukarı akarlarında oturuyorlardı.

3.Medvalar(Mudavey, Macva) : Yukarı Labe havzasında, Abzahlarla komşu olarak oturuyorlardı. Bunların merkezi Baskaya mevkii idi.Bu kabile aşağıdaki beş klanı oluşturur:

3.1. Kazılbekler( Kızılbekler=Kazılbekit) : Labeler havzasında ve dağlarda otururlardı. Bunların yerleri Karadeniz kenarına kadar uzanır ve kuzeyde Besleneylerle birleşirdi.

3.2. Şegereyler : Küçük Laba havzasında yerleşmişlerdi.

3.3. Haybikolar : Şegereylerin hemen yanında.

3.4. Sidi( Seydi)ler : Haklarında pek bilgi yok. Sadece De Peysonnel bahsetmiştir. Haybikoların yakınında oturuyorlardı.

3.5. Bağlar : Fadz( Khodz/Hoj) ırmağının yukarı akarında yaşıyorlardı.

  1. Tamlar(Tamkitler) : Büyük Labe nehrinin yukarı kısmında ve Varta(Urup) nehrinin kaynağına yakın yerlerde oturuyorlardı.
  2. Kujular : Adıgeler bunlara Koju derler. Köylerine de Ruslar Kuvjinskiy-Avul diyorlar.
  3. Cedcenler( Çeçen).(Ş.Terim Geen diye belirtir.)
  4. Berzendigler.
  5. Çaldaşkolar : Tam kabilesinin yakınında oturuyorlardı.
  6. Sarapiler(Serapiler) Cedcenlerin komşuları, Büyük Labe ve Urupun yukarı vadilerinde, Pregradnaya kasabası yakınlarında yaşıyorlardı. Ananelerine göre Sarapiler memleketi Nartlar tarafından çok seviliyor ve ziyaret ediliyormuş. Bunların mezarları olarak gösterilen Kibağa ormanı da bu kabilenin bölgesi dahilindedir.
  7. Psagarkhagualar(Psağarkhakuj).
  8. Berekeyler(Berekaylar) : Fadz ve Gups çevresinde oturuyorlardı. Bunlar Medvalar ile ayni kökten geliyorlar. Keza, 40 Km. uzaktaki Sohum Abazaları ile de akrabalıkları vardı.
  9. Tubi : Şhaguaşe ve Pşıha nehirlerinin ağızlarında oturuyorlardı.
  10. Haçipsılar(Haşıps): öncekiler gibi, Ubıhların komşularıdır.
  11. Sisipşireler(Sisipşiralar): Sarapilerin batısında oturuyorlardı.
  12. Anagi-Mguvalar.
  13. Şaşiler : De Peysonnel’e göre, Karadeniz kıyılarında ve Ubıhların yakınında yaşıyorlardı.
  14. Kuşa-Janeler(Kuşha Jane) : Bunlara “ Dağlı Janeler “ sıfatını Adıge-Jane’lerden ayırmak için kullanırlar. Vampirli Janeler de derler.( Vampir Psarerlah, “ Küçük Laba “ demek).Bu iki Jane kabilesi farklı lehçelerle konuşsalar da kökenlerinin ayni olduğu aşikardır. Bazı yazarlar bu listeye Karadeniz sahillerinde oturan şu kabileleri de dahil ederler: Bahlar, bunlar Bağlardan ayrılmadır. Nalkupi-Macavalar, görünüşe bakılırsa Medvalara mensupturlar; İpsipler de, Bziplerin parçalanmasından başka bir şey değildirler. Bu terim Adıgelerce sadece Abazaları ifade etmez, ayni zamanda Agoyları/Hakuçları da ifade eder.
  15. Aratkovalar.
  16. Talkolar.
  17. Kubikhanlar: Bunlar Karadeniz sahillerine paralel olarak otururlardı.Ve Nalkupi-Macavalar ile İpsiplerin ve diğer mücavir oymakların komşularıydılar.

            3.2.APHAZLAR(APSUWALAR):

M.S.I.y.y.’da Flavi Arryen Adrian’ın Roma İmparatoruna yazdığı mektupta,Lazların kuzeyinde yer alan Absilya, Abazgya, Sanigya Krallıkları da Laz Karallığı gibi Roma imparatoruna bağlı idi.Krallıklarını eski feodal  geleneklere göre sürdüren bu krallıklardan; Absilya(Absuva=Abhazlar), Abazgya (Abazalar= Abazinler) ve Sanigya ise Sadzvaların değşik söylenişinden başka bir şey değildir.1

Abhaz ulusunun eski boyları arasında feodal yaklaşımlar beylik ve kölelik dönemi ile birlikte başladı. III. ve IV. y.y.’dan V. Ve VI.y.y.’lara kadar feodalizm tam anlamıyla kökleşti.Bu yapılanma halkın kültürel ve sosyal yaşamı ile birlikte,ekonomik yaşamında da kendini kuvvetle hissettiriyordu.2

VI.y.y.’da Absilya, Misimyanya, Abazgya ve Sanigya’da yaşayan Abhaz kökenli kardeş halklar için kanlı yıllar oldu.Amansız iki düşman olan Bizans ve Pers İmparatorlarının bitmek tükenmek bilmeyen svaşları yüzünden Abhaz boyları perişan oldu,neredeyse tükenip gideceklerdi.Abazgya ve Sanigya daha önce olduğu gibi Bizans’a tabi idi.Absilya ve Misimya Krallıkları Lazika’ya bağlı vasallıklar halinde idi.VII.y.y.’da Absilyalılar Lazlara sırt çevirmişlerdi.Kardeşleri Abasklarla bir olup,ulusal birlik oluşturmuşlardı. Lider olarak kabul ettikleri Abaskların(Abazaların)  etrafında toplanmışlardı.3

İlk iş olarak tüm topluluklara “Abhaz”, yani Abhaz sözcüğünün ilk kullanış biçimleri olan “Abazg”, “Abazk”, “Abazkh” dendi. Abhaz ulusal dilini oluşturmada ise liderliği Absilya diyalekti aldı.Böylece Abhaz ulusunun dili(Apsı-şüa), adı (Apsı-waa) oldu.Abazg(Abask) adının Abhaz olarak kalması,komşuları Bizans ve Gürcülerin kendi söyleyiş biçimlerine uygun şekilde,yazmalarından kaynaklandı.4

Apsı-waa(Abhazlar), Karadeniz kenarında yaşayan yedi gruptan oluştuğunu Aytek Namitok,eserinde belirtir:5

1.Bzıbeler:Ubıhların güney komşularıdır.
2.Akhıpseler:Sohum’dan Kabeti’ye kadar olan yerlerde otururlar.
3.Aybğalar:Ay-Buğa’lar,Kodor ırmağı kıyılarında otururlar.
4.Zamballar:Kodor ve Dal vadilerinde otururlar.
5.Khirpisler:Svanlarla komşudurlar.
6.Çajiler:Aghir ve Marmar vadilerinde yaşarlar.
7.Sadzeler: (Klaproth’a göre Sadlar) Okhum vadisinde otururlar.

Genellikle eski çağların anadolu halkı ile Batı Kafkasya kavimlerinin(aşiretlerinin) antropolojik açıdan ortak özellikler taşıdığı kabul edilmektedir.Araştırmalar, Kasklar ve Abeşlalar’ın Hatti dilinde veya ona yakın bir dilde konştuklarını ispatlamıştır.

Kaşk ve Abeşlalar’ın Adıge,Abhaz,Ubıh ve Abazalarla akrabalığı,örneğin,eskiçağ dini inanışları ve mitoloji konularının benzerliğinde izlenebilmektedir. Adıge,Abhaz ve Hitit tanrıları arasında kimi bağlantılar ispatlanmıştır.Şöyle ki,Anadolu’da olduğu gibi,Adıge-Abhaz toplumunda da yıldırım ve tufan tanrısı tespit edilmiştir.Hititlerde bu,baş tanrı idi.Bu inancın Kafkasya’ya Anadolu’dan geldiği de itiraf edilmektedir.

Bugün Kafkasya’da Abhazya bölgesinde yaşayan Absuvalar(Abhazlar),bir zamanlar Anadolu’da Hat Krallığını meydana getiren Hatit halkından olan “Abeşlalar” ile aynı kökten olduğu tarihçilerin üzerinde mutabık olduğu bir konudur.

3.3.ASETİNLER(OSETLER):

XVI. yüzyılda Orta Kafkasya’da Asetinler oturuyorlardı. Kuzeyden gelmiş olan Asetinler gerek harici tazyiklerin tesiri ile ve gerekse batı Kafkasyalıların arasında başgösteren etnik dalagalanmaların neticesi olarak tedricen güneye doğru kaymaya mecbur olmuşlar ve bugünkü yerlerine yerleşmişlerdir.

Asetinlerin esas yerleri Terek nehrinin güneyine kıvrılmış olan ana kolu ile soldan (batıdan) bu kola karışan Ardon nehrinin meydana getirdiği havzadır.

Bu duruma göre Asetin bölgesi; doğuda Waynakların bir kolu olan Galgay(İnguş)lar, kuzey ve kuzeybatıda Kabardeyler, batıda Abhazlar, güneyde ise Güney Asetinleri ve Gürcülerle sınırlandırılmış bulunuyordu.48 Bu memleketin, kuzeyi güneye bağlayan başlıca iki önemli geçit, yani Mamison ve Daryal geçitleri üzerinde bulunmasıdır.

Lanların(Alanların) etnik adı ilk defa M.S.I.y.y.’da Roma kaynaklarında yer aldı.Çinde hakim olan hanedanın kayıtlarına dayanan De Guignes’in dediğine bakılırsa,Alanlar M.S.II.y.y.’da Çinlilerce biliniyorlardı. Bu insanların M.S.I.-III.y.y.lar arasında Kuzey Kafkasya ovalarında yaşadığına işaret eden kaynaklar da vardır.(Kafkasya’daki Alan varlığı hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız:W.Kuzneçow,Alanskie Plemena Severnogo Kau Kaza,Moskova,1962)

IV.y.y. sonunda büyük göçler Hun saldırısından sonra başladı;Bu,dünya tarihinde ilk çağdan,ortaçağa geçiş süreciyle kesişen bir dönemdi.Hun saldırıları ilaçağ Alanyasını tahrip etmişti.372 ylıında Hunlar Volga’yı aşarak,Don,Karadenzi ve Kuzey Kafkasya Alanlarını bozguna uğrattılar.Barış şartlarına uygun olarak, yurdunda kalan,Ön Kafkasya düzlüklerinde kuvvetlerini yığarak,Volga ve Don ırmakları arasında geri çekilen Alanları bir bölümü,M.S.IV.y.y.’da Hunlarla savaştıktan  ve VI.y.y.’da Avarlarla sürtüştükten sonra Vandan kabileleri ile beraber Gal(Fransa) ve İberia(İspanya) ülkelerinde;sonra Kuzey Afrika’daki Elbe ve Atlas Dağları arasında yaşayıp siyasi bir rol oynadılar.Daha sonra Vandallarla beraber (418-534 yıllarında)Tanca ve Trablus arasındaki bölgeleri işgal ettiler.49

Bu göçler sırasında Alan halkının Kuzey Kafkasya’da kalmayı başarabilenlerin bir kısmı ise,günümüz Asetinlerini oluşturdu.Bir çok tarihçi Asetinlerle Alanların aynılığını svunmaktadır.

Dilbilimi açısından Alanlarla Asetinlerin karşılaştırılmaları 1822 yılında J.Klaprot tarafından yapıldı.Bazı araştırmacılara göre Alan dili yine İran kökenli Sarmat dilinin doğu koludur.Arap asıllı tarih ve gezi yazarları da Alanlarla As kavminin bir olduğunu yazarlar.A.Yu.Yakubovski,Arthur Bayhan,İsmail Berkok vs. bu görüşü desteklerler.C.Reşid Ahmet ise; “Ataların Karşılaşması” adlı eserinde; Kürtlerle Alanların dil bakımından birbiriyle akraba olduklarından söz eder. Alanlar Gürcülerce Ows-Etti olarak tanındılar. Ows-Etti As kelimesinden gelişmiş.Ancak aslında Aorsi’den türemiştir.Dolayısıyla Rus ve Gürcüler gibi kavimlerin yanında Osset ya da Osetini olarak tanındılar.Kelime Sith ya da Skith(Asuri Aşkuzay ve Eski Ahit’in Aşkanazı) anlamına gelen Owes-thi’den türetilmiştir.Strabon eserlerinde (Ayasi,Aiiasioi) Yulibius Apasiakai ve Bizanslı Stephan Assatoi ve Moğollar As olarak Bahseder “Alan” adının aslı henüz netlik kazanmamıştır.Ancak aslında Romen tarihçi Aminanos Merkelinos’un görüşüne dayanan bazı teorilere göre Alan adı Altay bölgesinde bir dağ adından geliyor.Vernandsky kelimenin aslını Hint-Avrupa kelimesi Elen  ya da Olen’e bağlıyor.Abaev ise, kelimenin aslı olarak Eski Aryana’yı gösteriyor. Başka bir çalışmadan da bu adlandırmanın Oseti dilinde ses açısından değişikliğe uğrayarak Allon’a dönüştüğünü söylüyor.Ayrıca bu isimle kökeni hakkında değişik görüşler vardır.Ancak bunlar Rus kaynaklarında Alas, Gürcü kaynaklarında ise Ofes ya da Os olarak tanındılar.50

Kafkasya Bölgesine yerleşen Alanların Hun istilasına kadarki sosoyo ekonomik durumları hakkında I.Cildin 4.3.4. kısmında detaylı bilgi verilmiştir.51

Hun istilası sonrası arta kalan Alanlar,Don nehri ve Aşağı Volga kıyılarından Kuban,Terek ve Sunja nehirleri ile Kafkas Dağlarına çekilmeye mecbur kalınca,IV. ve V.y.y.’larda eski yerleşik Asetin kavimlerle birleşerek yeni bir Alan merkezi otoritesi oluşturdurlar.Böylece Alanlar doğuda Çeçen ve İnguşlar,batıda Adıgeler,güneyde Gürcüler,kuzeyde ise o dönem sınırları belirsiz bir bölge oluşturdular.52

Kafkas sıra dağlarının hemen kuzey eteklerinde yer alan Alan yurdunun jeopolitik önemi çok fazlaydı. Alanlar,448’deki Hun örneğinde olduğu gibi kuzey steplerinde yaşayan göçerlerin Kafkas ardına ve İran’a yapacakları seferleri destekleyebilecek durumdaydılar.Bu seferler Mısır’a ve Filistin’e kadar uzanabilirdi.Bu döneme doğru,Persler Darial geçidini savunmaya almışlar(Darial ‘Alanlar Kapısı’),VI.y.y.’da ise Derbent’ten geçmişlerdir.Ayrıca Alan yurdu güneyde ünlü ‘İpek Yolu’ tarafından da katediliyordu.Nihayet Alanlar savaş halindeki bu iki devlete müttefik olarak ya da paralı asker göndererek hizmet edebilecek konumdalardı.Söz konusu iki devlet,Doğu Roma İmparatorluğu ile,Sasani Persleri idir.53

Kafkas Alanlarının güçlü kralı Sarosi,VI.y.y.’da Bizan ve Avar Kağanlığı arasındaki ilişkilerde arabuluculuk rolü üstlendi.Alanlar VI. ve VII.y.y.’larda İran-Bizans savaşlarına ve VIII.y.y.’da Aap-Hazar savaşlarına katıldı.Ortaçağ dünyasında Alanya zengin bir ülke sayılıyordu.Çekiciliği,güzergahı,Alan topraklarını boydan boya geçen büyük İpek Yolu ile dünya ticaretine bağlanmasıdır.Alan tacirleri Doğu ve Batı ülkelrinde çok ünlü idi.Uluslararası önemdeki transit yollar Alanya’nın sosyal,ekonomik ve kültürel gelişmesine katkı sağladı. IX. ve XII.y.y.’larda Alan Devleti geniş dış siyasal ilişkilere sahipti.Alanya’nın Kafkasya,Akdeniz ve Doğu Avrupa ülkeler arası ilişkilerinde etkisi büyüktü.Bizans imparatoru Konstantin Bagıryanorodnı’ya göre,X.y.y. devletlerinin prestij listesinde Alanya,Ermenistan’ın ardından,Hazar ve Rusya’dan daha üstlerde yer alıyordu.54

Bu Alanlar,Hun öncesi döneminin insanları değillerdi.Kafkasya’da yüzyıllarca yaşamanın sonucunda pek çok yerli halkla kaynaşmışlardı.Alanlar’da önceleri çoğunlukta olan dar çehreli Dolikosefal tip ve açık renk yerini X.y.y.’da geniş çehreli ve “Kafkasyalı” olarak tanımlanan Brakisefal tipe bırakmıştır.Aslen Osetin olan Barasby Baytugan; “Alanları en doğru ve tam olarak tarif eden Romalı yazar Ammian Martselin’dir.Yzar Alanları uzun boylu,kuzeyli tipinde ve sarışın olarak tanımlamaktadır.Oysaki şimdiki Osetinler diğer Kafkas milletlerinin boylarından hiç de farklı boyda değildirler.Bu hususu antropologlar özellikle belirtmektedirler.Sarı renk ise Asetinler arasında diğer Kafkas milletler arasında bile değildir.Öyleyse,ne kadar Kafkas kanı karışımı olmak ya da nesil değişimi yapmalıdır ki bugünkü Osetin tipini meydana getirsin. Antropologların dışında bugün Osetinlerin sürdüregeldikleri örf ve adetleri de onların Kafkasyalılıklarını ispat etmektedir.” diyor.55

Gürcü kaynaklarından alıntı yapan Ermeni kaynaklarında ise;Keburlar,Kutetler,Argveller,Maruylar ve Takuvirler’den sözedilmektedir.Bunların,Kafkas dillerini konuşan,zaman içinde Alanlarla karışmış ve bölgede antropolojik ve dilsel çizgilerle,tarım ve zenaat yöntemlerinin izlerini bırakmış halk toplulukları olduğu  sanılmaktadır.Fakat son gelenlerin konuştuğu İran dilinin yanısıra,Türkçe sözcüklerle Kafkas dillerini fonolojik ve marfolojik özellikleri,bölgede oluşan dili etkileyen unsurlar olmuşlardır.56

Zelencuk Yazıtı:

1.ve VI.y.y.’lardan itibaren Alanların, “Yazı kullanan” kavimler arasında olduğunu söylerler. IX.y.y.’da Slav yazısının yaratıcısı Filozof Konstantin, Alanları, “Yazısı olan,ana dilinde tanrıya övgüler düzen halklar arasında” gösterir.XIII.y.y.’da Fransiskan- Keşişgilion De Rubruck,Alanya’da “Grek yazıtları” bulur.Bugün Ortaçağ Asetin(Oset) yazılı metni olarak güvenilir biçimde okunan tek eser- Büyük Zelencuk boğazında 1888’de gün ışığına  çıkarılmış olan X.y.y. taş yazıttır.57

Zelencuk kitabesi olağanüstü ilginç bir belgedir. Yazıt Grekçe “İsa” ve “Aziz Nicolas” ibareleri ile başlamakta ve belirli sayıda kişinin seceresini kapsamakta olup,anlamı şu şekilde tercüme edilmiştir: “(…)Sakhir oğlu,(…)’ın oğlu Bagatır,Bagatır oğlu Anbalan,Anbalan oğlu Lag(veya Lakan)’ın mezar taşı.58

Bu belge,Adıgelerde olduğu gibi,Alanların Grek alfabesini yalnızca tanıdıklarını değil,kendi dillerini ifade etmek için kullandıklarını da göstermektedir.Bulguların bugünkü düzeyi Alanların alfabenin kullanışını geliştirdiklerine dair bir belge içermemektedir.

Alanya erken feodal bir toplumdu.Yüksek devlet iktidarı krala aitti.Alan kral hanedanı,Bizans imparatorları,,Hazar Hanları,Abhaz ve Gürcü Krallıkları ile akraba ilişkilerine sahipti.Avrupa geleneğine göre, Alanya kralı da Roma imparatorları Sezar ve Avgustus’tan köken iddiasında bulunuyorlardı.Bazı Alan krallarının isimleri bilinmektedir.XI.y.y.’da Alanya’yı Uldure ve Büyük Dorgodel,XIUI.y.y.’da Huddan yönetmişti.59

XII.y.y.’dan itibaren içinde bulunduğu feodal parçalanma,Alanya’nın gelecekteki kaderini ölümcül derecede etkiledi.Türk kabilelerin ilerleyişi,şehirlerin düşmesi,Hristiyanlığın çöküşü,Batı Alanya’daki Alan-Asetin etnik ve kültürel tarihi merkezini,Türk saldırılarına maruz kalmayan ülkenin doğusuna kaydırdı.Güçlü merkezi otoritenin bulunmayışı ve karmaşık demokratik süreçler,XIII.-XIV.y.y.’ların dramatik olaylarının eşiğinde Alanya’nın askeri-politik yönden zayıflamasına yol açtı.

1230 yıllarında Alanya’da bulunan Katolik rahibi Julian Alanlar hakkında şunları yazmaktadır; “Ne kadar küçük bölge varsa,o kadar da feodal (derebeyi,pşı) vardır.Bunların hiç biri ir diğerini dinlememektedir.Bu nedenle bir feodal diğeri ile,bir küçük bölge de bir başka bölge ile sürekli savaş içerisindedir.60

XV.y.y.’dan itibaren Asetinler,ülkelerinin ovalık alanlarını kaybettiler ve dağlarda tutunan Asetinler,tarihsel yeni bir dönemin sayımına başladılar. Eski geleneklere göre ulusal birlik ideolojisi,ortak ata söylenceleri üzerine kurulmuştur.İskit döneminde halkın kurucusu Targitay sayılıyordu.Geç Ortaçağ Osetyasında ilk ata,tarihinin en büyük kahramanı gördüğü Os-Bagator kabul edildi.Osetler Os-Bagatar’ı folklorik imge içinde,halkın tek atasına değin kadim ari mitosuna ve Alan döneminin sivrilmiş tek ve son önderleri ile ilgili gerçek tarihsel bilgilere bağladılar.61

XIV.-XVI.y.y.’larda ovalara,Batı Ön Kafkasya’dan gelen Adıgeler(Kabardeyler) yerleşti.Karışık Alan-Türk nüfusunu oluşturan dağ boğazları Balkar-Karaçaylar’ın yurdu oldu.Asetinler(Osetler),yıkılan Alan devletinin en çok Güneydoğlu dağlık bölgesini koruyabildiler.Dağ tarımı az ürün veriyordu.Pek de emniyetli değildi.Ekonominin en önemli kolu hayvancılıktı.Köy ekonomisi,zenaat ve ev işleri ürünleri,dışarıdan gelen tacirler ve Tarnskafkasya alışveriş merkezleri yolu ile trampa ediliyordu.

XIV.y.y.’ın Timur istilalarının Eski Alanya’daki sonuçları,politik olmaktan çok demografik özelliklere sahipti.Timurlenk’in yok ettiği unsur,zaten bölünmüş olan bir krallıktan çok,Kafkas ovalarının geniş Alan nüfusu idi.Alanların dağlara çekilmeleri yeni bir etnik grubun tarih sahnesine çıkması ile sonuçlanmıştır.Bu halk Osetler(Asetinler)dir.

XV.-XVII.yüzyıl Asetin toplumu, geniş boğazların ve birkaç pek yüksek olmayan geçitlerle bölünen dağ kanyonlarının doğal sınırlarında oluşmuştu. Bunların hepsi hem bağımsız cemiyetler, hem de komşu cemiyet birlikleriydi.62

Topluluklar iç yaşamda egemenliklerini ve bağımsızlıklarını korurlarken, askeri ve siyasal faaliyetlerde güçlerini birleştirmişlerdir. Tüm halkın kaderini ilgilendiren önemli olaylarda Oset nıhası(Halk Meclisi) çağrılırdı. Başka bir deyişle, dağlı topluluklar dönemi Osetyası kendi kendini yöneten bölgeler konfederasyonudur. Yurttaş cemiyetinde toplumsal hayatın kadim biçimlerinin yaşatılması, Osetya’nın etnik, kültürel ve politik birliğine yardımcı oldu.63

Etnografik vaziyetlerine göre Asetinlerin kuzeyle hiçbir temas ve münasebetleri olmuyordu. Bu sebeptendir ki Asetinler güneydeki olaylarla, dolayısıyla Gürcilerin mukadderatıyla çok ilgili olmuşlardır. Hatta Tamara’nın ikinci kocası olan ve Gürcistan’a şerefli bir tarih safhası kazandıran Davit Sislan bir Asetin idi. 64

Asetinlerin kuzey cephelerinin kapalı olması onların kuzeyden gelen istila dalgalarından, hatta Rus-Kafkas mücadelesinin ilk safhasının darbelerinden etkilenmemiş, bu itibarla Asetinler Ağır ızdıraplara uğramıştır. Bunun neticesi olarak idare ve kültür bakımından nispeten gelişme imkanı bulmuşlardır.65

Ancak, Asetin topraklarının Gürcistan’ı kuzeye bağlayan iki önemli geçitin üzerinde bulunması Rus tarruzların siklet merkezini buraya yöneltmesine sebep olmuş, bu itibarla bu memleket daha önce Rusların işgali altına girmiştir.

3.4. ÇEÇENLER-İNGUŞLAR-TUŞLAR:

Çeçenistan Bölgesini işgal eden orta ve doğu Kafkas unsurlarından Waynaxlar Paleocaucasiens adledilmektedir.

Waynaxlar hakkında detaylı bilgi “ Kafkas Tarihi “ adlı eserimizin I.Cildinde verilmiştir. Way=”Bizler” veya “Kendimiz”in tam karşılığında bir dönüşlülük zamiridir. Nax=Halk, ulus, insanlar, kavim, cemaat v.s. karşılığıdır. Waynax ise=Bizim halk, bizim millet, bizim ulusumuz, bizim insanlarımız,bizim toplumumuz, kendi halkımız, keni milletimiz, kendi ulusumuz demektir.76

Waynax toplumu; Çeçenler / Nahço, İnguşlar / Galgay, Tuşlar / Batsolar olmak üzere üçe ayrılırlar. Her üç kavim birden kendilerine “halkımız” anlamına gelen Waynax derler. 77

Waynaxların esas nüvesini teşkil eden kavimlerden Nohçiler’e Osetler “Makalun ve Çançan”, Kabardeyler “Şonşan”, Kumuklar “Miçigiz”,diğer Adıgeler “Şeşen” Avarlar da “Çeçen adı verirler.

Bugünkü Nohçi (Çeçen) memleketi, esas olarak Sunja Havzası (Terek Nehri’nin güney kolu)dır. Gerçi daha önceleri Nohçiler bu bölgenin dışına da taşmışlardır. Fakat asılları  ve siklet merkezleri ile Sunja Havzası’na bağlı kalmışlardır. Ve nihayet hemen bütün mevcudiyetleri ile bu havzada toplanmışlardır.78

Nohçi memleketi kuzede Terek Nehrine, Doğuda Dağıstan bölgesi, batıda Asetin bölgesine uzanır. Güneyde ana Kafkas silsilesinin yüksek kısımlarında Gürcistan’a ulaşır. Burada Nohçilerle Gürcüler birbirlerine çok karışmışlardır. Tuşlar (Batsolar) ve Hıvsurlar bu karışımı temsil eden unsurlardır. 79

Nohçi memleketinin fiziki fizyonomisini tebaruz ettiren arızalar, doğuda Argun, batıda Asa nehirlerin açtıkları derin vadilerdir. Bu iki vadinin kavradığı arazi parçası esas Kafkas silsilesinin heyelanla ayrılmış bir bölgedir. Bu durumun neticesi olarak Nohçi memleketi, tabii hususiyetleri bakımından üç kısma ayrılır; dağlık, orta ve ovalık ksımıdır. Nohçi memleketi genellikle ormanlıktır. Rusların istilasından önce bu ormanlık kuzeyde Terek nehrine kadar uzanırdı. Fakat Ruslar’ın bu ormanları,direnişi artıran bir arazi örtüsü ve engel telakki ederek tahrip etmişlerdir. Bu sebepten ova kısmı bugün hemen hemen çıplaktır. 80

Şimdiki çeçenlerin eski çağlardan beri Kafkasya’nın Daryal boğazı ile Şano Argon ırmağının yukarı yatağı arasındaki dağlık bölgede yaşamaktadırlar. Hazar denizine kadar yayılmışlardır. Terek nehri ağzı hizasına tesadüf eden Çeçen adası ismi Çeçenlerin bu sahillerde oturmuş olduklarını gösterir. 81

Çok uzun, çok hassas ve atılgan olan Nohçiler, hiçbir vakit yabancı bir hakimiyet altına girmemişlerdir. Memlekette pederşahilik esasına dayanan feodal bir rejim yürürlükte olmuştur.

Nohçiler hem Mecusi hem Hristiyanlık dinlerini yaşatmışlar ve VIII.yüzyılda Müslümanlığı kabul etmişlerdir. Bu memlekete Müslümanlık doğudan gelmiştir. Bu sebepten Nohçiler Şafii olmuşlardır. Bu memlekete aynı zamanda tarikatçılık da girmiştir. Bu sebepten Nohçiler daima doğuya, yani Dağıstan’a bağlı kalmışlardır. Çünkü tarikat telkinlerini ve esaslarını Dağıstandan almışlardır. Nohçiler milli bünyelerinde dinin büyük tesirleri olmuştur. Bu itibarla Nohçiler’de demokratik esaslar yerleşmiştir.82

Nohçiler, çevrelerindeki diğer Kafkas kabilelerin uğrayacakları taarruzların sonuçlarından da müteessir olmaları nedeniyle bu kabilelere yardım etmek mecburiyetinde kalmış ve etmişlerdir. Bu hususta büyük fedakarlıklar göstermişlerdir. Bu itibarla Nohçiler “Kafkasyanın kılıcı” ünvanını taşımak hakkını kazanmışlardır.

Waynaxların ikinci büyük kolu İnguş koludur. Çeçenler, Tuşlar ve kendileri kendilerine Galga derler. Galga kelimesi “şehir, kasaba, kale, kule, kulede oturan” ve “kalkan” gibi anlamlar içerir.84

Waynax kaviminin bu kolu tarihte Cori (Tsori), Dzurduk, Zhieraxao (Cieraho), Navrani, Mahalon, otonimler ile anlaşılmaktadır. Gürcüler Gligva, Gligvi, Ruslar İnguşi, Asetinler ise Mahalon derler.85

Bugün bunlar için kullanılan İnguş kelimesinin aslı Anguşt’tur. An ”ufuk”, Guş “görünen”, T “yer bildirme eki” bu durumda Anguşt “bir yerden görünen ufuk” anlamını taşır.

Waynaxların üçüncü kolu ise Tuş halkıdır. Çeçenlerle İnguşlar Tuşlara Bac (Bats) adını verirler bu Batslara Gürcüler Ts’ov veya Tuş’u derler. Ruslar Mizzhegi (Mizgegi) Çeçenler Choy (Ts’oy) veya Banoy(Batsunoy), komşuları olan Kistler Vabo adını verirler. 86

Dilbilimci Y.D. Deseriyev, Batsba(Batslar) kelimesini “otlar, otlaklar, otlakçılar” demek olduğunu söyler. 87

Çeçenlerin aydınlık tarihi Müslüman oluşları ile başlar. Halk rivayetlerine ve eldeki bölük pörçük bilgilere göre,orta çağda Controylu Tina ile oğlu Vüşa, hem Hazarlara hem de Alanlara karşı savaşmışlardır. İçkeri (Nohçu-Makka) ormanlarındaki akıncılarla bu iki devlerin güçlerini püskürtmüşlerdir. Aynı çağda batı Waynax kahramanları arasında, özellikle Alanlara karşı verdikleri mücadelelerle halk arasında efsaneleşenler; Kiolwoy, Kiantk, Linda Şoa, Phagal Bari, Barakhuoy Kiantdir. Arap ve Acem kaynaklarında Deştikıpçak diye anılan Altınordu diğer adı Cuci ulusu hücümlarına karşı da Çeçenler mücadele etmişlerdir. Yine halk rivayetlerine göre,günümüze kadar ün yaparak gelenler Mokhçur (Mohstur), İçkerili İdig, Çiebarluolu, Aldamar Gezi’dir.88

XIII. ve XIV.yüzyıllarda Moğollara ve Timurlara karşı vatanlarını korumak amacıyla karşı koyan başlıca ulus Çeçenler olmuştur. Dış saldırılara karşı Kafkas halkları ile ittifak kurmaktan ve destek vermekten geri durmamışlardır. Camiu’t-Tevarih’ünde Reşidittin, Kroniklerde Gürcüler de bunu doğrulamaktadır. Bu eserlerde Çeçenler Duvay ve Cacani (Tsatsani) diye anılmışlardır.89

Terek savaşı bozgunundan sonra 1396 yılında, Simsian bölgesinde Gayurhan liderliğindeki Çeçenlerin Timurla olan savaşları tarihin en şiddetlisi olarak anılır. Sonuçta bu savaş Çeçenleri yüzyıllarca geriletmiş onları adeta dünya yüzünden kökünü kazımıştır.90

XVI. ve XVIII.yüzyıllarda Waynax tukumundan Çeçenler yeniden filizlenirken,yazılı belgeler ve arkeolojik araştırmalar Çeçenlerin yerleşim yerlerini de ortaya koymuştur; Kafkas sıradağlarının doruklarından kuzeydeki Terek Nehrine kadar olan mesafe ile doğuda Aktaş-Sulak tepelerinden batıda Terek Nehrinin doğduğu mesafe XVIII.yüzyıla doğru Waynax ulusu ikiye ayrılmıştır. Nohçiler ve Galgaylar (İnguşlar)dır. Bunların dışında bir üçüncü gurup daha var o da Cov-Baco(Tlov-Batso)lar ve Tuşlardır.

3.5.KARAÇAY-MALKARLAR:

Kafkasya bölgesinin orta kesiminde yer alan diğer bir Kafkas halkı da Karaçay-Malkarlılardır.

Bölgenin hatta Avrupa’nın en yüksek dağları Karaçay-Malkar toprakları içindedir. Bunların başlıcaları: Mingi Tav(Elbruz) (5642m), Dıh Tav (5203m), Kostan Tav (5145m), Uşba, Donbay, Ölgen, gibi zirvelerdir.

Kafkasya’nın en büyük ırmakları Mingi Tav’ın buzul kaynaklarından doğmaktadır. Koban (Kuban), Hurzuk, Ullu Kam, Gondaray, Uzun Kol, Makar, Uçkulan, Garah Kol, Hudes, Calan Kol, Aman Kol, Duvut, Gonaçhir, Amanavaz, Teberdi, Morh, Khavat, Arhız, İncik, Urup, Laba, Bashan, Köndelen, Andersuv, Terskol, Cegem, Bızıngı, Çereh önemli ırmak ve vadilerdir.67

Kafkasya halkları arasında Türk unsurun en önemli bölümünü meydana götüren Karaçay-Malkar halkı yüzyıllardan beri Kuban ırmağının kaynak bölgesinde, Kafkas Dağları’nın zirvesi Elbruz Dağı’nın doğu ve batısında yer alan yüksek dağlık arazideki derin vadilerde yaşamaktadırlar. Tarihi, Antrepolojik, arkeolojik ve sosyo-linguistik araştırmalar Karaçay-Malkarlıların bu bölgede uzun yıllar hakimiyet kuran çeşitli eski Türk kavimlerinin torunları olduklarını göstermektedir. Yüzyıllar boyunca birlikte yaşamanın tabii sonucu olarak Karaçay-Malkar halkına komşu Kafkas kabilelerinden de etnik unsurlar katılmışdır.68

Karaçaylılar ve Malkarlılar birbirlerinden farklı dile, kültüre ve tarihe sahip iki ayrı halk değil, tersine aynı dil kültür ve tarihi paylaşan bir Türk boyudur. Karaçay ve Malkar adları bu boyun yaşadığı iki bölgenin coğrafi adlarıdır. Dolayısıyla, bu adlara etnik bir anlam vererek Karaçaylılar ve Malkarlılar (ya da Balkarlılar) biçiminde kullanmak yanlıştır. Doğrusu Karaçaylılar, Malkarlılar (Balkarlılar) biçimindeki ifade tarzıdır.69

Önceleri Elbruz dağının doğusunda Bashan(Baksan) vadisinin yukarı kısımlarında yaşayan dağlıların bir bölümü Elbruz’un batısında yer alan Kuban ırmağının kaynak havzasındaki yüksek vadilere göçmüşler ve Hurzuk , Uçkulan, Kart Curt adlı köyleri kurarak bu bölgeye Ullu Karaçay adını vermektedir. Elbruz dağının doğusunda kalan dağlılar ise Bashan, Çegem, Çerek vadilerine yerleşmişlerdir. Çerek ırmağının bulunduğu vadiye dağlılar Malkar vadisi adını vermişler ve buraya yerleşenler Malkarlı adı ile anılmışlardır.70

Karaçay-Malkar halkın XVI. Yüzyıla kadar Kafkasya’da hangi etnik adla tarih sahnesinde boy gösterdiği bilinmemektedir. 1404 yılında Kafkasya’da bulunan başpiskopos Johannes de Galonifontibus Karaçay halkını “ Kara Çerkesler “ adıyla tanımlamıştır. Daha sonraki yıllarda Kafkasya’yı ziyaret eden Avrupalı misyoner ve araştırmacılar da aynı tanımı kullanmışlardır.Avrupa kaynaklarında Karaçay adına ilk olarak XVII. Yüzyıl başlarında rastlanmasına karşılık Osmanlı kaynaklarında Karaçay adı ilk olarak XVI. Yüzyılda geçer. Rus kaynaklarında ise Malkar adından ilk olarak 1629 yılında İ.A.Daşkov bahsetmektedir.71

Tarihi ve etnolojik araştırmalar XVI. Yüzyılda Bashan(Baksan) vadisinin yukarı kısımlarda yaşayan Kıpçak kökenli Karça, Navruz, Budyan, Adurhay, Botaş ve Abazin-Tatar kökenli Tram “klan”larının yaşadıklarını ve bunlara Kabardey Prenslerinden Tohçık(Dohşuko) ve Tambiylerin de katılmasiyle Karaçay halkının çekirdeğinin oluştuğunu göstermektedir. Karaçaylılar daha sonra Yukarı Bashan’dan Elbruz dağının batısındaki Yukarı Kuban, Hurzuk vadilere göçettiler ve burada çoğalarak günümüzdeki Karaçay halkını oluşturdular.72

Karaçaylılar bugün Kafkasya bölgesinde Gürcü-Mingrel halkı tarafından “Alan” adı ile tanınırlar. Osetler de Malkarlılar’a As,Malkar Bölgesine Asiya, Karaçay’a ise Ustur Asiya (Büyük Asiya) adını verirler. As,bilindiği gibi Alanlar’ın diğer adıdır.Bütün bunların yanısıra Karaçay-Malkar halkı bugün dahi birbirine “Alan” diye hitap eder.Alan adı.Karaçay-Malkar dilinde,soydaş,dost,kardeş anlamlarına gelmektedir ve Kafkasya’da yalnızca Karaçay-Malkarlılar birbirlerine “Alan” diye hitap etmektedirler.73

Ufuk Tavkul; “Tarihi ve Etnik Yapısıyla Kafkasya” adlı makalesinde;Alanların,Karaçay-Malkar  halkının etnik ve sosyo-kültürel yapısında önemli bir yer işgal ettiğini,ancak,Alanların Türk mü,yoksa İran kökenli mi oldukları konusu bilim dünyasında henüz kesin olarak aydınlığa kavuşturulamadığından sözetmektedir.

Başlangıçta Karaçay-Malkar’da üç sosyal tabaka vardı:

Biy veya Tavbiy ( Prensler ).
Özden ( Soylular ).
Kul ( Köleler ).

Biy veya Tavbiy adı verilen prensler Karaçay-Malkar halkın siyasi yapısında söz sahibi olan ve halkı yöneten tabakaydı. Bunlar Karaçay-Malkar halkının en eski ve köklü ailelerinden meydana geliyordu.

Özden adı verilen soylular ise kimi zaman ekonomik açıdan prenslerden(biylerden) daha güçlü olsalar bile yönetimde söz sahibi değillerdi ve “biy”lere bağlıydılar.

Kul adı verilen köle tabakası ise hiçbir özgürlüğe ve maddi varlığa sahip değildi.

Karaçay-Malkar toplumundaki sosyal tabakalar komşuları olan Kabardey Çerkeslerindeki sosyal tabakalarla benzerlik göstermektedir. Kabardeylerde temelde Pşı(Prens), Vork(Soylu) ve Pşitl(Köle) olmak üzere üç sosyal tabakaya bölünmüşlerdir.74

Karaçay-Malkar’da biy ve özden tabakalarına mensup her soyun bir aile arması ya da damgası vardır. Karaçay-Malkarlılar “ Tukum tamga “ adını verdikleri soy damgalarını ve “ Tukum at “ adını verdikleri soy adlarını korumaya akrabalık ilişkileri açısından son derece önem verirler.

3.6.ÇERKESLER:

Çerkesler, tarihin çok eskiden beri tanıdığı ve değişik adlarla tanıttığı Adige toplumudur. Çerkes adı, daha önceki dönemlerde verilen adlar gibi, başkaları tarafından Adige toplumuna verilen bir isimdir. Kendilerini Adige olarak tanımlayan Kafkasya’nın bu otokton halkı bu yumuşak iklimde, tarih öncesinden ve başlangıcı bilinmezlik gecelerinin karanlıkları içerisinde kaybolan zamanlardan beri Karadeniz kenarında Xekuj( Eski vatan ) dedikleri topraklarda yaşamaktadırlar Çerkeslerin nüfusun artması sonunda bir göç yaşanmıştır. Bu göç sahilden içeriye doğru olmuştur. Bölgenin yerleşik ahalisini teşkil eden kabileler devamlı surette yer değiştirmiş, birbirine karışmış ve bunun neticesinde bazı etnik gruplar kaybolmuş ve başka namlar altında yeni bir çok gruplar meydana gelmiştir.

Karadeniz sahilinden Kuban ırmağı havzasına kadar olan geniş bölge ile Terek ırmağı havzasında yaşayan ve Çerkes kavmini oluşturan kabilelerin XIX.yüzyılın ikinci çeyreği başlarındaki yerleşim tablosu, S. Bronevski, L. Liyulye, A.P. Berje, S. Esadze ve l. İ. Lavrov’un verdikleri bilgiler doğrultusunda aşağıdaki gibidir:

3.6.1.ABZEHLER:

Batı Çerkeslerin en kalabalık olan kabilesidir. Abzeh ya da Abadzeh kelimesi “Abazelerin( Abazaların ) ötesinde oturanlar “ anlamına gelir. Diğer Çerkes kabilelerine göre en demokrat kabile olan Abzehler arasında Prens( Pşi ) tabakası yoktur ve asillerin nüfuzu daha az, sınıf farklılıkları daha az belirgindir.

Kafkasya Sıra Set Dağlarının kuzey yamaçlarına Kuban nehri( Psıj )nin kolları olan şu nehirlerin aktığı vadilerde oturmaktadırlar:

a- Şhaguaşe yada Belaya nehri ve kolları Kurcipse, Pçeha, Phats, Tfiseps.
b- Laba ve kolları Psizuye( Küçük Laba ), Şegipsin( Çohrage ), Hağur( Hodz ), Farz.
c- Psij ve kolları Mart, Pças( Pçağ ).
d- Psekupse ve kolları Düs, Tsaok, Çibiy.
e- Vuanobat( Vonobat ).
f- Sup. Şapsığ kabilesiyle sınır teşkil eder.

 

3.6.2. ŞAPSIĞLAR:

Şapsığlar, XIX.yüzyılda Çerkes etnik grup ve boyları içinde en yoğun nüfusa sahip kabileydi. XVIII.yüzyıl Rus kaynaklarında kabilenin adı Şapso ve Sapsıkh şeklinde geçer.

Şapsığlar, Abzehlerden batıya doğru, kısmen de kendi sınırları yönünden Karadeniz kıyılarına kadar ulaşan ve buralarda bir yandan Ubıhlarla, öte yandan da Natuhaylara komşu olan yerlerde bulunuyorlardı. Şapsığlar, Kuban nehrine dökülen Ubin ve kolları Psekabe, Şebj,(Pşibj), Afips, İl, Azüps(Azips(), Hopl, Anthir, Boundür, Abin, Koaf, Şebik ve Şips vadilerinde yerleşmişlerdi.

Büyük Kafkas Sıraset Dağlarının hem güney, hem de kuzey yamaçlarında oturuyorlardı. Kaynaklara bakılırsa Şapsığların çoğu, Kuban ırmağı havzasında yerleşmişti. Şapsığların Tuapse yakınlarında oturan kolonilere “Küçük Şapsığlar”, dağların kuzeyinde Kuban ırmağına doğru oturan ana kütlelerine “Büyük Şapsığlar” adı verilir. Şapsığlarla Natuhaylar arasında kesin bir sınır yoktu ve sular çekmesine kadar bu iki kabile iç içe yaşamaktaydı. Natuhayların da Şapsığlardan ayrılmış bir kitle oldukları ileri sürülmektedir.

Şapsığlar da Abzehler kadar demokratik ve sınıf ayırımı az bir Çerkes kabilesidir. Güldenstaedt, Pallas gibi araştırmacılar onları Abazalar arasında sayarken, Bronevski onları Çerkes-Abaza karışımı olarak kabul etmektedir.

3.6.3. NATUHAYLAR:

Natuhay kabilesinin yerleştikleri topraklar kuzey Kafkasya’da Karadeniz kıyılarının büyük bir kısmını içine alıyordu. Bu yerler, kuzeyde Taman’a kadar uzanıyor, güney-doğuda da Şapsığ topraklarıyle sınırlanıyordu.

Şapsığ sınırından başlayarak aşağıdaki nehirler, vadilerden Kuban yönüne doğru akarak ya bataklıklarda kaybolur ya da Kubana ve bu nehrin kendi ağzında oluşturduğu limanlara dökülür. Adekum nehri Natuhaylarla sınır kabul edilir: a-Adekum ve kolları Nebercay, Atekay, Bakan, Geşepsin.b-Kudako,c-Psif,d-Nepitl,e-Kops,f-Psebebs,g-Şeguo( şugo ),h- Çekups( çikubs),i- Şekon,ı-Napsuho,j-Vostigay(hostügay),k- Sümay,l-Unephahuray,m- Tazüipş.

Aşağıdaki dereler, Anapa kalesi yakınında bataklık haline gelen Bugur( Anapka ) deresine dökülürler: a-Kumatir,b-Kopesa,c-Kitlemiç,d- Psekiaha,e- Mezkiağa( Meskağo),f- Dekos( dokes),g- Benepsin,h-Şim,i-Bid,ı-Tseokay.

Aşağıda adı geçen vadiler, Anapa kalesinden başlayarak güneye doğru sıralanmaktadır:

Henderiy, Sukho, Dirsüye, Ozereyk, Mishaki, Tsemez( kutleşhuo/ Sucukkale koyuna dökülür), Dob( ayni koya dökülür), Aşampo, Atsezivgu( kutleziy/ Gelincik koyuna dökülür).

Denize komşu diğer vadiler: Mezib, Hapetsay( hotetsay), Canhotiy, Nahapş, Pşad, Beşe, Çöbein, Bzid, Cubg( cub), Şapsuko, Kuziyeps, Plako, Nigepsuko, Duz, Tu, Hakoay, Nebug, Aguiye, Pseşis, Tuapse, Dederkuay, Sepse, Şuuk(şuyek), Mokupse, Müzüyegopse, Aşe, Dzeş, Kopse, Psezuye veya Pezüane, Goliyek, Çigeziane, Niheps. Burada Natuhay toprakları sona erer.

Ruslar 1861-1862 yıllarında Natuhaylar’ın arazisinde Adagum akarsuyuna kadar uzanan kesimi ele geçirdiler.Buralarda 1862 yılına kadar ve yaz aylarında 28 Kazak Sanitsası kuruldu.Mayıs 1862’de Nauhaylar’a ultimatom verildi ve mutlaka önceden belirlenmiş yerlere göç etmeleri gerektiği bildirildi.1863 başlarında çoğunlukla Osmanlı topraklarına göç etmek üzere Karadeniz kyısına hareket etti.

3.6.4.KABARDEYLER:

Çerkes kabilelerinin en kalabalığı ve sosyal-siyasi açılardan en örgütlenmişi olan Kabardeyler Büyük ve Küçük Zelençuk havzalarından Vladikafkas’a kadar uzanan ve Kuma ile Terek ırmaklarının yukarı kollarının suladıkları geniş bölgede yaşamaktadırlar. Batılarında Besleney ve Abazalar, doğularında Çeçenler, güneylerindeki dağlarda ise Karaçay-Malkar ve Oset halkları yaşamaktadır. Kabile adları “Kabarda Tambiy” adını verdikleri cedlerinin adından gelir. B u adı Hazar Türklerinin “Kabar” boyuna bağlayan tarihçiler de vardır. Feodal sistem ve sosyal tabakalaşma açısından Kafkasya’daki en gelişmiş toplumdurlar.

Bir zamanlar oturdukları Kuban’ın orta ve aşağı havzalarını bırakarak, Nalçık merkez olmak üzere şimdi bulundukları bölgeye yerleşmişlkerdir. Malka ve Terek nehirleri arasındaki Nalçık bölgesine “Büyük Kabardey”, bunun doğusundaki Mozdok(Mezdegu) bölgesinede “Küçük Kabardey” denmektedir. Dağ eteklerine ve Sunja kıyılarına kadar Terek’in sağ kıyısını işgal eder.

Bu kabile Kafkasya’nın en hassas noktalarından birini tutar(ki Daryal geçidinin ağzıdır burası) ve aynı zamanda burası, doğu ve batı Kafkasya bölgeleri arasında köprü görevini yapar.

Arazilerinin Rusların saldırısına açık olmasının onları Ruslarla iyi geçinmek mecburiyetine sürüklemiştir.

3.6.5. BESLENEYLER:

Besleneyler Kabardeylerin bir kolu sayılmaktadır. Kabile isimleri Kabardey Prenslerinden Beslan’ın adından gelir ve “Beslan’ın Halkı “ anlamındadır.

Abzehlerden doğuya doğru Urup(yarp) nehri aşağı akımının kolları boyunca aynı suretle Laba ve Psızyne (malaya Laba ) nehirlerinin membalarına yakın yerlerde; Farz, Gegane( büyük Tegen ), Gegeneziy( küçük Tegen ) ve Voarp derelerinin sularıyle sulanan Kuban havzasındaki toprakları işgal ederler.Onların toprakları Kuban ötesinde en verimli topraklardı.Daha önceleri mükemmel at besliyorlardı.XIX.y.y.’da daha iyi arıcılık yapmaları sayesinde kaliteli bal üretiyorlardı.

Vatanını ter etmek zorunda bırakılan ilk kabile Besleneylerdi.1861’de Rus makamları Besleney topraklarında Kazak Sanitsaları kurmak için harekete geçmişti.Halkın tamamını zorla Kuban’a sevk etti. Yaklaşık altıyüz aile oradan Türkiye’ye gönderildi.İkiyüz hane ise Kuban ırmağının sol kıyısında, önceden belirlenmiş yerlere iskan edildi.

3.6.6. MAHOŞLAR:

Bunların yerleştikleri topraklar, Fars nehrinin yukarı akımı boyunca Çehurac, Belogiak ve Şede çaylarıyle sulanır.

3.6.7. ÇEMGUYLAR:

Kuban nehrinin sol kıyısı boyunca Mahoş toplumundan kuzeye doğru ve Laba, Şhaguaşe nehirlerinin akımı boyunca uzanan yerlerde yaşıyorlardı.

3.6.8. HATUKAYLAR:

Bunlar Şhaguşe ve Psij nehirleri arasında yaşıyorlardı.

3.6.9. BJEDUĞLAR:

Doğudan Temirgoylar, batıdan Şapsığlar, güneyden Abzehler, kuzeyden de Kuban ırmağı ile çevrelenen bir bölgede yaşayan Bjeduğlar Rusların XIX.yüzyıl başlarındaki baskılarına kadar Kuban ırmağının kuzeyinde otururlardı. Daha sonraları Rusların gelmesi ve buralara Rus Kazaklarının yerleştirilmesi üzerine Kuban ırmağının sol tarafına göç ederek Şapsığlarla Temirgoylar arasındaki büyük düzlüğe yerleştiler.

Bjeduğ, Çerçeney ve Hamışey boylarının ortak adıdır. Birincisi Kuban’ın sağ tarafında Psuş ve Psekups dereleri arasında, ikincisi ise Psekups’tan Şapsığların sınırına kadar olan topraklarda yaşar.

3.6.10. JANELER:

Ruslar gelinceye kadar, Kuban’ın sağ kıyısı boyunca uzanan topraklarda yerleşmişlerdi. Bir zamanlar çok kalabalık olan bu kabile, XVIII.yüzyılın son çeyreğinde(1778) kendilerinden kuzeye doğru olan steplerde yaşayan komşuları Nogaylarla beraber hemen hemen tamamiyle Rus orduları tarafından imha edilmişlerdir.

Zayıf kalıntıları şimdi Bjeduğlardan yetmiş Verst 442 aşağıda, Kuban’ın iki kolunun oluşturduğu ve Çerkeslerin Dedlyasv, Karadeniz Kazaklarının ise Karakuban adası ile, Moziçepsi(Kızılorman) bölgesine sürülen Janeler büyük ölçüde Şapsığ ve Natuhaylara karışarak eridiler.

3.6.11.ÇOBEİNLER:

Bunlar, aralarında yaşadıkları Natuhaylarla hemen hemen tamamiyle kaynaşıp birleşmiştir.

3.6.12.HEGAYKLAR:

Bunlarda, ta eski zamanlardan beri Kuban’ın sağ kıyısına yerleşmişlerdi. Nehrin sol kıyısına geçen bakiyeleri ise,1812 yıllarında veba salgını neticesinde telef olmuştur.

3.6.13.HETUKLAR:

XVIII.yüzyılın doksanıncı yıllarına kadar Taman’da yaşıyorlardı. “Adalı” Tabiri buradan gelmektedir. Bunların bakiyeleri Taman şehrinin otuz kilometre uzağında bulunan Adaköy’ünde oturmaktadırlar.

3.6.14.YECERIKHUAYLAR

3.6.15.MAMKHEGHLER

3.6.16.HAKUÇÇÜLER

3.7.DAĞISTAN HALKLARI:

Kafkasya’nın doğu bölgesini teşkil eden ve Kafkas dağlarının kuzeye doğru yayılmasından hasıl olan Dağıstan bölgesinin coğrafi durumu hakkında “Kafkas Tarihi“ adlı eserimizin Birinci Cildinde gerekli detay bilgi verilmiştir.

Kafkasya bölgesinin takriben üçtebirini teşkil eden bu bölgeye verilmiş ad hakkında kesin bir bilgimiz yoktur.Bazı Osmanlı kaynaklarına göre,Hazar Denizi’nin doğusunda yaşamış “Dak” kavmine nispetle bu adı almıştır.92

İslam Ansiklopedisinde ise; “Filhakika Türkistan, Moğolistan, Çerkesistan gibi Kavmi bir mefhum değil de ormanlık, göllük kabilinden alel umum dağlık veya dağlar ülkesi gibi coğrafi ve topografik bir anlam ifade eden Dağıstan ülke anlamına delalet eden yegane bir tabirdir.” denilmektedir.93

Romalıların Albanya dedikleri bu ülkeye, eski İslam eserlerinde “Cebel-ı Kaf=Kafdağı”, “Cebel-ül Elsine=Lisanlar dağı”, “Cebel-i Memleket-ül Etrak=Türk ülkesi dağı”, “Cebel-i Kubç=Kubaçların dağı”, Cebel-i Lan=Alanlar dağı”, “Bab-ül Ebvab=Kapılar kapısı” adlerı verilmiştir.

Bilindiği üzere; Kafkasya ve özellikle Dağıstan bölgesi, dünya kavimlerinin göç yolları üzerinde en önemli geçit yeridir. Bu yüzden dünyanın dört bucağından çeşitli nedenlerle vatanlarını terk ederek Kafkasları aşan kavimlerden bir kısmı burada yerleşip kalmışlardır. Ayrıca Kafkas dağlarına hakim olmak isteyen Fars ve Arap devletleri de, buralara kendi kavimlerinden yerleştirerek hakimiyetlerini devam ettirmek istemişlerdir. Bunun neticesi olarak Dağıstan bölgesi, birçok kavimlerin ve ırkların birbirine karıştığı bir yer olmuştur. 94

Dağıstan bölgesinin etnik ve etnografik durumu öteden beri çok anlaşılmaz, çapraşık olarak gösterilmektedir. Esas göz önünde tutulduğu takdirde bu durumu basit bir hale getirmek mümkündür. Bunun için bu bölgede cereyan etmiş olan tarihi hadiselerin neticelerini düşünmek lazımdır.

Dağıstan bölgesinin asıl sekenesini Kas camiasına mensup Lezgi, Andelal(Kafkas Avarları) ve Laklar teşkil etmekte olup, bunlarla ilgili detay bilgi “ Kafkas Tarihi “ adlı eserimizin Birinci Cildinde verilmiştir.

Tarihçilerin tümünün hemfikir oldukları konu Dağıstan’ın Kakoziklerinin milattan önce VI.yüzyıl başlarında Albanya Fedarasyonu içinde bir arada yaşadıkları şeklindedir. Albanya bugünkü siyasi coğrafya göz önünde bulundurulduğunda Azerbaycan Cumhuriyeti’nin kuzey bölümleri ile, Dağıstan ve kuşkulu olarak da Çeçenistan bölgesini içine aldığı söylenebilir. Albanlar ayrıca yazılı dile sahip Kafkas toplumudur.95 Albana bugün Azerbaycan topraklarında Azeri ve Ermenilerce özümsenerek yok olma tehlikesi ile karşı karşıya bulunan Udi halkın konuştuğu Udice’nin eski biçimidir. Udice diğer Dağıstan dilleri ile ilintilidir. Ancak ayrı bir sınıflamaya sokulmaktadır. Bu arada kuzey Kafkasya’nın diğer bölgelerinde olduğu gibi, Dağıstan’da arka arkaya Alan-Sarmat gibi Hint-İran kökenli göçebe toplulukları ile Hun-Avar-Bulgar gibi Fin-Ugu kökenli Toplulukların istila ve yer yer yerleşmelerine tanık olur. Sürekli boğuşmalarla birlikte IV. yüzyılda Dağıstan’da Hıristiyanlık ve Yahudiliğin ortaya çıktığı görülmektedir. VI. yüzyılda Hazarlar Dağıstan’ı işgal ederek Hazar hakanlığını kurarlar. VIII. yüzyılda ise Arap-İslam fetihlerinin dalga boyları Hazar hakanlığına erişir. İslamiyet Dağıstan’a güneyden girer. İlkin Laklar’ın başkenti Gazikumuk’u merkez edinerek fetihleri ve İslamiyeti yayma işini sürdürürler. 96

X.yüzyılda Dağıstan Müslümanlaşmıştı. Fakat XI.yüzyılda dahi animistler azınlık halinde yaşıyorlardı. Yahudiler ise bugün dahi varlıklarını sürdürmektedirler. Dağıstan’ın ikinci etnik grupları yani Türkler ise X.yüzyılda kuzeyden bölgeye girdiler. Kıpçak kökenli topluluklar kısa zamanda bölgenin Kakozikleri ile karışarak Kumuk uluslaşmasını oluşturuyorlardı. XIII. yüzyılda ise Moğol istilası Dağıstan’da onarılmaz yaralar açmıştı. Özellikle Kumukların birçoğu öldürüldü, bir kısmı da dağlara sığınarak yaşamlarını kurtardılar. Moğol istilası bittikten sonra önceden yaşadıkları düzlüklere geri dönen Kumuklar nüfuslarının az olması sebebiyle, Lak, Avar, Dargi, Çeçen ve Kabardey topluluklarından insanlarla nüfuslarını beslediler. Dağıstan’a çok sonra yerleşen Azeri, Terekeme ve Osmanlı Türkleri ise, küçük bir azınlık olarak halen yaşamlarını sürdürmektedirler. 97

Dağıstan’a Yahudi varlığı ise Asur İmparatorluğu’nun Yahudi devletlerini yıkmasından sonra, Yahudilerin tarihi müttefikleri İranlılarca yerleştirilmesi neticesinde oluşmuştur. Bu yüzden üç numaralı etnik grup yani Tatlar Yahudilerle, İranlıların karışması sonucunda oluşmuştur. 98

Dağıstan sırasıyla XV.yüzılda Timur’un, XV.yüzyılın ikinci yarısı ile,XVI.yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun, XVII.yüzyılda da Safevilerin istilasına uğramıştır.99

Fakat bu söylediğimiz tüm istila dönemleri de dahil olmak üzere, Dağıstan’da fiilen üç yerel prensliğin hakimiyeti kesindi.

Hazar boyunca;
Tarki Şamhanlığı Hanlığı: Merkezi Tarki
Kaytak Hanlığı: Merkezi Mealis
Tabasaran Hanlığı: Merkesi Sirtis

Dağda;
Gazi Kumuk Hanlığı: Merkezi Gazi kumuk
Avar Hanlığı: Merkezi Hunzah
Akuşa Hanlığı: Merkezi Akuşa
Derbent Hanlığı: Merkezi Derbent

Bunlar dışında Semih S. Dağıstanlı’nın araştırmasına göre; Gazi Kumuk’un güneyinde Kurin Hanlığı bulunmakta idi.100

Dağıstan’ın Hazar kenarı, kuzey ile güney arasındaki kara irtibatı olması dolayısı ile,bu iki alem arasından geçen akınlar için yegane yoldu. Bu itibarla Dağıstan operatif bakımdan hususi ehemniyeti haiz bulunuyordu. Bu da Dağıstan’ın kuvvetli olmasını icap ettiriyordu. Halbuki Dağıstan siyasi ve içtimai bakımdan çok zayıf idi. Bu durum Kafkasya için bir tehlike teşkil ediyordu. Nitekim bu tehlike Rusların Hazar denizine inmeleri ile artmıştı. Hatta Ruslar, o zamanki müsait bir vaziyeti kazandıkları zamanlarda dahi birkaç defa güney Kafkasya ile ilgilenmiş, buraya akınlar yapmış, güneye inen yolu ve bu yol üzerinde bulunan Dağıstan’ın zayıf noktalarını öğrenmişlerdi. Dağıstan’ın en büyük zaafı halkının ailevi ve şahsi ihtiraslara kapılmış olmaları idi. Bu durum Rus nüfusunun Dağıstan’a girmesine ve temiz halk ahlakının bu nüfusun sürükleyip getirdiği ilişkiyle kirlenmesine sebep olmuştur.

3.7.1. KAFKAS AVARLARI(ANDELAL):

Bugünkü Dağıstan bölgesinde yaşayan halklardan Avar adını taşıyan bir kabile bulunmaktadır.

Avar kelimesi Türkçe’dir. Kararsız, göçebe anlamında olduğunu ve Ruslar’ın bu kelimeyi Kumuklardan aldıklarını söylüyor.

Kumuklar ise bu kabileyi ad olarak değil, bir sıfat olarak “Avare” şeklinde kullanmışlardır. 677

John F. Baddeley, onlaradn “Dağıstan’ın tarihi yönden en önemli ve kalabalık kabilesi olan Avarlar, kuzeyde Çir Yurt’tan başlayarak güneyde Zahatah’ye kadar uzanan geniş bir alanda yaşıyorlardı. Dilleri, birbirinden oldukça farklı olan Hunzah ve Antzuh diyalektklerine ayrılmaktadır.“ 678

Avarlar bu adı ve anlamını bilmeyip kendilerini avuldan yani kabilelerin adlarıyla anarlar. Ancak hepsi Mağrulal yani Dağlı olduklarını söyleyerek birleşirler. Kuzeyli Avarlar, güneyli kardeşlerini “Bağualal” diye çağırırlar. (Fakir ağası anlamında)679

Bazı Rus yazarlar Avarların eski zamanlarda şimdiki yerlerinden kuzeye doğru yayılmış olduklarını, Kumuk ovasında göçebe yaşadıklarını, kuzeyden gelen daha kuvvetli Milletler tarafından dağlara sürüldüklerini yazıyor.680

Avarlar’ın asıl adları Avar değildir. Andelal’dir. Andelal adı bu kabilenin menşeini ve aslını tesbit edecek kuvvetli bir delil teşkil eder. Çünkü bu isimde lal kelimesi nisbet ifadeeden bir edattır. Şu halde Andelal= And’lara mensup demek olur.

İsmail Berkok, And’ın Kimmer Federasyonu içinde bir kabile olduğunu, Andelal’lara Kuban’da, Azak Denizi kuzeyinde ve Kırım’da tesadüf edildiğini belirtmektedir. Demek ki bu kabile, Kimmer Federasyonu M. Ö. 1500 tarihlerinde dağıldığında bir kısmı veya tamamı bugünkü Dağıstan bölgesine göç ederek varlıklarını kurtarmış olan Kas kökenli bir kabiledir.681

Med Çunotuko Yusuf İzzet bunlaradan, “Yıllıklarda Avar ve Andi adları birlikte kaydedilmekte olduğuna göre ikisinin bir olduğu veya aynı ırkın iki şubesi bulunduğu anlaşılıyor. Avar ve Andilerin Dağıstan’ın dağlık kısmına geçiş tarihlerine göre Morgan’ın tahmin ettiği gibi Miladi I. ve V. yüzyıl arasında değil Şora Nekhumuko’nun açıkladığı gibi Hazar Krallığı‘nın çöküşünden sonra yani Miladi X. yüzyılda gelmiş olduklarını kabul etmek daha akla uygun gelmektedir. ”şeklinde söz ediyor.682

Ancak yazarların çoğu Andelal kabilesini X. yüzyılda Avar tabir edilen kabile ile karıştırmaktadır. Avarlar tamamen Moğol’dur.683

Filolog B. George Hewıtt, “Avarlar” denildiğinde yalnızca Avarlar değil bütün Andih ve Tsezih dilleri konuşanların dahil edildiği anlaşılmaktadır.684 diyor.

Halbuki Andelal’larda gerek toplum ve gerekse kişisel olarak Moğollarla ilişkileri olduğunu gösterecek herhangi bir alâmet görmek mümkün değildir. Bilâkis Andelallar, dilleri, morfolojik durumları ve karekterleri itibariyle tamamen ve tipik bir Kafkaslı’dırlar.

3.7.2. LEZGİLER:

Bugün Dağıstan bölgesinin Hazar sahillerinde yaşayan Lezgiler, Kafkasya’nın otoktonudurlar ve Kas kökenli bir kabiledir. Nereden geldikleri hakkında çeşitli görüşlere tesadüf edilmektedir.

Bugünkü Gürcüler bu halka verdikleri “Leki” adını Gürcü mitik ataları  Togoruna’nın oğlu olan Likos’a bağlarlar.

V.Kleproth’in “Reiseinden Kaukasus” adlı 1814 yılında basılmış olan ve Kafkas tarihinde temel bir kaynak olduğu kabul edilen eserinde de yazılmış olduğu bir efsaneye göre Lezgiler ve Kartueller (Gürcüler), Likos ile Kartlos adlı iki kardeşten türemişlerdir.685

Aynı şekilde M. Felicite Brosset, “Gürcistan Tarihi” adlı eserinde Lekler (Lezgiler)‘in Targomas (Togarma) adlı bir atadan indiklerini ve Togarma’nın sekiz oğlundan Lezgilerin atası kabul edilen Lekos (Lekan)a, Derbend Denizi (Hazar Denizi) ve Büyük Lomek (Terek) Nehrine kadar olan yerler ile kuzeyden Terek ve Volga Nehirleri arasında uzanan ıssız sahayı verdiğini,686 belirtmektedir.

Lezgi boylarında olan Dargılar, büyük Derbent geçitinin kuzey giriş yerinde yaşamaktadırlar.687

Herodot‘un M. Ö. IV. yy. ’da Dağıstan bölgesinde Jelon/Gelon adında bir kabilenin varlığından bahsettiği gibi ünlü Roma Generali Pompenin M. Ö. I. yüzyılda Güney Kafkasya’ya yaptığı seferde yanında bulunmuş ve topladığı tarih bilgileri muteber kabul edilmiş olan Teofan dahi Jele/Gele ve Leje/Lege adında iki kavimden söz etmiştir.688

Strabon da söz konusu iki kabileden söz etmekle birlikte her iki kabilenin ırksal akrabalıklarını da ek olarak açıklamıştır. Lezgiler’den “Leges” olarak bahsetmiştir. Bunların kökenlerine gelince Strabon bunların Sit veya Shit’lere mensup olduıklarını tahmin etmiştir.689

Morgan da Lezgilerin Miladi I. ve V. yüzyılar arasında Kafkasya’ya gelmiş olmalarının düşünülebileceğini açıklamakla birlikte bunu da o kadar güvenilir bir yorum gibi görmeyerek her halükarda çok eski kabilelerden olduklarını belirtmekle yetinmektedir.690

Lezgiler Latin yazarları Lezgiler ‘i “Legea”, Gürcüler “Leki”, Ruslar da “Lezgin” diye anmaktadır.691

Ömer Büyüka, “Dağıstan’daki Lezgi adının aslının Lazwı= Lazğı=Lezgi’den kaynaklandığını ve kökeni olan “Laz”da aynı Karadeniz Kafkasça’sında Laz=Laz (Mavi gözlü) demek olduğu gibi, Laaz=L’az =Laz da (Azlar’a dahil, Aslara dahil, Aslardan olan) ve (Az gözcüsü=As koruyucusu) ve (Mavi gözlü, kumral saçlı, pembe tenli) anlamlarına da gelir ve Lezgi atalarının Kolkhi toplumu ile kökdeşliğinin belirtilerindendir.“ demektedir.692

Aslında “Lezgi” deyimi “Lez” veya “Lej”ler anlamında kabul edilecek olursa (gi) takısının nisbet edatı veya çokluk eki olduğu görülecektir.

Tarihçiler ve dil bilim uzmanları asıl Kafkas kavimlerine ait isimlerin sonunda “xe, khe, gi” edatlarının nisbet edatı (appelations patronimikhues) olduğu görüşünde hemfikirdirler.693

3.7.3. LAK’LAR (GAZİ KUMUKLAR):

Eski zamanlarda bazı milletler yükselerek dünyaya yayılırken, yazılı kaynakları ve maddi olanakları olmayan küçük milletler yok olma tehlikesiyle karşılaşmışlardır.

Tarihe dayanarak Lak (Lek) halkının bugünkü Dağıstan bölgesinde yaşayan Kafkas halkları ile olan yakınlıklarının sarsılmayacak kadar sıkı olduğunu söyleyebiliriz.694

İsmail Berkok, Ermeni ve Gürcü ilim adamlarına göre Laklar da Kimmer Federasyonuna dahil kabilelerdendi. O halde bunların Andelallarla birlikte bölgeye iltica etmiş olmaları gerekmektedir. Çünkü Lak’larla Andelal’lar arasındaki yakınlık bu görüşü desteklemektedir diyor.695

Dağıstan bölgesinin merkezini işgal eden Laklar için Avarlar “Gumuk” veya “Toma”; Dargiler “Bulikon” veya “Kumaçan; Gürcüler “Leki”; Çeçenler “Ğazikumkiy”;  Ermenilerle Azerbeycanlılar da “Leki” veya “Lezgi” der. Kendileri kendilerine “Lak”, “Lek” ve “Gumuçi” adını verir.696

Laklar ülkelerinin adına da Lekuçu veya Lakuçu derler ki bu, Lakça “Lek ülkesi” demektir.

Musa Ramazan, ayrıca “Laklı adam” da demektir diyor.697

I.Abayev ve A. M. Alihanov Avarski’nin açıklamalarında Lak dilindeki “Lak” sözünün insan veya adam anlamında kullanıldığını belirtilir.698

K. Uslar ise Lak teriminin bir etnik topluluğun adı olduğunu, Leg sözününde aynı anlamda kullanıldığını söyler ve bunu ispatlar.699

Strabon Lak kelimesinin “Lakoz”dan türediğini açıklar ve Gürcü mitolojisi, efsaneleri ve vakayinamelerinde tüm Dağıstan halklarının geçmişte bir olduğunu, akraba olduklarını, dedeleri ve nenelerinin bir milletten olduğunu belirterek ispatlar.700

Kafkas Dilleri uzmanı N. Y. Marr, Dağıstan dilleri ile diğer komşu dillerin birbirine akraba olduğunu ve kendi tahminlerine dayanarak Lakların Urartu’ların göç eden bir bölümü olduğunu açıklamaktadır. S.  Gabiyev ise Laklar milattan öncesine kalma şarapnel parçaları gibidir. Güçlü toplumlar tarafından Kafkas Dağları’na kadar sürülmüşlerdir, diyor.701

Birçok tarihçi ve araştırmacıların açıkladığı gibi Laklar (Khumuk’lar) Kafkasya’ya geliş tarihleri tam olarak ortaya konamayacak kadar eski zamandan beri Kafkasya bölgesinde yaşamaktadırlar.

Çunotuko İzzet bu durum için şöyle demektedir: “Kafkasya’nın eski tarihine göz atılacak olursa görülür ki eski Kafkas halkları M. Ö. III. II. binli yıllarda Küçük Asya’yı, Mezopotamya’yı ve Suriye havalisini istila ettikleri zaman “Khumukh” adında ayrıca büyük bir halk da kendileriyle birlikte idi ve bu Khumukhlar, eski Kilikya’nın kuzey taraflarında yerleşik ve nice yerleşimlere sahip pek çok krallar yetiştirmiş ve Asurlularla nice savaşlar yapmışken diğer Kafkas halklarıyla birlikte başka istilacı toplumlar karşısında yavaş yavaş Kafkasya’ya doğru çekilmişlerdir. Şimdiki Khumukhların da bu eski büyük Khmukh toplumunun alt soyu, kalıntıları olmadıklarını kanıtlayacak tarihsel, teknik hiçbir delil bulunamaz. Dolayısıyla bunların ilk Turani istilasından pek çok yüzyıl önce Kafkasya’daki varlıkları kabul edildiği takdirde kendilerinin aslen Kafkasya yerlisi olduklarına da hükmetmek gerekir.702

Gerçekten Ege göçlerinden sonra Mezopotamya’da Kas, Kuzey Suriye’de Mitanni ve Anadolu’da Hitit Devletleri gibi Ön aAsya’nın siyasi mukadderatında rolü olan M. Ö. II. binyılın büyük devletlerinin ortadan kalktığı ve onların yerine birtakım kabile devletlerinin kurulduğu görülür.

Kumuk Memleketi, Asur vesikalarında Kutmukhi şeklinde geçen bu şehir devleti, klasik çağlardaki Kommegene bölgesi (Adıyaman ve çevresi) içinde bulunuyordu. I. Tiglatpileser anallerinde Kumukh kralının adı KiliTeşup olarak geçmektedir. II. Asurnasirpal ise Kumukh kralı Qatazih’yi zikretmektedir. Bu isimler Hurrice’dir.703 Hurriler de Kafkasyalıdırlar. Füruzan Kazal, Ege göçlerinden sonra bu şehirde hâlâ bir Hurrili sülalin hakimiyetinden ve bu sülalenin III. Salmanassar’a kadar M. Ö. 859-825 mevcudiyetini muhafaza ettiğinden söz etmektedir.704

Şerafeddin Erel “Dağıstan ve Dağıstanlılar” adlı eserinde, vaktiyle Kumukhlar’ın Asurlularla yaptıkları uzun süren savaşlar sonunda Kafkasya’nın sarp dağlarına sığınmış olmalarının pek muhtemel olduğundu söylemektedir.705

Gerçekten Kutmukhlu Laklar’ın VII. Yüzyıldan itibaren yerlerinde görülmediği tarihi kaynaklardan açıkça belli olmaktadır. Klasik yazar ve tarihçiler notlarında Laklar’ın geç de olsa, sonraki dönemde Van idaresinin yıkılmasından hemen sonra Kuzey Kafkasya’da tekrar meydana çıktıklarını belirtmektedir.

3.7.4. KUMUKLAR:

Kafkasyanin Dağıstan bölgesinde yaşamakta olan Kumuk Türklerinin tarihi ve etnik kökenleri konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.

Kumukların tarihleri hakkında kesin bir bilgiye rastlanmamakla birlikte, yaşadıkları ülkenin jeopolitik konumu sebebiyle VII.yüzyıldan itibaren bölgeye hakim olan Hazar İmparatorluğu sınırları içine alındığı, Kumukların da Kıpçak ve Oğuz boyları ile Dağıstan Bölgesinde yaşamakta olan yerli Kafkas kavimlerinin bu sahadaki kaynaşması neticesinde bir Türk boyu olarak teşekkül ettikleri anlaşılmaktadır. Nitekim, Kumuklar arasındaki yaygın inanış onların Kafkasya Hunlarının ve Hazarların torunları ve mirasçıları olduklarıdır.

Kafkasya’nın Ruslar tarafından istilasına kadar olan dönemde Kumuklar Şamhallık ya da Şavhallık adı verilen bir idari sisteme sahiptiler. Kumuk ülkesini Şamhal(Şavhal) adı verilen ve Altın Ordu hanlarının soyundan gelen beyler yönetirdi. Sınırları Derbent’ten Kabardey ülkesine kadar uzanan Kumuk Şamhallığı 1813 yılında Rusyanın istilasına uğramıştır. XIX.yüzyıl ortalarına doğru Kumuklar milli idarelerini kaybetmişler, 1867 yılında Rusyanın Kafkasyayı tamamen ele geçirmesiyle de Kumuk Şamhallığı ortadan kalkmıştır.

Kafkasya’da  Azeri Türklerinin dışında en kalabalık Türk topluluğunu Kumuklar teşkil eder. Kumukların yüzde doksanı Dağıstan Cumhuriyetinde yaşamaktadır. Dağıstan’ın Hasavyurt, Babayurt, Kızılyurt, Karabudahkent, Kayakent, Kaytak kasaba ve bölgelerinde yaşamakta olan Kumuk Türklerinden bazı etnik gruplar da Çeçenistan’ın Gudermes ilçesi ile Kuzey Osetya’nın Mozdok ilçelerinde yaşamaktadırlar. Kumukların çoğunluğu Mahaçkala, Buynaks, İzberbaş, Kaspiysk, Kızlar gibi Dağıstan şehirlerinde yerleşmişlerdir. Mahaçkala aynı zamanda Kumukların tarihi merkezidir.

Milli geleneklerine bağlı olan Kumuklar hiçbir vakit yabancı idarenin nimetlerine kapılmamış şive ve kültürlerini bütünüyle muhafazaya çaışmışlardır. Aralarında „Çop Bulğa“ adını verdikleri imece türünden içtimai yardımlaşma usulü hala yaşamaktadır.

Dağıstan bölgesine çok sonra yerleşen Azeri, Terekeme ve Osmanlı Türkleri ise küçük bir azınlık olarak halen yaşamlarını sürdürmektedirler. Ayrica, Dağıstan’da yaşayan Tatlar Dağ  Yahudileri olup bunların Dağıstan‘daki varlığı ise,  Asur İmparatorluğunun Yahudi devletlerini yıkmasından sonra, Yahudilerin tarihi müttefikleri İranlılarca yerleştirilmesi neticesinde oluşmuştur.

Dağıstan kavimlerinin göç yolları üzerinde önemli bir geçit yeri olmuştur. Bunun neticesinde Dağıstan’da birçok ırk ve kavim birbirine karışmıştır. Ancak bugün Dağıstan’da yaşayan kabile adlarının ve lehçelerinin değişikliğine bakarak bunları birbirinden ayrı ve müstakil kavim grupları olarak kabul etmek gerçeğe uygun değildir. Dağıstan halkları Dağıstan’ın yerli kavimleri ile türk kavimlerinin etnik karışımından meydana gelmişlerdir.

4.KAFKAS ÖTESİNDE YAŞAYAN ETNİK TOPLULUKLAR

Kafkasya bölgesine tabii karekterini ve hayatiyetini kazandıran Kafkas Sıra Set Dağlarının güneyine tekabül eden bölgenin literatürde ki asıl adı Kafkas Ötesi’dir. Güney Kafkasya tabiri tamamen uydurmadır. Rusların bu bölgeye verdikleri Zakavkaz, İngilizlerin verdikleri Transcaucasus, Osmanlı ve Arapların verdikleri Mavera-i Kafkasya adları Güney Kafkasya değil, Kafkas Ötesi anlamındadır.

Kafkas ötesi bölgesinin etnik bünyesini;  1) Gürcü adı altında toplanan İberler, Kartveller, Lazlar , Mengreller , Ahıskalılar ve Acaralılar,2)  Ermeniler , 3)  Azeriler , oluşturmaktadır.

4.1.GÜRCÜLER(KARTVELLER):

Gürcülerin kökeni hakkında birçok varsayım ortaya atılmasına rağmen, bu varsayımların hiçbiri henüz netlik kazanmamıştır.

Gürcülerin kendilerine verdikleri “Kartvel” adının Gürcülerin ilk anayurtları olarak anılan Kalde ile ilgili olduğu düşünülen Kardu’dan geldiğini savunanlar da vardır.

Aslında, M.Ö. VII. yüzyıl sonlarında veya VI. yüzyılda     Kimmerler Anadolu’da Maskhlar’ın topraklarını ele geçiriyorlar. Bunun üzerine Maskhlar (Mitskheler). VI.yüzyılda doğuya göçerek Kafkasya Bölgesi’ne güneybatıdan girip, Tiflis’in kuzeylerinde Aragoy ile Kura Nehirleri’nin birleştiği yerin yakınına yerleşiyorlar. Buraya Mitskheti (Miskhe Yurdu) veya Kakheti (Kakhe Yurdu) denmiştir. Yerleştikten sonra kendilerinden “İberyalı” diye bahsedilir ki bu “İberli” demek olmayıp “İber ülkesi halkı” demektir.

Buraya adları verilen İber halkı eski bir Kafkas halkıdır. Tarih Gürcülerin buraya M.Ö. VI. yüzyılda Anadolu’dan gelip zamanla yayıldığını gösterdiğine göre, İber ve Gürcü ataları birbirinden ayrı halklardı. Zaman hepsini Gürcüleştirmiştir.

Klaprot’a göre, Gürcistan adı “Kur” veya “Gur” nehrinden dolayı Türkler ve Farslılar tarafından türetilmiş olup, “Kur Ülkesi” anlamına gelmektedir. Diğer bir teze göre ise Altın Post Yurdu, Kolkhid’e (Batı Gürcistan) Prehistorik çağlarda “Kruz” veya “Hruz” adlı bir milletinin varlığı bu isimle anılmaya sebep olmuştur.

Kafkasolog B.Ömer Büyüka ise, Gürcülerin kökeni ile ilgili olarak şunları söylüyor: “Gürcü halkının soyunu gösteren toplum adı yoktur. Bu milletin bugünkü adları memleket adından veya kişi adından kaynaklanmaktadır. Batı dillerinde Gürcistan’a Georgien (George Yurdulu) denmektedir. Bu adlar Almancada ve Rusçada Grozia ve Grozien olmuştur. Doğu dillerinde Gürcülere Kurci (Kurclu, Tiflisli ya da Gurclu) denmiştir. Bunun değişik söylenişleri de  Gurci, Gurcı, Gürcü olmuştur.

Gürcistan Antik çağ’da İberya diye yad edilirdi. Tamamen bir kara devletiydi. Karadenizde kıyısı olan Kolkhid’de ile hiçbir bağlantıları yoktu. İç tarafta idiler. Gürcüler 1800’lü yıllardan sonra, özellikle Sovyet yönetiminde Stalin’in entrikaları sayesinde Karadeniz sahiline çıkmışlardır.

Gürcüler, Çoruh vadesinden doğuda Alazan Irmağı ve Zakateli mıntıkasına kadar, kuzeyda Kafkas Dağlarının güzey eteklerinden güneyde Gümrü-Elizavetpol hattına kadar uzanan geniş bölgede yaşarlar. Kuzeyde (soldan sağa olmak üzere) Abhazlar, Svanlar, Osetler, Çeçenler ve Lezgilerle komşudurlar. Güneyde ise Azerilerle sınırları aşağı yukarı Nukha yakınlarından geçer. Güneylerinde Ermeniler bulunur.

Arthur Byhan’a göre, Gürcüler;

1.Asıl Gürcüler; Tiflis çevresinden ibaret olan Kartli ile doğusunda bulunan Kakheti’de oturan Kartveller, Karsevel ve Kurtişler denilen büyük bir halk kitlesinden oluşmuştur. Zakatali civarında oturan İnguiller de bu gruba dâhil edilirler.

2.İmeretyalılar; Ryan ile yukarı Kura ırmakları arasında otururlar.

3.Gurienler; Kutais yakınında yaşarlar.

4.Acaralar; Batum civarında yaşarlar. Eski Yunan yazarlarına göre, Kolchi olarak adlandırılan bir kavimden gelirler. VII. yüzyılda Gürcüleştirilmişlerdir.

5.Kevsurlar, Tuşlar, Pşavlar; Tiflis’in kuzeyinde otururlar.

6.Mengreller; İngur ve Ryon Irmakları arasında otururlar.

7.Lazlar; Çoruh vadisinde otururlar.

Gürcistan’ın en kalabalık grubunu Asıl Gürcüler, İmeretler ve Mingreller oluşturur. Müslüman Lazlar, Acaralar ve Kurtişler dışında bütün Gürcüler Ortodoks Hıristiyandırlar.

4.2.ERMENİLER:

Heredot ve Rodoslu Endoksos Ermeni halkının kökenlerini, Anadolu’ya Trakya üzerinden gelen Frigyalılar’da ve onların denetimi altındaki halklarda aramışlardır. Perslerin Armina, Greklerin Armenioi, Gürcülerin Somekhi olarak adlandırdıkları Ermeniler, kendilerine Hay (çoğulu Hayk- klasik Ermenice) ya da Hayer (modern Ermenice), ülkelerine ise Hayestan, illerine de Hayeren derler. C.P. Mallory, Ermenicenin Hint-Avrupa ailesi içinde yer aldığını belirtir.

Bu halka yabancıların verdiği Armenien =Armanian (Armanlı), Armani’de=Armanyalı, Armanlı, Ermeni=Ermeni (Ermenli=Armenli) adları yer adlarından geliyor, soy gösteriyor. Arman= Armen kökenin etimolojisi şimdiye kadar çözülememiş kanısındayız. Söylentiye göre Ermeni hükümdarlarından Aram zaferleri ve yönetimi ile çok sevildiğinden, adı milletinin de adı olarak benimsenmiş, zamanla Aram, Arman olmuştur.

Ermeniler de Gürcüler gibi Hıristiyanlığa sıkı sıkıya bağlıdırlar. Bu özellikleri ile Batı Kafkasya halklarından ayrılırlar.

Ermeniler kiliselerine “Lusa vor çagan” adını vermişlerdi. Ancak Batılılar “Gregoryen Ermeni kilisesi” ifade edilmesine kızan Ermeniler, bu sözün Katolik ve Ortodoks kiliseleri tarafından ortaya atıldığını, bu kelimenin kendileri için bir aşağılama anlamını taşıdığını ileri sürmektedirler.

Ermenilere göre; İran ve Bizanslılar arasındaki savaşlarda baskı ve eziyetler karşısında Ermenilerin ayakta durmasını ve yok olmamasını sağlayan “Ermeni Kilisesi”dir.

Ermenilere göre, kilise olmasaydı belki bugün Ermeni milletinden söz edilemeyecekti. Ermenilerde din ile mülkiyet ve kilise ile millet iç içe girerek bir bütün oluşturmuş ve kilise ile millet aynileşmiştir.

Ancak, XIX.yüzyıldan sonra Gregoryen Ermenileri dışında Hıristiyan misyonerlerin etkisi ile “Katolik Ermeni Kilisesi” ve “Protestan Ermeni Kilisesi” ortaya çıkmıştır.

Özel din, özel mezhep, özel kilise… İşte Ermeniler Krallıklarının yıkılışından sonra bununla övünmüşler hatta bu sayede ulusal kimliklerini koruyabilmişlerdir. Manastırlarda, okullarda Ermeni dili ve edebiyatının oldukça canlı ve zengin olarak yaşatılmasıyla övünürler.  Günümüzde Ermenilerin konuştuğu dil olan Ermenice “Aşgharapa”, Doğu (Govgasa Hayeren) ve Batı Ermenicesi (Bolso Hayeren) olmak üzere iki farklı lehçeden meydana gelir.

Gürcülerle kin derecesine varan anlaşmazlıkları vardır. Ermeniler Gürcüleri beceriksiz, aptal ve küçük görürler. Gürcüler ise onları çekemez ve madrabazlıkla ve sahtekarlıkla suçlarlar. Anlaşmazlık halk düzeyini aşıp aydınları, yazarları ve bilginleri kapsar duruma gelmiştir. Ulusların başına gelen en küçük felakette hemen birbirlerini suçlamaya başlarlar.

4.3.AZERİLER:

Azerbaycan adının menşei hakkında çeşitli görüşler vardır. Bir görüşe göre, Büyük İskender’in ölümünden sonra (M.Ö.232) bölgeyi yöneten komutanlardan Atropartes’ten gelmekte, diğer bir görüşe göre ise, Mecusi dilindeki “Od” anlamına gelen “Azer” ve “Muhafız” anlamına gelen Baygan kelimelerinden kaynaklanmaktadır. C.Reşit Ahmed; Azerbaycan için “Aturyaykan” diye söz etmektedir. Azerbaycan kelimesinin, bu bölgede hâkimiyet süren Hazar (Kasar) Türklerinden gelme ihtimali de zikredilmektedir.

Bugün, “Azerbaycan Türk Lehçesi  ile Konuşan Türklerin Ülkesi” anlamına gelen Azerbaycan’a Türklerin ilk gelişi M.Ö. VII. yüzyılda oldu. Sakalar (İskitler) olarak bilinen bu ilk Türk grubundan sonra çeşitli dönemlerde Türk uruhları gelmiş ve bu toprakları yurt edinmişleridir.

Azerbaycan sırası ile İran, Arap, Selçuklu, Moğol ve Rusların istilasına maruz kalmıştır. XI. yüzyıldan itibaren Güney Azerbaycan Selçukluların, Kuzey Azerbaycan ise Şirvanşahlar Devleti’nin idaresinde iki bölgeye ayrılmıştır.

Şirvanşahlara mensup Sirkariler Hanedanı (1602-1826) Azerbaycan’ın son devresidir. Bu devrede Osmanlı ve İran Devletleri arasındaki mezhep mücadelesinin akisleri Azerbaycan’da pek ağır bir surette hissedilmekte idi.

XVIII. yüzyılın ortalarından itibaren Hanlıklara ayrılan Azerbaycan’da durmadan süre gelen istekler ve iç kaynaşmalar yüzünden İran, Osmanlı ve Rusya İmparatorluğu’nun paylaşılmaz bir ülkesi haline sokmuştur.

Sonunda 108 yıl devam eden Kuzey Azerbaycan Hanlıkları çeşitli entrikalarla Rusya İmparatorluğu’nun istilasına uğradı.

Ruslar Caro- Balakan, Lenkeran, Nahçivan, Derbent, Guba, Gence, Erivan (Revan), Karabağ (Şuşa), Şeki (Nuha) ve Şirvan (Şamahı)’ı ele geçirdikten sonra sıra Bakü’ye gelmişti. Rus Kafkas orduları komutanı Tsitsanov’un burayı almaktaki amacı Mirza Adıgüzel’in de belirttiği gibi, “İki deniz arasında saha elde edilsin ki, her iki denizden halkın gidiş gelişi sağlansın” yönündeki stratejik önemden kaynaklanıyordu. Bakü, Eylül 1806’da direniş göstermeden Ruslara teslim olmuştur.

Söz konusu Hanlıkların feshinden sonra, Ermeniler devamlı olarak ve toplu şekilde Azerbaycan topraklarına yerleştirilmeye ve Azerbaycan Türkleri buralardan toplu olarak sürgün edilmeye başlanmıştır. Tarihi deliller (Faktlar) 1828-1829’da bugün Ermenistan olarak bilinen topraklardan 1914 yılına kadar bir buçuk milyon Azerbaycan Türkü sürgün edilmiştir.

Azerileri Gürcü ve Ermenilerden ayıran en önemli özellikleri Müslüman olmalarıdır. Bir kısmı Şii bir kısmı da Sünni Müslümanlardır. Dine bağlılıkları aşırıdır. Muharrem ayının onuncu günü Şiiler, İmam Ali ve Hüseyin anısına törenler düzenlerler. Bu törenler sırasında Kuzey Kafkasya’nın Elizabeth ve daha büyük şehirlerindeki törenlerde ilginç görüntüler sergilenir. Alaylar, Hz.Ali ailesinin acı sonuna ait sahneleri yansıtırlar.

İKİNCİ BÖLÜM
ÇERKESLER VE ÇERKESYA

Çerkesler, Kafkasya(Odice)’da doğmuş ve oluşmuş bir halktır. Çok eski belgelerden anlaşıldığına göre, sözgelişi 2.500 yıl öncesine gidildiğinde bile, Çerkesler’in Kafkasya’da yaşamakta olduklarını görürüz. Bunun doğru olduğunu Antik Çağ yazarlarından Gegataya Miletski, Gellanika Mitilenski, Skilak, Skimni, Strabon, Ptolemey ve daha başkalarına ait yazılardan öğreniyoruz.

Kendilerini Adığe  olarak adlandıran Çerkesler, Kafkasya’nın yerlisi (otokton) olup,  dünyanın en eski halklarından biridir.

Hatta onların ulusal adları olan “Adıge” ve “Çerkes” kelimeleri bile dinidir, ilahidir. Bu kelimelerin işaret ettiği unvanlar ile onlar (Çerkesler) Tanrılar nezdine kadar ulaşırlar. Yani bu özellik Çerkeslerin nasıl bir manevi güç ile dolu olduklarını pekala gösterebilecek bir mahiyettedir.

Kafkasya (Odice) ve Çerkesya ( Xeku ) için üretilen çeşitli efsanelerden bir kısmı aşağıda verilmiş olup, bunlar  tarihi olaylarla karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. Etnografi ilmine bağlanamamakta, yalnızca bazı tarihi olaylarla kurulmasından kaynaklanmaktadır.

1.ÇERKESLERİN  KÖKENİ ÜZERİNE  EFSANELER

1.1. Şora Noghumukho’ya göre Çerkeslerin kökeni;

Çerkes kökenli tarihçi Noghumukho, VI. yüzyıl Goth tarihçisi Jordanes (1611) ve Rus tarihçisi Karamsin (1842)’nin eserlerime dayanarak, “Çerkes Tarihi” adlı eserinde, Çerkesler’in atalarını Antlara bağlamakla kalmıyor, Slav ırkının bir dalı olarak gösteriyor.

1.2. Met Cunatukho’ya göre Çerkeslerin Kökeni;

Cunathukho, “Kafkas Tarihi” adlı eserinde, Çerkeslerin dili dilbilim açısından incelenir, özellikle gelenek ve görenekleri, Avrupalıların da itiraf ettikleri gibi uygarlık ve gelişmeye olan yetenek ve yatkınlıkları göz önüne getirilirse diğer bilimsel ve tarihsel araştırmaların da değerlendirilmesiyle kendilerinin gerçekten “Ari”, başka bir deyişle “Hind-Avrupa” soyunda olduklarını açıkça ortaya çıkar. Çerkeslerin bu soyun “Gimri- Kimmeria” boyuna mensup olduklarını açıklar.

Yazar, Ari sözcüğünün Sanskritçede soylu, temiz anlamaına geldiğini, “Aristokrat-Zadegan” deyiminin de bundan türediğini belirtmektedir.

Ayrıca, Çerkeslerde bir kimsenin bütün insani erdemleri taşır düzeyde, tahdine değer durumda olduğunu belirtmek gerektiğinde “Tam bir Çerkestir” denildiğinden söz eder.

1.3. Kadircan Kaflı’ya göre Çerkeslerin Kökeni;

Kaflı, “Kuzey Kafkasya” adlı eserinde, Çerkes kelimesinin kökeni üzerinde açıklamalarda bulunduktan sonra; Çerkesler Turanlı’dırlar, eski Çerkeslerin işaretleri (damgaları), adetleri, oymakları ve reislerine itaatleri de bunu ispatıdır dedikten sonra, Çerkesler, Türklerin hele Osmanlılar’ın yükseliş devirlerinde Türk oldukalrını candan iddia etmişler, Osmanlı tarihine çok parlak sayfalar ekleyen büyük adamlar yetiştirmişlerdir. Çerkes kabilelerinin de asılları araştırıldığında Çerkeslerin Turan ırkından olduklarını belirtir.

1.4. Evliya Çelebi’ye göre Çerkeslerin kökeni;

Evliya Çelebi, Çerkeslerin kökenini Araplara dayandırır. Seyahatnamesinde özetle şöyle söz eder; Kuriş Arplarından adı Çerakis VEYA Çerkis olan bir kabile şefi kısasdan kurtulmak için Medine’den kaçıyor. Çerkis’in dört oğlu vardır. Uzun serüvenlerden sonra oğullarından;

BirisiArnavutluk’a yerleşir. Arnavutlar bunun soyundandır. İkincisi Karadeniz kıyılarını yurt edinir. Lazlar bu adamın torunlarıdır. Üçüncü oğul Abaza, kendi ülkesinde kalır. Bundan da Abaza aşireti oluşur.

Dördüncü olur Serkes, Kafkasya’nın kuzeyine yerleşir ve diğer Çerkes aşiretlerinin atası olur. Serkes, büyük oğlu Besney’i kavmi üzerine hükümdar atadı. Bunun için bu Çerkeslere Besney derler.

Evliya Çelebi’ye göre, Kabartay, Serakes’in oğlu idi. Kabartaylar bu kişiden türediler. Çerkes kavimleri Şuğaka ve Kabartay ülkesinde gelişmiş ve sonra çevreye dağılmış çoğalmışlardır.

Seyahatnamenin üçüncü kitabında, bir başka efsaneye göre şunları söyler: Çerkeslerin Kureyş kabilesinden Beşe, kısastanb kurtulmak için ailesi ile birlikte ülkeden kaçar. Büyük oğlu Cebel, Avlonya Dağları’na yerleşir. Bunlara Kueryş Arnavudu denir. Beşe’nin diğer üç oğlu Lazki, Keysu ve Abazi, Trabzon tekfuru Yenovan’a varıp sığınacak yer isterler. O da Lazki’ye Çoruh nehri kenarını verir. Laz tayfası bu Lazki’den yayılır. Abazi’yeye de Abaza vilayetini verir.

Ortanca kardeş Keysu’ya, kendi dağlarını verir. Çerkesler Keysu’dan oluşur.

Bu nedenle; Lazlar, Abazalar ve Çerkesler Araptır ve Kureyş kabilesindendirler.

1.5. Ayteg Namitok’a göre Çerkeslerin kökeni;

Ayteg Namitok’un “Origines Des Circassiens” adlı eserinde naklettiği efsaneler özetle şöyledir:

a)Bir efsaneye göre, Anadolu’da yaşayan iki kardeş (Ker/Çer ve Kes), doğal şartların uygun gitmemesi yüzünden Kafkasya’ya gelmek için yurtlarını terk ediyorlar ve kendi isimlerini Çerkes halkına veriyorlar.

b)Diğer bir efsaneye göre, Kuzey Kafkaslılar, eski çağlarda ve Kafkasya’ya gelmeden önce, Adige olarak adlandırılıyorlardı. Bu kelimenin kökeni Anadolu’da aranması gerektiğini belirttikten sonra efsaneye geçer. Çok eskiden ve adı belli olmayan bir halk, Anadolu’da Sinop civarında oturmakta idi. Bunlar ateş ve demircilik Tanrısı Tlepş ile Orman Tanrısı Moezita’ya taparlardı.  İslam dini yayılmaya başlayınca, Hazreti Peygamber (Muhammed), damadı Hazreti Ali’yi Sinop’taki halkı Müslüman yapmak için yollar. İhtiyarlar Müslümanlığı kabul etmez ler ve Hz. Ali döner.

Çok yıllar sonra Küçük Asya’da (Anadolu’da) Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında din savaşları başlar. Tlepş ve Moezita’ya tapan halk, inanç ve özgürlüğünü korumak için ikiye ayrılır. Bir kol deniz yolu ile Kırım’a, diğeri de Kuzey Kafkasya’ya Adigeko şehrinin bulunduğu yere göç etmişler. Kafkasya’ya gelen halk, Moezita’nın oturduğuna inandığı sık ormanlıklı bir tepenin üstüne yerleşir. Burada ticaret ile uğraşan sakin ve konuksever Agoylar/Goylar ile kaynaşarak Adigeko şehrinin adından mülhem alarak Adigeleri (Çerkesleri) oluştururlar.

c)Adige halkından olan Şapsığlar’ın arasında ayrı bir efsane vardır. Çerkesler eski zamanlarda dindar bir halktı ve Thamaha tepesinde oturmaktaydılar ve ülke içinde azınlıktaydılar. Korulukta kalan ve kendilerini Müslümanlıktan kurtaran Orman Tanrısı Moezita’ya taparlardı. XVIII.yüzyılın ortalarına kadar Moezita’ya yakarmak için kutsal korulukta toplanır ve koyun kurban ederlerdi.Koruluktaki ağaçlara küçük kumaş parçaları ve silahlarını asarak dua ederlerdi. Korulukta kutsal ağaçlara dokunmak yasaktı. Bir dalı kesen öldürülürdü. Bir ağacı kesenin ise cezası, tüm ailesini yok etmekti. Bu korulukta, Henu’nun mezarı bulunmaktaydı. Civarda oturan halklar XIX.yüzyılda ormanın bir bölümünü araziden faydalanmak amacı ile kestiler. Oysa kutsal ormana ve Henu’nun mezarına saygısızlık edilmemesi gerekiyordu. Ama Moezita’nın öcü çok ağır oldu. Kalabalık bir düşman geldi ve Çerkeslerin atalarının vasiyetine saygısızlık eden halklarla dövüştü. Bunlar da göç ettiler. Böylelikle Kafkasya bir Çerkes yurdu oldu.

d)Şapsığ ve Abzahlar için de ayrı bir öykü var. Halife Hz. Ömer döneminde bir çocuk, bir kişinin gözünü eder. Kısastan korktuklarından ailesi, diğer altı aile birlikte ülkeden kaçarlar. Denizi geçtikten sonra bu yedi aile Kafkasya kıyılarına varır ve Boğure denilen bölgeye çıkarlar. Kafile şefi, Aşinek adlı biriydi. Animist olan insanlara rahiplik görevini de yapıyordu. Birçok serüvenlerden sonra, göçmenler ikiye bölünür, bunlardan deniz kıyısına oturanlar Şapsığ kabilesini ve ovaya oturanlar da Abzahları oluşturdular.

e)Kabardeyler Taurid’in yanı sıra Ukrayna’nın bir bölümünde de yaşıyorlardı. Rusya’nın Büyük Knezler dönemler döneminde Kafkasya sınırlarına yerleşmek için, Riyazan şehri civarındaki meskun yerlerinden ayrılmışlardır. Geleneklere göre, Kabardeyler Kırım’ı deniz yolu ile terk ederek Tsemez’e gelmişler, buradan da Kuban üzerinden güneydeki düzlüklere yayılmışlar. Uzun serüvenlerden sonra, bugünkü Kabardey’e yerleşmişlerdir. Ağırlık merkezleri Pallas’ın yazdığına göre Psıf ve Nefil ırmakları arasında yer alan Şendir şehriymiş. Kabardeylerin göçü ile ilgili daha birkaç öykü vardır.

f)Başka bir söylenceye göre de Çerkeslerin kökeni, çok eski zamanlarda Kuzey Buz Denizi’nde oturan ve adı Wirk olan bir devden kaynaklanmaktadır. Wirkhler göçe başlarlar. Önlerine gelen halkı yenerek, bugünkü Kafkasya’ya gelirler. Ama Kafkasya’da Spy (Spi) adında cüce bir halk oturmaktaydı. Wirkhleri köle yaparlar. Cüceler at yerine tavşanlara binmekteydiler. Çok kibirlendiler ve Tanrılarını öldürmeye karar verdiler. Başladılar göğe doğru ok atmaya. Cüceler bir yerde toplu olarak duruyorlardı. Semanın koruyucusu melek, gökten büyük bir taş atarak tüm cüceleri öldürdü ve Kafkasya da Çerkeslere kaldı.

1.6. J.S.Belle’e göre Çerkeslerin kökeni;

James S.Belle’in 1837-1839 tarihleri arasında Kafkasya’da iken Jane Çerkeslerinin Prensinden dinlediği hikayeyi şöyle anlatmaktadır:

Çerkesler, Arnavutlar ve Kürtler Arabistanlı üç kardeşten geliyorlar. Bu kardeşlerden birisi bir sebeple başka bir insanın gözünü kaybetmesine neden olur. Bu şahıs “Göze göz(kısasa kısas)”den başka hiçbir tazminatı kabul etmediğinden olay Halife Hz. Ömer’e götrürülür. Ömer de, zarara uğrayan tarafın bu konuda ısrar etmesi halinde “Göze göz(kısasa kısas)” hakkı olduğu kararını verir. Bu karar üzerine üç kardeş kaçarak (Anadolu’da bulunan) Karahisar’a giderler. Burada Arabistandan gelen bir haberci onlara yetişerek geri dönebileceklerini, çünkü gözünü kaybeden şahsın onların verecekleri bir tazminatı kabul ettiğini söyler. Fakat, şanslarını başka yerlerde aramaya karar vermiş olan kardeşler, sığındıkalrı evden ayrılırlar ve her biri şuandaki milletlerinin isimlerini taşıyan kelimeleri tekrarlar. Bu kelimeler sonradan ataları yani cedleri oldukları kabilelerin ismi olmuştur.

1.7. Arap Efsanelerine göre Çerkeslerin kökeni;

Mehmet Fetgeri Şoenü “Çerkeslerin Aslı” adlı eserinde şöyle söyler; Çerkes ünvanı “ Kitabu Kahri’l –  vücuhi’l – abise Bi-zikri nesebi’l – çerakise min Kureyş ve’l-lahu’l-muvaffık ” adlı bir risalede belirtildiği üzere, Arap efsanelerine göre, Araplar  tarafından verilmiş ve Arapça’dır.  Araplar “Çerkes “ ünvanını halen “Serakise” şeklinde kullanıyorlar. Bunu aslı “Sera-kise”dir yani “Kise kaçtı” anlamındadır. Buna dayanarak oluşturulan bir efsaneye göre;

Güya Çerkesler Arap ve Kureyş imişler. Taa Hz. Ömer-ül Faruk zamanına kadar Hicaz yöresinde yaşıyorlarmış. Kureyş kabilesini “Benu Amir” ailesine mensup imişler. “Kise” bu ailenin başkasının yani Şeyhinin ismiymiş. Kise Bin Akrime bin Ved-ül Amiri.

Hz. Ömer’in halifeliği zamanında bir gün at hünerleri gösterilerinde Kise’nin elinden ciridi kurtulmuş ve bir İranlı’nın gözünü çıkarmış. Bunun üzerine istemeden meydana gelen bu kazadan dolayı halife emriyle kısasa uğramaktan korkan emir, gece karanlığından yararlanarak kaçmıştır. Ertesi gün Halife kendisini sorduğu zaman “Sera ve Cera” yani “kaçtı ve gitti” cevabını vermişlerdir. Ondan sonra artık bir göz çıkarma olayı nedeniyle bütün ailesiyle birlikte Erzuruma’a kaçan reise “Cerakise” veya “Serakise” denilmiştir.

1.8. Aleksander Dumas’a göre Çerkeslerin kökeni;

Mehmet Fetgeri Şoenü’nün aktardığına göre; A.Dumas, Çerkeslerin aslını Adem’e kadar götürerek “Ad-Ğa” kelimesini “Adem Pade” yani ilk tarihi “Ad”ın nesli diye gösteriyor. Buradaki “Ad” Adem’in vatanı olan “Ada”dan bozulmuştur. Bu varsayıma göre “Adige” ilk insan olan “Adem”in, Ada’da yaşayan nesli anlamını muhtemel vermektedir. Şu halde “Adige”nin “Ada”dan gelen “Ad”a nispet edilebilmesi Kafkasya’dan uzak bir yerde olmasını gerektirir ki, o da Hndistan’a en yakın bir yerdir (Serendip Adasıdır).

1.9. Ernest Chantre’a göre Çerkeslerin kökeni;

Chantre’a göre; Aet (aete) veya Aetez (Aetes) Yunan efsanelerine göre Tanrılar nesline mensup ve Güneşin Oğlu Colchida (Kolgida)nın da hükümdarıdır. Aet, Kafkas ve özellikle Gürcü söylencelerindeki Haus (Haos) veya Haiğ (Haig)dir. Eski efsanelere göre bu (Haus) Kafkasya’ya güneş ülkesi olan Babil’den gelmiştir. Eski Yunanlılar bunun babasını güneş, annesini güneşin kızı (Nmif Perse), kız kardeşini de Kafkasya’nın güzel meleği Sirse (Circe) veya (Kirke) diye gösterirler. Çerkes dilinde “Ha-us” un anlamı kutsal (Us)dır. Chantre’a göre bütün Kafkas halkları, Ermenielr, Gürcüler, Lezgielr, Migrelyenler vb kendilerini hep aynı ortak ataalrına dayandırmaktadırlar. Bu ortak ata da Yafes’tir

Saint Martin’e göre de böyledir. Yafes’in torunu Targomos’un oğlu Haiğ, Ermenilerle Lezgiler tarafından yine aynı şahıs Haus (Haos) namı ile Gürcülerle Mingreliyenler tarafından ve yine aynı kişi Aet (aete) namı ile de Çerkesler ve eski Hititler (Hattiler) tarafından en büyük ata olarak tanınmaktadır.

1.10 N. M. Budayev’e göre Çerkeslerin kökeni;

Budayev,” Memluk Tarihinden Bir Yaprak (Kim Bu Çerkesler)” adlı eserinde; Çerkeslerin Türk kökenli olduklarını şöyle açıklamaktadır:

-Maloruslar’a (Ukraynalı Zaporoj Kazakları) Çerkes denilmiştir. Kuzey Kafkasya Halklarına Çerkes, Çerukas, Karaçerkes deniliyordu; ama Ukraynalılar, Kazaklar ve Adigeler kendilerini “Çerkes” adıyla tanıtıyorlardı. Aksine bu halkların tamamı kendisini “Adige” olarak tanıtıyordu ki, bu durumda sözkonusu etnonimi kullanan bu halk veya kabilenin var olup olmadığı sorusu ortaya çıkmaktadır.

Yazarın araştırmasına göre; Sakarim Kudayberdi-Ulu’nun “Türklerin, Kırgızların, Kazakların ve Hanlı hanedanların Soy Ağacı” adlı eserinde; Çerkeslerin Kazak halkının Küçük Cüz’üne dahil olduklarına,

V.V.Radloff’un eserinde, Çerkeslerin Kazak- Kırgızlar’ın Küçük Orda’sının alt bölümü olan Alaçin kabilelerinden oluştuğuna,

A.M.Bayramkulov’a göre; eski Çerkesler en kalabalık Türk- Alan kabilelerinden biri olduğuna,

Türkmenistan’daki Çerkesli etnonimi, eski Kırgız Çerkes kabilesi, Kırım Tatarları’ndaki Çerkas özel adı ve Nogaylar’da Tau Çerkes adlarının Adige- Çerkeslerin daha önce hiç yaşamadıkalrı ve bulunmadıkları küçük bir coğrafyada rastlandığına,

Prof. Petr Kepen’in “Kırım Çerkeslerinin Bugünkü Adige (Çerkes)lerin Ataları  olmadıkları” görüşünün, Radloff ve N.G.Volkova tarafından da pek çok belge ile teyit edildiğine, değinilerek; “Çerkes etnik adı günümüzde Guryev, Ural ve Astrahan bölgelridne yaşayan Orta Cüze mensup Kazaklar’ın, keza Kalmıkya ve Astrahan eyaletlerinde yaşayan Alabuga Tatarlarının zati adı olduğunu belirtmektedir.

Budayev adı geçen eserinde, ayrıca; birçok yazarın açıklamalarına yer vermektedir. Örneğin;

XII.yüzyılda Kral III.Georgi zamanında Gürcistan’a iskan edilen Kıpçaklar’a “Nakiz Çarakas” (Çarkas), daha sonra Kraliçe Tamara’nın saltanatı döneminde davet edilen Kıpçaklara “Kıvçaki ahalni” (Yeni Kıpçaklar) diyorlardı.

Z.V.Ançabadze’nin Gürcü vakayinamesinden yaptığı çeviride “Kıpçaklar Çerkestir” cümlesi önemlidir.

T.Lapinsky; “Kabardinlerde, Zadegan sınıfı Tatar veya Çerkes kökenlidir” bu görüşü, Ya. Potosky de teyit etmektedir.

M.V.Atalikov; Kabartalar veya Kabarlar Hazar kabilesidir. Ve Türktürler; ama Adıgece konuşmaktadırlar.

Ya. Reynegres; Kabardinler, uzun zaman içinde Çerkeslerin gelenek, giysi ve dillerini benimsediler. Artık onlara da Çerkes deniliyordu. Hatta Kabardinler Tatar dilini ve alfabesini kullanıyorlardı. Bu görüşe A.Alery de iştirak etmektedir.

A.A.Yakobson; Kırım’da bazı coğrafi isimlerin (Çerkes-eli, Çerkes Kerman, Çerkes Toba, Kabarta vs.) vaktiyle Kırım’da Kabardinler’in yaşadığı şeklindeki iddia ne yazılı kaynaklar ne de epigrafik yadigarlarla teyid edilebilmektedir.

A.M.Bayramkulov; Adıgelerin Kırım’a geldikleri konusunda herhangi bir tarihi belge bulunanamıştır.

Sonuç itibari ile; Kabardinler Adıgelerin ana kütlesinden kopmuş, fakat dil ve kültürleri Türk (Kazak Çerkesler) kültür ve dilinden beslenmiştir.

1.11. D.Ahsen Batur’a göre Çerkeslerin kökeni;

N.M.Budayev’in söz konusu eserini Türkçeleştiren D.Batur, önsözde bu konuda;

“Çerkes diye bilinen Adıgeler, zaten bu adı kabul etmiyor ve “biz Adıgeyiz; bu başkalarının bize verdiği isimdir” diyorlar ki doğrudur. Çerkes adını sadece Adıgelere değil, Kafkasya’da yaşayan halkların büyük bir kısmına belli bir dönem Ukraynalılara dahi “eşikya, yağmacı” anlamında ilk kullananlar Ruslardır. P.P.İvanov, “Karakalpaklıların Tarihi” adlı eserinde, Karakalpaklıların diğer adının “Çerkas” olduğu kaydedilirken; BaşPiskopos Johannes de Calonifontibus da Bulgarlar’ın gerçek torunları Karaçaylılara Kara Çerkesler adını vermiştir.”

D.Ahsen Batur, bir diğer önemli hususa da işaret etmektedir:

“Bugün dünaynın büyük halklarının hemen hepsinin mitolojik bir primajenitor atası vardır. Örneğin, Çinlilerde kaplumbağ, Türklerde bozkurt, Ruslarda ayı, Fransızlarda horoz, İngilizlerde leopar primajenitor atadır. Eğer bir halkın efsanelerinde primajenitor ata yoksa, onun atalarının geçmişte büyük bir halk olduğu veya o büyük halklarla tarihi bağlantılarının bulunduğu iddiası pek inandırıcı gözükmemektedir. Küçük etnik grupların çoğunda (Kürtler dahil)  bu ilk yaşıyıcı ata yoktur” demektedir.

1.12. Manuel Sarkısyanz’a göre Çerkeslerin kökeni;

Manuel Çerkezcenin “Yafetid” dil ailesi içinde olup, Kuzey Batı Kafkas dilleri grubunda olduğunu belirtmektedir. Çerkes grubuna Kaflasarın kuzeybatısında eski çağlardan beri bilinip, yaşamış olan halklar da girmektedir.  Bu halklara eski çağlardan ber, yaşayarak gelmiş olan Kimmerle ve İskitler’den arta kalanlar da dahildir.

Örneğin; Heradot’a göre; M.Ö. Azak denizi kıyılarında şehir devletleri kurmuş olan “Meotlar” (Çok eski zamanlardan beri Kafkasya’nın yerleşik bu halkının Yunan kayıtlarında geçen adıydı) ve “Suchailer”, yani “Zugiler” (Zighler) Çerkeslerin atalarıdır.

Heradot’tan sonra Korintli Skylaks (M.Ö.II) “Cerket” adını kullanıyor, Stabon (M.S.I) “Cerceate” adını kullanıyordu. Bu tanım içine de hemen hemen Kuzey Batı Kafkasya’da yaşayan halkları almaktadır.

Yabancılar (bölgede yaşayan) bu halka “Çerkes” terimini, Yunanca sözcüklerden üreterek kullanıyorlarsa da M.S.V.yüzyıldan itibaren kendilerine “Adige” demişlerdir. Bu tanım zamanımıza kadar gelmiştir. Bu yüzyıldan itibaren de tek dil, tek ulus olan Adıge milleti gelişmeye başlamıştır.

Ancak, Hazar hakimiyetindeki Çerkesler (Adigeler) XI.yüzyılda Kiev Prensliğine karşı yaptıkları savaşı kaybederler. Bu olaydan Adigeler, Rus kaynakalrında “Çerkes” olarak kaydedilmiştir.

1.13 Alexandre Grigoriantz’a göre Çerkeslerin kökeni;

Alexandre Grigoriantz; Türkçesi “Çerkes “ olan bu terim bazı yazarlara göre, Tatarcada “yol kesenler” demek olan iki sözcükten geliyordu ama bu sözcüğün Çerkeslerin Abhazlarla birlikte Karadeniz kıyısında oturan en eski halklar arasında bulunan atalarına verilen Yunanca “Kerketay        atından gelmesi daha olası olduğundan söz ediyor.

Kitabın bir yerinde ise, Çerkeslerin yazısı olmayan bir halk olduğuna değinilerek aşağıdaki efsaneyi aktarmaktadır:

Çerkeslerle dost oldukları bir dönemde Arap harflerini iyi bilen yaşlı bir Tatar Prensi değişik Çerkes kabilelerinin müşterek dili olan Adige dilini harflere dökmek istemişti.

Çalışma esnasında uyurken, birdenbire evin kapısının açılmasıyla uyandı ve karşısında beliren ve dağların ruhu olduğunu söyleyen nur yüzlü bir ihtiyarın sert bir sözle kendini azarladığını farketti. “Kaçık herif! Dağların özgür dilini yazılı satırlar arasına hapsetmeyi nasıl olup da aklına getirebiliyorsun? Dillerini harflerce canlandırmak oralarda oturanlara özgü bir iştir. Dağlardaki gök gürlemelerini, çığ düşmesini, sellerin ve çağlayanların gürültüsünü, vadilerdeki yaprakların uğultusunu ya da kuşların geçitten geçite yankılanan çağrılarını hangi yazıya çevirebileceğini sanıyorsun? Dağlıların dilleri döyledir. Bu saçma girişiminden vazgeç ve şimdiye kadar yazdıklarının hepsini ateşe at!”

Bu olaydan sonra, çok uzun yıllar hiç kimse Adige dilinde bir alfabe yazamaya kalkışma cesaretini gösteremediğinden söz etmektedir.

1.14. Rus Tarihçi Tamara V. Polovinskina’ya göre Çerkeslerin kökeni;

Tamara V. Polovinskina, “Çerkesya” adlı kitabında, Adıgelerin (Çerkeslerin) etnik oluşumunda farklı tez ve varsayımlar arasında iki önemli tezden söz etmektedir.

Rus tarihçilerine göre, çok eski dönemlerde Kafkaslar üzerinden cereyan eden büyük göçler neticesinde Kimmerler, Hint-Avrupa kavimleri, Sarmatlar, Alanlar, Türkler, Araplar, Slavlar ve daha birçok halk vekavimlerden Kafkasya’da arda kalanların bugünkü Adıgelerin etnik oluşumunda yer aldığından söz etmektedir.

Yazara göre, Adıgelerin etnik kökeni sorunu otokton olduklarına dair tez ile dışarıdan geldiklerine dair göç tezinin birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir.

Bu konuda ileri sürülen Anadolu tezinden şöyle söz etmektedir: Adige- Abhaz etnik oluşumunun temeli, Anadoludan gelmiş Hatti aşiretlerinmin (kaşka ve Abeşla) yerli Kafkasya nüfusunu asimile etmeleri sonucunda atılmıştır veya çok eski zamanlardan beri  yoğun ekonomik ve kültürel ilişkileri bulunan akraba aşiretlerinin kaynaşması söz konusudur.

İkinci önemlibir varsayım da Arkeolog V.İ. Markovin tarafından savunulan tezdir. Bu teze göre, Batı Kafkasya’daki dolmenleri yapanlarla İberik yarımadasında oturan eski Basklar arasında genetik bir bağ vardır. Markovin’e göre, Batı Akdenizden gelmiş aşiretler (Basklar) Batı Kafkasya’nın yerli halkıyla kaynaşmış ve böylece Adigelerin (Çerkeslerin) erken dönem etnik kökeni belirginlik kazanmıştır.

Polovinkina, bu tez için yeterli delil olmadığını, oysa soruna böyle bir yaklaşımın, aslında araştırmaların ilgilini çekecek kadr bilimsel ve geçerli bir tez olduğunu belirtmektedir.

Batı Kafkasya’da yaşayan otokton halkı “Adigeler” XI.yüzyıldan itibaren “Çerkes” olarak adlandırılmıştır. Ruslar dışında Osmanlı, Arap ve Avrupa literatüründe aynı şekilde Çerkes olarak belirtilmektedir.

1.15. Hansgerd Göckenjan’a göre Çerkeslerin kökeni;

Zic, Zichia adı Çerkeslerin kendi kendilerine verdikleri ad olan Adighe (Adzyghe) yani insan sözünden kaynaklanmaktadır, ki orta çağda tüm Çerkesleri kapsamıyordu. Hatta Konstantin Porphyrogonnetos zamanında da olduğu gibi yine XIX.yüzyılda Kuba’nın kuzeyinde, Kafkas Dağlarına ve Karadeniz’e kadar olan Çerkesya’yı ve Çerkeslerin tarihi yerleşim alanlarını kuzeyden güzeye doğru şu şeilde ayırmaktadır; Zichia, Papagia, Kasachia.

Çerkesler eski çağ ve orta çağda geniş topraklara sahiptirler. Kronist’e dayanarak Çerkeslerin hiyerarşik sınıfsal yapıya sahip bir toplum olduğundan söz etmektedir; Pske (Hkümdarlar ve Beyler), Uark (Asilleri), Tlokot (Asil olmayan halk) ve Pşhitl (uşak ve köleler). Interiano’ya göre; Çerkeslerde soylular soylu olmayan halk uşak ve köleler vardır. Soylular,halktan saygı görmekte ve yaşamlarının çoğunu at üzerinde geçirmektedirler. Toplumda kadılara çok çok saygı, itibar gösterilmektedir.

1.16. Hacı Kanbar Kanbolat’a göre Çerkeslerin kökeni;

Saguylar, Bağ ve Ğuri adlı iki kardeşten gelmektedir. Bağ ve Ğuri Mısır’da doğmuş ve orada otururlardı. Ğuri haksız olarak bir cinayete kurban gitti. Kendisi Bağ’da katillerden öcünü aldı. Mısır’dan kaçarak İngiltere’ye sığındı. İngiltere Hükümeti, Bağ’ı himayesine kabul etti. Bu himayenin alameti olarak Bağ’a, Kalet adı verilen bir adet tüfekle, İngiliz şapkalarına takılan horoz tüyü kendi İngilizler sonra Bağ’a henüz ahalisi bunlunmayan Kafkasya’ya gönderdi. Kafkasya’ya ilk gelen Çerkes Bağ oldu.

Bağ, Tubettas’a yerleşti. Tube Has’a Kırım’dan altı aile daha geldi. Bunlardan beş ailenin adı Eznaçe, Gupesıs, Seyjant, Liseşudın ve Yedicihiz idi. İşte Çerkesler bu yedi aileden türedi.

Yahya Kanbolat, Çerkeslerin kökeni üzerine tespit ettiği onbeş efsane;

Efsane Adeti

1) Çerkeslerin Arap-Kureyş kölesi ve … olarak Kafkasya’ya geldiklerini iddia eden efsaneler.

2) Çerkeslerin Arap kökenli, ama animist olarak Kafkasya’ya geldiklerini iddia eden efsaneler            .

3) Çerkeslerin özgün kökenli ve animist olarak Kafkasya’ya geldiklerini iddia eden efsaneler.

4)Çerkeslerin Sam ırkında ve Yahudi olarak Arabistan’dan Kafkasya’ya geldiklerini iddia eden efsaneler.

5) Çerkeslerin aslı (otokton)  halk olduğunu, Tanrı’nın bir meleğinin, artan dilleri Kafkasya’ya attığını iddia eden efsaneler.

Efsanelerin incelenmesinden de görüleceği üzere; Efsanelerden 8 adeti Çerkeslerin Tanrı inancıyla, 7 adeti ise animist olarak dışarıdan gelip Kafkasya’ya yerleştiklerini iddia etmektedir. Yahya Kanbolat, efsaneler ile ilgili olarak şöyle diyor:

Tek Tanrı inancı VIII.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Kafkasya’ya yayılmaya başladığını kesin olarak bildiğimize göre, bu efsanelerin yakın tarihlerde ortaya çıkması gerekmektedir.” “Şu halde Çerkeslerin, dışarıdan gelmiş ve Kuzey Kafkasya’ya yerleşmiş göçmenler olarak değil, onları çeşitli kabilelerle .. Devletler kurarak dışarılara taşmış eski bir halksaymak daha mantıklı olur.

Çerkeslerin kökeni hakkında söylem ve yazılanların tamamı üzerinde durmaya gerek yok ise de bu konuda epeyce şeyler yazılmıştır. Hepsini ele alırsak sayfalarca yer tutar.

Bu konuda ileri sürülen görüş ve tezlerin çoğu, özellikle de eski olanlar, bugün anlaşıldığı üzere bilimsellikten uzaktır.

Kafkasya’da tarihten önceki çağlarda insanların yaşadıklarına dair izler bulunduğu gibi, hayatın ilk olarak Kafkasya’da başlamış olduğuna dair rivayetler de vardır.  Kafkasya’nın Paleolitik, Mezolitik ve Neolitik devirlerini geçirdiğini de Kafkasya Bölgesinde arkeolojik kazılar neticesinde bulunan çok sayıda eski yerleşim alanları ve bu alanlarda ele geçenbulgu ve kalıntılar hakkında detaylı bilgi sunmuş olup, bütün bu buluntular, Çerkesler arasında çok yaygın olan Kuzey Kafkasya’ya göçmen olarak gelme rivayetlerinin temelsiz ve geçersiz olduğunu kesin bir şekilde belgelemektedir.

  1. ÇERKES ADININ KAYNAĞI

Çerkesler, tarihi çok eskiden beri tanıdığı ve değişik adlarla tanıttığı Adige toplumudur. Çerkes adı, daha önceki dönemlerde verilen adlar gibi, başkaları tarafından Adige toplumuna verilen bir isimdir. Çekes adının çıkışı konusunda ileri sürülen görüşler kronolojik olarak aşağıda verilmiştir.

Adige dili üzerine araştırma yapan Ber Hikmet’in ifadesine göre; Kafkasya’da yaşayan toplumların dilsel farklılıklarına ilişkin olarak farklı adlar altında adlandırılmaya başlanması XI. yüzyıl sonuna rastlamaktadır.

Nitekim sözünü ettiği yüzyılda, Kiev Rusyası’nın ilk kuruluş dönemine rastlayan ve Adige halkıyla Rusların tarihsel mücadelelerinin ilk başlangıcını teşkil eden (1022-1023) yıllarında Kiev Rus Prenslerinden Mistislav’ın Kerç Boğazının Adige ülkesi kıyısında bulunan Tama Tavkha Taman (Matrika) kenti ve bağlantılı topraklarını ele geçirmek için, ünlü Adige kahramanı Rıdade ile güreştiği bireysel mücadeleden sonra, Ukrayna ve Rus belgelerinde Kassogh’lardan “Teherkesses” veya “Tahirrakessas” diye söz ettikleri görülmektedir.

Hatta Kiev’in hemen güneyindeki Dinyeper nehrinin kıyısındaki “Çerkessy” kentinin de bu olaydan sonra kurulduğu kabul edilmektedir.

XIII. yüzyılın başında ilk kez “Çerkes” terimi, 1230 yıllarında yazılan “Alton Toba” adlı kronolojide “Serkesut” şeklinde geçmektedir.

Aynı yüzyılın ilk yarısında 1240 yılında yazılan “Moğolların Gizli Tarihi”nde, Cebe ve Subotay komutasındaki Moğolları kuzeyde bulunan onbin kabile, devlet ve halka karşı gönderildiğinden; Büyük Şİdil ce Jayak (Yayık-Ural) nerhirlerini geçerek Kiva-Men-Kerman (Kiev) şehrine kadar yürümesi emredildiğinden söz edilmektedir. On bir kabile veya halktan birisi “Serkesut” diye zikredilir ki, bu da Adige (Çerkes) halkına işaret etmektedir.

Aynı yüzyılda, Papa IV. Innocente’in Altınordu İmparatoru Batuhan nezdine İtil’e (Astrahan’a) 1215 yılında gönderdiği elçi Giovanni del Plano Carpini’nin, bu görevden döndükten sonra kaleme aldığı “Historica Mongolorum” adlı kitapta, Alanlar’ın güneyinde yaşadıkalrını tespit ettiği halkların listesinin başında “Çirkasi” adı altında Adigeleri kaydetmesiyle geçmiştir.

“Çerkes” teriminin Ermeni kaynaklarında daha XIII. yüzyılda görülmeye başlanması ilginçtir. “Çerkes” terimi, Stepanos Orbelyan tarafından “Çerkezate Erkir” (Çerkes ülkesi) şeklinde kullanılmaktadır.

XIII.yüzyılda “Serkes” ya da “Çerkes” adı, Arap ve Fars tarihçilerinin yapıtlarında da ortaya çıkmaya başlamıştır.. Raşid-ad-Din’de  “Serkesut” ve “Çerkes” adları geçmektedir.

Guillaume de Rubrugue, daha önce Adigeleri tanımlamak için Korgis terimini kullanıyordu. Artık o da bunları (Adigeleri) tanımlamak için “Cherkas” diye söz etmektedir.

Etnografya ve tarih uzmanlarından N.G.Volkova ve V.M.Atalikov, “Çerkes” teriminin Türkçe’den kaynaklandığında hemfikirdirler.

V.M.Atalikov, “Çerkes”, “Jarkaz” ve “Çerkesya” terimlerinin menşeini Kırım Hanlığına bağlar. Atalikov’a göre; Çerkesya (ya da Kafkasya) terimine XIII. yüzyılın ikinci yarısından önce rastlanmaz. O tarihe dek “Zikhya” adı kullanılmaktaydı.

Bilindiği gibi, Tatarlar göçebeydi. Ancak Zikhler toprağa bağlıydılar. Bu da (yar=çar=toprak ve kaz=karmak, kurmak, bellemek, işlemek’ten) tüm dillerde “Yarkaz” olarak ifadesini bulmuştur. Dilbilim teorisine göre ve bir ölçüde de Türkoloji’de ve dj fenomenleri ve Z’nin yerine göre Ç ve S’ye dönüştükleri bilinmektedir. XIII.yüzyıl ortalarından itibaren Arap kaynaklarında, ardından İran ve Batı Avrupa eserlerinde, XIV.yüzyıl sonlarından başlayarak Rus kaynaklarında da Çerkes adına sıkça rastlanır. Sonraki yüzyıllara ait literatürde Adigelerle ilgili olarak en yaygın ve geçerli etnik ad “Çerkes” adıdır.

XIV.yüzyılda 1331 yılına ait Çin Kralı Shi’Ta Tien’in haritasında ise, Alan ve A-SZ’lara komşu olarak ülkesinin de “Çircessie (Çerkes)” ülkesi olduğu anlaşılmaktadır. Çin kaynağında da şimdiki Çerkes adına en yakın tarzda kaydedilmiş bulunan bu isim, Ortaçağın sonucunu noktalayan 1453 tarihinde İstanbul’un fethinden sonra Kırım Hanlığı’nın Osmanlı İmparatorluğu’na bağlanmasıyla başlayan Osmanlı-Kırım ilişkileri, “Çerkes” adının ilk defa Kırım Tatarları tarafından Osmanlı yazılı kaynakları ve Türk diline aktarılmasıyla Anadolu’da da aynı tarzda “Adige” adı yerine kullanılmaya başlanmıştır.

Rus tarihçi T.V.Polovinkina, XV.yüzyıl başları ve XVI.yüzyıl arası dönemde ise, “Çerkes” etnik adından “Çerkesya” şeklinde coğrafi ad türediğinden söz eder.

Ortaçağın sonuna doğru Çerkezistan’dan Ortadoğu ülkelerine, özellikle Mısır’a yönelen yoğun insan akını, burada giderek etkinleşen bir Çerkes kolonisini meydana getirmiştir. 1382 yılında Kahire’nin “Kal-a tül Cabal”de nüve … kurulan “Memlük Mimal- Asva’e Çerakise” örgütü giderek güçlenerek “Çerkes Mısır Sultanlığı”nın kurulmasına kaynak olmuştur. Böylece Adige ülkesi … Mısır’da “Çerkes adı ilk defa Uluslar arası platforma yansımış oluyordu.

Osmanlı İmparatoru Yavuz Sultan Selim’n  Süriye’de Halep yakınındaki Mercidaabık’ta 1516’da, Kahire’nin Ridaniye mevkiinde 1517’de kazandığı savaşlardan sonra, Mısır ve Süriye topraklarının Osmanlı topraklarına katılmakla birlikte, Çerkesler’in Mısır’daki etkinlikleri Napolyon’un 1798 yılında başladığı Mısır seferinin sonuna kadar sürmüştür. Kavalalı Mehmed ALİ Paşa!nın(1769-1848) iktidar döneminde 1811’de Kahire’de Çerkes Memluklere yönelik katliamından kurtulabilenler ise, dillerini ve kültürlerini unutmuş olarak Libya’nın Mısrata ve Ra’su Abide’de Çerkes aşireti olarak yaşamlarını sürdürüyorlar.

Bilimsel literatürde Çerkes adının genetik doğası konusunda ise görüş ayrılığı yoktur. Şu bir gerçektir ki, Ortaçağda Çerkes etnonimi, daha önce Zikhler diye bilinen halkı tanımak üzere ortaya çıkmıştır. Sözkonusu etnik adların Kuzeybatı Kafkasya sınırları içinde yerleşmiş olması ile birlikte eski kaynaklar ve literatürde bu hususun doğrudan vurgulanmış olması da bunu kanıtlamaktadır.

XIV.yüzyıl sonu ve XV.yüzyıl başlarında(engeç 1404 yılında) Kafkasya’yı ziyaret eden Başpiskopos İonnes Galonifontibus’un eserinde Zikhiya veya Çirkasia ülkesinden bahsedilmektedir.

Aynı dönemde(1394-1427) yılları arasında Kafkasya’yı ziyaret eden Alman seyyahı Johann(Hans) Schiltberger, “Sygun”lara Türkler tarafından “Tscheras” dendiğini belirtmekte ve Çerkeslerin Zikh dilinde (Adige dilinde) konuştuklarını yazmaktadır.

Çerkesya veya Çerkezistan o dönemde hemen hemen tek etnikli bir bölgeydi. Abazalar (Aşuwalar- Aşkaruwalar) ve Karaçay-Balkanlar o bölgeye XIII.- XIV.yüzyıllardan itibaren yerleşmiş, Nogaylar’ın bölgeye yerleşmi ise daha sonraki yüzyıllarda gerçekleşmiştir.

Bu nedenle, söz konusu bölgede yaşayan halka “Çerkes” dendiğinde, bölgede yaşayan başka gruplar mevcut değildi. Çerkeslerle aynı coğrafyada yaşayan Abazalar, Karaçay Balkanlar, Nogaylar bile birçok kaynakta Çerkesler’den ayrılır. Daha uzak coğrafyada yaşayan Osetler, Çeçenler’e Dağıstan Bölgesi Halkları’na tarihte “Çerkes” dendiği iddiasının hiçbir bilimsel dayanağı yoktur.

XVIII. ve XIX.yüzyıllarda da “Çerkes” adı altında, farklı örnekler olsa da genel olarak belli bir halk, yani çeşitli kabilelerden oluşan Adigeler kastedilmiştir.

XV.yüzyılın sonunda, Ancona’da Fredutio’nun 1497’de yaptığı haritada Çerkesler’in yerleşim sahası bugünkü Tagonrok’a kadar gitmektedir. 1502’de yapılan diğer bir haritada yine Azak Denizi’nin doğu yakasında Çerkesleri göstermekte, hatta Don nehrinin doğusuna kadar uzanmakta ise de buralardan Kırım Hanlarınca güneye doğru sürülmüşlerdir.

XVI.yüzyılın başında, 1502 ylında Kuzeybatı Kafkasya’da tetkik gezileri yapmış bulunan İtalyan yazarlarından Cenevizli Giorgio İnterianno(1550-1557) , gezi sonunda kaleme aldığı, sözkonusu kitabında; Zikhlerin örf ve adetlerini açıklamasına başlarken şöyle der:

“Zychie, in lingue volgan, Grece et Latina cosichimati, et da Tartari et Turchie diamundati Circassi et in Loro proprio Linguaggio apellati Adige”

Bu paragrafta görüldüğü gibi, Interianno, Tatar ve Türklerin de “Circass” dedikleri toplumun, kendilerini “Adige” adıyla tanımladıklarını, Don ile Kerç arasındaki Karadeniz sahilinin bunların kontrolu altında olduğundan söz etmektedir.

Rusya’nın Korkunç İvan’ın Çarlığı döneminde, Çerkeslerle ilişkileri hakkında bilgi ve kaynaklar, tarihçilerin Nikonovski Letopis dedikleri ve 1539-1572 yılları arasında derlenmiş olan Genel Rus Vakayinamelerinde yer almaktadır. Ayrıca(1549-1720) arasında Moskova Devletinin dış politikasını yürüten ve Posolskiy Prikez diye bilinen Kuruma ait belgeler arasında da Çerkeslerle temaslara ilişkin bilgiler vardır.

Nikonov Vakayinamesinde; XVI.yüzyılın ellili yıllarda Korkunç İvan’ıen önce ziyaret eden Kabardey Çerkeslerini “ Pyatigorsk Çerkesleri  “ ve “ Kabardin Çerkesleri”  olarak iki gruba ayırır. Çerkes Prenslerinin geldikleri ülkenin adını da “ Çerkas=Çerkask “ ve “ Kabarta Çerkası “ diye belirtilmektedir.

Aslında, Kabardey Çerkeslerinden sonra Batı Çerkeslerinin de Rusya ile ilişkiye girdikleri, hatta bunlar dışında Çeçenlerden bir heyetin de ayni şekilde temasa geçtiği bilinmektedir.

Kabardeylerin de dahil olduğu Çerkes Kavmi batı ve doğu olarak XV.-XVI.yüzyıllarda iki büyük gruba ayrılmalarının ardından geçen zaman içinde, eskiden tek halkı oluşturan bu iki grubun kültüründe ve dilinde belirli farklılıklar meydana gelmiştir. Özellikle dilde oldukça değişiklikler olmuştur. XVI.yüzyılda Rusya literatüründe “ Çerkesov “, resmi yazışmalarda da “ Çerkasiy “ diye geçerdi. Maddi ve manevi kültürleri aşağı yukarı ayni olan bu grupların hepsi kendilerine “ Adie “ derler. Ve tek bir halk oluşumu süreci oldukça uzamıştır.

Bundan sonra “ Çerkes “ ve “ Circassiens “ adları, XVI. Yüzyılın sonlarına doğru  Kafkasya’nın kuzeyine yöneltilen ve sonu gelmeyen baskı ve saldırılarıyla dünya siyasal platformlarının güncel konuları arasına girmiştir.

Kabardey Çerkesleri, Ruslarla iyi ilişkileri sayesinde ve güçlü tarım ve hayvancılık faaliyetleri ile Kafkasya’nın kuzeyinde en önemli politik gücü haline geldiler. Kabardey feodalizmi bir “ Cumhuriyet “ olarak adlandırmak mümkündür. Nitekim “ Pshığa “( Feodal Beylik )nın babadan oğla geçmemesi, üç ayrı parlemento tarafından seçilmesi sözkonusudur.

“ Pşı Xase “, “ Work Xase “ ve “ Lıhıhuk’ol Xase “ ülke için önemli kararlar alan ve Büyük Bey( Pşışhua) Pşımyapşıy’ı seçen meclislerdir.

XV.yüzyıldan itibaren XVIII. yüzyıllara kadar Çerkesce’nin Kabardey şivesi uzun süre Kafkasya’nın Uluslar arası dili olarak kullanıldı. Kabardey Çerkes Prenslerinin adet ve töreleri ve onların aristokratik davranış kuralları konusu Halkların hakim sınıflarında özenilmeye ve örnek alınmaya başlandı. Kabardey Çerkes giysileri, müziği, dansları, şarkıları bütün Kafkasya’ya yayıldı. Özellikle, XV.yüzyıl başları ve XVI.yüzyıl arası dönemde Çerkes etnik adından Çerkesya( Çerkes Yurdu, Çerkes Ülkesi ) şeklinde coğrafi ad türemiştir. Adige Halkına verilen “ Çerkes “ adı, benzer nitelikli diğer grupları da kapsayacak şekilde kullanılagelmiştir

.Çerkes sözcüğünün kaynağına ilişkin Folker tarafından ileri sürülen teori, Türkçe ve Farsça yardımıyla türeyen “ Çerikes “, XVI. Yüzyıl sonu ile XVII.yüzyıl başlarında bir gezgin olan ve “Karadeniz ile Tataristan’ın Betimlenmesi (1634)“ adlı kitabında; “Çerkeslerin kanlarının asaletiyle övündüklerini, Türk’ün de onlara mert atlı savaşcı anlamına gelen “Çerkes Sipaga“ adını vererek büyük saygı gösterdiğini yazan Emiddio Dortelli d’Askoli tarafından da teyid edilmiştir.

Yukarıda da değinildiği üzere; Çerkeslerin ilk defa “ Çerkes “ adı ile tanımlanmaları 1215 yılında Plano de Carpini tarafından yapılmıştır. 1502 yılında yazan İnteriano’ya göre, Çerkesler kendilerine “ Adige “ adını veriyorlar ve Don ile Kerç arasındaki Karadeniz kıyısını kontrol ediyorlardı.

Birçok otoritenin, Çerkeslerle ilgili tartışmaları sırasında bu iki kişiyi referans olarak almalarına rağmen, Ernest Chantre “ Kafkas Antropolojisi Üzerine Araştırmalar “ adlı eserinde; Çerkeslerin M.Ö. 500 yıllarından itibaren tarih sahnesine çıkan antik bir Millet olduğunu belirtmektedir.

Halbuki, XI. Yüzyıldan itibaren  “ Çerkes “ diye adlandırılan halk, tarihin çok eskiden beri tanıdığı ve değişik adlarla tanıttığı Kafkasya’nın otokton(yerli) halkı olup, kendi kendilerini “ Adige “ diye adlandıran bu Halk Ernest Chantre’nin dediği gibi, M.Ö.500 yıllarında tarih sahnesine çıkmamıştır.

3.ÇERKES ADININ ANLAMI:

Araştırmacılar tarafından, “ Çerkes “ adının ortaya çıkışı konusunda, çeşitli varsayım ve açıklamalarda bulunulmuştur. Örneğin;

Karyandalı Skilak, Strabon, Plinius, Arrian gibi yazarların sözünü ettiği “ Kerket “ Adige kabilesinin “ Çerkes “ olarak değişime uğradığına dair hipotez, Rusların Kafkasya konusunda araştırmalarda görev alan Adige kökenli tarihçi Şora Noghumuko tarafından atılmıştır.

Vafi Güsar, Noghumuko’nun bu görüşüne paralel olarak şöyle diyor; “Heredot ve Strabon, kitaplarında Çerkesler!den ve atalarından bahsederken Serset, Henyokh ve Akhe(Achenne)leri birer Çerkes adı olarak gösterirler. Morgan kitabında Sersetler’den bahseder ve bunların tarihten önce bu yerlerde oturduklarını belirtir. Kerket, Kerketes, Serset ile Avrupalılar’ın Çerkesler’e ad olarak verdikleri Sirkas(Cirkes), Sirkassiyen(Circassienne)ın ayni anlam ve ayni kökten olduklarını gösterir. Hatta I.yüzyılda basılmış Kafkasya haritasında Fırat nehri üzerinde ve Suriye’nin kuzeyinde Hattiler zamanında hükümet merkezi olan Sirkassiyum ile ayni benzerlik görülmektedir. Onun sol tarafında altta çöl mıntıkasında “ Kirkeş “ kelimesini de hatırlatmak isterim…

Şora’nın dediği gibi, “ Kerket “ adı Yunanlılar tarafından verilmiş bir ad değil Kerket, Kerkes, Serset, Sirkaş, Serikes, Çerkes ayni anlamları taşıyan birer lehçe değişikliğidir.”

“ Kerket “ etnik adının “ Çerkes “ olarak değişime uğradığına dair bu iddia L.Lopatinski tarafından temellendirilmiş olup, L.I.L.avrov, G.A.Melikişvili, Ş.D.İnal-İpa, E.S. Şaktıl, I.H.Kalmıkov v.b. Sovyet tarihçileri de bu kurama bağlı kalırlar.

Bazı araştırmacılar da, “ Kerket “ etnik adlandırmasının Grekçe bir ulus adı olan “ Kerket “ten “ Çerkes “e dönüşmesini, Latince “ Çirket “(Circet) ile, Grekçe’deki “K” foneminin Romalılarca “Ç”ye çevrilişini dikkate alarak açıklamaktadırlar:

Kerket(Kercetai)-Çircet(Çirket)-Çerkes(Cherkes). Ancak, birçok etnoraf ve tarihçi, terimler arasındaki bağı, “ Kerket “ adının dilsel olarak “ Çerkes “e dönüşümünü, arada “ Çirket “ tınısının varlığını kabul etmemektedirler.

Grek kuramının bir dizi eksiği bulunmaktadır. Bir kere “ Kerket “ terimi M.Ö.V.yüzyıl yazarları tarafından kullanılmıştır. Bundan sonra “ Çerkes “ terimi, XI.yüzyıldan itibaren kaynaklarda ortaya çıkmaktadır.

Demekki M.Ö.V.yüzyıl ile M.S.XI.yüzyıl arasında kaynakların “ Kerkesler “ ve “ Çerkesler “den sözetmediği, oysa Adige(Çerkes) Halkının farklı adlarla, örneğin “ Kosglar “, “ Zikhler “, “ Adigeler “ olarak anıldıklarını uzun bir zaman aralığı ortaya çıkmaktadır.

Bundan dolayı, Grek kuramının kabul görmediğini Arsen Avagyan “ Çerkesler “ adlı eserinde belirtmektedir.

İran kuramına göre, “ Çerkes “ terimi “ Caergaes “ anlamına gelmektedir.

V.I.Abuyev, “ Caergaes “(Kartal) Farsça sözcüğe Soğdice’de “ Carkas “(Cırks), “ Yırtıcı kuş “ koşut olarak gösterir. “ Karkasa “yı ( tavuk yiyen ) bu sözcüğün başlangıcındaki şekli olarak kabul ederek, Avar dilindeki K’ahrkasa, Pehlevice’deki Karkas, Farsça’daki Kargas(Çaylak) ile bir tutar. Bütün bu açıklamaları teyid etmek için Skifo-Sarmat diline geçen “ Sarkes “i kök olarak kabul eder. Çerkes teriminin kaynağını İran dili olduğu teorisine M.Fasmer, J.Marquart ve V.A.Livsitz Abayev’i desteklerler.

Folker “ Çerkes “ teriminin Türk-İran kuramına göre; Türkçe Çer=Savaşçı, Çeri=Ordu; İran dilinde Kes=Kişi sözcüklerinden Çeri=Kes=Çerkes terimi ortaya çıkar ki, “ Savaşçı Kişi “ anlamına gelmektedir.

Bu teori Emiddio Dortelli d’Askoli tarafından desteklendiğini Arsen Avagyan eserinde belirtmektedir.

Türk kuramına göre; Folker’in teorisinde sözü geçen “ Çeri-kes “ veya  “Çer-kes=Çerkes “ teriminin anlamı “ Savaşçı kişi “(Cengaver)dir. Diğer bir terim de “ Ser-kes “ten kaynaklanmaktadır. Bu adlandırmanın, tüm komşu halkların, yağma saldırılarından çok çektikleri bu Adige Halkına verdikleri “ Çerkes “ sözcüğünün tarihini oluşturmaktadır.

Nitekim, Arap ve İran kaynaklarına göre, Moğol işgali sırasında Çerkesler “ Serkes “ ve “ Serkyasut “  adıyla anılmaktaydılar.

N.Luxembourg, “ Rusların Kafkasya’yı İşgalinde İngiliz Politikası ve İmam Şamil “ adlı eserinde, bu konuda şöyle diyor; “ Çerkes adının çıkışı pek bilinmemektedir. Aytek Namitok, “ Çerkesler’in Kökeni “ adlı eserinde, Mengrelyalılar’ın Çerkeslere “ Kaçak “ adını verdiklerinden sözediyor.”

N.M.Budayev, “ Memluk Tarihinden Bir Yaprak( Kim bu Çerkesler) “ adlı eserinde; “ Çerkes “ terimi konusunda yazılan çeşitli kitaplara ve belgelere yer vererek, Çerkesler’in yani Adigeler’in Türk kökenli olduklarını belirtiyor ve diyor ki, Çerkes etnik adı günümüzde Guryev, Ural ve Astrahan bölgelerinde yaşayan Orta Cüz’e mensup Kazaklar( yani Kıpçaklar )ın keza Kalmıkya ve Astrahan Eyaletlerinde yaşayan Alabuga Tatar’larının zati adıdır.” Diyor.

D.Ahsen Batur, N.M.Budayev’in kitabını takdim ederken, “ Çerkes adı üzerinde duruyor ve Çerkesler, Kıpçaklar’ın en yakın akrabası olan bir Türk kabilesidir ve Batı Kazaklar’ıdır. Hatta Kabardey Halkının Oset(Asetin) dilindeki “ Kasog “(Kasgun) adı da buradan gelmektedir.” Diye sözetmektedir.

Bu görüşe ek olarak, Z.V.Ançabadze’nin bir Gürcü Vakayinamesinden yaptığı şu cümle çevirisi önemlidir; Kıpçaklar Çerkestir.”

D.A.Batur, adı geçen kitapta, D.P.Ivanov’un “ Karakalpaklılar’ın Tarihi “ adlı eserinde, Ortaçağda Rusya’daki Karakalpaklılar’ın diğer adının “ Çerkes “ olduğunun kaydedildiğinden sözetmektedir.

N.M.Budayev ve eserini takdim eden D.A.Batur’un ileri sürdükleri hususların hiçbir bilimsel dayanağı olmayan, varsayımlara dayanan görüşlerdir.

4.ÇERKESYA( XEKU):

4.1-ÇERKESYA’NIN TARİHİ COĞRAFYASI:

Tarihini incelemeye çalıştığımız saha, “ Çerkesya “ denen topraklardır. Bilindiği üzere, tarihi oluşturan üç unsurdan biri de coğrafi mekandır. Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının kesiştiği jeopolotik ve jeostratejik açıdan dünyanın en önemli bölgesini oluşturan Kafkasya, yer kürenin “ Bereketli Altın Kuşağı”nda olup, diğer milletlerce olan siyasi, sosyal ve ekonomik ilişkilerde bu coğrafya önemli bir yer tutmaktadır.

Kafkasya, bu coğrafi özelliği itibariyle, dünyanın ilk etnik hareketlerine ve etnolojik teşekkül ve gelişmelere sahne olmuştur. Dolayısiyle, Kafkasya pek çok medeniyete beşiklik etmiştir.

Fransız yazar Fernan Brodel’in yaptığı Akdeniz havzasındaki adalarla Kafkasya Bölgesindeki adalar konulu klasik bir çalışmasına göre; Yunanistan, Magrip, Lonbardiye, Katalanya, Portekiz, Endülüs, Valensiya, Suriye gibi yerleri “ Kıta Medeniyet Adası “ olarak nitelemektedir.

Akdeniz bölgesinde bulunan sözkonusu “ Kıta Ada “ şeklindeki bölgelere giriş çıkışlar denizden yapılmasına rağmen, kültürel, dini ve ırksal bakımlardan özgün karekteristiklerinin korumuşlardır.

Aynı şekilde, Kafkasya’nın Karadeniz kıyısında buna benzer “ Ada “ medeniyet merkezleri bulunmaktadır. Bunlar da Çerkesya, Abhazya ve Mingrelya’dır. Bu kıta adaları coğrafik olarak antik çağlardan beri birbiriyle olan ilişkilerini denizle pekiştiriyorlardı. Tarihsel olarak Akdeniz halklarıyla kültürel bağlantıları  da vardır.

Karadeniz sahiline dökülen Bzıb nehri ile kuzeyde Kuban nehrinin Azak yakınlarında denize döküldüğü saha “ ÇERKESYA “ adasıdır. Güneyde, Bzıb nehrinin denize döküldüğü delta ile İngur  nehri arası ayrı bir ada “ ABHAZYA “  olup, İngur nehrinin öbür tarafı da “ MİNGRELYA “ adasını oluşturmaktadır.

Kafkasya’da “ ÇERKESYA “ bölgesinin tabii vaziyeti(coğrafyası), denizi, gölleri, akarsuları, iklimi, bitki ve hayvan yetiştirme kabiliyeti, Çerkesler’in sosyo-ekonomik tarihler ile sıkı ilişki içindedir.

Kafkasya bölgesine tabii karekterini ve hayatiyetini kazandıran Kafkas dağları Çerkesya’da farklı bir karekter arzeder. Bölgede meyiller daha tatlı ve düzenlidir. Burada arazi 90-120 metre yüksekliğinde küçük tepelerden ibarettir. Asıl dağlar Maykop şehri civarına kadar gelir. Pşekha vadisine kadar yükseklik 1000 metreyi geçmez.

Karadeniz ile Elbruz(Oshamahue) tepesi arasında yer alan Sıradağların önlerinde kuzeye doğru yumuşak eğimli olarak uzanan büyük vadiler göze çarpar. Bu vadiler yakın çağlara kadar (Tethis=Mesoje) deniz suyu ile çalkalanırdı. Hazar Denizi sözünü ettiğimiz dönemde oldukça büyüktü ve Kafkas dağlarının kuzeyinde Azak(Azov) ile Karadeniz’e bağlanırdı. Bugün bu bölgede ünlü Kuban ve Kuma diye adlandırılan iki sahra nehri akmaktadır.

4.2-ÇERKESYA’NIN BİYOİKLİMSEL ÖRÜNTÜSÜ:

Çerkesya’nın biypiklimsel örüntüsünün, Çerkes insanının sosyo-ekonomik yaşantısında büyük  etkisi olduğunu unutmamak gerekir.

4.2-ÇERKESYA’DA İLK İNSANIN TEŞEKKÜLÜ:

Kafkasya( Odice ), yaklaşık 160 milyon yıl süren Mezozoik zamanın Trias döneminde Tetis Denizi ile kaplı ve tahminen küçük bir ada görünümündeydi. Epirojenik ve orejenik hareketler sonucu, Cenozoik zamanın Tersiyer döneminde Miyosen’de, Kafkasya bölgesinde tabii karekterini ve hayatiyetini kazandıran Kafkas( Ku-au-Kas=Dağ-uzun-Kas=Kas-uzundağı, Kas Sıra Dağları) Dağları teşekkül etmiştir.

Bölgenin tabii vaziyeti(Coğrafyası), etrafını saran denizlerin(Kafkas Denizlerinin) durumu, iklimi, akarsuları, bitki ve hayvan yetiştirme kabiliyeti ile Kafkaslılar’ın sosyal ve ekonomik tarihleri arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır.

Kafkasya, bu coğrafi özelliği itibariyle, dünyanın ilk etnik hareketlerine ve etnolojik teşekkül ve gelişmelerine sahne olmuştur.

Mevcut kalıntılara göre, Cenozoik zamanın Pleistosen döneminde, bugünkü  Doğu Afrika’da ortaya çıkan insanoğlu, oradan dört bir yana yayılmış ve yeryüzünü egemenliği altına almıştır.

Yayılışın hızı ve ölçüsü genellikle iki etken tarafından belirlenmiştir; iklim ve insanoğlunun iklimin doğurduğu olanaklardan yararlanma ve olanaksızlıkların üstesinden gelme yeteneği.

Zamanımızdan 1,5 Milyon ile 500 bin yıl önceki bir zaman diliminde, yaşadıkları vatanlarından göçetmek zorunda kalan ilk insanlar(Homo Erectus=Çerkes dilinde Ha)dan bir grubun Karadeniz’in kıyı kesimine yerleşmesi suretiyle sahip oldukları “ Preşellen “ kültürünü zaman içerisinde “ Şellen “ ve “ Müsterien “ doğrultusunda geliştirmişlerdir.

Peşisıra anavatanlarından göçeden diğer grupların tazyiki karşısında Karadeniz sahilini takip ederek kuzeye yönelen Homo Erectuslar Kuban nehri deltasının açtığı tabii kapıdan Kafkas Dağlarının kuzey kesimindeki iç bölgelere nüfuz etmişlerdir.

Kafkasya’nın otokton halkı olan Çerkes toplumu bu ilk insansı varlığı, vahşiliği nedeniyle “ Ha “ olarak tanımlamıştır.

Ber Hikmet’e göre, Homo Erectus sadece yürüyen bir adam değil, sosyal ilişkileri olan ve bu ilişkileri adlandıran; bir iş yapan, bir ürün ortaya koyan ve bizlere kadar ulaşmış olduğu şekli ile bu eylemleri de adlandıran; hem kendi arasında yatay ve hem de dikey iletişim ekseninde dili kullanabilen bir insansıdır. Ama yine de “ Tsukhu “, yani insan değildir.

Fakat, Homo Erectus’un zaman içinde ateşi bulması sayesinde, çetin doğa koşullarına karşı verdiği ölüm kalım savaşında can alıcı bir silah edinmiştir. Özellikle, buzul çagı boyunca belirli kesimlerde izole bir şekilde hayatta kalabilmesi onun durmadan gelişen yeteneklerinin yanısıra, keşfettiği ateşin yaşamındaki öneminin de bir kanıtıdır.

Jeolog ve Paleologlar, ilk insanların meydana getirdiği kültür ve medeniyeti, kullandıkları çakmak taşına binaen eşya ve aletlerdeki gelişime göre “ Şellen “ ve “ Müsterien “ diye adlandırılmışlardır. Gerek birinci buzullararası dönemde(Milattan 475 bin yıl önce) ve gerekse ikinci buzullararası dönemde(M.Ö. 375-75 bin arası), ilk Preşellen kabileler Kafkasya Bölgesinde görülmüştür.

Kafkasya’da bugünkü Tbimbal, TamanPsekups veKuban havzasında bulunan taş araç ve gereçler buna kanıt teşkil etmektedir. Bilim adamlarına göre, Kafkasya bölgesinde bu kadar erken dönemlerde insan yerleşiminin başlamasının sebebi bölgenin buzul oluşumu kuzey sınırı olmasından kaynaklanmaktadır.

İlk göçten sonra, günümüzden 200 ile 100 bin yıl önce başlayıp onbinlerce yıl süren ikinci bir göç dalgası gerçekleşmiştir. Bu defa Homo Sapiensler beş kıtayı işgal etmek üzere, Homo Erectuslar gibi, yine Afrika’daki anavatanlarından, 15-25’er kişilik gruplar halinde yola çıktılar.

Homo Erectuslara nazaran daha akıllı ve her tarafı kıllarla kaplı olan Homo Sapienslerin de Kafkasya’ya yerleşmelerinde Kafkasya’nın coğrafi ve tabii karekterinin etkili olduğu bir gerçektir.

Kafkasya’ya yerleşen Homo Sapiensler, bugünkü Çerkesler’in atalarıdır. Ber Hikmet’e göre; Çerkes toplumu tarafından “ Tsukh “ olarak tanımlanmış olup, anlamı; “ bil-bilen “dir. Başka bir ifade ile “ İnsan bilendir.” Veya “ Bilmek insan olmaktır.” Yani burada sözü edilen Homo Sapiens “ bilen(yani insan)-Homo Sapiens  “ demektir.

Son buzullaşma döneminin Würm safhası(M.Ö. 50 – 25 bin arası) başlamasıyle birlikte Kafkasya bölgesinin de dahil olduğu “ Verimli Yarımay “ görece büyük “ Neanderthal “ insan gruplarıyla iskan edilmiştir.

Araştırmacılarca, Homo Sapiens ile birlikte 100 bin yıl kadar ayni dönemi yaşayan Neanderthal insanının iri cüsseli ve genizsil, beyin ağırlığının cüssesine uygun olarak iri olduğu, ancak fonksiyon bakımından Homo Sapiens seviyesinde olmadığı ortaysa konmaktadır. B u ifadeler, Kafkas mitolojisinde geçen“Yinijleri”(Devleri) tüm özellikleri ile dile getirmektedir.

Beşbin yıl öncesinde oluşturulan Destanlara göre; Nartlar normal insan boyunda idiler. Fakat, onların gücü ve becerileri oldukça büyüktü. Onlar ayni zamanda mertliğin, cesaretin, yiğitliğin ve Kafkas kültürünün sembolü idiler. Son derece akıllı ve usta savaşcılar olan Nartlar, insanüstü varlıklar olan Neanterthal insanı ” Yinijleri ” yani  “ Dev ” düşmanları yalnızca usta savaşcı yetenekleri ile değil, aynı zamanda keskin zekalarıyle alt etmektedirler.

Meremkuil Vladimir’e(Tığu) göre; üretilen destanlardaki olaylarda Nart kahramanlarının Kafkasya’nın ilk sahipleri oldukları, bunların ardından gelen binlerce yüzyıl sonra normal insan kuşaklarının ortaya çıktıkları anlatılmak istenmiştir.

Nart destanları sayesinde, bugün Kuzeybatı Kafkasya’da otokton Çerkes Halkının Prehistorik dönem(klansal) yaşamı, sosyo-ekonomik açıdan örgütlenerek, ulaştığı uygarlık düzeyi ve dolayısıyle yaratmış olduğu kendine özgü kültürü hakkında detaylı bilgilere sahip bulunmaktayız.

Hadagatle Asker bu konuda şöyle diyor;” Buzul öncesinde türeyen insanın, günümüzden binlerce yıl önce evrimlerden geçerek etnik oluşumlar düzeyine geldiğinde ilk oluşan halklardan biri Çerkes Halkıdır. Toponomi ve ölü gömme kültürlerinin kesinlikle belirttikleri gibi, M.Ö.III.binyılda oluşmuş bir halk…Hayvan besler, madenlerin işlemesini bilir. Ön Fenike(Aşvi alfabesi)alfabesine dayanan yazılı hayatı vardır. Kültürel değerler yaratmaya başlar. Bir  “ Çerkes Mitolojisi “ ortaya koyar. Kültürel evrim gittikçe gelişir, M.Ö.VIII.yüzyılda bunlara yeni bir hazine daha katılır; Nartlar adlı “ Çerkes Yiğitlik Destanı .”

Destan, komşu Kafkas Halklarına geçer ve bütün Kafkasya’nın(Halkların) birleştirici bir kültürel bağı olur. Daha sonra gelen kültürler-Yunanlılar bu zengin hazineden aralıksız yurtlarına taşırlar kültürel değerleri.

Nart Destanlarında “ Yinij “ diye adlandırılan Neanderthal insanın  iptidai bir dile sahip olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Lieberman, “ Neanderthal hominidleri…çok daha yakın  atalarımıza benzeyen genel bilişsel ve dilsel yeteneklere sahip olması, ama konuşmanın özel karekteristiklerine sahip bulunması bakımından yakın olması,  hominidlerin ilginç bir örneğidir.” Demektedir.

Kafkasya’da yaşayan ve “ Tsukh “ diye tanımlanan ilk insanların, diğer insanlar gibi, fikirlerini hareketler ile anlatmış olmaları ve kullandıkları kelimelerin bir takım telaş, hırs, sevinç, ızdırap gibi heyecan veya öfkeleri ifade eden istem dışı seslerden, yahut tabiattaki sesleri yarı şuurlu sürette taklit eden kelimelerden ibaret olması ve bir takım eşyayı karşılaması ihtimal dahilindedir. İnsan aklı, uzun zamanlarda yavaş yavaş hareketleri ve hareketlerin eşya ile ilişkilerini ifade etme gücü ve yeteneğe sahip olabilmiştir. İptidai diller her halde çok az kelimeyi kapsıyordu.

Müsterien dönemde, Kafkasya’nın Güney yamaçlarında yaşayan “ Neanderthal “( Yinij ) insanı yaşamında büyük değişiklikler oldu. Karadeniz’in seviyesi( 80-110 Metre ) alçaldı. Şiddetli soğuklarla birlikte gökyüzünü sis kapladı. Kafkas insanı doğanın bu acımasızlığı karşısında kendisini koruyacak mağaralara girmek, gücünün yettiği yaban hayvanlarına ve av hayvanlarının derilerini yüzerek kürklerini giymek zorunda kaldı. Ocağında ateşi eksik etmedi ve yaşam savaşını sürdürdü.

Bu dönemin özelliklerini taşıyan daha gelişkin taş aletler, Kafkasya bölgesinin Karadeniz kıyılarına yakın yerler dışında, Kırım’da Donetz vadisinde ve Azak Denizi kıyılarında da bulunmuştur. Dönem insanı avcı idi. Öeneğin, Kafkas Dağlarının kuzeyinde İlskaya’daki kazılarda ele geçen hayvan kemiklerinin yüzde altmışı yaban sığırlarına aitti.

Paleolitik dönemin sonunda “ Mağdalenien “ devirde adeta beşinci bir glasiye(buzul) devri kendini gösterdi. Akdeniz, Kırım ve Kafkasya bölgesinde avcıların kullandıkları taştan silahlar daha ağırdı. Avcılar oklarını özel bir aletle atarlardı.

Bu döneme geçişte, üretim ve toplumun örgütlenmesi niteliğinde olduğu kadar,  insanın fiziksel yapısında da önemli ilerlemeler gerçekleşmişti. Homo Caucasus(Kokazik) yani Kafkas insanı beden görünüşü bugünkü insanın görünüşüne yakındı. Mağaraları terk eden insanlar, yapay barınaklarda yaşamlarını sürdürdüler.

Homo Kokazikler kültür bakımından “ Neanderthal “ insandan üstündü. Cro-Magnon diye adlandırılan Kokazikler ölümden sonra da bir yaşam olduğuna inandıkları, mezarlarda gömülü bulunan insanların üzerine pas kırmızısı bir boya serpmelerinden anlaşılmaktadır. Kırmızı renk kan, yani hayat rengi olduğu için ölünün öteki dünyada yaşayacağını müjdeliyordu.

Fransa’da Solütreen kasabasında bulunan mezarlıkta, Kokaziklere ait taştan yapılma mükemmel mezarlar içinde medeniyetlerini gösteren bir çok alet ve eşya bulunmuş olduğundan Kafkasya bölgesinden gelen Kokaziklerin medeniyetlerine “ Solütreen “ adı verilmiştir. Mezarlarda bulunan Homo Kokaziklere ait çakmak taşından, kemikten, Mamut dişine benzer Fil  dişinden yapılmış çok çeşitli eşyaların ihtiyaca uygun ve mükemmel bir şekilde gelişmiş bir teknikle yapılmış olmaları bize Homo Caucasus’ların yani Kafkaslıların Paleolitik dönem sonunda zanatçılıkta ileri bir düzeyde olduklarını göstermektedir.

Solitreen medeniyetinin sahibi Kokaziklerin teknikleri ve ilhamları kaybolmuşsa da, doğunun Neolitik medeniyetine de katkıda bulundukları Türkistan’da Anou mevkiinde yapılan kazılarda ele geçen kanıtlardan anlaşılmaktadır. Kurganda 6 Bin yılına kadar inilmiştir. Buğday ziraatının M.Ö.8 Bin, hayvan ehlileştirilmesinin M.Ö.8000-6800  olarak tarihlenmektedir.

Mezolitik dönem, büyük değişmeler dönemiydi. Kafkas insanı, deniz ve göl kıyılarında, nehir ve ırmakların ağızlarındaki ağaçları keserek tarımın ilk biçimi olan orman açmayı öğrendi. Ancak, toprağı ekmeye başlamasından önce, sürü halinde yakaladıkları koyun, keçi, sığır, domuz, geyik ve at gibi yabanıl hayvanlardan ihtiyaç fazlası olanları mağaralarda ,yahut daha sonra yenmek üzere elde tutmaya ve dolayısıyla beslemeye başladılar. Gerektikçe kesip yediler.

Mezolotik dönemde Nart toplumunda anasoylu bir toplumsal örgütlenme vardı. Çünkü Nartlarda babasoyu ve ataerkil düzen egemendi. Anasoyu kavramı ile, anaerkil kavramı karıştırılmamalıdır. Akrabalığın anasoyuna göre belirlendiği bir klanda baba çocuklarıyla akraba olmadığı gibi, kadının klanı yönettiği anlamı da çıkmaz. Zaten insanlık tarihinde hiçbir zaman anaerkil düzen oluşmamıştır. Okur yazar değillerdi.Çünkü alfabeleri yoktu. Ama demokratik düzenleri, törelere göre sağlıklı ve canlı bir şekilde işlerdi. Ayrıca, bu dönemde insan düşüncesinde bir gelişme kaydedilmiştir.

Bu dönemde en önemli yerleşim yerleri Gub, Setenay, Tugıps’dir. Buralarda çok sayıda eşya ele geçmiştir. Örneğin, Setenay’da 15.565 parça eşya bulunmuştur.

Lewis H. Morgan, bu dönemde kullanılan ok ve yayın M.Ö.XIII.yüzyılda hala kullanıldığı, hatta yayların bir insan boyundan daha yüksek(1,8-2,0 Metre) olduğunu belirtmektedir.

Krasnador’a 40 KM. uzaklıktaki “ İl “ de çeşitli dönemlere ait eserler meyanında, Neolotik dönemi yansıtan eserlere de tesadüf edilmiştir.

Keşfetmiş olduğu balta sayesinde ağacı işlemeyi öğrendi. Onu Neolitik dönemde geliştirdi.Kütükten barınak, sal, hayvan postuyla kaplanmış sandal, içi oyulmuş kütükten kayık ve kanon yapmış ve böylece Kafkas denizlerinin doğal zenginliklerinden yararlanmaya başlamıştır.

Spencer’in Çerkesya anılarında, “…Çerkeslerin kayıklarının altları düz, hafif ve dar olup, her birinde 18 ile 24 kişi kürek çekmektedir…”, “…Bazen bu kayıkla 50-80 kişiyi içine alacak büyüklükte inşa etmekte ve kürekçilerin yanı sıra yelken de açılmaktadır. Bir zamanlar bu kayıklar yüzünden Çerkesya kıyılarına (Karadeniz sahillerinde) yaklaşan ticaret gemilerinin korkulu rüyası idi. Çünkü Çerkes kabileleri eskiden korkunç insanlardı…”diye belirtmektedir.

Çerkesya’da Nalçık şehri yakınındaki Ahubek köyünde yapılan kazılarda Neolotik döneme ait en iyi malzemeler bulunmuştur. Burada 147 adet mezar bulunmuştur. Mezarlardaki ölülerin üzerine ateşin ve kanın sembolü olarak kırmızı boya serpiyorlardı.

Geleneklere göre, Çerkesler eski çağda ayni dili konuşuyorlar ve Adige adıyla tek bir Ulus halinde, Karadeniz kıyılarında ”XEKUJ“  denen eski yurtta yaşyorlardı. Kesinlikle sosyal  tabakalaşma  ve nüfuzlu sınıf  yoktu. Sadece yaşlılara saygı gösteriliyordu. Yukarıda da değinildiği üzere, nüfusun çoğalmasıyla, Tsemez ve Anapa civarında yaşayan Çerkes Halkından bir kısmı Azak Denizinin doğu sahili boyunca kuzeye doğru göçetmişlerdi. Sonra, Hunlar tarafından ezilmiş kabilelere baş eğdirerek Kırım’a ulaştı; İşte bunların torunları bugünkü Kabardey Çerkeslerini oluşturdular.

Çerkesler’den bir grup “ XEKUJ “ denen eski yurttan  ayrıldıktan sonra, aşağı Kuban havzasına geçip yerleşti.  Diğer bir grupta nehirlerin oluşturduğu derin vadileri takip ederek Kafkas Sıraset Dağlarının kuzey bölgelerine yerleştiler. Bu suretle coğrafi Kafkas sınırları Homo Caucasus ile kaplanmış ve böylece  Kafkas yurdu “  ÇERKESYA “ oluşmuş bulunmaktadır.

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ESKİ ÇAĞLARDA ÇERKESYA’DA SOSYO – EKONOMİK GELİŞME

Çerkesya, insanın yeryüzünde türediği kuşağın içinde bulunmaktadır. Buzul devrinde mağaralara çekilmiş bulunan insanlar zamanla evrimden geçerek çoğaldılar. İşte bu esnada, tüm Ön-Asya ve Akdeniz insan toplulukları oluştular. Bunlar arasında Kafkasya’da oluşan topluluklardan biri de, Çerkeslerdir. Çerkesya’da tarihten önceki çağlarda insanların yaşadıklarına dair izler bulunduğu gibi, hayatın ilk olarak  Çerkesya’da başlamış olduğuna dair  rivayetler de vardır. Çerkesya’nın Paleolitik, Mezeolitik ve Neolitik devirlerini geçirdiğini, elde edilen arkeolijik buluntulardan öğreniyoruz. Çerkeslerin Kafkasya dışında, İran, Mezopotamya ve Anadolu’nun otokton halkları ile antropolojik yönden fazla bir farklılığı yoktur.

BİRİNCİ KISIM
PALEOLİTİK DÖNEMDE ÇERKES TOPLUMUNDA YAŞAM DÜZENİ

Bir çok tarihçiye göre, 400 bin yıla yaklaşan bir süre önce, Kafkas Dağlarının güney yamaçlarında ve daha sonra Kuzeybatı Kafkasya’da türeyen insan soyunun öncelikle yakın çevreye, Trans Kafkasya’ya, doğuya ve kuzeye doğru yayılmış olduğunu doğrulayan bulgu ve kalıntılar, şimdiki Krasnador topraklarının sınırları içerisinde, Karadeniz kıyıları boyunca ve Kafkasya bölgesinin diğer bir çok yerinde yapılan arkeolojik kazılar neticesinde çok sayıda “ Paleolitik “ döneme ait eski yerleşim alanları bulunmuştur.

Taş devrinin “Paleolitik” bölümünü kapsayan Pleistosen boyunca bazı önemli iklim değişiklikleri olmuş; bu değişimler hem dünyamızı etkilemiş ve hem de Taş Devri kültürleri ve bunları yapanlarda da önemli bir rol oynamıştır. Bu gerçek, aynı zamanda o devir insanı ve av hayvanının yer değiştirip, göçmelerine de tesir etmiştir.

Bugün, dünyanın geçirmiş olduğu iklim değişmeleri konusunda yapılan araştırmalar son bulmuş ve her şey tam olarak anlaşılmış değildir. Buna rağmen Pleistosen boyunca yedi büyük iklim değişimine rastlandığı bilinmektedir.

Jeologlar, iklim değişikliklerine neden olan glasyeler yani buzulların seyrini şöyle belirlemişlerdir.

I.Buzul(Günz Safhası):Milattan 500 bin yıl önce;

Buzullararası I.Devre: Milattan 475 bin yıl önce;

  1. Buzul Çağı(Mindel Safhası): Milattan 400 bin yıl önce;

Buzullararası II.  Devre: M.Ö. 375-75 bin arası;

III. Buzul Çağı(Riss Safhası): Milattan 175 bin yıl önce;

Buzullararası III. Devre: 150-50 bin arası;

  1. Buzul Çağı(Würm Safhası) M.Ö. 50-25 bin arası.

Genelde bilim çevrelerince kabul edilen istratigrafi ölçeği insanın kaynağını çok gerilere, Günz-Mindel Buzullararası devrine kadar götürmektedir. Gerek birinci ve gerekse ikinci buzullararasındaki devirde ilk Preşellen kabileler Kafkasya bölgesinde görünmüştür. İnsanın evrimi ikinci buzullararası devirde ve daha sonraki devirlerde devam edip gitmiştir.

Orta Asya ve Kafkasya bölgesinde pek müsait bir iklim yaşatan buzullararası birinci devirde, insanlığa beşik olmaya başlayan Kafkasya’nın Karadeniz ve Hazar Denizlerine dökülen derin ırmakların şirin ve bereketli vadileri ile Altay-Tanrı Dağlarının güney yamaçlarında Hazar Denizi’ne kadar uzanan geniş Türkistan yaylalarında dünyanın en bereketli ve en gür hayat veren eşsiz bir alem bulunuyordu. Buraları o zamanlar adeta bugünkü Akdeniz havzasına benziyor, onun gibi her türlü uygarlığa müsait bulunuyordu.

Kafkasya’da bugünkü Tbimbal, Taman, Psekups ve Kuban havzasında bulunan taştan  araç gereçler buna kanıt teşkil etmektedir. Bilim adamlarına göre Kafkasya bölgesinde bu  kadar erken dönemlerde insan yerleşiminin başlamasının sebebi bölgenin buzul oluşumu kuzey sınırı olmasından kaynaklanmaktadır.

Morgan da, Mindel ve özellikle Riss buzulu buzul devrinde, Kafkasya bölgesinden başlayarak, İran yaylasının bir kısmını örten ve Hindikuş’a, Pamir yaylasına, Tanrı ve Altay dağlarına dayandıktan sonra Lablonovyi ve Stanovoi sıradağlarından ta Kamçatka ucuna kadar uzanan büyük bir buz seddinin varlığından sözetmektedir.

Raymond Furon ise, Kafkas Sıradağlarının kuzeyinde Prehistorik döneme ait olup, bizi fazlasıyla ilgilendiren geniş topraklardan söz etmektedir. Burası şimdi, Hazar Denizi, Aral Denizi ile, iki besleyici Ümmü Derya( eski Oxus ) ile, Siriderya( eski Yaxarte ) nehirleri içinde bulunduran geniş Aral-Hazar havzasıdır.

Kafkasya’nın ve Aral-Hazar havzasının(Türkistan) buzullararası birinci devirdeki müsait coğrafi özelliği ve iklim durumu itibariyle, dünyanın ilk etnik hareketlerine ve etnolojik teşekkül ve gelişmelerine sahne olmuştur.

Dolayısıyla pek çok uygarlığa beşiklik eden bu bölge, doğu ve batı kültür unsurlarının içine karışıp kaynaştığı, jeopolitik ve jeostratejik açıdan dünyanın en önemli bir bölgesini, yani kaynağını oluşturmuştur.

Arnold Gehlen ve Pavel Dolukhanov gibi bilim adamları, tarım ve hayvancılığın yanısıra, ekonomi, toplumsal ve kültürel gelişmelerin dünyanın diğer bölgelerinden önce “İlk uygarlık bölgesinin doğduğu  Verimli Yarımay” diye tabir edilen coğrafi saha içine her iki bölgeyi dahil etmektedirler.

Dünyanın Bereketli Altın Kuşağında, hayat şartlarının kolaylığı, iklimin yumuşaklığı, bolluk ve refah gibi amillerin çokluğu, her iki bölgedeki insan kütlelerinin başka yerlerde ve başka şartlar içinde yaşayan insanlara nisbetle daha fazla çoğalmalarını, pek erkenden uygarlaşmalarını sağlamıştır. Ayni şartlar, medeni eserlerin de buralarda pek erkenden görülmesine neden olmuştur.

Antropoloji, etnografya ve arkeoloji bize Kafkas dillerini konuşan gruplar arasında daha Tunç ve Taş çağlarına kadar uzanan çok eski bağlantılar olduğunu kanıtlayan yeni malzemeler sağlamaktadır. Bu halklar, yerli tarihi kültür mirasının da taşıyıcılarıdırlar. Büyük Kafka Sıradağlarının kuzey yamaçlarında yaşayan Abaza-Çerkes ve Waynakh-Dağıstan dil gruplarına bağlı halkların yerli oldukları kuşkusuzdur.

K.H. Kuşnaryeva’nın verilerine dayanan İ.M. Dyakonov’a göre, Kuzeybatı Kafkasya halklarını, bu bölgede tarih öncesi çağlar boyunca var olan arkeolojik kültürlerle özdeşleştirmek gerekir.

Batı Kafkasya’da Abaza ve Çerkeslerin yerli halk olduklarını, Eskiçağ yer adları katmanı da kanıtlamaktadır. Ayrıca bu halkların dillerinde bazı temel kavramlar için ortak kelimeler kullanılmıştır; Örneğin Deniz, çakıl taşlı kıyı, iri deniz balığı v.b.

Waynakhlarla Dağıstanlıların yerli halklar olduklarını ortaya koyan sayısız kanıt vardır. Y.I. Krupnov, bugünkü Çeçen veİnguş halklarının kökenlerini Geç Tunç Çağına ait Kayakent-Horoçoy kültürünün taşıyıcıları arasında aramak gerektiğini yazıyordu. Antropoloji ve etnografya malzemesi bunu açıkça göstermektedir.  İlginçtir ki Strabon, Plutarhos, Gayius Plinius Seund v.b. antik yazarlar da Waynakhların ilk atalarından bahsetmişlerdir.

Çağdaş Waynakh  ve Dağıstan dillerini konuşanların ardılları ve Hurri-Urartu dillerinin taşıyıcıları, erken Metal Çağından ve hatta belki de Mezolitik Çağından( M.Ö. VIII.-VII.bin yllar) başlayarak Kuzeydoğu Kafkasya’da meskun olan toplulukların ardıllarıdırlar. Bu dillerin taşıyıcıları Kura-Aras Erken Metal Çağı kültürünün yaratıcıları sayılırlar.

Daha önce R.M. Munçayev Kafkasya’da Erken Metal Çağı kültürünün Kafkasya etnik alt katmanı için temel oluşturduğunu tahmin etmiş ve İber-Kafkas dil ailesine bağlı nüfusa ait olduğunu öne sürmüştü.

300 bin-220 bin yıl önce, Alt Paleolitik Çağda, Acheulian( Aşellen) devrinde Kuban Havzası insanların ataları ile meskundu. Kafkasya’da yaklaşık 100 kadar Aşellen mahalli tesbit edilmiştir. Bu anıtların çoğu, Kuzeybatı Kafkasya’da; Maykop yakınlarında, Abinsk kenti yakınlarındaki Abadzeh  beldesindedir..

150 bin yıl önce Kuban Havzası Orta Aşellen insanları bölgesiydi. Bölgede onlara ait 50 kadar yerleşim yeri kalıntısı bulunmuştur. Orta Hacoh( güneyde, Maykop İlçesinde ) yerleşimi bunlardan biridir.

100 bin-40 bin yıl önce Aşellen insanlarını Mousterien( Müsterien ) Orta Paleolitik İnsanları( soyu ) izliyor. Kuban bölgesinde Müsterien devrine ait İl’i yerleşimi de araştırılmıştır.  Kurcıps, Luçkovski, Semiyablonovski, Urupski, Psefirski, Gubski ve Dahovski yerleşimlerinde taştan yapılma alet-edevatlar, eşyalar bulunmuştur. Monaşeski mağarası ve buradaki ayin yeri ortaya çıkarılmıştır.

Müsterien devrine ait yerleşim ve anıtlar Karaçay-Çerkes, Kabardey-Balkar ve Kuzey Osetya( Lısogoersk yerleşimi) bölgesinde de tesbit edilmiştir.

40 bin-11 bin yıl önce , Kuban bölgesinde Geç Paleolitik Çağdan kalma anıt ve buluntular da yeterli miktardadır. Örneğin,  Maykop ilçesindeki Kamennomoskiyerleşimi (  mağarası)  ve Maykop yakınındaki Gubs barınağı bunu kanıtlamaktadır.

10 bin-5 bin yıl önce Mezolitik Çağ( Orta Taş Çağı ), ardından Neolitik Çağ( Cilalı Taş Devri ) döneminde Kuban Havzasında yaşayan insanlar hayvan besliyorlardı. Bu insanların barındığı mağaralar da bulunmuştur.

V.P. Alekseyev’e göre, Kafkas dağlarının kuzey inde yaşayan  Halkların antropolojik akrabalığı, M.Ö. VI. Bin yılda, Paleolitik Çağda benimsenen ekonomisinden Neolitik Çağın üretici ekonomisine geçiş sürecinde oluştu.

Gürcü arkeolog  O.M. Caparidze ise, Üst Paleolitik Çağda( M.Ö. XL.-X. Bin yıllar arasında) Kafkasya kültürel ve etnik birliğinin oluşmaya başladığını varsaymaktadır. Onun düşüncesine göre, Eski Taş ve  Demir kültürlerinin taşıyıcıları sonradan Kafkas Dil ve Kültür Birliği içinde yer alan toplulukların ataları sayılabilir.

Kafkasya ötesinin Karadeniz sahilinde,  şimdiki Batı Gürcistan ve Abhazya bölgesi, sözkonusu kabile birliğinin oluşumunda başlıca merkezdi. Üst Paleolitiğin erken aşamasına ait esas anıtlar burada bulunmuştur.

Başka bir deyişle, bugünkü  yerli Kafkas kökenli  halkların en eski ataları olan, aynı dil ve benzer  maddi  kültüre sahip akraba topluluklar bu bölgede yerleşikti.

Görünen o ki Geç Paleolitiğin başlarında Batı Kafkasya’da hayat için elverişli koşullar vardı ve insanlar kararlı  bir şekilde bu bölgelere yerleşiyorlardı.

Ama, Geç Paleolitiğin Orta döneminde iklim koşulları iyileştiğinden dolayı insan toplulukları, belirli süre içinde Kafkasya’nın diğer bölgelerine de yayılmışlardır. Üst Paleolitiğin sonlarında Kafkasya’nın  tamamı artık  insanlarla meskundu.

Eski Çağda,  Karadeniz sahilinde , Abaza ve Çerkes halkı bir bütün olarak  vardı. Sonradan bu halkın içinden Abaza ve Çerkes boyları çıkmıştır. Daha sonraları da bunların içinden üçüncü bir grup olarak Ubıhlar  teşekkül etmiştir.

G.A. Melekişvili; “ İber-Kafkas dillerini konuşanlar en eski çağlardan beri Trans Kafkasya ve Kuzey Kafkasya topraklarında yaşıyorlardı.” Diyor. Ayni tezi savunan B.A. Kuftin de ” arkeoloji çalışmalarında edinilen kanıtların Kafkasya’da Eski Çağlardan beri büyük çaplı bir etnik değişime işaret etmediğini yazmış, eskiden beri bu bölgede kültürel gelişmelerin aralıksız devam ettiğini ve yerel nitelik taşıdığını. “  belirtmiştir.

Ruslan Betrozov’a göre; Eski Çağda etnik ve dil olarak bir bütün teşkil eden Abaza-Çerkes-Ubıh halkı ayrışmadan sonra geçen 2,5 – 3 bin yıl içinde bu halkların dillerinde öylesine önemli farklar oluşmuştur ki artık doğrudan anlaşmaları imkansız hale gelmiştir. Oysa dillerinin ve özellikle de gelenek ve göreneklerinin benzerliği kolayca fark edilmektedir.

S.A.Starostin ise, Batı Kafkasya’da Anadilin yaklaşık olarak M.Ö.II. – I. Bin yıllar arasında bölündüğünü tahmin etmektedir.

En eski çağlarda etnografya ve dilbilim etnik tarihi ve köken konularda arkeolojik malzemeyi kullanmak kaçınılmazdır. Ancak, kolay bir iş değildir. Arkeolojik kültürler etnik birlik özelliklerini sadece kısmen yansıtabilir.

İlginçtir ki Kafkasya’da daha Müster döneminde kültürün yerel özellikleri belirgindi. Fakat sözkonusu çağda Müster  anıtlarının değişik anıt tipleri, nüfusun , ekonomik ve sosyal faaliyetlerinin sadece farklı boyutlarını yansıtmaktadır.

Halbuki  Geç Paleolitik Çağ sonunda Kafkasya kültürleri arasındaki farklar açıkça izlenebilmektedir. Böylece Kafkasya ötesiyle Kuzey Kafkasya kültürleri arasında belirli kopma görülür. Buzlarla kaplı Ana Kafkas Sıradağlarıyla ayrılan bu kültürler belirli farklılıklar kazanmışlardı. Aynı zamanda Kafkasya’nın Karadeniz kıyısında ve Kuzey Kafkasya’da nüfusun yer değiştirdiğine ve kültür etkileşimine tanık oluyoruz.

Betrozov’a göre; bütün Kafkasya halkları arasında karmaşık ve acaip bağlantılar vardır. Dil açısından Kafkasya’daki bütün bu anlaşılması zor farklılık ve ayrışım, en önemli nitelikler kapsamında aslında tek bir kültür dünyası izlenimini vermektedir.

Henüz Üst Paleolitik ve Mezolitik Çağlarda Kafkasya’da kültürün münferit bölgeleri ve üç varyantı açıkça seçilebilir; Kuzeybatı Kafkasya’da Gubs, Kuzeydoğu Kafkasya’da Çoh ve Güney Kafkasya’da İmeret kültürleri. Böylesine erken dönemde ortaya çıkan tarihsel ve kültürel( hatta belki etnik) farklılıklar, sonraki devirlerde daha da netleşmiş ve kesinleşmiştir.

Paleolitik dönemde doğa olaylarından dolayı insanlar belli dönemlerde Kafkasya’da yaşamış bazen de Kafkasya’yı terk etmek zorunda kalmışlardır. Dönemin ortalarına kadar yerküre çok hareketli idi. Dağ oluşumları, volkanlar ve büyük gelgitler bu dönemdeki insan yaşantısını tamamen etkilemiştir.

Kafkasya’da o dönemlere ait altmıştan fazla insan yerleşimi bulunmuştur. Yerleşimin yoğunlaştığı yerler ise, Adıgey bölgesinde Psıj(Kuban), Hodz, Marta, Psekups ve Kuraps kıyıları idi. Bölgedeki ilk yerleşim yerlerinde buzul öncesi Paleolitik döneme ait kaba yontulmuş taş ve kemik aletler, bunları yapan dönem insanı(Homo Erectus-.Çerkescesi Ha) kemik kalıntıları ile birlikte bulunmuştur.

Ortaya çıkarılan en büyük yerleşim yeri olan Abzekh bölgesinde 2.500’den fazla taş alet bulunmuştur. Kafkasya ‘nın doğusuna Hazar Denizi’ne kadar bu tip bulgulara rastlanmaktadır. Bu bulguların çoğu , zamanımızdan 80-35 bin yıl öncesi Paleolitik devrinin orta dönemlerine aittir.

Bu devirde insanlar taşı daha ustaca işlemeye başlamışlardır. Besin kaynaklarına ulaşma teknikleri artmış ve dolayısıyla besin kaynakları çoğalmıştır.

Kabardey bölgesi Nalçık şehri yakınlarında yapılan kazılarda Taş Çağı insanı “ Neanderthal” tipine benzeyen bir kafatası, ayrıca 1924 yılında, arkeolog G. Bonto ve O. Smotovski bu tipin kalıntılarını Kırım’da Kiik Koba mağarasında da bulmuşlardı. Kafatasının oylumu 1.500 cm. küp dolayında olup, günümüz insanının ortalamasından(1.400-1.500 cm.küp) biraz fazladır.

Bu dönemde insan yerleşiminin olduğu yerlerden biri de Krasnador’a 40 km. uzaklıkta bulunan “ İl “dir. 10 kilometre karelik bir alanı kapsayan bu bölgede 15 çeşit hayvana( örneğin mamut, bizon, at v.b.) ait 3.377 adet kemik bulundu. Mızrak uçları, av baltaları, bıçaklar v.b. alet ve malzemelerden İL bölgesindeki yerleşimin çok uzun süre devam ettiği anlaşılmaktadır. Bölge insanı yuvarlak evler inşa etmeye başlamış, avcılık ve toplayıcılıkla yaşamını sürdürmüştür.

Kafkas dağlarının güney yamaçlarında, Karadeniz sahilinde yaşayan dönem insanı “Şellen” ve “Müsterien” kültür evrelerini yaşamıştır. Müsterien döneminde bölgede yaşayan “Neanderthal” insanının yaşamında büyük değişiklikler oldu. Karadeniz’in su seviyesi  80-110 mt. alçaldı. Ardından soğuklar başladı ve gökyüzünü sis kapladı. Kafkas insanı doğanın bu acımasızlığı karşısında kendisini koruyacak mağaralara girmek, gücünün yettiği yaban hayvanlarına ve av hayvanlarının derilerini yüzerek kürklerini giymek zorunda kaldı. Ocağından ateşi eksik etmedi.

UYGARLIĞIN TEMEL TAŞLARINDAN ATEŞ:

Ateşin nasıl bulunduğu ve başlangıçta hangi amaçlar için kullanıldığı, toplumsal kökenler üzerine araştırma yapan bilim adamlarının büyük ilgisini çeken bir konudur.

Julius Lippert, ateşin insanlık tarihindeki büyük önemini şöyle dile getiriyor:” Ateş her şeyden önce soğuktan korumaya ve etobur hayvanların gece saldırısına karşı korunmayı sağladı. Ateş, belli bir yerleşme yerinin güvenilir bekçisiydi. Bu da insanların yerleşme yerlerini hayvanların egemenliğinde bulunan alanlara ve serin yaylalara soğuk kuzey topraklarına yayılmalarına olanak sağladı.”

Ateşin kullanımı çok önemliydi. İnsanı soğuktan ve  etobur hayvanlardan koruduğu gibi, yiyeceklerini de pişirmeye yaryordu. F. Engels, ateşin elde edilmesi neticesinde”…İnsana ilk kez bir doğa gücü karşısında egemenlik sağladı ve böylece onun hayvan dünyasından kesinlikle ayrıldığını” belirtmiştir.

Toplumsal ve sınai amaçlarda kullanılmak üzere insan denetimine giren ateş, insan türünün iki ayak üzerinde doğrulmasında yardımcı oldu. Ateşin iki yönlü etkilerini betimleyen Pliny’den şu sözleri aktarıyor Benjamin Farrington: “Ateş, doğanın ölçüsüz ve eşsiz bir parçası, sana yok edici demek mi daha doğru, yaratıcı demek mi ? “

İşin güçlüğü, insanları zamanla buldukları ateşi özenle korumaya yöneltti. Kafkas insanı ateşi bulmakla kalmayıp, kendileri de yakabilir duruma gelmişlerdir.

.Kafkas toplumunda “ateş” ile ilgili pek çok deyim bulunmaktadır. Örneğin; Çerkes dilinde “  Mefehu apşi “( Ateşin yansın), en değerli selam anlamında hala yaşamaktadır. Abaza dlinde de  benzeri “ Wukağna yımçaraağat“( Dumanın sönmesin) deyimi vardır. Eve yeni ayak basan gelin için yapılan Huahualarda(söylencelerde), iyi dileklerde “ Wunaş’aşha Mıjetı jeu, Wuıtkhajen Wupsour “( Ocağın sönmeden huzur içinde yaşa) denirdi. Ateşin sönmeden yanması en büyük dilekti. Bu nedenledir ki, (Leğuıne) gelin odasına kimi zaman ( Mafe Wune-Ateş odası) denmiştir. Waynakhlarda da ateşin önemli bir yeri vardır. Nitekim en büyük kötü söz ya da beddua ateş üzerinedir. Birine kızınca “ babanın ateşi sönsün” derler. Ateşi muhafaza eden evin kadınıdır.

PROMETE İLE İLGİLİ EFSANE

Çerkes Yiğitlik Destanı Nartlar’daki Savsırıko’nın özellikleri ile eski Grek mitolojisindeki özellikler birbirine benzemektedir. Nart Savsırıko’nun ateşi getirmesini anlatan türküyü anımsayalım ve onu Grek söylencesiyle karşılaştıralım;

…Nartlar seferdeyken şiddetli bir tipiye yakalanır ve zor bir duruma düşerler. Yanlarında ateş yoktu. Ancak, hiç beklemedikleri bir anda, arkalarından Savsırıko yetişir ve hemen ondan ateş isterler.

Gök kubbe adına ant  içerim,
Yalanım varsa canım çıksın,
Gerçekten ateşim yok,
Yok ama bulur getiririm !

Diyor. Savsırıko, Atı Thojiy’e atlayıp ateş getirmek için korkunç Yınijin (dev) yanına gidiyor, zorlukları aşıp onu alt ediyor ve ateşi Nartlara getiriyor. Nart atlıları için büyük bir ateş yakıyor. Bundan daha sevindirici bir şey olamazdı o an Nartlar için !

Nart Savsırıko insanlığa bir yardımda bulunuyor. Onların mutluluğu için canını dişine takıp büyük bir uğraş veriyor. Bu özellikleriyle Çerkes Savsırıko’su ile Grek Prometheus’u birbirine benziyorlar.

Nart Savsırıko gibi, ateşi getiren Prometheus da insanların mutluluğu için uğraş veriyor. Grek söylencesine göre Prometheus, Tanrılar Tanrısı Zeus’tan çaldığı ateşi insanlara getiriyor. Tanrılara karşı geldiği, Tanrı sözünü dinlemediği için, Prometheus, Zeus’un buyruğuyla Kafkas Dağı’nda zincire vuruluyor. Bu olayın aynısı, Çerkes anlatısında Nesren – Jaç’e ‘nin de başına geliyor. Onu da Kafkas Dağı’na zicirliyorlar:

“ Eyvah, eyvah ! Nart Nesren’e,
Nesren – Jaç’e’ye,
Ne gibi bir yanlış yaptın sen,
Tanrı buyruğunu,
Hiçe mi saydın sen,
Sen Tanrının gazabına uğrayan,
Sen dağa kaldırılan,
Sen zincire vurulan.”

Diyor, Çerkes türküsü( pşınatle).

Ateşin elde edilişini bildiren en eski insanlık anıları Kafkas’a bağlıdır. Bu anıların ve kelimelerin kaynağı da Kafkasça olup, yabancılara da yaydılar. Promete adı ile anısının da Kafkasya’dan yayıldığı bilinir. Antik Çağ yazarlarından Rodoslu Apollon, Strabon, Flyost Rat ve Flavi Arryn Kafkasya’nın Promete gibi kahramanlara çok eskiden beri sahip olduklarını belirtiyorlar.

N.Y. Marr Prometheus efsanesinin Kafkas kökenli olduğunu belirtmektedir. Akakiy Tseretelli, bir vesile ile, Prometheus’un Kafkasya’da doğduğundan sözetmiştir. Büyük Alman Düşünürü Hegel, antik yazar Herodots’un yazılarını incelerken, Greklerin Tanrıların çoğunu başka ülkelerden getirdiklerini, dışarıdan alınan bu yabancı mitler(söylenceler) Grekler tarafından yeniden yoğrulmuş ve geliştirilmiştir. Fakat bu arada, benimsedikleri bu yabancı teogoniler, Grekler tarafından genellikle Tanrıları yerici öykülere dönüştürmüşlerdir.

Ateş ile ilgili bir başka destan tekstinde adı geçen Thamade Nart Nesren Jaç’e   zamanında  kötü Pakue, insanların elindeki ateşi çalıp dağlara Yinijlerin(devlerin) yurduna kaçırır. Toplum ateşsiz kalınca lider Nesren Jaç’e, yollara düşer ve ateşi geri getirmek için uğraşır. Hatta ateşi Tanrılardan almak için onlara karşı gelir.Tanrıların gazabından korkan insancıklar onlara yaranmak için Nesren Jaç’e’yi Oshamefe dağına çivilerler. Üzerine saldıkları kartal bütün gün Nesren’in ciğerlerini gagalar. Yarası akşamları kapanır. Fakat, kartal her gün bu işlemi sürdürür. Nesren’in çektiği işkence sürer gider. Onun yardımına Hımış oğlu Nart Peterez yetişir. Katalı öldürür. Ellerinde ateş ile birlikte dönerler.Bu destan tekstinin ortaya çıkışı M.Ö.V-IV. Binlere rastlamaktadır. Belki de Çerkeslerin ateşi henüz yeni tanıdıkları çağlara uzanmaktadır.

Kafkasya bölgesi otoktonlarında, Çerkes toplumunda kullanılan “Prımıtha”(İlk Tanrı) veya “Perematha”(Öncekilerin Tanrısı) sözcüğü, Yunanca “Prometheus” sözcüğünün ifade etmek istediği anlam ile aynıdır. Batının örnek olarak aldığı uygarlık kahramanı öz be öz  Kafkas orijinlidir. Görülüyor ki eski Yunanistan’ın en eski hatıratı Kafkasya ile ilgilidir.

Promete’nin Kafkaslığı hakkında bilim dünyasında çeşitli görüşler vardır. Bir kısmı, Promete mtifinin Kafkasya’ya Eski Yunanistan’dan geldiğini, diğer bir kısım, Promete efsanesinin önce Kafkasya’da doğduğunu, daha sonra Yunan toplumuna gittiğini yazar. Bazıları da, Promethe Eski Yunan tolumunda zaten vardı; Kafkasya’da böyle kahramanlar her zaman vardı. Bunları ayrı ayrı düşünmek gerek, derler.

Özdemir Özbay(Yismeyl) ise, “Uygarlık ateş ile başlamıştır. Uygarlığı, ateşi insanoğluna taşıyan ister Çerkesler’deki Sosrıkua, Nesren veya Prometheus olsun, ister Abhazlar’daki Abrıtskil, Çeçenler’deki Pharmat, Gürcüler’deki Amiran veya Ermeniler’deki Artamadz olsun, bu destan kahramanlarının hepsi Kafkasya’nın tüm dünyanın “ Kafdağı “ olarak bildikleri o cennet ve masal ülkesinin çocuklarıdır. Bu ülkede yaşayan ve tarihin bilinen çağından bu yana bu ülkenin gerçek sahibi olan Kafkaslılar’ın ürettiği kültürdür. İşte böyle, Promethe’nin vücudu zincire bağlıdır, ama yüreği ve kafası hep özgürdür.

Demek ki, Promete efsanesinde, aristokrat imtiyazlar Tanrılarda da olsa, buna razı olamayan halkçı bir duygu vardır. Belki de ateş yakan ilk insanda Tanrı kudreti bulup onu tanrılaştıran bir inanış  hakimdir.

 

İKİNCİ  KISIM
MEZOLİTİK DÖNEMDE ÇERKES TOPLUMUNDA YAŞAM DÜZENİ 

Epipaleolitik olarak da adlandırılan Mezolitik tarihi, son zamanlarda, Paleolitik ile Neolitiğin arasına giren kültürler için kullanılmaya başlanmıştır. Nedenine gelince, gerçekten de ne Paleolitiğe ve ne de Neolitiğe sokulabilen bazı öyle kültürler vardır ki, bunlar bir iki ana ayrımın arasındaki boşluğu doldururlar.108

Örneğin, Paleolitik dönem sonlarında Kuzey Afrika’da gelişmeye başlayan “Capsien” medeniyeti çok gelişmiş bir kültürü yansıttığından “Mezolitik” diye adlandırılan geçiş safhasına girmektedir.

Mesos=Orta, ara ve Lithos=taş sözcüklerinden türetilerek Mezolitik yani “Orta Taş” ya da “Ara Taş Çağı” olarak da tanımlanan bu dönemin teknolojik açıdan yeni ekolojik ortama kültürel bir geçişe yansıtmaktadır.109

Bu dönemde Kuzey Afrika’da görülen “Capsien” Medeniyetine benzer ekonomik koşullar Kırım ve Kafkasya bölgesinde de vardı.110

Buzul çağının sonları (Würm) ve Holosen çağının başlarına doğru yani iklim koşullarının belirlenmesi ile birlikte buzullar kuzeye doğru çekildi. İklimde ısınma ile birlikte erimeye yüz tutan buzulların suları orman, tundraları ve bozkırları istilâ etti.

Bu gelişmeler günümüzdekini andıran yeni çevre ortamlarının belirmesine yol açıyordu. Bununla ilgili olarak bitki ve hayvan türleri de değişmeye başlamıştı.111 Mamut, ren geyiği ve bizon sürüleri ile atlar ya göç ettiler, ya da öldüler. Yerlerini daha küçük ve çevik alanlara bıraktılar. İri hayvanların yok oluşları ile birlikte bunları avlayarak yaşayan insanların ekolojik ortamdaki bu köklü değişimlere ayak uydurmakta gecikmediler.

Holosen Çağın ilk dönemlerinde, Granettiyen ve Madaleniyen mağara insanların yerini, geniş ormanlar içindeki açıklık alanlara, deniz ya da göl kıyılarına ve nehir yatakları boylarına dağılan, orman hayvanları, vahşi kuşları ve balıkları avlamakla ve tuzağa düşürmekle uğraşan gruplar almıştır.112

Mezolitik dönem, büyük değişmeler dönemiydi. Buzul devrinin sona ermesiyle insanlar daha uzak yerlere gidebildiler, ya da av hayvanlarının yöreden uzaklaşmasıyla avlanmaları güçleştiği için, gerçekte buna zorlandılar.

Georges Poisson, “Buzul devrinin sonunda, eski ırkların bazı arta kalanları yanında, bugünkü Avrupa sekenesinin kaynağını teşkil eden yeni ırkların ani ve kesif bir şekilde “Mezolitik” denilen devirde meydana çıktıklarından” söz etmektedir.113 Yeni ırklardan Solütreen sanatın temsilcisi olup, Kafkasya bölgesinden yayılan “Kokazikler” ile ilgili detay bilgi bir önceki bölümde verilmiştir.

Taş devri ortalarında iklimde görülen ısınmayla birlikte, yağış ve nemlilik oranının arttığı, ılıman iklim koşullarının yaygınlaştığı, ormanlık steplerin görece çoğaldığı dağlardaki ormanlık bölgelerin alt sınırlarınn günümüze oranla birkaç yüz metre daha alçak olduğu, uzun ve kuru yazların azaldığı, kar yağmur yağışların arttığı, sayısız akarsu debilerinin daha çok olduğu varsayılmaktadır.114

Bu doğal koşullar altında, Kafkas sıra dağları üzerindeki bitki ve hayvan örtüsünün değişik ve zengin olduğu, geniş, yaygın çam ormanların altında gürgen orman başlar. Işıklı bölgelerde meşe, kestane, ceviz, karaağaç, ıhlamur, çınar, yabani elma, armut, ayva koruçukları, sık bölgeli gürgenler arasında birbirini izler. Sarmaşıklı ağaç gövdelerine öteki bitki ve yabani üzümler karışır, dallara sarılır. Eğrelti ağacı ve daha bir çok bitki dağ eteklerinde sınırsız perdecikler oluştururlar.

Yeşil çayırlar ancak yüksek eğri düzlüklerde ya da platolardadır. Alt taraflar ise çalılık şeklinde fundalıklarla örtülüdür.

Kuzeye uzanan stepte yabani tahıllı otsu bitkilerin (örneğin arpa, yulaf, darı gibi) yaygın olarak kendiliğinden yetişmekte olduğu, daha kuzeylerde ise, buzulların çekilmesiyle geniş arazinin bataklık ve tundralarla kaplandığı saptanmaktadır.

İnsanın başlangıçta ağaçları keserek orman açma olanakları olmadığından, ağaçların daha seyrek olduğu yerlerde, Karadeniz, Azak Denizi ve Hazar Denizi kıyılarında, kuzeyden veya Kafkas dağlarından akan nehir ve ırmaklar ile, göl kıyılarında, kuru ve kumlu fundalıklarda önceleri deri, ağaç dalları ve yapraklarıyla örtülen çadırlarda barındılar.115

Daha sonra yırtıcı hayvan ve düşmanlardan korunmak amacıyla, genellikle bataklık bölgelerde, göllerde, bazen kuru kesimlerde direklerin üstüne kurdukları evlerde yaşadılar. Odaların ortasında ocak vardı. Aydınlatmak için çeşitli şekillerdeki kaplar içinde bulunan yağa bastırılmış fitiller ya da ağaç yongası kullanılıyordu.

Büyük otçul hayvanların yavaş yavaş yok olması neticesinde, Kafkasya’da yaşayan dönem insanının besin kaynağı, daha narin yapılı karaca, geyik, yabani teke ve domuz, kurt ve daha küçük hayvanlardan oluşan, daha güç bulunan ve daha dağınık yaşayan çok çeşitli av hayvanlarını kapsayan bir kaynağa dönüştüğü anlaşılmaktadır.

Kafkas insanı, deniz ve göl kıyılarında, nehir ve ırmakların ağızlarındaki ağaçları keserek tarımın ilk biçimi olan orman açmayı öğrendi. Ancak, toprağı ekmeye başlamadan önce, sürü halinde yakaladıkları koyun, keçi, sığır, domuz, geyik ve at gibi yabanıl hayvanlardan ihtiyaç fazlası olanları mağaralarda yahut daha sonra yenmek üzere elde tutmaya ve dolayısıyla beslemeye başladılar. Gerektikçe kesip yediler.

Fakat, zamanla sürülerdeki bazı hayvanların yavrulaması, yabanıl hayvanları ehlileştirmek ve yetiştirmek (terbiye etmek) düşüncesini geliştirdi. Ancak, burada ehlileştirmekle yetiştirmeyi ayırt etmek gerekiyor. Avdan kaynaklanan hayvancılık (çobanlık) niteliği itibariyle bu konuda uzmanlaşan erkeğin işi oldu.

İnsanın en eski ev hayvanı, köpektir. Arnold Gehlen, bunların ve tavukların en eski türlerinin, yerleşim alanlarının yakınlarında biriken birçok yiyecek artıkları yüzünden insanların yanına kendilerinin gelmiş olduklarını116 belirtmektedir.

Bu dönemde, vahşi çakal ve kurttan evcilleştirilen köpek tekil avında avcılara yardımcı olmuştur117. Kırım’da ve Kafkasya’daki Mezolitik   dönem(M.Ö.VIII.-IV.binyılda) yerleşim alanlarında sık sık köpek kalıntılarına da rastlanmıştır.118 Zaman içerisinden keşfedilen yay insanı mızrakla savunmak zahmetinden kurtardığı gibi, insane, ok ve yayla güçlü ve uzun menzilli bir silaha sahip olur. Toplayıcılık faliyetlerde avın önemini birden bire artırır.119

Ancak, bu dönemde ok ve yayın kullanıldığı tekil avı, topluluğun gerekli besinini sürekli ve güvenli biçimde kolay sağlayamadığından, toplayıcılığın yeniden canlandığı anlaşılmaktadır.

Av peşinde göçebelik, insan topluluğu teknikleri ve ekonomilerini geliştirdi, keşfedilen mengene sayesinde taş teknolojisinde ilerleme kaydedildi. Hayvan kemiklerinden ve boynuzlardan alet yapımında yararlanılır oldu. Araç ve gereçler daha kullanışlı hale getirildi. Eski hantal silah ve aletlerin yerine çakmak taşından, tahta ya da kemik kabzalar, ya da saplar takarak bıçaklar, ok uçları, minik oltalar, balta ve orak gibi kompozit (bileşik) aletler yaptılar. Bu da üretimde biçme işleminin ortaya çıktığını gösterir. Çeşitli yollarla yeni dönem koşullarına uyum sağlayarak Nezolitik diye bilinen kültürleri geliştirdi.120

1924-26 yıllarında Kafkasya’nın kuzeydoğusunda Yaksay bölgesinde Köbeg köyündeki yerleşim alanında yapılan kazılarda iki tabaka bulunmuştur. İkinci, yani en aşağı tabakada çakmak taşı parçaları, keza çakmak taşından temrenler, kıskaçlar, çekiçler bulunduğu gibi, cilalı taş aletler de elde edilmiştir. Bunlar arasında ortası delinmiş taşlarla çekiç ve baltalar önemlidir.121

Bu eserlerden burada taştan araç ve gereç tekniği ilerlemiş olduğu anlaşılmaktadır.

Buna paralel olarak insan düşüncesi gelişmiştir. İnsanlar klan hayatına geçmişlerdir. Bu dönemde Kafkasya’da anasoylu bir toplumsal örgütlenme vardı. Yerleşimler daha çok dağ eteklerinde, alçak tepelerde ve oralarda olup, yerleşimin yoğunlaştığı yer Kuban havzası idi.

Bu dönemde en önemli yerleşim yerleri Gub, Setenay, Tugups’dur. Buralarda çok sayıda eşya ele geçmiştir. Örneğin, Setenay’da 15565 parça eşya bulunmuştur. Setenay bölgesinde bulunan kemiklerden anlaşıldığı kadarıyla, bölge insanın en önemli avı at idi. Gub yerleşiminde ise, birbirinden farklı o kadar çok eşya bulundu ki, bilim adamları buraya “Gub Kültürü” adını vermişlerdir. Gub ve Ön Asya’da bulunan araç ve gereçler büyük benzerlikler göstermektedir.122

Kafkasya’nın merkezinde Baksan havzasında da “Gub” kültürüne yakın kültürler gelişmeye başlamıştır. Örneğin “Sosrıko Mağarası”nda kemikler, boyundan ve taştan yapılmış, gelişmiş benzer araç gereçler bulunmuştur. Sosruko yerleşimde toplayıcılığın oldukça gelişmiş olduğunu gösteren başka bir bulgu ise tek bir yerde 2600 salyangoz kabuğunun bulunmasıdır. Bunun dışında yine aynı yerleşimde tahıl toplayıcılığında kullanılan ve birkaç parçaya ayrılabilen aletler bulundu.123

Kafkasya bölgesinde kullanılan silahların zamanın icap ve tekamüllerine uyarak biçim değiştirdiğini, yapılan arkeolojik kazılar ile, bir kültür kalıntısı olarak atalarımızdan kalan eserlerden anlıyoruz. Atalarımızın en son bıraktıkları silah, ok ve yaydır. Eski zamanlarda bu silahları yalnızca kibar kimseler taşırdı.124

Mezolitik yerleşim yerlerinde, çok sayıda, ağaç ya da boynuz saplı üçgen, yarık ya da çember parçası şeklinde küçük taşlar bulunmuştur. Bunlar hiç kuşkusuz ok ucu olarak kullanılıyordu.

Lewis H. Morgan, “Kuzey Kafkasyalılar’ın M. Ö. XIII. Yüzyılda hâlâ ok kullandıklarını, mezarlarda bulunmuş olan çok eski bel kemerlerinde işli ok ve yaylara ait resimlere rastlandığını, bu sayede onların biçim ve çeşitleri hakkında bilgi alınabildiğini, yayların bir insan boyundan daha yüksek (1, 8 – 2, 0 mt.) olduğunu, ok uçlarının bazılarında çakıl taşından, daha sonraları tunç ve demirden yapıldığını”125, belirtmektedir.

XVI. Yüzyıldan kalma olduğu tahmin edilen ok ve yaydan ibaret bir takım Londra’da test edilmiş ve 100 LBS’lik güce ulaşmıştı. Bu antika ok ve yay takımı beş parçadan oluşmuşolup üçyüz yıllıktı. Edinburg’da büyük bir dikkatle aslına benzetilmeye çalışılarak yapılan ok, Avrupa’da yapılan bir yayda denenmiş ve Kafkasyalılar’ın elde ettiği rekorun altında kaldığı anlaşılmıştır.126

Takım avın yerini tekil avın alması nedeniyle, toplum için gerekli olan besin sürekli ve güvenli bir biçimde sağlanamamıştır. Bu nedenle avın azalması insanı yeni besin kaynakları aramaya ve dalayısıyla klan üyelerini ekonomik bir iş birliğine zorlamıştır.127

Darı, Türkler’de olduğu gibi, Çerkes toplumunda da bir yiyecek ve yemek kültürü oluşturmuştur.130 Kafkas ötesi hariç, bölgeyle irtibat halindeki Anadolu, İran ve Hazar Denizi’nin doğu sahilinde Türkistan’da arpa yabani olarak yetişiyordu. Daneler …… denen taş dibekte dövüldüğü gibi, ……denen el değirmeninde de öğütülüyordu.131

Krasnodar’a 40 km. uzaklıkta bulunan “İL” bölgesinde 1924 yılında arkeolojik araştırmalarda ele geçen çeşitli dönemlere ait eserler meyanında, Neolitik dönemi yansıtan eserlere de tesadüf edilmiştir.132

Kafkas insanı keşfetmiş olduğu balta sayesinde ağacın işlenmesini öğrendi. Onu “Neolitik” dönemde geliştirdi. Kütükten barınak, sal, hayvan postuyla kaplanmış sandal, içi oyulmuş kütükten kayık ve kanon yapmış ve böylece Kafkas denizlerinin doğal zenginliklerinden yaralanmaya başlamıştır.

Edmund Spencer’in Çerkesya Anılar’ında, “. . . Çerkesler’in  kayıklarının altları düz, hafif ve dar olup, her birinde on sekiz ile yirmi dört kişi kürek çekmektedir. Bu işte uzman olmalılar ki, kayıklar büyük bir hızla yol almaktadır. Dümene yakın yerde üzerine üç dört kişinin oturduğu bir çeşit güverte vardır. Ve kayıkların pruvası kabaca oyulmuş geyik, keçi ya da koç başıç büyük ihtimalle bu sonuncusunu temsil eden bir figürle süslüdür. . . ”

“. . . Bazen bu kayıklar elli ile seksen kişiyi içine alacak büyüklükte inşa edilmekte ve küreklerin yanı sıra yelken de açılmaktadır. Bir zamanlar bu kayıkları yüzünden Çerkesya kıyılarına (Karadeniz sahillerine) yaklaşan ticaret gemilerinin korkulu rüyası idi, çünkü Kafkas kabileleri eskiden korkunç korsanlardı. . . ”135 diye belirtmektedir.

Arnold Gehlen, “İnsan” adlı eserinde, insan tarafından gerçekleştirilen ok ve yay yahut kayık gibi bir dizi buluşların zeka ve ruhla dolu olduğunu, hiçbir zaman sadece tabiatın bir taklidinden ibaret olmadığını, aslında bunların tecrübe ile bulunmuş olan olayların, hayalgücü ile tamamlanmalarından meydana geldiğini”136 anlatmaktadır.

  1. ATIN EVCİLLEŞTİRİLMESİ

Kafkas insanının en önce evcilleştirdiği hayvan köpekti. Onu sığır, koyun, keçi, domuz ve kümes hayvanları, daha sonra da geyiği izledi, en son evcilleştirdiği ise at oldu.

Arnold Gehlen’e göre at önceleri avlanılan  veya süratli ya da tehlikeli olan bir hayvandı. Atın nasıl evcilleştirildiği bilinmiyor, bununla ilgili bir çok teorilerin mevcut olduğuna değinen Gehlen, uzun zaman en önemli av hayvanı olarak bir dini kültür objesi sayılan atların tek tek yakalanarak hapsedildiklerini137 belirtmektedir.

Hasan Basri Öngel “Türk Kültür Tarihinde Spor” adlı eserinde, “Göçebelerde at oldukça güçlü dini anlama sahip olup, ata ait din ve kurban törenleri, aya ait mitolojilere de dayandırılmak üzere kutlanmakta idi. ” Bu alanda çalışma yapan bilim adamlarından Erkes göğe, toprağa ve atalara kurban edilen at ve sığırlarını diğer kurban hayvanları gibi bıçakla kesilmeyip, okla vurulduklarını işaret eder. Buna da çok doğru olarak, eskiden atı vahşi bir halde tanıdıklarını ve onu anladıklarını ispat ettiğini söyler”138 diye söz etmektedir.

İnsanlar göçebe avcılıktan yerleşik tarım hayatına M. Ö. 9000 yıllarında Fırat ve Dicle nehirleri arasında yer alan bereketli topraklar (Verimli Yarımay Bölgesi) üzerinde geçtiler. Atın ilk olarak Avrasya’da M. Ö. beş altı bin yıl kadar önce, Neolitik dönemin sonlarında evcilleştirildiği sanılıyor.139

Kafkas dağlarının kuzeyinde uzanan geniş düzlüklerde (stepte) yabani olarak yaşayan “Tarpan” cinsi at, insanların eti için avladıkları herhangi bir hayvandı. Sonraları bu akıllı, güçlü, hızlı ve dayanıklı hayvandan faydalanmayı düşünerek atı ilk evcilleştirenler Kassien yani Kaslardır.

Kafkasya’nın kuzeyinde Kuban havzasında ortaya çıkan Maykop (Miyekuape) kültüründe evcil at bulunmaktadır. Maykop Kraliyet Anıtsal Mezarlarda ortaya çıkan çeşitli eserler arasında ele geçen iki gümüş vazodan birisinin üzerinde at resmine tesadüf edilir.  (XXV. Nolu tabloya bakınız.)

Fakat bu atın “Prejewalski” tipine ait olduğu bir gerçektir. Kafkas dağlarının kuzey yamaçlarında “Tarpan” yabani atının yayılma bölgesine dahil olduğu düşünülünürse, bu buluş şayanı dikkattir.140

Rus Filolog G. F. Turçaninov, gümüş kap üzerinde atı inceleyen alim Virjagin’e dayanarak, onun çok kuvvetli bir ihtimalle evcil bir at olduğunu, Maykop yakınındaki ikinci mezarda bulunan bronz gemin ise, onun gerçekten evcilleştirilmiş olduğunu gösterdiğini belirtmektedir.141

At daha sonraları Orta ve Batı Avrupa, Kafkaslar üzerinden de Anadolu ve Arabistan’da, Doğuda Çin’de beslenip yetiştirilmeye başlandı.142

İsmail Berkok, adı geçen eserinde, “Eski zamanlarda mevkiler ve memleketler esas olarak kavim isimleri ile yad edilirdi. Bu taktirde Kafkasya’da aslı Kas kelimesi ile olan bir isim taşıyan eski bir kavmin yaşadığı muhakkaktır”143 der.

Bilindiği üzere, Avrupa kıtası paleolitik dönem sonunda, Kafkasya bölgesinden gelen Solütrien medeniyete sahip dolıkosefal, avcı ve “Kokazik” diye adlandırılan Kafkas kökenli beyaz bir ırkın göçüne maruz kalmıştır.

Avrupalı bilim adamları, Yakındoğu’da ve Avrupa’da yaşamış olan bu ari öncesi beyaz insanları “Kassien” diye adlandırmıştır.

Kokazikler eski dünyada ilk olarak büyük bir sanat devri yaratmışlardır. Gerçi bunların Avrupa (Fransa’da Eyzi civarında)’da bulunan inkişaf merkezlerinde gerçekleştirdikleri teknikler ve ilhamları kaybolmuşsa da, doğunun Neolitik medeniyetine de katkıda bulunduklarından daha önce bahsetmiştik.

Georges Poisson, “Avrupa’nın İskan Tarihi” adlı eserinde, Mezolitik dönemde, atı ilk defa evcilleştirmiş insanların “Kassienler” Solütrien medeniyeti yaratanlar olduğunu ve özellikle bu hayvanları o dönemde avladıklarından söz etmektedir.144

Atı Önasya’ya getirip tanıtan Kas ırkından Hattiler olup, Anadolu’da M. Ö. III. Binyılı kaplayan Eski Tunç Kültürü ile damgayı vuranlardır. Bunların döneminde (M. Ö. 3000-1200) at yetiştirildiği gibi, attan yaralanma çok ileri bir durumdaydı. Ehlileştirdikleri “Tarpan” cinsi atı savaş veya av arabalarına koşarlardı.145

Bir kısım bilginler, binlerce yıldan beri insanoğluna hizmet eden atın ilk kez Türkistan’da Aşkabad yakınındaki Anov’da arkeolojik kazılar neticesinde elde edilen bol miktardaki at kemiklerine dayanılarak, M. Ö. Üçbin yıllarında Türkler tarafından Asya’da evcilleştirildiğini,146 diğer bazı bilginler ise, Anov’un M. Ö. 4300 hatta 9000’e çıkarılan medeniyetini “İlk Aryani Medeniyet” olarak telakki ederler.147

Halbuki, Hind Aryani kavimlerin Güney ve Orta Asya’ya gelişi, ancak (M. Ö. 2000-15 00) yılları sıralarında (yani M. Ö. 1700’de)dır.

Zeki Velidi Togan, “Umumi Türk Tarihine Giriş” adlı eserinde, “. . . İran arkeolojisi mütehassısı E. Herzfeld, Anov kültürünün Kafkas ırkına mensup Kaspi (Kas) kavminin eseri olduğuna kâni bulunuyorum. . . ”der ve ilave eder, “. . . Anov’daki medeniyeti, bu harabelerde bir çok eserler ve at kemikleri bulunmuş olan Altay kavimlerin atlıları ile, bu Kaspiler (Kaslar) yaratmış, . . . brakisefal, dolikesefal ve mezosefal kafatasları kemik olarak bulunmuştur. . . ”148

Daha önce belirtildiği üzere, Kaspi, Kafkasya bölgesinde yaşamış Kas kavmine dayanılarak doğu bölgesindeki halka verilen addır. Yunan müelliflerinin de Kür nehrinin denize (Kaspien + Hazar) döküldüğü yerde yaşayan bir kavme verdikleri bu adın anlamı ile ilgili olarak, T. Cemal Kutlu, adı geçen eserinde, „kavim adı olan Kaspi= KasPi sözcüğünün içindeki –Pi, tarih öncesinde bütün Kafkasyalılar’ın ortak kullandıkları bir ektir. Türkçe’deki –Lar, Ler ekinin karşılığıdır. O halde Kaspi= Kaslar demektir. “Kaspi Denizi” de doğal olarak Kasların Denizi anlamındadır“ derken,149, Ö. Büyüka da, bunun Abhazca’daki Kaswı= Kslı kelimesinden başka bir şey olmadığını150 belirtmektedir.

İ.Ö. IX. Yüzyılda yaşadığı sanılan Yunan destan şairi Homeros, kendi çağından 300 yıl kadar önce Yunan yarımadasından gelen Akkaiolı (Akkalı) savaşçılarla, Yunanlıların İlion dedikleri Truva şehri savaşçıları arasında on yıl süren harbin son 49 günün hikayesini, “İlion’a ait” anılarındaki İlias (İlyada) destanında Thrakyalılar (Yunancası Threikes= Şerikes=Çerkesler) dan defalarca bahseder. Şerakeleri Truva’yı savunanlara yardımcı kuvvet meyanında gösterir.151

Homeros destanında,  (Şerake) adı (Şerika) ve (Şerikas) şeklinde zikredilir. Ekseriyetle “At terbiye eden, zabt ve idare eden” anlamına gelen (Hippoloi) özelliği ile beraber belirtilir.152

Bu kavim ile ilgili olarak, “Avrupa’nın ilk sekenesi” kitabın yazarı Jubain Ville şöyle der: “Şerakeler atı ilk önce terbiye ve kendilerine baş eğdirerek ehlileştirdiklerini iddia eden bir kavimdir. ”

Yunanlı yazarlardan, Herodot (Şerekes), Xenophan, Thueydide ve Strabon (Şerakes) , Saylas, Lucien ve Pausanias ise (Şerake) şeklinde ifade etmişlerdir.153

Cunatuko İzzet, “Kadim Trakya’da Şerakeler= Çerkesler” adlı eserin (dört) nolu dip notunda, „bugünkü Çerkes (Adige) kabilelerinden Şapsuğ (ŞıaPsığ) kelimesi de “at terbiye eden” anlamında olup, destandaki “at terbiye eden Çerkesler” kaydının Çerkes= Adige Şapsuğ kabilesi hakkında olması da ayrıca kayda değerdir“ demektedir.

Yunanlılar, ehlileştirilmiş atı ilk defa M. Ö. XIV. Yüzyılda Akhaios (Akhâlârın) Anadolu’ya yaptıkları sefer neticesinde (Hattilerden) öğrendiler.

Buna karşın Yunanlılar at konusunda sayısız efsane üreterek, atın ilk defa ehlileştirilmesi olayına sahip çıkmışlardır. Örneğin, “Atina şehrinin koruyuculuğu için Tanrılar arasında düzenlenen yarışmaya, Denizler Tanrısı Poseidon’un sunduğu at ile katılması efsanesi”, “Diomedos’un insan yiyen at efsanesi”. “Akhilleus’un konuşan at efsanesi” gibi. . .154

At cinsinin aslını anlatan, Anadolu halk söylentilerine göre, at, kanatlı ve kürekli (yüzme uzuvlu) bir yaratık olarak Kaf dağının ardında süt gölünde bulunuyormuş. Hızır ölüme çare ararken bu atları görmüş, tutamamış, nihayet süt gölüne şarap dökmek süretiyle bunları sarhoş edip bir çiftini tutmuş. Kanatlarını koparmış ve bunları çifleştirmiş. Hızır, süt gölünden tuttuğu atların erkeğine binerek âb-ı hayatı aramaya çıkmış. İlk atların dedesi olan bu at, âb-ı hayata ulaşıp ondan içtiği için hâlâ yaşarmış.155

Kafkas insanı atı ehlileştirmeden önce de iyi tanıyordu.Yaklaşanlar ve saldırganlar kıç tekmeleriyle vurup parça parça ettiklerini, yılkı (sürü) halinde, koşucu ve güçlü kahraman hayvan olduklarını biliyordu. Atları efsaneleştirmişlerdi.

Nart Sosrıkua’nın atı Tığujay, denizatı tanrıçası Psıtha Guaşa tarafından Nart kahramanı Pice’ye armağan edilen kanatlı atın yavrusudur. Grek mitolojisindeki Pegasus motifinde de bu kanatlı atı görmekteyiz. Onunla bir şıçrayışta Kafkas dağlarını en yüksek doruklarına, Oshamakue (Elbrus) tepesine ulaşır. Savaşlarda Nartların önünde uçarak düşmana saldırır.156

Abhaz efsanesine göre157, Nart Sosrukua birkaç tay yakalayıp evcilleştirmiş. Ermiş kişi olan Aynarjiy o tayları görmüş, içlerinden birinin gizli güçlerini sezerek onu kutsamış. Tay büyüyüp binilmeye alıştırılınca Nardia= Nartiya diye adlanmıştır. Nartlı demektir.

Bir gün Nart Sosrukua Nardia’ya binip giderek Daw (Yinij)ların ortasına yıldırım hızıyla dalmış, korudukları ateşten bir parça kapıp getirerek halkına vermiş, halkını böylece ateş sahibi yapmış. . .

Atı evcilleştirip yayan Kafkasyalılardır. Ata çeşitli dillerle verilen adlar, atla ve binicilikle ilgili eski ve yaygın isimler ya Kafkasçadan ya da yayıcı Kafkaslı toplum adından gelmiş bulunması ile belli olmaktadır.

Batı Avrupa’nın Mezolitik kültürleri M. Ö. 10000 dolayından 4000’e kadar olmak üzere en az 6000 yıl izlenebilir. Bazı yörelerdeyse bu süre daha uzundur. Giderek değişik yörelerde ilkel tarım ve hayvancılığın egemen olduğu kültürler, birbiri ardından önceki kültürlerin yerini aldı. Besin toplama ve üretme olmak üzere bu iki yeni kültürün kökeni Avrupa’da değildir. Çünkü koyun, keçi ve domuzu ve aynı zamanda da, buğday ve arpanın yabanıl ataları Avrupa’da doğal olarak bulunuyordu.

Bu dönemde yazı henüz bulunmamış olduğundan, bu insanların kendilerini nasıl adlandırdıklarını bilemediğimiz gibi, konuştukları dilleri de bilmiyoruz. Bulunan iskelet kalıntılarından görünümlerine ilişkin fikir yürütülmektedir. Türünün Homo Sapiens yani (Bilen insan) olduğu anlaşılmakta ve ufak tefek Proto-Mediterranean ile daha güçlü Euro-Afrikan olmak üzere, her ikisi de uzun kafalı (Doliko kafalı) iki ırk ayırt edilmektedir.

Kafkasya Bölgesinde Mezolitik Çağ M.Ö.VIII.-IV.binli yıllarda yaşanmıştır.Bu dönemde Kafkasya bölgesinde ve yakın çevresinde görülen hayat şartlarının kolaylığı, iklimin yumuşaklığı, bolluk ve refah gibi amillerin çokluğu belirli yetkinliklere ulaşan Homo Caucasus toplumları, geliştirdikleri yeni üretim yöntemleri ve üretim tarzlarıyla, daha ileri bir ekonomik toplumsal yapıların ortaya çıkmasını sağlayan güçleri oluşturmaya başlamışlardır.158

Ekonomik açıdan Mezolitik dönem (çoğunlukla son Üst Paleolitik olarak adlandırılan) yoğun besi toplama evresinin son dönemidir. Proto-Neolitik dönemdeyse (Mezolitik yerine) besin toplayıcılığından besi üreticiliğine geçiren, Neolitik devrimin belirtileri ortaya çıkmaya başladı. Neolitik döneme dek çiftçilik ve hayvan yetiştiriciliği yerleşti.159 

Bu dönemde Çerkesya’da, bu günkü Adigey yörelerinde insanların yaşadığını kanıtlayan taştan yapılma aletler, Tevyehabl ve Svobodnenski köyleri yakınında(Krasnogvardeyski ilçesi) bulunmuştur.

 

ÜÇÜNCÜ KISIM
NEOLİTİK DÖNEMDE ÇERKESYA TOPLUMUNDA YAŞAM DÜZENİ 

İlkel topluluktan uygar topluma “geçiş aşaması” arkeologların teknolojik ölçütte yaptıkları sınıflandırmaya göre, Mezolitik ve Neolitik’i kapsar. Bazı arkeologlar, tarihçiler ve toplumbilimciler ise, örneğin Lewis H. Morgan aynı döneme “Barbarlık Çağı”, bu dönem topluluklarına da “Barbar Toplum” adlarını vermektedirler.

“Barbarlık” teriminin kulağa hoş gelmemesi nedeniyle, bu dönemi adlandırırken bugünkü insanbilimde “Barbarlık” dönemi yerine “Horticulture” ya da “Orman açma ve yakma ile kazanılan alanlarda yapılan çapa tarımı”160 denmektedir.

Bu dönem basit tarım araçları ile yapılan, ekimden önce ormanın yakıldığı ve otlarla çalıların birkaç yıl içinde çoğalması üzerine, açılan bu toprakların da terk edilip başka yere göç edildiği bir tarımcılık dönemidir. Bitkilerin ehlileştirilmesi, yaklaşık olarak on bin yıl önce “Neolitik” ya da “Yeni Taş Çağı” dönemin öncesinde “Mezolitik” dönem sonunda gerçekleştirebilmiştir.

Maden öncesi dönemi kesici, kazıyıcı ve dürtücü alet ve silahlarının çok büyük bir bölümü (%90) en etkileyici olarak yanardağdan çıkan volkanik bir doğal cam türü olan obsidyenden, geri kalanlarsa çakmak taşından yapılıyordu. Obsidyen ise, Kafkasya bölgesi gibi, belirli volkanik arazilerde bulunabilen ve cama benzeyen çok sert bir taş türüydü. Rengi şeffaf ya da pak parlak siyahtan geriye değin değişiyordu.161

Mezolitik dönemden sonra Asya’nın ve Avrupa’nın bir çok yerinde yeni taş (Neolitik) devri başlamıştır.  (M. Ö. 7000-5000). Bu dönemde insan, çakmak taşını ince dilimler biçiminde keserek, yontma taştan yapılan eski bıçaklara göre daha iyi bıçaklar yapma yöntemini buldu, gene çakmak taşını yontarak ince keskiler yaptı. Bu keskilerle kazıyarak geyik boynuzu ve kemiklerden yaptığı mızrak uçları ve diğer araç gereçler daha güzel formlar kazanmaya başladı. Avladığı hayvanların güzel resimlerini mağara duvarlarına kazıdı. Daha sonra küçük çakmak taşı parçalarını kemik ya da fil dişi parçalarına sıkıca tutturarak ince yaprak biçimde zıpkın uçları ve ok uçları (temren) yaptı.162

Çağımızın sosyal ve ekonomik düzeninin temelini oluşturan Neolitik Dönem, insanlığın sosyal ve kültürel gelişimindeki en önemli bir süreç olarak kabul edilmektedir.

Güneş aşaması, uygarlık tarihinde çok önemli iki gelişmeyi ortaya çıkardı. İnsanlar tarım yapmayı ve hayvanları evcilleştirmeyi öğrendiler. Ayrıca, bu dönemde insanlar çanak çömlek yapımını da başlattılar.

Böylece, insanoğlu binlerce yıl asalak bir şekilde yaşadığı doğal çevrede üretimci ve yapıcı bir konuma geçmiş bulunmaktadır.

Bu gelişmeler dünyanın değişik yerlerinde, değişik zamanlarda gerçekleşti. Çeşitli toplulukların sıraları geldikçe uygarlık seline kapılışları, her bölgede farklı bir tarihte yinelenen bir süreç olarak görülür. M. Ö. 7000’li yıllarda başlayan ve yaklaşık iki bin yıllık bir süreyi kapsayan “Geçiş aşaması”nın dünyanın bazı bölgelerinde ise, M. S.  1500 yılı dolaylarına dek sürer. Uygarlık selinin dışında kalabilen bölgelerde, bazıları Neolitik teknolojiye ulaşabilmiş olan Taş çağı toplulukların varlıklarını XXI. Yüzyıla dek sürdürmüşlerdir.163

Morgan’ın “Yabanilik” dediği tümüyle164 doğadan yiyecek toplama ve kısmi avcılığa dayanan bir düzenden, yiyecek üretimine dayanan bir düzene geçiş, yavaş yavaş ve sürekli evrim yoluyla gerçekleşmiştir. Ama uzun süreli etkileri açısından bu değişimin sözün tam anlamıyla bir devrim olduğunu söyleyebiliriz.

Çerkesya bölgesinde yaşayan dönem insanının Mezolitik dönemde başlattığı uygar topluma geçiş aşamasını, bu dönemde(M.Ö.IV.-III.bin yıllarda) de sürdürdüğü anlaşılmaktadır.

Met Çunatuko İzzet, Morgan’a dayanarak, “Neolitik döneme ait eserlere Kafkasya’da yok denecek kadar az rastlandığını ve dolayısıyla böyle bir devrin Kafkasya’da ya hiç görünmemiş ya da pek az devam etmiş olmasının düşünülebileceğini”165 belirtmiştir.

Halbuki, Kafkasya’nın çeşitli bölgelerinde yapılmış olan arkeolojik araştırmalar neticesinde elde edilen eserler gözden geçirildiğinde, Mezolitik, Neolitik, Megalitik, Kalkolitik ve Demir kültürlerini kapsamak suretiyle muntazam bir uygarlığın yaşandığı görülmektedir.

Cilalı Taş Çağının sonlarında, dünya aşağı yukarı bugünkü şeklini almıştı. Buzul bittiğinden iklim ısınmış ve büyük buzullar erimeye başlamış, bu da deniz düzeyini yükseltmişti. İnsanlar, uygarlık yolu olan ırmak boylarında yerleşerek toplu bir hayat sürmeye başlamışlardı.166

Kafkasya bölgesinde ise, önceleri ırmak vadileri ile ovalarda toplanan insanlar, suyun yeni yaşamın yakınında olmaları, hayvanlar ve bitkilerle daha yakından ilgilenmeleri nedeniyle, günlük yaşamdaki bu çok sıkı ilişki onları evcilleştirmeye itmiştir. Kazıcı sopalar ve taş çapalarla toprağı işleyerek tarım yapıyor, ürün yetiştiriyorlardı.

Çerkes kadının çalışması, kazıcı sopalarla toprağı işlemekle tarımı başlatırken, bir yandan da sürü hayvanlarının evcilleştirilmesine yol açmaktaydı. Bu teknikler, insanların yabanılıktan çıkmasının temelini oluşturmuştur.167

Kafkasya bölgesinde tarım ve hayvancılık için elverişli otlakların ve sulak arazilerin bulunması, obsidyen yataklarına yakın oluşu, çevresinin ormanlarla kaplı olması gibi, çevresel özellikler, Çerkesler‘in ileri bir uygarlık yaratmadaki doğal yardımcıları olmuştur.168

Kadınların geliştirdiğini erkeklerin devralması ve belli başlı çiftçiler ve hayvan besleyiciler haline gelmeleri daha sonraki aşamada görülmektedir.

Böylece, ekonomi iş bölümünü hızlandırdı. Önceleri devşirdikleri yabanıl tohumları (arpa, buğday, darı, yulaf gibi daneli bitkileri) ilkin sulama sonra ekip biçme yöntemlerini geliştirerek toplayıcılıktan kalıcı köysel yerleşik yaşam düzeyine geçmeyi başarmışlardır. Arkeoloji, hayvandan önce bitkilerin evcilleştirildiğini ispatlamaktadır.169 Ürettikleri tahılları un haline getirmek için, fincan tabağı ya da eyer biçimli sert bir taş üzerinde yuvarlak çörek ya da sosis biçimli bir sürtme taşı kullanıyordu.170 Kafkasya bölgesinde ilk elde edilen besin maddesinin darı olduğu sanılmaktadır171. Darının bir besin maddesi olmasının sebebi çeşitli iklim şartları altında verimsiz topraklarda da yetiştirilebilmesidir.

Çiftçi ekonomisi Kafkasya’nın dağlık alanlar daki vadilere VII. binyılın sonları ile VI. Binyılın başlarında girmiştir. Kafkas dağlarının kuzey yüksek yayla ve yamaçlarında ise, insanlar daha çok hayvan yetiştiriyordu. Ancak, eskisi gibi, avcılık yapmaya ve yiyecek stoklamaya devam ediyordu. Henüz insanoğlu onlarsız yaşayamıyordu.172

Yiyecek kaynaklarının denetimini sağlama süresi içinde Çerkes kadını, yiyeceğin uzun süreler korunması için gerekli gereç ve teknikleri geliştirmek durumunda da kalmıştı.

İnsanoğlu çok gelişkin kimi kent ve köyler kurmuş olmasına karşı, önceleri kili biçimlendirip pişirerek çanak çömlek yapmayı beceremiyordu.173

Gerekli eşyalar arasında yiyecek ve içecekleri taşıma, pişirme, sofraya koyma ve saklamada kullanılacak değişik günlük kap-kacaklar, çevrede bulunan değişik malzemeyle (ahşap, ağaç kabuğu, lif, deri vs. ) yapılıyordu. Sonunda, kadınlar kili ateşte sertleştirerek çanak ve çömlek yapmayı başarmışlardır.174

Çömlekçiler, yumuşak balçıklarına, becerikli elleriyle ağaç ya da yumuşak taş veya su kabağından yapılan daha eski dönemlerin kaplarından esinlenmekle birlikte, yapıcı hayal güçlerine de yer veren özgür yapıları olan biçimler verdiler.175

Bu olay, Çerkes insanının Neolitik dönemde sosyo-kültürel yaşamında değişim geçirdiğinin bir göstergesidir. Böylece ev işlerinde sıvı ve katı yiyeceklerin, tahılların saklanıp pişirilmesi kolaylaşmış olup, kültürel yaşam daha önemli değişimin bir göstergesidir.

Server Tanilli’ye göre, Seramik zahirenin yani yiyecek ve içecek maddelerinin taşınmasına kolaylık getirdiği gibi, insanlara taşıtmanın yerine hayvanlara taşıtma olanağını da sağlıyordu. Bunun sonucudur ki, ticaret, şaşırtıcı bir biçimde gelişiyor bu çağda.176

Çerkes kadınları, incelikli bir mekanizma olan tezgahlarında, besledikleri hayvanların yünlerinden eğirdikleri iplerle önceleri doğal yetişen ve bilâhare yetiştirdikleri keten, pamuk gibi bitkilerin liflerinden büktükleri iplikleri, dünyaca meşhur dokunmuş kumaşlar haline getirdiler. Elimize ulaşabilen kumaş ve elbise parçaları, Maykop Kraliyet Anıtsal mezarlarda ortaya çıkmıştır.

Tüm Neolitik toplumlar, bu işleri başarırken, kendilerine yardımcı olmaları için çeşitleri büyük ölçüde çoğaltılmış özel aletler yaptılar. Bunlar arasında, gözeneksiz taştan yapılmış ve bilenerek keskinleştirilmiş bir balta başı, her yerde görülmemekle birlikte, genel olarak göze çarpar. Arkeologlar, cilalı taş baltayı Neolitik araç ve gereç donatımının ayırt edici özelliği sayarlar.177

Taş baltalar tüm araç gereçler arasında en gelişmiş olanları idi. Bu da ağacın daha yaygın kullanılmaya başlandığını gösteriyor.178

Çerkesler, o andan başlayarak yiyecek maddelerini arttıran, etkin olarak besin ve hayvan türlerinin çoğalmasını sağlayan üretici bir toplum oldu. Bu toplumu, artan bir nüfusu beslemek için yiyecek stokunu arttıran bir potansiyeli vardı.

Bu, Neolitik devrim yolunda atılan ilk adımdı ve L. Morgan’ın deyimiyle “Barbarlık” düzenini vahşet düzeninden ayırt etmeye yeter bir adımdı.

Çerkesya‘nın Kabardey bölgesinde Nalçık şehrinin yakınlarındaki Ahubek köyünde yapılan kazılarda Neolitik döneme ait en iyi malzemeler bulunmuştur.

Ahubek insanı çit duvarlı, çamurla sıvanmış evlerde yaşıyordu. Kemik, boynuz ve taştan yapılmış bir çok alet ilkel değirmenlerde tahıl öğütmekte kullanılıyordu. Ayrıca, yerleşim yerinde çamurdan yapılmış yüzden fazla kaplar ve diğer araçlar, çakmak taşından bıçaklar, yumuşak ve renkli taşlardan yapılmış bilezikler, vahşi hayvan dişlerinden yapılmış kolyeler bulunmuştur. En ilginci ise çamurdan yapılmış kadın heykelidir. Dönem insanı kadını bereket kaynağı olarak görüyordu.179

Ayrıca, Çerkesya‘da Neolitik dönemde tarımla birlikte hayvancılığın da yapıldığı, sözkonusu mezarlarda ortaya çıkarılan büyük ve küçük baş hayvan kemikleriyle, dişleri çakmak taşından yapılmış oraklardan anlaşılmaktadır.180

Bugün Nalçık şehrinin olduğu yerde Neolitik döneme ait 147 adet mezar taşı bulundu. Bu da Neolitik insanın ahiret inancı olduğu anlamına gelmektedir. Mezarlarda, erkekler ayakları toplanmış şekilde sağa, kadınlar ise aynı aynı şekilde sola yatırılıp gömülüyorlardı. Ölülerin üstüne ateşin ve kanın sembolü olarak kırmızı boya serpiliyordu. Ölülerin Ön Asya ve Akdeniz sahillerinden gelme deniz kabukları, birçok değerli taş ve süs eşyası ile birlikte gömülmeleri, Çerkes insanın çevre toplumlar ile sosyo-ekonomik bir ilişki içerisinde olduğunu göstermektedir.181

Önceleri yayla insanı ve ova insanı arasında, bilâhare yakın bölgeler arasında mal ve eşya değişimi başladı. Bazı insanlar ise yapım işleriyle, çanak çömlek ve dokuma üretimiyle ya da dericilikle uğraştı. Böylece zanâatlar gelişti. Artan tarımsal üretim kentlerin ortay çıkmasını sağladı.185

Eskisi gibi bir tehlike karşısında tarlalarını bırakıp kaçamayacakları için ister istemez kuvvetli olmaya çalıştılar, aralarında birleşip toplum hayatı yaşamaya başladılar. Tarımla birlikte kent hayatı doğmuş oldu.

Konut yapmada kullandığı tahtayı, bulunduğu bölgedeki ormanlardan sağlayan, aletlerini obsidyen yatakların çıkardıkları volkanik camla yapan Kuban havzası sakinleri, çevresindeki otlaklarda verimli sulak alanlarda tarım ve hayvancılık yaparak gelişmiş bir sosyal yaşam kurabiliyor, çağdaşı olan Neolitik yerleşim merkezleri köy aşamasını sürerken kentleşme evresini yaşayabiliyordu.186 Kentlerle birlikte uygarlık gelişti.

Ancak, “Uygarlık” kendi kendisini yaratmış değildir, yaşamak için gerekli araçlarını üretirken kültürel, bir üst yapıyı da üreten Çerkesler‘in yaratımıdır uygarlık. Bu süreçte temel öge, kadın cinsidir. Çerkes toplumunda, çapayı tutan kadın, erkek ise avcıydı.

Yüzyıllar ilerledikçe Çerkes topluluğuna bir düzen gelir. Üretim araçları geliştikçe ve üretimdeki kazanımlar arttıkça ilkel toplum daha gelişmiş bir sosyal ve etnik örgütlenmeye, “klana” bırakacaktır kendisini.188.

 

TOPLUMSAL AKRABALIK

Tarihte, aileden önce anasoylu gens (klan anlamına gelen eski deyim) ya da klanların bulunduğunu tespit eden Lewis H. Morgan, insan bilimcilerin bugün genellikle “Toplumsal Akrabalık” diye andıkları sınıflayıcı akrabalık dizgesinin varlığını ortaya koymuştur.

Bu dizgiye göre topluluğu, bütün ögeleri cins ve yaşlarına göre, kişilerin uğraşlarını ve toplumsal işlevlerini de belirleyen kümelere ayrılmış olup, bu sınıflandırma ya da “sınıfları” aile bağlarına değil, gens (klan), fratri (Boy) ve tribu (Kabile) bağlarına dayandırılmaktaydı.189

Georges Thomson bu konuda şunları söylüyor, “İlkel sürü kendi içinde bölünerek önce ikiye bölündü, sonra her yarım yeniden iki ya da daha fazla birime ayrıldı. Böylece, her biri birçok klanı içeren iki yarımdan oluşan kabile doğmuş oldu. Daha sonraları bu klanlar da bölündüler ve ortaya her biri birçok fratri (boy) ya da klan kümesi içeren iki yarımdan oluşan bir kabile çıktı. Temel birim, klandır. Fratri, tek bir klandan evrilen bir klanlar kümesidir. Yarım ise, başlangıçtaki bölünmeden doğan bir fratriler kümesidir. Kabile, baştaki çekirdeğin birliğini koruyan tüm toplancadır.”190

Sınıflayıcı dizgeye göre düzenlenmiş topluluklarda tüm kadınlar, topluluğun olgusal ya da gizli “anneleri”dir.

Çerkes kadınları, analık bakımından oynadıkları rolle toplumsallaşma ve kültüre yol açan evcilleştirme sürecini başlattılar. “Toplumsal güdü denen şey” diyor Briffault, “cinsel ilişkide değil analık ilişkisinde gelişir”. Çünkü, Çerkes insanı, analar tarafından beslendiği ve korunduğu bebeklik dönemden başlayarak “tehlikelerden uzak tutan, giydiren, doyuran ve avutan” kadın cinsidir.191

İnsanbilimciler, çeşitli araştırmalar sonucu uygarlaşmış ataerkil toplumlardan önce anasoylu bir toplumsal örgütlenme biçiminin var olduğunu ortaya koymuşlardır.

Evelyn Reed, “Toplumda niçin önce tek tek baba aileleri değil de, anasoylu klanlar ortaya çıktığını şöyle açıklıyor, “İnsan iktisadi ve toplumsal yaşam için gerekli olan şey her şeyden önce birbiriyle ve kadınlarla işbirliği etme yeteneğine sahip bir insan kardeşliği yaratmak olmuştur. İlk çağlarda hüküm süren koşullar altında toplum, birbiriyle evlenerek baba aileleri oluşturan cinsel birlik temeli üzerine kurulamazdı. Bu gelişme, analar tarafından yönetilen bir oymakta kız ve erkek kardeşlerin cinsel olmayan iktisadi birliğiyle başlamak zorundaydı. Kadınları, yalnızca cinsel ayırımı sayesinde belli bir ölçüde bir toplumsal denetim gücü kazanmış ve böylece gerekli kardeşliğin yaratılması sürecini başlatmışlardır.192

George Thomson, “Bazıları, soy ilk başta anayanlı olduğuna göre, nasıl oluyor da en geri halkların bir bölümü soylarını baba yanından geldiğini varsayıyor, buna karşılık daha ileri kimi halklar eski biçimi koruyor diye bir soru sormuşlardır. Bu soru, avcılık ekonomisine özgü ilkel iş bölümünün doğası gereği o ekonomiye babayanlı soya yönelik bir eğilim kazandırdığı ileri sürülerek yanıtlanabilir”193 diyor.

Anasoyu kavramı ile, anaerkil kavramı karıştırılmamalıdır. İnsanlık tarihinde Çerkesya‘da hiçbir zaman ananın soy adında meydana gelen bir anaerkil düzen oluşmamıştır.

Anasoylu klan birbirine kardeştir ve çocuğu hangi bireyin doğurduğuna bakılmaksızın topluluktaki bütün çocuklara ana olan kadınların kollektifliği temeli üzerinde kurulmuştur.

Topluluğun tüm üyelerinin yaşamı kutsal ve dokunulmazdı. Akrabalar öteki kandaşları asla öldürmezdi. Vahşi sayılan dışarılıkları ya da akraba olmayanları öldürebilirlerdi. Akrabalık kavramının akraba kümelerinin kendisini “halk” ya da “insanoğlu” diye adlandırması olgusundan kaynaklanmaktadır.

H. Codrington, şu saptamada bulundu: “Başkalarından soyutlanmış olarak yaşayan insan toplulukları ırk ya da oluşlarını adlandırıyorlar, sanki dünyada bulunan insanların salt kendilerinden oluştuğunu sanıyor ve salt kendilerini “insan” diye adlandırıyorlar.

Örneğin, Çerkesya‘da fratrinin örgütlemiş şekli olan ve ayrı dili konuşan gentesler topluluğu “Vubıkh” kabilesinin adının aslı geriye doğru gidildiğinde: “Cikh=Zikh=Tsukh olup, Adıgece “Tsukh” sözcüğünden gelmektedir. “İnsan” anlamındadır.

Hikmet Ber, “Adıgece Filler Kitabı” adlı eserinde, “Adıgece insan sözcüğü “bilen” anlamına gelir. Fiillenerek ve mastar şeklinde söylenecek olursa “bilmek” fiili elde edilir: “Tsukhun”.

Başka bir ifadeyle bilmek “İnsanmak-insan olmak” demektir, diğer şekilde okursak “İnsan bilendir” veya “bilmek insan olmaktır”. Yani burada sözü edilen Homo Sapiens (bilen insan)’dır. Adıgece zaten insan insan demekle ve tek bir sözcükle “bilen (yani insan) Homo Sapiens” demektir  (194) diye söz etmektedir.

Tsukhiler, Anadolu’daki Hitit (Hatti) İmparatorluğu’nu oluşturan kabileler arasında yer almaktadır. İmparatorluk dağıldıktan sonra bu kabile Kafkasya’ya geri dönmüş ve bugünkü “Vubıkh” kabilesini meydana getirmiştir. Greko-Romen devriyle ilgili kayıtlarda Kas kavmine ait yedi kabile arasında yer almakta ve “Zikh” olarak adlandırılmaktadır.195

 

DÖRDÜNCÜ KISM
KALKOLİTİK DÖNEMDE ÇERKES TOPLUMUNDA YAŞAM DÜZENİ

İnsanlık tarihinde en önemli olay, dünyanın değişik bölgelerinde, çeşitli tarihlerde maden üretimine geçilmiş olmasıdır.

  1. BAKIR ÇAĞINDAKİ GELİŞMELER

Neolitik dönemde madeni aletlerin yanında cilalı taş aletlerin birlikte üretildiği devir, İtalyan müellifleri tarafından Eneolitik (Eneolithique) olarak adlandırılmıştır. Fakat daha sonraları İngiliz bilginleri ve Fransa’da Goury tarafından bu devre Kalkolitik (Chalcolithique) (Khalkos=Bakır ve Lithos=Taş) sözcüklerinden türetilerek “Bakır Taş Çağı” adı da vermektedirler.196

Daha çok M. Ö. VI. Binyıl başları ile IV. Binyılın sonları arasına tarihlenen bu dönemin en önde gelen iki özelliği, bakır aletlerin giderek taşın yerine geçmeye başlaması ile kökleri Neolitik’in erken dönemine kadar uzanan boyalı bezemeli çanak çömlekleridir.197

Pierre Rousseau, “Keşifle ve İcatlar Tarihi” adlı serinde, “Madenden yararlanmaya önceki çağların tekniğini bir anda silip süpüren “anî” bir devrim olarak düşünemeyiz. Tersine, çok ağır bir geçiş dönemi gerekti ve taş araçlar, yerlerini büyük güçlükle madene bıraktılar”198 diye söz etmektedir.

Ancak, bu döneme geçişte Kafkasya bölgesinde teknik gelenekler açısından kültürel bir kesinti görülmemekte, aksine bir gelişim, süreklilik gözlenmektedir.

Buna karşılık Neolitik ve Kalkolitik dönemler arasındaki en belirgin özellikler, günlük yaşamda kullanılan araç ve gereçlerde meydana gelen önemli gelişmelerle madencilik sanayisinde karşımıza çıkar. Kafkasya bölgesinde metalürjinin mevcut olduğunu, burada keşfedilmekte olan bakır, bronz, tunç ve diğer madeni eşyalar ispatlamaktadır.

Kafkas sıra set dağlarının bütün kuzey ve güney yamaçlarıyla güneyde uzanan Küçük Kafkas silsilesinin eski zamanların bıraktığı maden artıkları ile doludur. Bölgede elde edilen arkeolojik buluntulardan, bu bölgede yalnız metalürjinin değil, aynı zamanda ilkel maddelerin işletilmesi işinn de yüksek bir mevki almış olduğu, Kafkas Sıra set dağlarının kuzey ve güneyindeki birçok yerlerde mevcudiyeti tespit edilen maden ocakları ve madeni eşya üreten işletmelerden anlaşılmaktadır.199

Kafkasyalılar, yumuşak bakırı ilk kez saf maden halinde bulmuşlar ve döverek istedikleri biçimi vermişlerdi. Bakır, saf halde bulunmaz olunca, içinde bakır bulunan maden filizleri eritilerek elde edilmeye başlandı.

Ateşin keşfiyle mümkün olan maden işleme tekniği büyük bir ilerlemenin yolunu açarak, Kafkasya bölgesinde yaşayan insanların Cilalı Taş Devrinde Maden Devrine geçmelerini sağlamıştır.

Şemseddin Günaltay, adı geçen eserinde, “Maden üretiminin, yaklaşık bir hesapla Türkistan (Anov) ve Kafkasya bölgesinde M. Ö. 6000’de bakırın üretimi ile başladığını ve buradan M. Ö. 5500 tarihlerine doğru Elâm’a, M. Ö. 5000 tarihlerinde de Mısır’a girdiğinden“ bahseder.200

Pierre Rousseau ise, adı geçen eserinde, “Bakırın Mezopotamya’ya aşağı yukarı 25 yüzyıl sonra fethettiğini, Mısır bu madeni Firavun Keops’un kendi adını taşıyan piramidi inşa ettirdiği yıllarda (M. Ö. 2850) tanıdığını, Girit M. Ö. 2500’de Akdeniz kyılarını Tunçtan biblolarla boğduğunu, Çin’in ise M. Ö. 1800 yıllarında bu madeni kullanmaya başladığını201 özellikle belirtmektedir.

George Thomson, “Tarih Öncesi Ege” adlı eserinde, “M. Ö. 3000 dolaylarına gelindiğinde bakır kullanımı tüm Ortadoğuya yayılmış olmakla birlikte, henüz evrensel bir düzeye ulaşmaktan uzaktı. Mezopotamya’ya bile bakırın maliyeti henüz yüksekti ve Mısır’da bütün bir Tunç Çağı boyunca köylüler çalışmalarını tahta ve taş araçlarda sürdürdüler. Daha geri bölgelerde ise bu yeni madeni kullanmaya ancak kabile başkanlarının gücü yetiyor. Bunlar da bakırı saban demiri yapımında kullanıyorlardı”202 diye söz etmektedir.

Avrupa, bu dönemde Yontma Taş Çağında yaşayan toplulukların (oymakların) barındığı bir kıtaydı. Maden bu kıtaya çok zor girdi. İlk olarak Tuna ağzından Avrupa’ya giren maden, ırmak boyunca ilerleyerek Ren ve Ron vadilerini sardı. Önce kuzeye (İskandinavya’ya) gittikten sonra (M. Ö. 1700) İspanya’ya doğru yayıldığı203 anlaşılmaktadır.

Kafkasya’da tarım ve hayvancılığın en eski belirtileri, genellikle “Kafkasya Enolitiği” adı verilen ayrı bir arkeolojik bütüne ait yerleşmelerde bulunmuştur. Genellikle bunlar (höyükler) birkaç yerleşmenin bir arada bulunduğu kümelerden oluşmaktadır. Bu kümelerin alanı, birkaç yüz hektarı bulabilmektedir, örneğin Gürcistan bölgesindeki Kvemo Şulaveri kümesinin alanı yaklaşık olarak 500 hektardır.204

Pavel Dolukhanov, adı geçen eserinde, Ön – Kafkasya’daki yerleşmeler ile ilgili olark şunları belirtiyor: “En eski Eneolitik yerleşmeler, Orta Kura-Aras çöküntüsü ile Orta Aras çöküntüsünde yer almaktadır. Her iki bölgede de Holosen dönemde iklim çok yağışlıydı, dağ eğimlerinin alçak kuşaklarını karışık meşe ormanları sarmaktaydı.Yerleşmelerin çoğunluğu, su kaynaklarına yakın olan, ya nehirlerin alçak teraslarında ya da yamaçların aşağı kısımlarında, alçak jeomorfik düzlemlerde kurulmuştur.

Kafkasya höyükleri büyük ölçüde kerpiçten yapılmış konut yapılarının ve diğer binaların tahribiyle ortaya çıkan yıkıntılardan oluşmaktadır. Yerleşimlerin gelişimindeki ana evrelere denk gelen birkaç yapı katı, kültür dolguları içinde saptanabilmektedir. Şulaveri’de dokuz kat, İmiri ve Khramis-Didigora’da yedi kat saptanmıştır.”209

“Kafkasya Eneolitik yerleşmelerinin en göze çarpan özelliği evlerdir. Ekli XXVI.Nolu tabloda görüleceği üzere,  bir mesken tipi, özellikle ilgi çekicidir. Bunlar tepelerinde bir delik bulunan yuvarlak, (çoğu kez) kubbemsi, tek odalı yapılardı.”210 

“Genellikle üç ev, büyük ölçüde kil harçlı kerpiçten yapılmaktaydı. Yaşanan mekanın çapı, 0, 5 ile 5 mt. arasında değişmektedir. Evlerin yüksekliği 2, 5 mt.’den az değildir. Her evde duvara yakın bir yere yerleştirilmiş, bir ocak vardı. Kafkasya Eneolitik evlerinin, Orta Doğu’nun her hangi bir yerinde doğrudan benzerleri olmamakla birlikte, inşa tekniği bakımından Halaf konutlarıyla da bazı benzerlikler saptanabilmiştir.

“Kafkasya, çok sayıda tarıma alınmış bitkinin ana vatanıydı. Şimdi bile burada, diğer meyveler kadar, yabani buğday, arpa, çavdar ve üzüm türleri yetişmektedir. Gerçi, çiftçi ekonomisinin en eski belirtilerinin özelliklerini gösteren ve arkeolojik olarak belgelenmiş tarım, bir bütün olarak Orta ve Güney Kafkasya’da ortaya çıkmıştı.

“Mevcut kanıtlar, Kafkasya Eneolitik ekonomisinin esas olarak tarım ve hayvancılığa dayandığını kuşku bırakmayacak biçimde ortaya koymuştur. Hem Kura hem de Kura-Aras yerleşmeleri, evcilleştirilmiş hayvanlar arasında koyun/keçinin ağırlıkta olduğunu göstermektedir. Sayısal olarak bunu sığır ve ardından domuz izlemektedir. Benzer bir örüntü Orta Aras çöküntüsünde de saptanmıştır.”211

Kafkasya bölgesinde, bize kadar ulaşan diğer en eski arkeolojik buluntular, Kafkas dağlarının güneyinde, Nahçivan kendi yakınındaki Kyul Tepe I. uygarlığındandır. “Kyul Tepe I. uygarlığı” yaklaşık olarak (M. Ö. 3800-2930) yıllarını kapsar. Burada (Orta Aras) grubunda insanlar, taş temel üzerine kerpiçten yapılmış alçak tip evlerde oturuyorlardı. Evler 3×4 ebadında dikdörtgen ve tek odalıdır. Düz damlı evlerin odalarında ocaklar ve tahıl depolamaya yarayan ambarlar bulunur. Evcil hayvanlar arasında sığır ve koyun bulunuyordu. Ele geçen arkeolojik buluntular arasında, obsidyen ve çakmak taşından yapılmış çeşitli araçlar, pişmiş toprak, boyasız veya az boyalı kap-kacaklar, doğal bakırdan yapılmış ilkel bıçak ve iğneler sayılabilir. Ele geçen çanak-çömlek buluntuların Orta İran’daki “Tepe Gavra” çanak çömlekleri ile benzerliği bulunduğu saptanmıştır.212

İ.Ö. IV. Binyılın sonlarına doğru, Doğu Anadolu’dan gelen yeni bir göç yüzünden, uygarlıkta bir değişim görülür. İran etkili “Kyul Tepe I. uygarlığı” yerini, daha gelişkin “Kura-Aras uygarlığı”na bırakır.

Bu uygarlığın yaygınlığı geniş olmuş, batıda Karadeniz kıyılarından doğuda Azerbaycan bölgesi bozkırlarına kadar uzanmıştır213. Kura-Aras kabileleri, yayıldıkları bölgede özellikle bugünkü Osetya bölgesinde toprağı sürmek için ilkel kara saban kullandılar, buğday arpa ektiler, ürünü çakıltaşı döşenmiş oraklarla topladılar. Tahılı taş dibeklerde öğüttüler. Dağ otlaklarının kullanılmasıyla mera hayvancılığının gelişmesi dağlık bölgelerin iskanını getirdi. Kura-Aras kabileleri, maden üretiminden başka, çömlekçilik ve dokumacılıkta hatırı sayılır başarılar elde ettiler. Seramik işleri mükemmel el becerisiyle ve biçimlerinnin çok çeşitliliğiyle kendini belli eder. Yün ve keten dokumalarda hakim olan tarz hasırdır.214

Kura-Aras uygarlığına ait pişmiş toprak ve madeni arkeolojik buluntular Anadolu’daki “Troia II. Uygarlığı” ile çok yakın benzerlikler göstermektedir.215

Dönem sonunda “Kura-Aras Uygarlığı” Kafkas dağlarının kuzeyine kadar uzanmış olup, Kura üzerindeki Kvatskhelebi önemli yerleşim alanlarından birini teşkil etmektedir.216 Kura- Aras kabilelerin çağdaşı ve kuzeybatı komşuları, “Maykop Kültürü” kabileleridir.

Bu uygarlığın M. Ö. III. Binyılın ortalarına rastlayan Kafkasya bölgesindeki yayılmanın Osetya dışındaki örnekleri Dağıstan bölgesindeki yerleşimlerde ve mezarlarda da bulunmaktadır. Fakat bu çağ için bilinen tanınmış örnekleri ise, Kuban havzasındaki Maykop Kraliyet Anıtsal Mezarlıklarında ele geçmiştir.217

Rus Filolog G. F. Turçaninov, “Kafkasya’da Antik Eserlerinin Keşfi ve Yanların Çözümlenmesi” adlı eserinde, “Maykop mezarında ortaya çıkan zengin kültürün yerel bir uygarlık olduğuna değinilerek, bazı alimler bu tarihi meselenin çözümüne doğru bir şekilde yaklaştıklarını, bunlardan biri Djaba Ridzih’tir“ demektedir. Aynı yazar “Kura-Aras” ve “Maykop” uygarlıklarını incelerken de “. . . Kafkasya’dan ve Kafkasya’ya bir takım yeni topluluklar girdiği zaman, bu toplulukların yerli uygarlığa büyük etkileri olmamıştır.” Bu görüşe katılan İnal-İpa da, “Kafkasya’daki bu uygarlığın uzun zaman zarfında Küçük Asya’nın (Anadolu’nun), kuzeydoğu bölgesinden gelen daha medeni kavimlerle karışmadan dolayı geliştiğini pekiştirmiyor. Bu mühim hadiseler ve büyük göçler, milletlerin yer değiştirmeleri ve dillerin değişmeleri gibidir. Bütün bunlar maddi ve manevi olarak, yerel uygarlığın gelişmesindeki özelliklerinde izini bırakması gerekir. Ama bu olmamıştır”218 demek suretiyle, “Antik Kuban Kültürü”nün kendine özgü ve yerel bir uygarlık olduğuna işaret etmektedir.

1.1. ANTİK KUBAN HAVZASI UYGARLIĞI

Kalkolitik dönem yaklaşık olarak mezar alanları üzerinde mezar tümseklerinin ortaya çıktığı döneme rastlamaktadır.

Arkeologlar, bu dönemde Kafkasya bölgesinde yaşayan toplulukları iki ayrı biçimde değerlendirmişlerdir. İlki mezar biçimlerine göredir, yani “Catacomb-Kaya Mezar”219 toplumları, ya da “Ahşap Mezar” kabileleridir. İkincisi ise, yaşanan coğrafya esas alınır ki, Kafkasya bölgesinin ilk otokton kabileleri için bu isim “Maykop” ya da, “Kuzey Kafkasya” kabileleridir.220

Katakomb tabir edilen kaya mezarları kültürü, Doğuda Volga, batıda Dinyeper, güneyde ise Azak Denizi ile sınırlanmış geniş bozkır kuşağında görülmektedir. Bu gömülerle, en eski bozkır mezarları olan “Alçak Kurganlar” arasında kesin bir ayırım yoktur. Bu arada yerel gelişmeler de görülür, bazı yörelerde, özellikle batı keziminde “Taş Sandık Mezarlar” dikkati çeker. Keramikler tipiktir, daha önceki “Bozkır Keramiği”nin geliişmiş bir tipidir. Ancak, batı tesirleri dikkat çekicidir. Keramik bakımından batıdan etkilenmişler, ancak silah formları yönünden etkilemişlerdir. “Hoker” tarzına benzer gömme âdetleri ilginçtir, ayrıca bu görülenler tipik bozkır ayrıntılarını yansıtırlar.221

Arkeolojik materyal tamamen “Kuban Kurganları” kompleksi ile bağlantılıdır. Mezarlardan çıkarılan tüm buluntular, “Katakomb Kültürü”nü yaratan sakinlerinin, pastoral yani göçebe-çoban bir yaşam tarzı ile yerleşik ziraat arası bu yaşantıyı sürdürdüklerini göstermektedir.222

Ruslan Bzarti, Eski Kubanlıların (Kuban kültürü taşıyıcıları), dağ boğazlarına ve merkezi Kafkasya’nın dağ silsilelerinin her iki yanındaki bereketli ovalara yerleşmiş olduklarını belirtmektedir. Ekonomilerinin temelini hayvancılık oluşturuyordu. Büyük baş hayvan ile at yetiştiriyor, hayvancılığın yanısıra, arpa, buğday ve darı ekimine dayalı tarım fâaliyetinde bulunuyorlardı. Ayrıca, çömlekçilik ve dokumacılık gibi zanâatlarda olduıkça ustalaşmışlardı.223

Sulimirski dahil bir çok bilim adamı, Kubanlıların üç geniş kabile birliği (Batı, Doğu ve Merkez olmak üzere) kurduklarını söylerler. Arkeologların belirledikleri üç Kuban kültür varyantı, bu varsayımla örtüşmektedir. Kuzeyde Kuban nehri dolaylarında, “Kuban Kültürü”, ortada, “Orta Kafkasya Grubu” ve “Doğu Bölgesi Uygarlığı”224. Aslında bunlar, aynı kökenli Kafkas uygarlığının ayrı bölgelerdeki örneklerinden başka bir şey değildir.

Kuban kültürü, Bronz devri sanatının şahikâlarından biri olarak bütün dünya tarafından kabul edilmiştir.

1869 yılında Kuban köyünde eşsiz güzellikte bronz eşyalar bulunan gömüler açıldı. O zamandan sonra onlarca yerleşim birimi ve mezarlık incelendi, binlerce bronz, demir, taş, toprak ve kemik eşya çıkarıldı.225

Bu mezarları bırakan dönem insanlarının daha düzenli ve daha gelişkin evlerde oturdukları ve genelde pastoral, yani göçebe-çoban bir yaşam tarzı ile yerleşik ziraat arası bir yaşantıyı sürdürdükleri ve bu meyanda maden işçiliğini de ek iş olarak yaptıkları anlaşılmaktadır. Mezarlarına armağan olarak pişmiş topraktan yapılmış kap-kacaklar ağırşaklar, çakmak taşından yapılmış kesiciler, deliciler, kemik araçlar, bakırdan yapılmş ilkel kullanma araçlar, altın ve gümüş süs nesneleri koymuşlardır.226

Kuban kültürünün karekteristik ürünlerini uzun, dar ve kıvrık özel baltalar, hatta bakır vazolar ve bakır iğneler gibi çeşitli takılar, geniş tokalı kemerler, çengelli iğneli broşlar ve bilezikler227 oluşturmaktadır.

Nabatçikov, bir makalesinde, “Antik Kuban Kültürünün ortaya çıkışı, oluşumu ve gelişiminin Yakındoğu’dan Trans-Kuban bozkırları ve tepelerine kadar olan bölgede yaşayan grupların bu kültürün içine sızmalarıyla yakından bağlantılı olduğunu“ belirterek, bu grupların Kafkasya’nın kuzeyine gelirken Yakındoğu’nun teknolojik gelişmelerine işaret etmekte, bu tür karışık kültür ilişkilerinin tüm Avrasya sınır topraklarına ve Avrupa Bronz çağının en çarpıcı olaylarından biri olarak adlandırılan tek bir kültürün oluşumu ile sonuçlandığını228 kaydetmektedir.

Arkeolog Bakiye Yükmen, “Anadolu Megalitleri” adlı eserinde, “Kuban Kültürü”nü ana hatlarının şekillenişini ve tek bir temele oturuşunu, ilk safha (M. Ö. 1200-1000), batı değişkenlerinin görüldüğü ikinci safha (M. Ö. 1000-700), Kuban sitleri tümülüs grupları ve kült yapılarının yer aldığı, kültürel malzemenin yerel Kuban özelliklerinde olduğu, daha sonraki kültürlerin Kuban özelliklerini de taşıyan ve İskitler’e mal edilen üçüncü safhaya ayırmaktadır.229

İ.Kozenkova göre; ilk safha ve son safha Kubanları arasında karışık, bir süreç vardır. Bu karışık dönem Trans-Kafkasya’nın Geç Bronz Kültürünün erken safha kültüründen ve bu kültür yükseltilere doğru yayılarak Kafkasya eteklerindeki ve hatta Batı Avrupa bölgelerindeki kültür elemanları ile karışıp etkileşmiş ve “Kuban Kültürü” denen yeni bir kültür yaratmıştır. Bu da Geç Bronz çağından Erken Demir Çağına bir kültür geçişi olarak yorumlanmaktadır.230

Sosyolog Ufuk Tavkul, Yeni Türkiye Dergisi’nde yayımlanan bir yazısında, şimdiye kadar yapılan arkeolojik araştırmalar neticesinde Anadolu’nun Orta Asya ile bağlılıklarının geniş bir suretle ortaya çıkmadığını, buna karşılık eski Anadolu medeniyetleri ile Kafkasya arasında çok yakın bir ilişki ve etkilenmenin söz konusu olduğunu231 belirtmektedir.

Franz Hancar’a göre, Anadolu ve Kafkasya kültürleri arasındaki bu benzerlik hiç şüphesiz ekonomik durumları önemli ölçüde birbirine yakın olmalarından, sosyal yapı benzerliğinden ve her iki sahanın kültür taşıyıcılarının medeniyet itibariyle benzer düşüncede olmalarından kaynaklanmaktadır.232

Kuban kültürü Kafkasya bölgesinin kuzeybatısında Karadeniz ve Kuban nehrinin arasındaki sahada doğmuştur. Kuban kültürüne ait bir çok bulgular, Maykop, Tsémez (Novorosiysk), Gelincik, Tuapse, Soçi, Abhazya ve Kolhide (Gürcistan bölgesi)’de yapılan arkeolojik kazılar neticesinde gün ışığına çıkarılmış olup233, “Antik Kuban Havzası Uygarlığı” olarak adlandıran bu kültür zenginliğinin içerisinde Maykop kültürünün özel bir yeri bulunmaktadır.

Nabatçikov’a göre, ilerleyen zamanlarda Maykop kültürü bu bölgede Kafkas kültürünün ve yerel farklılıkları da kapsayan tek bir tarihi gelişime temel oluşturmuştur. “Böylesine büyük çapta kaydedilen gelişme, yukarıda denildiği üzere, Kafkasya’nın kuzeyine uzanan geniş bozkırlarındaki büyükbaş hayvan yetiştirici kabileleri, yer altı mezarı ve kereste çerçeve taşıyıcılarının kitlesel yayılımıyla yakından alakalıdır.“234

Bilindiği üzere, M. Ö. IV. ile II. Binyılları arasında, kuzeyde Kiev civarındaki “ormanlık mıntıka”dan batıda Podolya bölgesi ve doğuda Urallar’a kadar uzanan bu geniş bozkırlarda yaşadıkları anlaşılan atlı kavimler, avcılık ve hayvancılık yaparak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Göçebe-çoban olarak nitelenen bu insanlar bir kısmı toprağa bağlanmıştır. Bunun neticesinde gruplaşmalar olmuş ve Güney Rusya’nın tipik köy kültürleri oluşmaya başlamıştır. Ancak, bu merkezler, klasik deyimdeki “yerleşik” kültür iskânlarından farklıdırlar.235

İ.Ö. III. binde Ural-Altay yöresi ile Güney Rusya bozkırları arasındaki kültürel bağlantı ilginçtir. Ural-Altay’daki “Afanasyevo Kültürü” bu çağın temsilcisidir. Bozkır yaşantısının karekteristik tüm elemanları bu kültürde görülmektedir.236

“Kurgan” adı verilen mezarlarda ele geçirilen tipik malzemelerin hemen hemen tümü bu gömülerde “ölü hediyesi” olarak bulunmuştur.237

Söz konusu “Basit Çukur Mezar” veya “Alçak Kurgan”, maden devrinin en eski mezar tipini teşkil etmektedir ve M. Ö. 2500’den önceye tarihlendirilmektedir.238M. Ö. II. Binyıl başlarında ise, Karadeniz ve çevresi âdeta bir merkez niteliğini taşımakta ve büyük hareketlere sahne olmaktadır. Bu devrede, Güney Rusya’nın Bakır Çağ Kültürünün tipik yerleşik temsilcisi olan “Tripolje Kültürü” sona ermiştir. Doğu bölgelerinde ise, Kazakistanda, Orta Asya’da ve Ural-Altay yöresinde M. Ö. 1750’den itibaren “Andronova Kültürü”nün birden bire ortaya çıkması ve yayılım göstermesi, bölgede oluşan deprasyon hareketinin doğu-batı yönünde geliştiğini ve doğal olarak Karadeniz çevresini etkilediğini göstermektedir.239

“Andronova Kültürü“, batı yönünde genişlemesi ile bağlantılı olarak, bu kültürün batısında yer alan Kimmerler’i etkilemiştir. Bunlar M. Ö. 1800 tarihlerinde doğudan, Orta Asya yöresinden gelerek, Kafkas dağlarının kuzeyindeki bozkırlardan, Donetz havzasına kadar uzanan geniş sahada yaşamışlardır. Kimmerlerin hareketleri bölgede ayrıca büyük bir hareketlenmeye neden olmuştur.240

İ.Ö. II. Binyılın ortalarından son çeyreğine kadarki dönemde, Katakomb mezar kültürü temsilcisi kabilenin kültürel ve tarihsel değerleri, Kuban steplerine doğru yayılmıştır. Bu kültür, diğer kadim kurganaltı mezar kültürüne sahip Kuzey Kafkasya kabileleri ile yakın bir ilişkiye girmiş ve bu ilişki sonucu bu kabileler giderek nehrin karşı kıyısına doğru süzülmüşlerdir.241

Bu yer değişikliği ile ilgili olarak bu bölgelerdeki yabancı kabileler kendi ölü gömme yöntemlerini de getirmişlerdir. Ölüler, bozkır hattındaki gibi, kuyu mezarlara konduktan sonra üzerleri kereste ile kapatılırdı. Bu mezarlar genellikle eşya bakımından çağdaşı olan diğer mezarlara (örneğin Dolmenler gibi) göre farklı olmalarına karşın, ölünün kimi zaman dört tekerlekli bir araba ile de gömüldüğü olurdu. Bu mezarlarda altın kadın küpeleri dışında metal eşyaya çok az rastlanmıştır.242

Doğuda Volga, batıda Dinyeper, güneyde ise Azak Denizi ile sınırlanmış geniş bozkırlardaki katakomblarda yapılan arkeolojik araştırmalarda, Basit Çukur Mezar veya alçak kurganlardaki “Hoker” ölü gömme adetlerine benzer geleneğin bu mezarlarda da uygulandığı görülmüştür. Bu gelenek, Paleolitik döneme kadar uzanmakta olup, görülen tipik bozkır ayrıntılarını yansıtırlar. Bu arada yerel gelişmeler de görülür. Bazı yörelerde özellikle batı kesiminde “Taş Sandık Mezarlar” dikkati çeker.243

Literatürde, “Kadim Kuban Kültürü” ya da “Çukur Kültür Taşıyıcıları” olarak bilinen Proto-Türk göçebe çoban kavimler244, ana vatanları olan Avrasya’dan çıkıp Kafkasya’nın kuzeyindeki düzlüklere geldiklerinde, burada bugünkü Kafkas boylarının cetleri olan Proto-Kafkaslar yarı göçebe halde yaşıyorlardı. Kendilerine has bir kültürleri (Kuban Kültürü) vardı. Zaman içerisinde her iki kültür mensupları birbiriyle yakınlaştılar, dilleri ve kültürlerini harmanladılar.245

Kuban kurganları, Kimmerler’in bu devrede Kafkasya bölgesinde yayılmaya başladıklarını göstermektedir. Orta Asya yöresinde başlayan ve Karadeniz çevresini etkileyen kavimler kaynaşması ile bağıntılı olarak, M.Ö.XIV. ve M.Ö. XIII. yüzyıllarda başlayan ve İran’ı etkileyen göç hereketlerinin etkisiyle yerlerini terkeden Kimmerler, Kafkasya, Kırım ve Dinyeper havzasındaki sahâlâra kadar yayılmışlardır.246

Arkeolog M. Taner Tarhan’a göre, Katakomb kültürü ile çağdaş olan Kuban Havzası kültür kompleksinin arkeolojik materyalinde, batı tesirlerinin görülmesi bölgede İndo-Germenler’in kavimler hareketi ile bağıntılı olduğunu yansıtmaktadır. Ayrıca, bu kültürün konusu çevre kültürlerin üzerindeki etkileri dikkat çekmektedir.247

İskitlere ait “Srubnaya Kültürü”nün bir temsilcisi olarak Kafkasya bölgesine yerleşen Kimmerler’e ait “Ahşap Mezar” yapılar diye adlandırılan kurganlarda ele geçen buluntular, daha sonraki devrede, yani M. Ö. VIII. Yüzyıldaki İskit istilasını takiben ortaya çıkan ve bozkır âdetlerini yansıtan karekteristik gömüler ile bir benzerlik arzetmektedir.

N. Grakov, “İskitler” adlı eserinde, “M. Ö. I. bin yıl başlarında Kimmer kültürü ile İskit kültürü birbirinden ayırt etme imkanı sağlayan eşyaları umumi eşyalardan ayırmak mümkün değildi. Ancak VIII. Yüzyıl sonlarından itibaren tamamiyle farklı bir kültür karşımıza çıkmaktadır. Çünkü o tarihten sonra tüm bozkırlarda değişik yerlerde yaşamalarına rağmen kültürel açıdan zaman ve mekan itibariyle ancak İskit diyebileceğimiz tek tip bir halka rastlıyoruz” demektedir.248

Taner Tarhan, “Katakomb mezarları kültürü ile, Kuban kurganları birbiriyle organik olarak bağıntılıdır. Öyle ki, her iki gruptan elde edilen arkeolojik materyali birbirinden ayırmak hemen hemen imkansızdı. Bu nedenle, bu iki kültür grubu, Kuban-Katakomb kompleksi olarak da adlandırılmıştır”249 diye belirtmektedir.

Otokton Kafkas kabilelerinin daha önceki dönemlerde KurganMezar yapma adetleri yoktu. Kuban Kurganları, Kimmerler’in bu devrede Kafkasya bölgesinde yayılmaya başladıklarını göstermektedir.250

Kafkasya bölgesinde, Bozkır kültürünün bir üyesi olan Proto-Türk kabilelerinin yaşadığına dair en eski kanıt, M. Ö. IV. Binyılına ait Nalçık nekropolüdür. Bir Nekropol/Mezarlık “Zatişye” (Sessizlik) bölgesinde yer alıyor. Aynı yerde şimdiki Nalçık şehri bulunmaktadır. Mezarlıkta tespit edilen bulgular, Proto-Türkler’in çok yakın şekilde birbirlerine bağlı olduklarını ortaya koymuştur.251

Zaman geçtikçe bu ilişkilerin daha da genişlediği anlaşılmaktadır. Şöyle ki; Nalçık dışında Çeçen-İnguş bölgesindeki Mekânsı köyünün yakınında, Kabardey bölgesinde Kelermeski, Novolabinski ve Zubouski köyleri ile Üst Ceğuta/ Aşağı Cöğetey kentinin yakınında da çok sayıda Kurgan kültürüne ait arkeolojik anıtlara rastlanmış olup, bunların sayısı 35’den fazladır.252

Arkeolog A. Semih Güneri bu konuda, “M.Ö.III. Ve II. Binli yıllarda Asya’lı ve Hint-Avrupa’lı Enoloit (Kalkolitik) ve Tunç Çağı kültür gruplarının Anadolu’nun doğusu, güneyi ve kuzeyine yönelen göçlerinde kullandıkları yol ve/veya dağından hedeflenen noktaların Kafkasya toprakları olduğuna değinerek, çok farklı (melez) kültürlere mekan olduğu halde Kafkasya’nın, bu hengame içinde sanatsal özünü mümkün olduğunca muhafaza edebildiğine; hatta bu yönüyle çevre kültürleri bile etkilediğine253 işaret etmektedir. 

  1. 2. MAYKOP UYGARLIĞI

Maykop kültürü, Tunç Çağının doğuşuna rastlayan dönemde, M.Ö.III. binde, Kuban nehrinin güneyinde ortaya çıkmıştır. Bu kültür, Belaya ırmağı üzerindeki Maykop kentinin bulunduğu yörede yoğunluk kazanmış, daha sonra kuzeybatıda Tamam Yarımadası’nda Azak Denizi kıyısından güneydoğudaki Dağıstan bölgesine kadar uzanan geniş Kafkasya topraklarında etkisini hissettiirmiştir.

Kendine özgü etno-kültürel özellikleri olan bu kurgan kültürü daha sonra Dağıstan bölgesini de aşarak, Derbent üzerinden Kafkas dağlarının güneyine nüfuz etmiştir. Bu güzergahın doğruluğunu Dağıstan bölgesindeki Novotitarovski ve Utamış köylerin civarında bulunan bu tür kurganlar doğrulamaktadır. Gürcistan bölgesinde yeralan Bedeni köyü civarındaki kurgan ile, Azerbaycan bölgesindeki Üçtepe kurganı ve diğerlerinin buradaki kabileler için yabancı bir kültür olduğu arkeologlar tarafından belirtiliyor.254

Bu kültürde ölüler, çok zengin altın ve gümüş eşyalarla dolu mezarlara gömülmektedir. Mezarların üzeri mezar tepeler olarak yükselmektedir. Bu mezar tepeler içerisinde söz konusu kültüre adını veren Maykop mezar tepesi her yönü ile diğer mezar tepelerinden farklıdır.255

İlk defa 1897 yılında Rus arkeoloğu H. I. Veselovski aracılığı ile ortaya çıkarılan ve “Bereketli Kurgan” olarak üne kavuşan Maykop Mezar Tepesi, 10, 6 mt. yüksekliğinde ve 50 mt. çapındadır. Bu tepe taşlarla çevrilmişti. Tam ortasında derin kazılmış büyük bir mezar odası bulundu. Mezar odasının duvarları ahşaptandı. Mezar odası tahta ile üçe ayrılmıştı. Biri büyük, diğer ikisi ondan küçük ve birbirlerine eşittirler. Büyük olan bölme güneye, diğer ikisi ise kuzeye rastlamaktadır. Büyük bölme krala aittir.256 (Tablo XXVII.‘ye bakınız.)

Defin şekli ise, bacaklar toplanmış, yan yatırılmış ve üstlerine kırmızı boya serpilmiştir. Diğer iki küçük bölme, kral ile beraber gömülen iki kadına aittir. Kralla beraber oldukça büyük miktarda değerli eşya da gömülmüştür. Gömülen eşyaların tarihi ve maddi değeri, sanatsal değeri açısından Avrupa’daki herhangi bir başka mezar ile karşılaştırılamayacak kadar büyük bir öneme sahiptir:68 adet kaplan sembollü toka, 19 adet boğa sembollü heykel, 38 adet altın yüzük, değerli metal ve taştan yapılma daha bir çok boncuk. Bütün bu eşyalar burada yatan yüce kralın mezarından çıkarılmıştır. Ölünün kafasında uzun bir şapka (başlık) vardı. Duvarların içinde 17 adet ritüel eşya da bulundu; bunların ikisi altın, biri taş, 14’ü gümüştü.

Bu eşyalar arasında, ayrıca iki adet gümüş vazo, 1, 17 m. boyunda içleri boş 8 adet gümüş boru bulundu. İkisinin baş kısmında altından boğa sembolü topuzlar vardı. Bunlar ritüel (ölünün üzerine örtülen tente güneşlik ayakları) olmalıdır. Bakır ok uçları, baltalar ve kamalar da bulunmuştur. Kadın mezarlarında da altın ve değerli taşlarda bir çok eşya bulundu. Bunlar dışında bakır kazanlar, bardaklar ve ibrikler de bulunmuştur. Bulunan eşyaların tamamı 1523 adettir.257 (Tablo XXVIII. ’e bakınız.)

Maykop mezarı tepesi ile birlikte, Kuban havzasının diğer yerlerinde sayıları üçbin civarında tahmin edilen bu kurgan türü mezar tepelerin bir kısmı 1898-1909 yılları arasında Rus arkeologların oluşturduğu bir heyet marifetiyle araştırılmıştır.

Rus arkeologların araştırmalarına göre, Maykop kültürünün büyük ölçüde Kuzeybatı Kafkasya’da bulunduğunu ama etkisinin Ön-Kafkasya ile birlikte kuzeydoğu Kafkasya’da da görüldüğünü saptamışlardır.258

Bu titiz araştırma, Kafkasya bölgesinde yaşayan tüm halkların sosyal ve ekonomik tarihi gelişmesini öğrenmede yeni bir aşamadır. Bu medeniyete bulunduğu yere nisbetle “Maykop Uygarlığı” adı verildi.

Bilim adamları Maykop uygarlığını iki döneme ayırırlar. Bu uygarlığın ilk dönemini (M. Ö. 3000-2500), adını Maykop kentinin yakınında bulunan Kurgan adı verilen mezar tepeler oluşturmaktadır.

Mızılanı İsmail, “Karaçay-Malkar Halkının Tarihçesi” adlı eserinde, “Maykop arkeolojik kültürün özellikle kurgan kültürü olduğunu altını çizmemiz gerekir. Ama kurgancılık eskiden beri Kafkasya’ya özgü bir tarz değildir. Esas çıkışı bozkırlara dayanır. Maykop kültürü başlangıç dönemlerde bozkır toplumlarına ait özgün defin törenini koruyordu. Yassı ağaçlarla kaplanmış toprak çukurda, ağaç kovuğundan, organik maddelerden veya saf sarı madenden yatak/döşek hazırlanarak ölü gömülüyordu. Bu dönemlerde kurganlarda henüz taş malzeme kullanılmıyordu. ”diye söz etmektedir.259

İkinci dönemi (M. Ö. 2400-2200) ise, yerel özellikler taşıyan Novosvobodnaya (Çarskaya) köyü yakınındaki mezar tepeler (kurganlar) oluşturmakradır.

Mızılanı İsmail, bu dönem ile ilgili olarak da şunları söylüyor: “M. Ö. III. Binyıl sonlarından itibaren Maykop kültürüne yerli defin özellikleri de eklenmeye başlar. Bu özellikler, kurganın temelini taştan yapma, tabanına yassı taşlardan yatak hazırlama, toprak çukura küçük taş kurganları yerleştirme vs.  gibi eklemelerdir. Buna karşılık kurgan şekli ve yapılan törenlerde bir değişiklik olmamıştır. Kurganların etkisi o kadar büyüktü ki, taş sandık ve taştan mamül eşyalar tören sırasında toprak kurganın altında bırakılıyordu.”260

Joussame’nin verdiği bilgilere göre, bazı araştırmacılar, kökeninin tanımlanması çok zor olan Maykop kültürünün hâlâ bilinmeyen bir Neolitik üzerine kurulmuş bir kültür olabileceğini ileri sürerken, bazıları bu kültürün yerel Mezolitik avcıların Trans-Kafkasya grubu etkisi altında gelişmiş olabileceğini düşünürler. Çok zengin mezar buluntusu veren Maykop kurganlarından çıkan objelerin kaynağı Anadolu ve Suriye, İran ve Hindistan olarak gösterilmektedir. Maykop kültürü ile diğer Sümer sanatı ve Truva II. Kültürleri arasında yakınlaşmalar kurulmaktadır. Hatta Truva II.’nin yıkımını Maykop kültürünün değişmesininin nedeni ve Novosvobodnaya olarak adladırılan ikinci döneme geçiş ile ilişkili olabileceği öne sürülmektedir.261

Avledin Dumanış, “Çerkeslerin Kültürü Üzerine Etüd” adlı araştırmasında, “Maykop kültürünün ikinci dönemi Karadeniz kıyısından Taman’dan başlar, doğuda Çeçenistan içlerine kadar gider. Güneyde Abhazya ve bugünkü Gürcistan (Kolhide)’a kadar, kuzeyde ise Stavropol’a kadar gider. Bu büyük alanda Maykop’takilere benzer birçok eşya bulundu. Maykop kültürü Kafkasya bölgesinde doğup gelişti, ancak Anadolu’ya ait birçok özellik de taşıdı. Bu da Kafkasya ile Anadolu arasındaki bağlantının göstergesidir” diye yazmaktadır.262

Maykop uygarlığın ikinci bölümü olarak nitelenen Novosvobodnaya Uygarlığına İran’daki Tepe Hisar III. Uygarlığının etkileri olduğundan söz eden araştırmalar da bulunmaktadır.263

Arkeolog A. Semih Güneri konu ile ilgili görüşünü şöyle açıklıyor: „Yüksek Maykop Kültürü, tamamen Orta Asya Tunç Çağı kültürlerinin içeriğinde gelişen ve özgün Kafkasya stilini açık biçimde yaratmış bir yerli Kafkasya kültürüdür.“264

Arkeolog Bakiye Yükmen, “Anadolu Megalitleri” adlı eserinde, bu konuda şunları söylüyor: “Yapılan çalışmalar, Eneolitik dönemlerde Kafkasya bölgesinde iki kültürün yaşadığı ve bu iki kültür arasında ilişkiler olduğu ele geçen kültür belgelerinden anlaşılmaktadır. Bu kültürlerden biri tüm Kafkas ötesi (Trans-Kafkasya) Doğu Anadolu, Dağıstan, Çeçen-İnguş ve Kuzey Osetya’yı içine almaktadır.”265

İ.Ö. III. Binyılda Kafkasya bölgesinin sanayi ve ticaret merkezi durumuna gelen Maykop kentinde bakır ve tunç işleniyor; üretim bitişik bölgelere, oradan da daha uzak diyarlara sevkediliyordu. Örneğin, Güney Rusya bozkırlarına gönderilen çok çeşitli mallar, oradan da Avrupa’ya ihraç ediliyordu. Ticaret sayesinde çok zenginleşen Maykop şehrinde parlak bir uygarlık doğmuştur.

Ancak, M.Ö.III. Binyılın sonlarından itibaren otokton Kafkasyalılar’ın sosyal ve ekonomik yaşantılarında bir takım değişiklikler olmuştur. Önasya ve Mezopotamya ile olan ilişkileri oldukça gerilemiş, aralarındaki iletişim ve alışveriş azalmıştır.

M.Ö.II. Binyılda ise, “Katakomb Kültürü” sahibi toplulukların ortaya çıkması ile oluşan yeni “Kafkas Kültürü”nü yansıtan taştan, bronzdan ve seramikten üretilmiş çeşitli silah ve araç gereçler, Kuban ve Labe nehirleri kıyılarındaki Yetakbio, Kamılıkho, Zeyitho, Şecen ve Sihakkho köyleri çerçevesinde yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkmıştır.266

Bu dönemde, ölüler ilk defa düz olarak defnedilmeye başlandı. Kafkasyalılar büyük ve küçük baş hayvancılık dışında tarımla ve metoloji ile uğraşıyorlardı. Arpa, buğday gibi daneli tahılları biçmek için saf bronzdan yapılmış orak kullanılıyordu. Denizcilik ise önemli bir meslekti. Madenden yapılmış çeşitli araç gereçler, eskisi gibi Doğu Avrupa’ya ihraca devam ediliyordu.267

Aynı dönemde Maykop Uygarlığı içerisinde, Kafkas toplumunun gücünü sağlayan sanayi kollarından biri olan çömlekçiliğin de geliştiği, aynı eksene monte edilmiş ayakla çevrilen bir “düzen teker” biçimindeki çarklı çömlek tezgahının kullanıldığı anlaşılmaktadır.

Kafkasyalı çömlek ustaları, killi toprağa elleriyle istediği biçimi verdikten sonra (çanak çömlekleri), fırınlarda pişirirlerdi. Çok güzel şekil verilmiş bu boyalı eserler kısa sürede Yakındoğu’yu ve çevresini sarmıştır.

Uygarlığın özellikleri, Yakındoğu ve özellikle Mezopotamya Uygarlığı havasını vermektedir. Bu denli erken bir dönemde çömlekçi çarkının bulunmasını Mezopotamya Uygarlığının etkisi olarak nitelendiren araştırmacılar da bulunmaktadır.268

Pierre Rousseau, adı geçen eserinde, o dönemde “Mısır’ı, Ege adalarını, Mezopotamya’yı, Belucistan’ı, İndüs Vadisi’ni ve hatta Sarı Irmak’ı kapsayan geniş bir ticaretin varolduğunu düşünmemiz gerekir. ”der ve ilave eder: “İnsanlar, gerek eşek, sonradan deve kervanlarıyla, gerekse akarsuların akışlarına uyarak, deniz kyılarını izleyerek durmadan yolculuk ederlerdi. Yükleri de özellikle seramik eşyaydı. Buna, tohum, parfüm, deri, kumaş, sanat eşyaları, mermer, fildişi ve hızla gelişmekte olan madenciliğin yarattığı yeni ihtiyaç maddeleri de eklenirdi. ”269

Bu geniş ticaret ağı içerisinde, önemli bir konumda bulunan Kafkasya bölgesi çok farklı kültürlere mekan olduğu halde, sanatsal özünü mümkün olduğunca muhafaza edebildiiği gibi, çevre kültürleri de etkilemiştir.270

  1. 2. 2. TEKERLEK VE ARABANIN KEŞFİ

Aslında, maden işlemeciliği (metalurji)’nin gösterdiği aşama, çömlekçi çarkının bulunması yanında bir çok değişik üretim alanında da gerçekleşmekteydi. Örneğin, tekerlek. Tekerlek, tekniğin dönüm noktasıdır. Shepard B. Clougb’un, “Uygarlık Tarihi” adlı eserinde belirttiğine göre, tekerlek prensibinin icadı başlı başına büyük bir adımdır. Çünkü, kuvvet uygulamasında ve sürtünmenin azaltılmasında çok önemli yer tutar.271

Ancak, ne gibi bir ihtiyacın bu  icada yol açtığı kesinlikle bilinmemekle birlikte, Gen. Frugier’in ilginç ve inandırıcı varsayımına göre, Yontma Taş Çağı’ndan başlayarak insan, avladığı hayvan, kaya parçaları gibi şeyleri taşıma ihtiyacını duymuştur. Bu soruna çare ararken, kesilmiş bir ağacın yuvarlandığını, böylece taşımayı kolaylaştırdığını farkeden insanlar yüklerini iki ağaç kütüğünün üzerine koymayı akıl ettiler. İngiliz tarihçisi Maccurdy’ye göre, tekerleğin atası, tomar denilen silindir biçiminde dürülmüş kağıt ya da deridir.272 Bu gelişmeyi kazılar da doğrulamaktadır.

Arnold Gehlen de, adı geçen eserine, “Tekerlek ilkesi, sabit bir mihver etrafında dönme tabiatta yoktur. İnsan şüphesiz uzun zaman yüklerini yuvarlanan ağaç gövdeleri üzerinde çekmiştir. Ama bu tecrübeyle yapılan denemeleri sabit bir mihver etrafında dönme ide’sile tamallamak gerekti. Denemenin, sadece uyarttığı, ama yaratamadığı zekaya dayanan bir hipotezi olduğunu”273 belirtmektedir.

Genel olarak M. Ö. III. Binli yıllarda kabul edilen tekerin ilk olarak Orta Asya’da Alpin tipi Brakisefal insanlar tarafından kullanıldığı ve bundan göçlerle, Kafkasya üzerinden Anadolu, Mezopotamya ve Mısır, Avrasya üzerinden Avrupa’ya geçtiği bilinmekteydi.

Amerikalı arkeolog Speiser Gawrada, (M. Ö. 3000-2000) yılları arasındaki döneme ait kalıntılarda tekerleğe rastlamış, İngiliz meslektaşı Wooley de Ur’da yapmış olduğu kazılarda M. Ö. 2950 yıllarından kalma mezardan bir tekerlek çıkartmıştı. Yapılan kazılarda Sümer ülkesinde M. Ö. 3000’den kalma kızaklar ve arabalar çıkarılmıştır.274

Shepard B. Clough’un, adı geçen eserinde, “Tekerlekli arabaların, örneğin Mezopotamya’da M. Ö. 3000’de, Hindistan’da M. Ö. 2500’den önce, Girit’te M. Ö. 2000 yıllarında, Mısır’da M. Ö. 1600’de ve Çin ile İsveç’te M. Ö. 1000 yıllarında kullanılmaya başlandığını”275belirrtmektedir.

Taner Tarhan, adı geçen eserinde, “Dinyeper ile Aşağı Volga arasında uzanan geniş bozkırlardaki çukur mezarlar veya alçak kurganlarda ele geçen araba kalıntıları ve modelleri bozkır yaşantısını açıkça belgelemekte ve göçebenin ayrıcalıklı bir unsuru olan at ve arabayı göstermektedir. Bilindiği üzere, at, ilk defa Orta Asya’da ve kuzey yörelerinde alt paleolitik devirden itibaren ehlileştirilmiş ve Ural-Altay kökenli kavimler vasıtasıyla, sonraki devirlerde diğer bölgelere yayılmıştır.276

Hasan Basri Öngel de, “Türk Kültür Tarihinde Spor” adlı eserinde, “Araba ve araba çeşitleri, insanlık tarihi açısından çok erken dönemlerin aracı değil, ait olduğu, icat edildiği ve icat edilmesi gereken dönemin aracıdır. Bu dönem bu Türkler’le (Proto-Türkler’le) başlamıştır” diye söz etmektedir.277

Bahaeddin Ögel ise, “Türk Kültür Tarihine Giriş” adlı (9 ciltlik) eserinde, “Araba, Çin’de ve Orta Asya’da çok eski çağlardan beri bilinen bir taşıma ve nakliye vasıtası idi. Bazılarına göre, Çinliler, arabayı Mezopotamya ile Ön-Asya’dan öğrenmişti. Keşif, icat ve zeka, insanoğlunun bazı kesimlerine mahsus değildir. İnsanoğluna önem veren herkes nerede olursa olsunlar, insanların kendi ihtiyaçlarını karşılıyabilmek için, doğuştan gelen birşeyler yaratabilme kabiliyetlerini kabul etmek zorunda olduklarından”278 söz etmektedir.

Yapılan son arkeolojik araştırmalar ise, tekerleğin “Kura-Aras” uygarlığından önce M. Ö. 3500 yıllarında Kafkasya bölgesinde kullanıldığı ve buradan ilk olarak Çerkesya ile Ön-Asya üzerinden Mezopotamya’ya geçtiğini ortaya koymuştur. Cesetlerin araba ile birlikte mezara gömülmesi, arabanın ender ve saygı duyulan bir eşya olarak kabul edildiğini göstermektedir.279

1966 yılında yapılan kazılarda, Kafkasya bölgesinin merkezinde ve kuzeyinde M. Ö. 3500-3000’li yıllarda yapılmış olduğu belirlenen 23/25 adet araba bulunmuştur.280

Mezarlarda bulunmuş gerçek örneklerinin parçalarında, bu arabaların yapılarının ayrıntıları çıkarılabilir: G. Childe’a göre, “Tekerlekler birbirine sıkıca birleştirilmiş ve bakır mıhlarla (çivilerle) tutturulmuş deriden bir tekerlek çember ile bağlanmış üç masif tahtadan meydana geliyordu. Tekerlekler tek parça halinde, arabanın kasasına yalnızca deri sırımlarla tutturulmuş olabilecek dingillerle birlikte dönüyordu. ”281

Pierre Rousseau, bu konuda, “Tekerleğin icadını hemen arabanın izlediği kesindir. Bir çift tekerleği dingille birleştirmek ve buna demirsiz bir saban oturtmak işten bile değildir. Gerçekten de, M. Ö. 3000 yıllarının Sümer kalıntılarında rastlanan arabalar böyledir. Sürücüsü, iki tekerleğin arasına konmuş bir eyere, ata biner gibi otururdu. Bu taslak çabuk gelişerek dört tekerlekli bir araç oldu. Fakat henüz ön tekerlekler sabitti”282 demektedir.

Bahaeddin Ögel, adı geçen eserinde, “Tekerlek ile ilgili olarak da şunları söylüyor: “Eski Türkler’de Tegre, etrafı daire, çevre” demektir. Tekerlek, bir şeyin halkası ve çevresi anlamına gelirdi. Tekerlek ise, aynı kökten gelme, yani bir türemedir. ”283

İlk tekerleğin kızaktan ilham alınarak yapıldığı düşünülerek, bir metrelik tekerlek için 50-75 cm’lik ağaçlar gerektiği göz önüne alınır ve Mezopotamya ve Kafkasya bölgesi kaynakları karşılaştırılırsa, ilk tekerlek ve arabanın Kafkasya bölgesinde yapılarak kullanıldığı ortaya çıkar. Ayrıca, bölgede en eski arabanın karaağaç, meşe ve çam ağaçlarından yapıldığı görülmüştür. Bu durum ise ilk araba ve tekerleğin Kafkasya bölgesinde üretildiği tezini doğrulamaktadır.284

Maden işletmeciliğinin gösterdiği aşama sayesinde, tekerleğin geliştirildiği ve ağır yükler taşıyabilecek arabaların yapılabildiği anlaşılmaktadır.

Coğrafi ve fiziki yönden de bu tez kuvvet arzetmektedir. Kafkasya bölgesinde yük nakli için dört tekerlekli, insan nakli içinse iki tekerlekli arabalar kullanıldığı arkeolog Henri Blauqnot ‘un 1965 yılında bölgede yaptığı incelemede ortaya çıkmıştır.285

Bugünkü Dağıstan bölgesinin Hazar Denizi kıyılarında Brakey merkezinde yapılan kazılarda iki tekerlekli araba ve parmaklı tekerlek resimleri bulunmuştur. Bu gibi resimler enderdir. Bundan başka zahire saklamaya mahsus çukurlar, el değirmenleri, havan eli, çakmak taşından oraklar, ölülerle beraber gömülmüş hayvan kemikleri bulunmuştur.286

İnsan tarafından gerçekleştirilen tekerlek ve benzeri buluşlar, zeka ve ruhla doludurlar, hiçbir zaman sadece tabiatın bir taklidinden ibaret değildirler. Bunlar tecrübe ile bulunmuş olan olayların, hayalgücü ile tamamlanmalarından meydana gelmişlerdir.

 

  1. 2. 2. DOKUMACILIK

 

Bu dönemde, yalnız yiyecekler değil, giyecekler de değişmişti. Uzun süreden beri insanlar artık deri ve postlara bürünmüyorlardı. Tarlalarda rastlanan bazı yabani bitkilerin (keten, pamuk gibi) liflerinden iplik bükmenin mümkün olduğunu anlamışlar, böylece kumaş dokuma yöntemlerini keşfetmişlerdir.287

Daha önce değinildiği gibi, Neolitik dönemlerden itibaren incelikli bir mekanizma olan dokuma tezgahlarını kullanan Kafkas kadınları, evcilleştirip ağıllarda besledikleri hayvanların kıllarından ve çevrelerinde yetiştirmeye başladıkları sözkonusu bitkilerin liflerinden örekleriyle eğirdikleri ipleri dünyaca meşhur dokunmuş bezler (kumaşlar) haline getirmişlerdir.

Kafkasya bölgesinde, özellikle Kuban havzasında yüzyıllardan beri dokuma sanayinin var olduğu, Maykop Kraliyet Anıtsal Mezarlarda yapılan arkeolojik araştırmalarda kesinlik kazanmıştır.

Maykop dışında, Meşoko ve Nalçık mezarlarından çıkarılan giysiler keten ve yündendi.288

 

  1. 3. KEÇECİLİK

Birçok araştırmacı keçenin tekstilin ilk ürünü olduğu görüşünde birleşirken, Bahaeddin Ögel, adı geçen eserinde, “Keçe ve keçeciliğin  dünyanın her kültür çevresinde görülen bir gelenek olmadığını, keçeciliğin doğabilmesi için o yörede hayvancılık ve koyunculuğun gelişmiş olması yanında, keçeden yapılmış ev eşyaları ile giyimlerin üretimini gerektiren soğuk bir iklim ve hava durumu gibi önemli hususların oluşması gerektiğine işaret etmektedir.289

M.Ö. IV. III.  Binli yıllarda, Avrasya bozkırlarından kopan kadim kurgan kültür taşıyıcıları (Proto-Türkler), aynı hususiyetleri havi Kafkasya bölgesinin kuzeyinde uzanan geniş bozkırları yurt edinirken, beraberlerinde getirmiş oldukları “Tepme Keçecilik” sanatının290, bu topraklarda yaşayan Proto-Kafkasyalıların kültürünü bir şekilde etkilediği anlaşılmaktadır.

Erol Yıldır, “Kafdağı” dergisinde yayınlanan “Anadolu’da Yaşatılan Kafkas Sanatı Göksun Yöresi Çeçen ve Avar (Kafkas Avarı) Keçeleri” adlı makalesinde, “ İnsanoğlu tarafından ilk kez nerede ve nasıl yapıldığı bilinmeyen keçe sanatının göçebe toplumlarca ve küçükbaş hayvan yetiştiren yerleşik toplumlarca sıkça kullanılması ve fonksiyonel özellikleri (yalıtım dahil) sebebiyle insanlar için vazgeçilmez bir meta olduğunu” belirtmektedir.291

Aynı makalede, geleneksel Kafkas kültürünün özgün özellikleri taşıyan Kafkas yaygı keçelerinde, diğer kurgan kültür taşıyıcılarından farklı olarak, enkrüste tekniği uygulanmakta olup, Çeçen halkı tarafından “Gorz İsting”, Kafkas Avar dilinde ise “Burtina” olarak adlandırıldığından söz etmektedir.

Diğer taraftan, Kurgan Kültür Taşıyıcılarında (Proto-Türkler) “Kepenek” olarak adlandırılan ve tepme keçeden yapılmış giysi çobanları simgeleyen bir giyecek özelliğini taşımış, araştırmacı Cavidan Başar Ergenekon’a göre, “Kepeneği olan kimse ıslanmaz, gemli at koşarılamaz” cümlesi ile Türk ata sözleri arasına girmiştir.292

Kafkasyalılar da ani hava değişikliklerinden korunmak, rüzgarı, yağmuru, tozu önlemek amacıyla bu giysiye (yamçı) gerek duydukları gibi, komşu uluslarda da aranır hale gelmiştir.

İmalatında iyi kalitede koyun yünü ve keçi kılı kullanılan yamçı, Kafkasyalıları tabiat şartlarından koruyan çok önemli bir giysidir.

Musa Ramazan, “Dağıstan ve Laklar” adlı eserinde, “Nerede iyi cins yün veren koyun yetiştiriliyorsa, yamçı imalatı orada yapılmaktadır. Yamçı imalatı çok zor bir çalışmadır, beceri, ustalık ve güç ister. ”293 diye söz etmektedir. Yamçı, Kafkasya bölgesinde dış yüzü koyun postu görünümünde tüylü ve keçe gibi tüysüz olmak üzere siyah renkte ve iki tür üretilmektedir. Tüysüz yani kepenek türü yamçılar daha ziyade bugünkü Krasnador ve Stravropol gibi hayvancılığın yaygın olduğu Kafkasya’nın kuzeyindeki geniş bozkırlarda kullanılmaktadır.

Ancak, kepeneğin aksine Adıgeler’de “Şakue” diye adlandırılan Kafkas yamçısı Çeçenler’de “Vört”, Dağıstan bölgesinde Laklar tarafından “Burka” diye adlandırılır. Doğa şartlarından biniciyi olduğu kadar,biçimde bozkır kavimlerinin uyguladığı gibi, hayvan kıllarından dövülerek yapılır. Genellikle siyah olur. Bunlar kepeneğin aksine, daha hafif ve sağlam olurlar. Dış kısmında, yağmurun giysiyi şişirmesini ve özellikle yağmurun iç kısmına geçmesini engellemek amacıyla kıllar doğal olarak bırakılırken, içi keçeleştirilir. Boyun kısmında kişinin sosyal durumuna bağlı olarak çeşitli tutturulmaklılarla iki yakasından birbirine tutturulur. Yamçı, kepeneğin aksine biniciyi ve atı çok koruyacak biçimde etek kısmı pelerin gibi çok geniş dikilir.

Kafkas insanın vazgeçilmez giysisi olan yamçı “Erkeğin ilk evi yamçısı, ilk silahı da kamasıdır” cümlesi ile Dağıstan bölgesi atasözleri arasına girmiştir.294

Bahaeddin Ögel, “adı geçen eserinde”, Keçe, eski Türklerin günlük hayatlarının her yönüne girmiştir. Örneğin, keçeden üretilen şapka veya külahlar da Türk kavimlerinin yaygın bir başlık modası idi” diye belirtmektedir.295

Aynı tür başlığa Maykop Kraliyet Anıtsal Mezarda yatan kralın başında tesadüf edilmiştir. Novosvobodnaya (Çarskaya) Mezarda gömülü bulunan kral gibi, başındaki başlık uzunca ve keçeden yapılmış, dönemin modasını aksettirmekle birlikte, Kafkas kültürünün özelliğini taşıyan bu başlık, taç şeklinde altın ve kıymetli mücevherlerle süslü olduğu anlaşılmaktadır.296

Ayrıca, Novosvobodnaya Anıtsal Kraliyet Mezarlığındaki ikinci mezar içinde ise, gümüş gerdanlığıyla birlikte bir ceset, tüylü yüzü dışa dönük şekilde bir kürk paltoya sarılı olarak bulunuyordu. Bu paltonun altında siyah çizgili deve yününden üretilmiş bir yamçısı vardı. Bu yamçının altında kenarları morumsu kırmızı renk ile çevrelenmiş keten bezinden bir elbise parçası bulunuyordu.297

Met Çunatuko İzzet, adı geçen eserinde, “Morgan’ın araştırma ve açıklamalarına göre, söz konusu dokumanın hemen bütünüyle yünden üretildiğini” belirtmektedir. Ayrıca, “Kafkasyalılar’ın ekonomi düşüncesinin varlığına en büyük kanıtın, her tür ulusal gereksinimlerinin tümüyle kendileri tarafından yapılıp hazırlanmakta olması ve ulusal sanayilerine daima rağbet etmelerinden kaynaklandığını”298 belirtmektedir.

Neolitik dönemden beri Maikop Kraliyet Anıtsal Mezarlarında bulunan söz konusu nadide kumaş ve keçe parçalarını üreten Kafkasyalılar’ın kaybolmaya yüz tutmuş dokumacılık ve keçecilik ile kürkçülük sanatlarında ne kadar ileri gitmiş ve ustalaşmış olduklarını açıkca ispatlamaktadır.

Musa Ramazan, son yıllarda Amerika, İngiltere, İsviçre, Almanya ve hatta diğer ülkelerden araştırmaların kaybolmaya yüz tutmuş olan bu eski sanatları yerinde görmek ve incelemek için Kafkasya’ya geldiklerinden söz etmektedir.299

 

  1. 4. MADEN İŞLEMECİLİĞİ (METALURJİ)

Kuban vadisinde Maykop ve Novosvobodnaya Kraliyet Anıtsal Mezarladaki kral ve kabile liderlerinin mezarlarındaki göz kamaştırıcı güzellikte figüratif hayvan motifleri ile süslenmiş çeşitli altın ve gümüş eşyalar, gümüş vazolar yanında altın, turkuaz ve akik taşından yapılmış çeşitli boncuklar, gümüş gerdanlıklar ve diğer metaller üzerindeki işlemeler, Kafkasyalılar’ın dokumacılıkta olduğu kadar metal işlemeciliği ve dökümcülüğünde de ulaştığı yüksek düzeyi ispatlayan sanat delilleri teşkil ederler.

Ekrem Akurgal, “Anadolu’ya (M. Ö. 2200-2000) tarihleri arasında göç eden ilk Hitit boylarının, yerli Hattili sanatçılara yaptırdıkları altın ve gümüş eserlerin Maykop eserleri ile olan benzerlikler göstermesi, Hititlerin Anadolu’ya Kafkasya yoluyla geldikleri varsayımı ile güzel bir uyum içinde olduğunu (Kafkas kökenli) Hattiler’den aldıkları zengin kültür mirası ile dünya tarihinin en ilginç ve özgün uygarlıklardan birini (Hitit Uygarlığını) yaratmış olduklarını belirtmektedir.”300

Kuban vadisindeki Kraliyet Anıtsal Mezarlar dışında kalan diğer açılmış, örneğin Strowys Kastrovskaya’da bulunan mezarda çeşitli altın ve gümüş eşyalar ve gümüş bir kabın içinde değerli boncuklar da aynı döneme aittir.

Ekrem Akurgal, “Anadolu Kültür Tarihi” adlı eserinde şöyle söylüyor, “Hind-Avrupalı bir uygarlık olması gereken (?) Güney Rusyadaki Maykop Uygarlığında Anadolu’da Horoztepe ve Mahmatlar’da gün ışığına çıkarılan alemlerin yakın benzerleri bulunmuştur. Söz gelimi Alacahöyük’te ele geçen bir gümüş kabın kenarında yürür durumda tasvir edilmiş dört hayvan heykelciği R. O. Arık’ın belirttiğine göre, Maykop Kaplanı (gümüş vazolar) üstündeki yürüyen hayvanları andırmaktadır. Aynı yürüyen hayvancıklar motifi Horoztepe Sistrumlarının kenarlarında da görülmüştür.”301

İsmail Berkok ise, adı geçen eserinde, Maykop Kurganında tesadüf edilen söz konusu iki gümüş kabın yalnız ilmi kıymeti değil, aynı zamanda didaktik bir nitelik taşıdığından çok önemli olduğuna değinmekte, “asıl önemli olan hususun, Kafkasya’da ortaya çıkmış ve Kafkasya’ya ait olduğu saptanmış olan arkaik gümüş kabın üzerinde adeta Mezopotamya’nın haritasını andıran resmin, ya Kafkasyalılar’ın aslen güneyden (Mezopotamya’dan) geldikleri hatırasını yaşatmak veyahut Kafkasya ile Mezopotamya arasındaki etnik veya kültürel herhangi sıkı bir ilişkiyi temsil etmek maksadıyla M. Ö. 3000 yıllarında yapılmış olduğunu kabul etmek lazımdır. Buna başka türlü bir anlam vermek mümkün değildir”302 diye söz etmektedir.

Aslında, Ekrem Akurgal ve İsmail Berkok’un Maykop Kraliyet Anıtsal Mezarda bulunan iki adet antik gümüş kabın üzerinde gördükleri şekiller Kafkasya bölgesinde kullanılan en eski “piktografik” yani resim yazısından başka bir şey değildir.

Kalkolitik dönemdeki gelişmeleri en sonunda yazının keşfi izledi. Yazıyla birlikte, kimi hammadelere olan gereksinimle ilgili olarak ticarete duyulan büyük ilgi, önceki dönemlerin dışa fazla açılamayan izole kültür geleneğine son verdi. Ülkelerin birbiriyle ilişkisini güçlendirdi. Böylelikle yeni dönem başlamış oldu. Bu yeni dönem daha iyi örgütlenebilen toplumların dönemi oldu. 303

toplumsal süreçler oluşmuştur. Bunların en önemlisi Kafkasya’nın güneyinde etkisini hissettiren “Kura-Aras” kültür ağının çözülmesi idi. Daha küçük boyutta olmak üzere açıkca tanımlanmış ve tolumsal olarak tabakalanmış ve beylik türü bir takım birimler gelişmiştir.304

Maykop kurganlarının gömü toplulukları, gelişmiş bir toplumsal tabakalaşmayı ve artan bir merkezi otoritenin varlığını göstermektedir.305

Örneğin Nalçık kurganların çok sayıda mezarları muazzam bir mezar tepesi altında toplanmış, her tarafta aynı derecede fakir olarak ve uzuvları gruplar halinde açıkca eşit seviyeden olan büyük bir klan topluluğu örneği verirken, Kuban grubun dört mezarı, bir taraftan cesetlerin yanlarındaki eşyaların zenginliği, diğer taraftan insanların da onlarla beraber gömülmesi asilzadeliğin yüksek derecede gelişmiş olduğunu göstermektedir.306

Burada, sadece Ön Asya ticaretini, hayvan yetiştiren ve çift süren kavimlerin hayatında ekonomi faktörü olarak yetiştirdiği klan reisinin birdenbire yükselen hakimiyeti görülmektedir. Ön Asya ile ticaret ilşkilerininin devam ettirilmesi, Kafkasya’yı Anadolu’nun bakır devirdeki şehir prensliğine ve şehir krallığına eşit bir gelişmeye doğru götürmüştür.307

Merkezi iktidar saygınlığını Kraliyet Anıtsal Mezarlarının yapımı ve maddi iktidar simgelerini etkileyici biçimde biriktirmek yoluyla dayatma eğilimindedir. Bu simgeler içinde özellikle Batı Asya ve Elam’dan uzun mesafeli ticaret yoluyla elde edilmiş önemli saygınlık malları bulunmaktadır.308

Hiç şüphe yok ki, Maykop Kraliyet Anıtsal Mezarındaki Kral Lim= Güçlü Kralın, Alim Farnakovski’nin dediği gibi, sağlığında kullandığı bu eski Aşvi haritasındaki yazı Aşvi dilinde eski Kafkas yazısıdır. Bu gümüş kap Kralın zati eşyalarından biriydi. Bundan dolayı, öldükten sonra maddi iktidar simgeleri ve çeşitli eşyalarla birlikte ona sunulduğu anlaşılmaktadır.

Maykop kültürü topluluklarının yerleşimlerine, mezarlarına, inançlarına bakıldığı zaman kendi içlerindeki toplumsal yapıları, arka planları ve geçmişleri gün yüzüne çıkmaktadır. Yerleşim yerleri genellikle ırmak kıyıları ve aynı zamanda korunaklı bölgelerdir. Bazıları ise kale içlerinde yaşamakta idiler. Söz gelimi, Meşoko bölgesi 150 mt. genişliğinde 4 mt. kalınlığında duvarlarla çevriliydi. Oturdukları evler ahşaptan ya da çittendi. 12 x 4 ebatlarında evler vardı. Geçim kaynaklarrı hayvancılıktı. Atı eğerlemişlerdi ve binek hayvan olarak kullanıyorlardı. Hayvancılık kadar olmasına rağmen tarım da gelişmişti. Maykop kültürü insanı çamurdan araç gereç yapmakta oldukça ustalaşmıştı. Yün ve kumaş işlemesi oldukça gelişmişti. Meşoko ve Nalçık mezarlarından çıkarılan giysiler ketenden ve yündendi. Metal ustalığı ilerlemişti. Maykop kültürü halkı ürettiğini Doğu Avrupa’ya da satabiliyordu.309

Maykop kültürü insanının inanç sistemine de yeni ögeler girmeye başlamıştır. İnançlarında kozmik ögeler de yer bulmuştur. Mezarlarını, güneşi sembolize edecek şekilde daire şeklinde çevreliyorlar, mezar duvarlarnı ise yarım ay şeklinde yapıyorlardı. Bereket Tanrıçasını sembolize eden bir çok kadın heykeline de rastlanıyor. Altından, gümüşten, çamurdan yapılan boğa heykelleri ritüelleri de kullanılıyordu. Bereket getirdiklerine inanılıyordu.

Maykop kültürü insanları ataerkil bir toplum yapısına sahiptiler. Ataerkil döneme, yani erkek egemen topluma geçişle maden işçiliğinin ve hayvancılığın önemli hale gelmesi sağlanmıştır. Toplumsal farklılaşmalar ve sınıflaşma başlamıştır. Üretimi korumak için Meşoko gibi etrafı çevrili şehirler kurulmuştur.

Sahip olunan hayvanlar ve eşyalar zenginlik göstergesiydi. Misost tepesindeki kral mezarından 2500 altın ve gümüş eşya çıkarıldı. Bunlardan çoğu Anadolu’dan gitmişti.

Maykop kültüründe kölelik başlamıştır. Köleliğin başlaması Anadolu’daki toplumlarla ilişkinin sonuçlarından biridir.310

Arnold Gehlen, adı geçen eserinde, yüksek kültürün ilkin kutuplarda yahut tropik bölgeler yerine, mütedil iklimlerde doğmasının, insanın orta halli şartlara göre ayarlanmış bir varlık olmasından kaynaklandığına değinerek, “yüksek kültürün aşağı yukarı 5000 yıl önce Mısır’dan başlayıp Suriye, Türkiye ve Kafkaslar üzerinden geçerek Mezopotamya’ya kadar uzanan Mümbit Hilâl (Verimli Yarımay)” içinde doğduğunu ve bütün öteki kültürlerin ihtimal ki bu ilk kültürün devamı olduklarını belirtmektedir.311

 

  1. 3. ÇERKESYA BÖLGESİNDE KULLANILAN EN ESKİ YAZI VE DİLİ

Düşüncenin bir takım işaretlerle anlatımı demek olan yazı, beşeriyetin (insanlığın) en büyük buluşlarından birisidir.

Yazı, insanların birbiriyle iletişim kurmak için kullandıkları, dil denen sistemi belli işaretlerle belirleyen ikinci bir sistemdir. Yani, yazı sözün resimlendirilmiş biçimidir. Buradaki resim sözcüğü elbette bildiğimiz resim anlamında değil, daha çok “şekil-biçim-simge” anlamında kullanılmıştır.312

Yazı, alfabe denen ve seslerin yerini tutan işaretlerden oluşur. Örneğin bir P, S ya da D harfi gördüğümüzde, her harfin belirli bir sesi vermek için kullanıldığını biliriz. Bu harfleri bir sözcüğün içinde gördüğümüz zaman da o sözcüğü söyleyebilmek için hangi sesleri çıkarmamız gerektiğini anlarız.313

  1. 3. 1. YAZININ TARİHİ

Tarih, bundan beşbin yıl kadar önce yazının icadı ile başlatılır. Ondan önceki Prehistorya’dır. Tarih öncesinde insanoğlu, fizyolojik evrimini tamamlamış olarak binlerce yıl sözlü kültürler içinde (konuşarak) yaşadı, taştan ve madenden kendine araçlar yaptı, avcılık ve toplayıcılıkla beslenme gereksinimlerini karşıladı vb.314

Dil, bir simgeler sistemidir. Bir takım sesler bir takım anlamlara gelir. Yazı, bu simgeleri simgeleyen bir üst sistemdir. Başlangıçta, hepsi resimyazı (Pictograph) niteliğindeydi. Zamanla bu işaretler soyutlaştırıldı. Bir kavram ya da düşünceyi temsil eder oldu (Lologlam). Eskiden beri Çin yazısına (Ideogram) denmesi de, bu anlama geliyor. Giderek, işaretlerin ses değerleri kullanılmaya başlandı. Fonetik harfler (alfabe) sistemine geçilmeden önce, ses değerleri heceler halinde yazıldı. Bir süre düşünce/resim ve ses işaretleri birlikte kullanıldı. Sonunda, her biri ayrı bir sesi temsil eden harflerde karar kılındı 315.

  1. 3. 2. EN ESKİ BELGE

Dünya’da, şimdilik bilinen, eski yazılı belgeler bugünkü Irak’ın güneyindeki eski Sümer kenti Uruk’ta (Modern Warka), Sümerlerin aşk ve savaş tanrısı İnanna’ya adanmış bir tapınaklar kompleksi olan Eanna külliyesinde bulunmuştur. Yaklaşık olarak M. Ö. 3300’lere tarihlenen bu belgeler, üstünde resimsel işaretler olan kil tabletlerdir.316

Kafkasya bölgesinde, şimdilik bilinen, en eski yazılı belgeler Maykop Anıtsal Kral Mezarında ortaya çıkan çeşitli eserler arasında yer alan ve M. Ö. III. Binyıl ortalarına tarihlenen iki adet gümüş kabın üzerindeki resimsel şekiller oluşturmaktadır.

 

  1. 3. 3. PICTOGRAFIQUE YAZI

İlk yazı, görünen, bilinen, maddi şeylerin resimleri yapılmak suretiyle başlamış, yavaş yavaş maddi olmayan fikirlerin de ilgili bulunduğu maddi şeylerin resimlerle anlatılmaları yolu tutulmuştur. Yazının ilk şekline pıctografıque yani resim yazısı denilmektedir.317

Resim yazısı, Çin yazısında olduğu gibi, kelimeleri, diğeri Sümer yazısındaki gibi, heceleri ifade etmek üzere iki şekilde ortaya çıkmıştır.

Çerkesya’da kullanılan yazı, müteakip kısımda görüleceği üzere, menşe itibariyle Pictografya’dan yani fikirlerin resimsel olarak şekillendirilmesi ve sembolik sahnelerle ifade etmekten ibaret olan iptidai bir sistemden çıkmıştır.

Çerkesya’da kullanılan dil, iltisaki (bitişken) yani kelimeleri hecelerin birbiriyle birleşmelerinden meydana gelmiş olmak itibariyle, resimsel şekillerden oluşan yazı usulüne uygun bir dildir. Bu dilde kelimeler ekseriya tek heceli olmakla beraber, bazen bir çok heceden meydana gelebilirdi. Bu heceler ayrı ayrı okundukları zamanlarda ekseriya maddi eşyaya ait isimleri ifade ediyorlardı.

 

  1. 3. 4. EN ESKİ PICTOGRAFIQUE KAFKAS YAZISI

Rus Filolog G. F. Turçaninov’un keşfettiği ve M. Ö. III. Binyıl ortalarından M. S.  IV. Yüzyıl arasındaki dönemde otokton Kafkaslılar tarafından kullanılan en eski resim yazısını, meşhur Maykop Kraliyet Anıtsal Mezarında ortaya çıkarılan çeşitli eserler arasında yer alan söz konusu iki adet gümüş kabın üzerindeki şekiller oluşturmaktadır.

  1. F. Turçaninov’un Suriye’de basılan “Kafkasya’da bulunan antik eserlerin keşfi ve yazılarının çözümlenmesi” adlı değerli eserinde, iki gümüş kap üzerindeki şekiller resimlendirilmiş sözcük dizisinden oluşan bir resim yazısıdır” denilmektedir. Aynı yazar, “Bu yazı, beş bin yıldan daha fazla zamandan beri, bugüne kadar bir şekilde bilinegelen Kafkas Aşvi dili ile yazılmıştır.”

“Bu yazıları yazanlar bugün Kafkasya( Çerkesya ) bölgesinde otokton Kafkas dillerini konuşan Abaza,Adige ve Vubıhların ataları olup, avcı, hayvan yetiştirici, denizci ve gerçekten da uygarlaşmış bir kavim (toplum) idiler”318 diye söz etmektedir.

 

RESİM YAZILARININ TERCÜMESİ

Tablo XXIX. ’da yer alan iki gümüş vazodan, birinci kabın üzerindeki şekillendirilmiş sözcük dizilerinden oluşan resim yazısının yayılmış şeklini gösteren haritanın deşifresinde, sanatkârın Aşvi insanlarının yaşadığı ülkenin dilini (Aşvice) kullanarak kabın,

Boğaz kısmına: “Şaraa Zama (a) Şa Gaı Nı” yani “Yazıları olan Aşvilerin Ülkesi”.

Gövde kısmına: “Sazıha Lım Şı Tsa Je” yani “Arslan Kral Sadz, güçlü Açba ailesindendir. ”

Alt (taban) kısmına: “Abı Ha Yıpa Ğaş Yışayıt” yani “Bunu Ha oğlu Giyatş yaptı. ”

Anlamlarına gelen cümleleri resimlendirilmiş sözcük dizeleri halinde gümüş kabın üzerine nakşetmiştir.3109 (XXX. Nolu tabloya bakınız.)

  1. F. Turçaninov, Kafkasya bölgesinin adeta haritasını gösteren bu resmi deşifre ederken: Kafkas dağlarından çıkan nehirlerin Kuban ve Terek olduğunu, Alim Farmmakovski’nin görüşlerini de dikkate alarak detaylı bir şekilde açıklamıştır.

İkinci kabın üzerindeki şekillendirilmiş sözcük dizilerinden oluşan resim yazısının yayılmış şekli ise, XXXI. no.lu tabloda gösterilmiştir.

Üzerindeki şekillendirilmiş sözcük dizilerinden oluşan resim yazısının deşifresinde ise, sanatkârın aynı dili kullanarak “Ha Psa Bğab. Psa Zağa Yıbğab” yani “Burada Kralın ruhu bulunuyor. Ruhu çalan kimse lânetlidir ” anlamına gelen cümleleri sözcük dizileri şeklinde gümüş kabın üzerine nakşetmiştir.320

  1. 3. 5. EN ESKİ KAFKAS (AŞVİ) HECE YAZISI

Yukarıda da değinildiği gibi, G. F. Turçaninov’un keşfettiği ve M. Ö. III. Binyılı ortalarından itibaren otokton Kafkaslılar tarafından kullanılan en eski Pıctografıque (resim) yazısı dışında, ayrıca Kafkasya’da geliştirilen kendilerine has damga ve hecelerden oluşan yazıda da Aşvi dili kullanılmıştır.

Tablo XXXII.’de yer alan üç adet yazıtta, ülkelerinde kullanılan kendilerine has yazıdan da söz edildiği dikkate alındığında, Kafkas dillerinin hepsinde yazı, bilgi, öğrenme ve okuma konuları ile ilgili kelimeler mevcuttur. Yazısı olmayan bir dilde “Yazmak”, “Okumak”, “Öğrenmek” kavramlarının yerleşip yaşaması anlamsızdır.

Söz konusu yazı şekillerinin aslı, M. Ö. 7/6 binlerde Asya’dan gelen “İsubÖg” damga yazı şekillerinin Kafkasya bölgesinde toplumun bünyesine göre zaman içerisinde geliştirilmesi neticesinde ortaya çıkmıştır. Eski Aşvi yazı şekilleri için ek XXXIII.Nolu tabloya bakınız.

Kâzım Mirşan, yazının Kafkasya bölgesindeki “Issub Ura Bill” Federasyonu sayesinde Mezopotamya’ya kadar yayldığını belirtmektedir.321

Nitekim, George Poisson, “Avrupa’nın İskan Tarihi” adlı eserinde, “Kuzey Kafkasyalılar’ın Ansan’a ve oradan da Mezopotamya yoluyla Mısır’a bir çok medeniyet unsuru ile birlikte yazıyı da götürdüklerini” yazar.322

  1. W. Ceram, “Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler” adlı eserinde, “Çivi yazısını icat edenler Babilliler ve Asurlular olmazdı, aksine başka bir millet çok büyük bir ihtimalle Sami olmayan, doğunun yaylalarından gelen, fakat varlıklarını o zaman kadar hiçbir buluntunun ispat edemediği bir millet bu yazıyı bulmuştur. ”323 der. Bu ifadenin biraz da Kuzey Kafkaslılar’ı ima ettiğini Kafkasolog B. Ömer Büyüka, “Kafkas Kaynaklarına Göre İlk Yaratılışlar-İlk İnsanlık Kafkasya Gerçekleri” adlı eserinde belirtmektedir.324

Rus Filolog Prof. G. F. Turtçaninov’un keşfedip deşifre ettiği Aşvi dili ve yazı şekilleri aksi ispatlanıncaya kadar Kafkasya tarihinde ilktir.

Kafkas Aşvi dilinin büyük önemini belgeleyen bir husus uygarlık tarihindeki işlevidir. Örneğin, Eski Trake (Şerake)ler, Hitit (Hatti)ler gibi uygarlık yaratan ve yayan otokton Kafkaslılar’ı günümüze değin yaşatan dilleri, övünç kaynağı olan tarihin bir bölümünü teşlik etmektedir.

Aşviler, Kafkasya bölgesinde otokton “Kafkas Dilleri” konuşan bütüninsanların ataları olup, avcı, hayvan yetiştirici, denizci ve gerçekten de uygarlaşmış bir kavim (toplum) idiler.

Karadeniz ile Hazar Denizi arasında yaşayan bütün Kafkasya halklarının dilbirliği içinde bulundukları anlaşılmaktadır.

Dilbilim uzmanı J. C. Catford’un araştırmasına göre, günümüzden 10-15 bin yıl önce Taş Devri yüzyıllarında bugün tam olarak saptayamadığımız bir zaman dilimi içinde (Aşvi dilini doğuran) bir anadilin yaşamış olması gerekir.325

Söz konusu Aşvi hece yazısı dışında M. Ö. V.- IV. Yüz yıllar arasında Sindiler (Çerkesler) arasında Yunan harflerinden yararlanılarak yapılan bir “Çerkes Yazısı” kullanılıyordu. Bunula ilgili detay bilgi,  (4. 2. 3. Meot kavmini oluşturan kabileler) başlığı altındaki kısımda verilmiştir.

 

 

 

 

 

  1. TUNÇ ÇAĞINDAKİ GELİŞMELER

 

Maykop ve Kura-Aras Uygarlıklarının bir devamı olan Tunç Çağı, yerleşik hayatın önceki buluşlarına (Tarım, çömlekçilik, dokumacılık, maden işçiliği, geometrik sanat. . .), daha etkili silahların yapılması, taş ve ağacın daha iyi kullanılmasını sağlayan değişik ve çeşitli aletlerin ortaya çıkmasını ve daha ince süs eşyaları ve mücevherler yapılmasını mümkün kılan bakır ve kalay alaşımı eklendi.326

Tunç alaşımı çok eskiden beri doğuda biliniyordu. İlk devirlerde tunç (bronz), bakır ve kalay metallerinin karıştırılmasıyla değil de doğrudan doğruya bu iki metali yapısında bulunduran cevherlerden elde edilmekteydi.

Georges Poisson, “Avrupa’nın İskan Tarihi” adlı eserinde, “Tuncun kullanılması, bakır yataklarından da, çok daha nadir olan kalay yataklarının bilinmesine bağlıdır. Tunç alaşımının keşfi, her iki maddenin birlikte bulundukları bölgelerde meydana gelmiş olmalı. Bu şart ise ancak Kafkasya, Bohemya, İspanya ve Cornovaille’de gerçekleşebilir. Yalnız Kafkasya bölgesi, doğu imparatorluklarında tuncun niçin çok erken ortaya çıktığını açıklayabilir327 diye söz etmektedir.

Gerçekten, Kafkasyalı bakır dökümcüleri, önceleri bu maddenin saf olmadığı, özellikle içinde arsenik bulunduğu zaman daha dayanıklı olduğunu keşfetmişlerdir. Daha sonra bakırı (%10) oranında kalay madeniyle karıştırmak suretiyle tuncun alaşımını keşfetmişlerdir. Bu da onların karmaşık bir üretim teknolojisinde ne kadar ileri düzeyde uzmanlaştıklarını göstermektedir.

Gerçi Kafkasya bölgesinde tunç yapımı için gerekli ana hammade olan bakır, kalay ve çinkodan yalnızca bakır madeni bol olarak bulunmasına karşın, diğerleri ve özellikle kalay bakımından çok kıt kaynaklara sahipti.328

Ancak, yapılan analizler, Kafkasya bölgesinde ilk önce bakırın kurşun, bizmut, arsenik, antimum gibi çeşitli maden ve yarımaddelerle karıştırılarak kullanıldığını göstermiştir. G. Poisson, “Bu maddelerin az miktarda kullanıldıkları zaman curuf (pislik) mahiyetini aldıklarını, fakat bazen döküm tekniğini bilen Kafkasyalı döküm ustalarının bunu bilerek kullandıklarını, kalayın ise bu maddelerin arasında az ölçüde olmak üzere yavaş yavaş ortaya çıktığını”329 belirtmektedir.

Bugün, Kafkas sıra dağlarının bütün kuzey ve güney yamaçları, o dönemden kalan maden ocaklarının söz konusu artıklarla dolu olması, bu hususu teyid etmektedir.

Kalay ve bakırın alaşımından oluşan hakiki tunç (Çince Tungdzu) Kafkasya bölgesinde, ancak III. Binyıl sonlarında, çevre bölgelerle olan mal takasına dayanan ticari ilişkiler sonunda yeterli miktarda temin edilen kalay madeni ile gerçekleşmiştir.

Kafkasya’da tunç (bronz) uygarlığı, kalkolitik dönem sonunda, maden yataklarına yakın olan Nalçık Petigorsk (Psıkhuabe), Kislovodosk ve Ulsrii’de ile Nalçık yakınındaki Solomenka, gibi yerleşim alanları arasında olan Kuban havzasında M. Ö. 2200 yılında gelişmeye başladı ve çok kısa bir düre içinde tüm Kafkasya bölgesine yayıldı. Ancak, Tunç madeninin alet ve kap yapımında kullanılması (M. Ö. 1800-1200) yıllarına tesadüf etmekte olup, Kafkas Bronz Uygarlığı bu yıllarda en parlak devrini yaşadı.330

  1. Ö. II. Binyılın sonunda, Bronz Çağının açıklandığı dönemde, Kafkasya bölgesi en geniş metal üretim merkezlerin biriydi. Bronz parçacıklarından yapılan göz alıcı sanat eserleriyle ünlü Kuban kültürünün asıl çıkış noktası Kafkas dağlarının meyilli etekleri ve bu eteklerin kuzey bölümleridir.331

Bazı bilim adamları, İlk Tunç Çağının kuşkusuz Asya’da ortaya çıktığı ve buradan, tarih öncesi zamanlarda yaşanmış olan göçlerle Avrupa ve Önasya’ya geçtiği hemfikrindeler.332

  1. Şemseddin Günaltay’a göre, Buzul devrinin sonlarında, Orta Asya’dan (Ural-Altay bölgesinden) hareketle batı Avrupa’ya göç eden Tip Alpin brakisefal Altaylılar, mütecanis olan Paleolitik Avrupa’sına yeni bilgi ve görgüleri birlikte götürmüşlerdir. Bunlar Avrupa’ya geldiklerinde buranın dolikosefal halkı, henüz Paleolitik ve Mezolitik devrini yaşıyorlardı. Avrupa’da Neolitik dönem sürecinde görülen “palefit kültürü” Orta Asyalı brakisefal insanların eseridir.333

Palefit kültürünü yansıtan 40 bin kazık üzerine kurulmuş beldeler bulundu. Kazıkları, ağaç kütüklerini kabataş baltalarla kesmek ve düzeltmek için ne kadar uzun ve sabırlı çalışmak gerektiği düşünülsün.334

Taylor, “Aryanların Orijini” adlı eserinde, Neolitik devirde Batı Avrupa’da İberler, Keltler, Skandinavlar ve Ligürler olmak üzere başlıca dört tip insan bulunduğundan söz etmektedir.335

Amerikalı arkeolog R. Pumpelly  tarafından 1904 yılında Türkistan’ın Aşkabad civarındaki Anov kurganlarında ortaya çıkarılan ve M. Ö. 9000’li yıllara dek uzanan Anov Medeniyetinde, hayvanların ehlileştirilmesi işi 8000’de, maden üretimi ise 6000 yılına dek uzanmaktadır. Horasan yöresindeki kalay madenlerinin zamanla işletilmesi neticesinde üretilen tunç madeni eserleri ve sanatın Avrupa’ya, Taylor’ın değindiği Ligürler tarafından sokulduğunu M. Şemseddin Günaltay, adı geçen eserinde belirtmektedir.336

Georges Poisson ise, Avrupa’ya Tuncu getiren doğu akımının bir topluluğun hareketi sonunda gerçekleşmediğini, aksine, daha önce Truva üzerinden tüccarların söz konusu ticari ilişkilerinin devamından ibaret olduğundan söz etmektedir.337

Doğudan gelen tunç, tesirini özellikle Tuna havzası ile Balkanları ihtiva eden geniş bir alanda hissettirmiş ve bu suretle Batı Avrupa’nınkinden oldukça farklı bir medeniyet çevresi meydana getirmiştir. Bu çevre içinde mahalli  tiplerin yanında, paralelleri Ege bölgesinde, Truva ve Kafkasya bölgesinde bilinen bazı tipler mevcuttur. Orta ve Doğu Avrupa’da tuncun gelişmesine başlangıç teşkil eden bu doğu tesiri, M. Ö. İkinci Binin başında savaş neticesinde yakılan, yıkılan Truva şehrinin harabesi ile birdenbire kesintiye uğramıştır.338

  1. Ö. 1700 tarihinden itibaren Orta Asya’da göçebe ve savaşçı bir kavime ait “Andronova Kültürü”nün yavaş yavaş çevreye hakim olmaya başladığını görüyoruz.339 Hatta, bu kültüre mensup çeşitli Proto-Türk kavimleri aynı tarihlerden itibaren kuzey bozkırlardan Kafkasya’ya girerek Kafkasya’nın sosyo-kültürel ve ekonomik yapısında etkili olmaya başlamışlardır.

Bu kültürün en önemli eserleri kaplardı. Geniş ağızlı, düz tabanlı, kulpsuz, üç köşeli ve basma süslerle süslenmiş olan bu kaplar, güneyde Tanrı dağlarına, batıda ise Don nehri kıyılarına kadar yayılmıştı. “Andronova Kültürü”nü taştan yapılmış kaşıkları, ok uçları, kemik iğneleri, yelpaze kapzalı hançerleri ve baltaları, delikli ok uçları inci ve küpe gibi süs eşyaları başlıca eserlerini oluşturmaktaydı.340

  1. Ö. 1700-1200 yılları, Güney Sibirya’nın Minusinsk bölgesindeki zengin Andronova kurganları, Sibirya’nın “Bronz Devrine” tekabül etmektedir.341 Bu bölgeye “Andronova Kültürü” yayan kavimlerin başta tunç olmak üzere, geliştirdikleri madenciliğin yanı sıra at, sığır, koyun gibi ehli hayvanlar yanında deve de besledikleri bilinmektedir.342

Andronova insanı denen bu beyaz ve brakisefal ırk, Altaylılarla akraba idiler. Güney Rusya ile Çin arasındaki teması temin ediyorlardı.

Arkeolog A. Semih Güneri, Avrupa ve Ön  Asya’ya Tunç Çağlarının gelişmesinde ciddi boyutlarda rol oynamış “Altaylı Demirciler”, başka bir ifadeyle “Andronova” ve aynı zamanda “Karasuklu” maden ustaları, batıda, Karpatların sunduğu aynı fırsatları değerlendiren “Halstatlı”, “Srubnayalı”, “Fatyanovalı” ve diğer Doğu Avrupa Tunç Çağı kabilelerinin yarattıkları madencilik sanatına has özelliklerin neredeyse hepsinin, bir şekilde Kafkasya bölgesinde özümsendiğinden söz etmektedir.343

Nabatcikov, Bronz Çağı Maykop kültürünün ortaya çıkışı, oluşumu ve gelişiminde, ayrıca Yakındoğudan Trans Kuban bozkırları ve tepelerine kadar olan bölgede yaşayan grupların bu kültür içine sızmalarıyla yakından bağlantılı olduklarını ve bu grupların Kafkasya bölgesine gelirken Yakındoğu’nun teknolojik gelişmelerini ve kültürünü yanlarında getirdiklerinden söz eder.344

Gerçekten, yukarıda bahsedilen Asyalı ve Hint Avrupalı Ekeloit ve Tunç Çağı kültür grupları, değişik amaçlarla, M. Ö. 3000­-2000’li yıllarda Anadolu’nun, güneyi ve kuzeyine, yönelen göçlerinde daima Kafkasya topraklarını kullanmışlardır.

  1. Semih Güneri’nin belirttiği gibi, çok farklı kültürlere mekan olduğu halde Kafkasya bölgesi, bu hengame içinde sanatsal özünü mümkün olduğunca muhafaza edebildiği gibi, Maykop kültürünün bu bölgede, Kafkas kültürünün ve yerel farklılıkları da kapsayan tek bir tarihin gelişimine temel oluşturmuştur.

Nabatcikov, böylesine büyük çapta kaydedilen gelişmenin, Kafkas bozkırlarındaki büyükbaş hayvan yetiştirici kabilelerin, yer altı mezar ve kereste taşıyıcılarının kitlesel yayılışlarıyla yakından alâkalı olduğundan söz etmektedir.345

Metal araç gereç ve silahlarda pek çok değişik yerel çeşitliliğin arasında, Kuban kabilelerinin Trans-Kafkasya ve Yakındoğu ülkeleriyle samimi kültürel ve ekonomik temaslarını kanıtlayan “Trans-Kafkasya ve Yakındoğu Modelleri” hiç zorluk çekilmeden ayırt edilebilir. Bozkırın o uzun zorlu yolları boyunca Kafkasyalı sanatçıların ortaya koyduğu işler, Kafkas dağlarının sınırlarını aşarak uzaklara kadar ulaşmıştır(Tablo XXXIV.’e Bakınız.).346

Kazılarda bu çağa ait çeşitli eserler arasında, pişmiş topraktan yapılmış üzerleri oygu tekniği ile balık kılçığı kesikli çizgiler ve diğer geometrik şekillerle süslenmiş olan kap kacaklar, tunç baltalar, çekiç başlı iğneler, tokalar, kamalar vs.  en çok ele geçenlerdir. Üretim, hayvancılığa dayanıyordu. Tarım, daha az yapılan bir işti.347

Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın M.Ö.III. Binyıla ait bazı madeni eserleri, Kafkasya’nın kuzeyindeki kurganlarda bulunan madeni eşya ile karşılartırılmış, aradaki benzerlik, metalurji alanında gelişmiş bir toplumun Mezopotamya, Anadolu ve Kafkasya bölgesi arasında varlık gösterdiğini ortaya koymuştur.348

Fransız arkeolog A. Bettrant, “Avrupa Tunç kültürünün doğuşunda Kafkasya bölgesinin başlıca rol oynadığını iddia ederken”, Amerikalı E. A. Speiser ise, “eski metalurjinin Kafkasya bölgesinde doğup oradan güneye yayıldığını ve güneyde eski Elam kültürünü tesis ettiğinden”349, Prof. Meit de, “Dünyanın en istidatlı insanlarının yurdu olan Kafkasya, dünyanın en zengin madenlerini de içinde toplamış bulunmaktadır, geçmiş zamanların altın avcıları (Kolhide), tanrıların hep bu bölgeye ait olduğundan”350 söz etmektedirler.

Kafkasya, Kuban havzasında sahip olduğu zengin bakır kaynaklarıyla, onları akıl almaz zengin şekillerde işleyen demircisiyle, özellikle de Maykop, Kostromskaya, Gagri, Pitsunda, Eşera gibi kültür bölgelerine ait madeni eserlerde görüleceği gibi, demir dışında madencilik sanatında “Özgün Stilini” yaratmış bir geleneğe sahipti.351

Ayrıca, Prehistorik Maykop kültüründen başka, genel anlamda Kafkasya bölgesinin dört bir yanında, Kayakent Horoco Yer, Koban,  (Koban Kolhidili), Hocalı Gedeben, Merkezi Trans-Kafkasya, Verkuyaya Rutha gibi zengin Tunç Çağı kültürlerini yaratmışlardır.352

İlk defa 1924 yılında Terek havzasında, Kabardey bölgesinde Pyatigorsk civarında elde edilen Paleolitik ve Mezolitik eserler dışında, Krasnador’a 40 km. mesafedeki “İL” yerleşim alanında (ki burası 10 km karelik bir alandır) yapılan arkeolojik kazılarda Bakır ve Tunç Devrine ait önemli madeni eserler bulunmuştur.353

 

  1. 1. KOBAN KÜLTÜRÜ

 

Koban kültürü, Kuban ırmağı kaynağı çevrelerinde Kuban kültürü ile beraber kaynaşarak M. Ö. 1200-700 yılları arasında yaşamıştır. Bu itibarla, Koban kültürüne ait bulguların Kuban kültüründen ayırt edilmesi oldukça zordur.354

İlk defa 1924 yılında Terek havzasında (Kuban bölgesinde) Vladi- kafkas’ın355 güneybatısında yapılan kazılarda ele geçen önemli ve çok miktardaki malzemeye istinaden burasının adeta Bronz Madeni İşletme Merkezi olduğuna karar verilmiştir. Bölgedeki arkaik malzemeler arasında zengin süslemeler içeren emsalsiz güzellikteki cilalıtaş ve bronz baltalar ve diğer silahlar yanında, Kafkasya’ya özgü bazı altın, gümüş ve bronz süs eşyası da ele geçmiştir. Emsalsiz güzellikteki balta ve diğer silahlar ile birlikte tüm ürünlerdeki detaylara bakıldığında Kafkas sanatçılarının kendine özgü ve özel sanatı tarzını ortaya koyduğu açıkça görülür.356

Koban kültürü halkları yerleşik bir karektere sahipti. Arkeolojik olarak Koban kültürü oldukça iyi incelenmiştir. Bugünkü Karaçay- Çerkes, Kabardey-Balkar ve Çeçen-İnguş bölgelerinde 400 kadar yerleşik yeri ve ele geçen eşya üzerinde araştırma yapılmıştır. Bu dönemin diğer bir ana karekteri de “at” idi. At takımlarında bronz parçalar vardı. Buğday, arpa ve darı ekilirdi. “Lherigh” denilen çömlek işlemeciliği ile, seramik üretimde kullandıkları araçlar vardı. Bir çok seramik fırını bulunmuştur. Ev araç gereçlerinin üretiminde oldukça ilerlemişlerdi. Yün işlemesi ve yünden elbiseler yapmaya başlamışlardı. Ayakkabı yapımı da oldukça ilerlemişti. Bronz işlemesinde kullanılan bir çok taş kalıp yapılmaya başlanmıştır. Bronz eşyalar tahtadan, kemikten ve çamurdan nakışlarla süslenmekteydi. Ukrayna, Kırım ve Don-Volga kıyılarında bile bu kültürün izlerine rastlamak mümkündür.357

Bundan başka Koban bölgesinde klasik ölü gömme şeklini gösteren (kıvrılarak gömülme) mezarlar bulunduğu gibi, ölülerin toplu olarak gömüldüğünü gösteren mezarlara da rastlanmıştır. Koban kültürünün yayıldığı sözkonusu bölgelerde yaşayan ve ayrı kültürü paylaşan halklar farklı diller konuşuyorlardı.358

1936 yılında Çeçen-İnguş bölgesinin Terek ve Argun nehirleri havzalarında yapılan kazılarda ise, bronz devrine ait yerleşim alanlarında süslü seramikler ve bronz süs eşyası bulundu. Seramik eserler tip bakımından Kabardey bölgesinde bulunan eserlere benzerler. Horaçay köyünde (Vedeno’nun hemen güneyinde) dikkate şeyan mezarlar bulundu. Bu mezarlar içinde ölülerin taş tabutlarla gömüldükleri görüldü.359

1924-1926 yıllarında Yaksay bölgesinde Köbek köyündeki yerleşim alanında yapılan kazılarda iki tabaka bulundu,

Daha önceden değinildiği üzere, ikinci, yani en aşağı tabakada çakmak taşından parçalar, keza çakmak taşından temrenler, kıskaçlar, çekiçler bulunduğu gibi, cilalı taş aletler de elde edilmiştir. Bunlar arasında ortası delinmiş taşlarla, çekiç ve baltalar önemlidir. Bu eserler arasında aynı zamanda bronzdan yapılmış eşyaya da tesadüf edilmiştir. Özellikle yüksek ayaklı dökme tabaklar nazarı dikkati çekmektedir. Aynı zamanda bunlar daha Kalkolitik çağında maden dökme sanatının yaşandığını göstermektedir. Elle yapılan seramik bu devir için tipiktir. Yuvarlak küreye yakın bir gövde, yassı dip, geniş bir boğaz.üzerindeki geometrik süslemeler çok ilgi uyandırmaktadır.

Birinci tabaka ise, maden devrinin başlangıcını yansıtmaktadır. Bakırdan ve bronzdan yapılan kaplar hep yerel özellikler taşımaktadır.360

Pierre Rousseau, “adı geçen eserinde”, bu dönem ile ilgili olarak şunları söylüyor, “Dökümcüler, madeni kalıplamadan önce, kalıba bir “çekirdek” koyarak delik meydana getirmeyi biliyorlardı. Delik sayesinde mızrak, kılıç ve balta gibi araçlara tahta saplar geçiriliyordu. Bu silahlar, tahtanın madene perçin çivisiyle çakılmasıyla da üretilmekteydi”.361

“Halk sınıfları için tunçtan süs eşyası da yapılıyordu. Öyle ki, bu maden, kuyumculukta önemli bir yer tutmaktaydı. Tunçtan küpe, yüzük, kolye, bilezik, taç gibi eşyalar Mısır ve Mezopotamya’da özellikle zırhlara, silahlara, atların özengilerine ve gemlerine kadar yayıldığını göstermektedir.362

Bronz Çağı’nın M.Ö.XII.-VII.yüzyıllarını kapsayan Geç Bronz Dönemi’nde metalurji en yüksek seviyeye  ulaşmıştı. Eski Bronz Çağı eserlerinden biri de Dolmenlerdir.

 

  1. 2. DOLMEN KÜLTÜRÜ

 

Araştırmalara göre, Megalit366 taş anıtlar içerisinde mütalâa edilen Kafkas Dolmenleri367, Kafkas dağlarının kuzey ve güney yamaçları dışında, Azerbeycan ve Ermenistan’a kadar yayıldığı gibi, Kars ve Trakya dolmenlerini de bir şekilde etkilemiş olduğu anlaşılmaktadır.

Arkeolog Bakiye Yükmen, “Anadolu Megalitleri” adlı değerli eserinde, “Kafkasya bölgesindeki ilk araştırmalar P. S.  Pallas’ın 1790’larda Abhazya bölgesindeki dolmenlerle, Kuban vadisindeki dolmenleri haber verdiği araştırmalardır. Joussaume’a göre Maykop kültürünün yaşadığı bu topraklardaki en eski dolmenler yine bu kültürle çağdaş olarak M. Ö. 2400’lere aittir”368 diye söz etmektedir.

Vladimir Ivanoviç Markovin, “Cüce Evleri İspunlar(Kuzey Batı Kafkasya Dolmenleri)” adlı eserinde; Batı Kafkasya ve Abhazya dolmenleri ile ilgili olarak ilmi araştırma yapan uzman ve bilim adamlarını şöyle sıralar: Rus olan Pyotr Simon Pallas’ın dolmenlerle ilgili gezi notları 1803’te yayınlandı. Ardından Fransız seyyahı Frederick Dubuae De Montpeire Pallas’ın bahsettiği mezarları dolaştı. Bundan bir sure sonra 19.yüzyılın ortalarına doğru, araştırmacı Karl Karloviç Gets de daha önceki araştırmacıların konu ile ilgili görüşlerini “Arkeoloji Açısından Tamam Yarımadaasının Topografyası” adlı kitabında tekrarlamıştır. 1818’de Pşada Irmağı vadisinde gezinti yapan De Marigni, gördüğü dolmenler hakkında detaylı bilgi vermiştir. Aynı dolmenleri James S.Bell de görmüştür.Bundan bir sure sonra, Ruslaşmış bir Alman Anthon B.Aşik, dolmenleri daha ayrıntılı şekilde tanımlamıştır. 1865’te Gilev, Lazarevski civarında bir dolmenden söz eder. 1865-1870’te Yahudi kökenli Fridrikh Samuiloviç Bayern, dolmelerle ciddi bir şekilde uğraşmıştı. Pşada, Erivanskaya ve Şapşugskaya stanitsalar’ın(köylerin) yakınındaki dolmenleri titizlikle incelemiştir. Albay N.L.Kamenev, 1869-1870’de Abadzehskaya, Dahovskaya ve Çarskaya(Novosvobodnaya) stanitsaları yakınında bulunan dolmenlerde kazı yapmıştır.  A.Berje, V.İ.Sizov, A.S.Uvarov, D.Y.Samokvasov, Y.D.Felitsin(1848-1903), P.S.Uvarova, V.M.Sisoyev, N.İ.Veselovski, A.A.Spitsin, G.N.Sorohotin, A.Y.Kolosev, L.İ.Lavrov, V.İ.Strajev(1925), M.M.İvaşenko(1930), Y.V.Gotye, V.A.Gorodtsov,A.M.Tolgren, F.Gonçar, B.A.Kuftin,A.V.Şmidt, A.İessen, 1967’de Pşimaf Ulagayeviç Autlev, Valentina Ivanovna Kozemkova, Vadim Viktoroviç Bjamya, A.A.Miller, G.Sorohtin, N.Anfimov,M.Teşev,A.İ. Şamotulski.369

  1. I. Markovin’e göre, Kafkas dolmenleri, bölgede bulunan arkeolojik malzeme ve dolmenlerde rastlanan gömme törenlerindeki değişiklikler doğrultusunda tarihsel gelişimleri açısından erken dönem (M. Ö. II. Binin ilk yarısı) ve geç dönem (M. Ö. II. Binin ikinci yarısı) olmak üzere üç grupta toplanmaktadır.370
  2. De Morgan da, dolmenlerin içlerinde bulunan arkeolojik malzemeye dayanarak bunların Bronz Dönemi insanlarınca da sonradan kullanıldığını öne sürmektedir.371

Georgi Amiçba, Rusya’da yayınlanan Çerkes Dünyası Dergisinde yer alan “Köklerden” adlı makalesinde, Dolmen kültürünün gelişme zamanının Kafkasya bölgesindeki Erken Tunç Çağı ile Orta Tunç Çağı sonuna (M. Ö. III. Ve II. Binli yıllar) rastladığına değinmektedir.372

Avledin Dumaniş’in araştırmasına göre, Dolmen kültürü Batı Kafkasya’da M. Ö. 2400 yıllarında başlamış ve M. Ö. 1400-1300’e kadar devam etmiştir.373 Dönem insanı büyükbaş hayvan ve at yetiştiriciliği yanında, eskiden olduğu gibi, avcılık ve balıkçılık da yapıyordu. Dolmenlerde bu dönem yerleşim alanlarında metal, kemik, taş ve seramik eşyaların büyük ustalıkla işlenmiş olduğu ve bunların Maykop kültürünün mezar tepelerinde çıkarılan materyallere büyük oranda benzeştiği anlaşılmaktadır.

Tarımda kullandıkları kazma ağızları bronz ve sert taşlardan yapılmış oraklar ve bir çok araç gereç bulunmuştur.374

Ruslan Guaşev, aynı derginin  (1 no.lu) sayısında yayınlanan “Kutsal ağaç altında günah çıkarma” adlı makalesinde, Dolmenlerin Çerkesler’in ataları tarafından beş bin yıl önce yapılan, kayadan kulübe şeklindeki anıtlar olup, (Mısır’daki) piramidlerden bile eski olduklarından söz etmektedir.375

Karmeko Hamid ise, “Nartlar” adlı eserinde, mezar evlerinin günümüzden dört ile altı binyıl önce “Yispi” adı ile bilinen Nartlar döneminde yaşayan cüssece bizden küçük, ancak akılla, cesur efsane kahramanlar tarafından planlanmış ve devlere inşa ettirilmiş olabileceğinden söz etmektedir.376

Melikset Bekof ile birlikte Osetya bölgesindeki Kaluat köyü sırtlarında “Edisa”ları ile anılan devasa Megalit taş anıtları gezen İngiliz J. F. Baddeley, söz konusu mezar evlerine (dolmenlere) hayran kalmıştır.

Melitsel Bekof, bunların Keltlerden kalma olabileceğini, Baddeley ise bu görkemli taş anıtların Kafkas Nart mitolojisine dayanabileceğinin tasavvur edilebileceğini “Rugged Flanks of the Caucasus” adlı eserinde belirtmektedir.377

Arkeolog Bakiye Yükmen; adı geçen eserinde; R. Joussaume, Karadeniz kıyısı boyunca Kırım’da Gaspra ve Alança Bölgesi ve Baydar vadisindeki çok sayıda anıtın çevresinin genelde iri taşlar ile, daire biçimde çevrelenerek desteklendikten sonra topraktan bir tümülüs ile örtülmüş olduğunu haber vererek Kafkas dolmenlerde tümülüs kavramının varlığına dikkat çektiği ve ayrıca, Maykop ile dolmen popülasyonu arasındaki bağların bu topluluğun yerleşim sitlerinin belirlenmesi ile kanıtlanabileceğinden söz etmektedir.378

Kafkasya’da Adıgey ve Abhazya bölgelerinde ortaya çıkarılan 2308 adet dolmen, Rus V. I. Markovin tarafından incelemeye tabi tutulmuştur. Dolmenler, gelişmiş bir mimari kültürün ürünleridir. Dolmenlerin günümüz mimarisinin temeli ve başlangıcı olduğunu ifade edenler de vardır.379 Yapılan tipolojiye göre, bu bölgelerdeki dolmenler levha, bütün tekne ve yekpare taş yapılar olarak ayrılırlar.380  (XXXV. Nolu tabloya bakınız.)

Levha dolmenler özel kanallarla işlenmiş beş levhadan oluşur. Dört tanesi dikey olarak toprağa tespit edilmekte, beşinci ve en büyük blok parça tavan olarak bunların üzerine konmaktadır. Kullanılan bu taşlar sudan, sıcaktan, soğuktan, rüzgardan kısacası fiziksel ve kimyasal olaylardan etkilenmeyecek yapıdaydı. En erken örnekler çıkıntılı dikdörtgen odalara daha sonrakiler trapez şekilli formlara sahiptir. Belirgin bir girişleri vardı. Büyük levha ve bloklarla birleşmesi ile ise bütün dolmenler oluşmuştur.381

Tekne şekilli dolmenler büyük kayalardan kesilmiş ve aynı levha şeklinde birleştirilmiştir. Dikdörtgen güğüm şekillerine kadar değişen odalara sahiptirler. Çatı da dahil olmak üzere bütünüyle kayaya oyulmuş olan dolmenlerde yekpare taş dolmenlerdir.382

  1. Ö. II. Binin ilk yarısında trapez planlı levha dolmenler ve bütün dolmenler yaygınlık kazanırken, büyük kayalar üzerine sıkça, tekne şekilli yapılar da oyulmuş ve dönemin sonuna doğru levha dolmenlerin parça belirginliğini kaybetmesi ile yapılar arasında yalancı tonozlu yapılar belirmiş, tekne şekilli yapıların odaları, güğüm şeklini kazanmış ve giderek yekpare dolmenler ortaya çıkmıştır.383

Bütün tiplerde ön kısımda (çapları 40 cm.) bir delik bulunmaktadır. Karmeko Hamid’e göre, ruh cesetten ayrılınca buradan göğe yükselmekte ve ölü yakınlarının mezarla irtibatları bu pencereden yapılmaktaydı. Çok eski dolmenlerde ise bu delik yoktur. Dikdörtgen ve yuvarlak delikler, oval ve ark şekilli kapı ve pencereleri olan dolmenlerden daha eskidirler. Dolmenlerdeki deliklere uygun taştan yapılmış gerektiğinde açma, kapama yapabilen bir tıpa (tıkaç) da bulunmaktadır.384

Arkeologlara göre, ilk Yispi evleri (dolmenler) bugünkü Maykop havzasında inşa edildi. Karmeko Hamid, bölgedeki Yispi evlerinden en önemli olanlarının Afeyeth, Jorıc, Mıvechur, Kalejtam, Aşe, Mesla, Psıvusko, Psınekhue dolmenleri olarak belirtmektedir.385

Arkeoloojik haritalara baktığımızda, dolmenlerin Abhazya’nın Kodor vadisinden başlayarak Taman’a kadar ulaştığını görürüz. Kuzeyde ise bu sınır Adige topraklarında ve Labah ırmağının gerisinde son bulmaktadır.

 

Kafkas dolmenleri, özellikle Karadeniz kıyısından 3575 km. içerisindeki dağların, nehirlerin veya su kaynaklarının yakınlarında, yeraltı sularının olduğu bölgede, önemli yol kavşaklarında, tepe başlarında, ormanların altında, dağların kuzey ve güneye bakan yamaçlarında, şelalere yakın yerlerde inşa edilmişlerdir. Dolmenlerin bazıları aile mezarlığı olarak yararlanabilecek şekilde birbirine yakın, genellikle ikişer, üçer adetlik gruplar halinde inşa edilmişlerdir.

Söz gelimi Karadeniz kıyısında Bağ köyünde bir arada 564 adet dolmen bulunmaktadır. Bu dolmenler belli bir cadde ve sokak nizamı içinde bir kent gibi yayılmışlardır.393

XIX.yüzylın ortalarında yayınlanan araştırmalarda Batı Kafkasya’daki bu eski megalitik taş anıtların ismi artık Dolmen olarak geçmeye başlıyor. Oysa yerli halk bunlara farklı adlar takmıştır ve bu adlar lehçelere gore bugün bile değişmektedir. Adige ve Abhazlar bunlara “İspun” ve “Spiıun”(Yispivune= Yispi evleri=cüce evleri,İnler), “Kennej”, “Keynaju” ve “Adamra” (eski mezar evleri) ya da “Hatgun” da derlerdi. Grek tarihçisi Hekatay Milets eserinde “Yisep”, Adige tarihçisi Şora Negumuko ise “Supuna” ifadesini kullanmaktadır.394. Mengreller bunlara “Mdişguda”, “Adzvale”, Sadzvale” (devlerin evleri, kemik yeri) derler. Bölgedeki Rus Kazakları ise bu yapılara “Bogatırskiye Khatı(pehlivan evleri)” derler.395 Abhaz ve Şabsığ dolmen örnekleri ekli XXXVI.Nolu tabloda gösterilmiştir.

V.İ.Markovin ise, dolmenlerin Abaza-Adige kavimlerinin ataları tarafından yapıldıktan epey sonra bu günkü Gürcistan bölgesie Kartvel nüfusun geldiğini ve var olan dolmenlere kendi cenazelerinin de gömüldüğünü eserinde belirtmektedir.398

Ruslan Gvaşev, dolmenlerin özelliklerini şöyle sıralamaktadır:

“Dolmenlerin uyduları olan kaya dikmeleri Mengirler güneşe ve yıldızlara ayarlıydılar, ya da yıldızların düzenini tekrar ediyorlardı. Geometrik ölçüleri ise negatif ışınları pozitife çevirecek şekilde toplanmıştı. Dolmenler arasındaki yollar ise bölgenin enerjik yapısına göre düzenlenmişti. ”

“Dolmen kültürünün diğer elementlerinden küçük banyoları hatırlatan küçük kuyular ve kafasız insan rölyefleri, meditasyon yoluyla kendi benliğini sonsuzluk ile birleştiren insanın vücudunun burada ama kendisinin her yerde olduğunu açıklamaktadır. ”

“Dolmenlerin diğer bir özelliği, üzerinde sakladığı 20 cm. çapında ve 1 cm. derinliğindeki işaretlerdir. Eski uygarlık dolmenlere, sonsuzluğun sınırını insanlara açabilme özelliğini verdi. İnsanlar bu işaretler yardımıyla, enerji transferi ve enerji yayabiliyorlardı. Dolmenler, etraflarında 50 mt. çapında bir alana alışılmadık bir enerji yayıyorlar.”399

Arkeolog Madin Teşev’e göre, dolmenler, işlevlerini bugün de yerine getiren rasathaneler olup, toprak altındaki yer altı geçitleiyle birbirine bağlantıları bulunmaktadır.400

Karmeko Hamid de dolmenlerin özelliklerinden söz etmektedir.401 “Her taş mezarevi yapımına uygun olmadığı gibi, her yerde mezar evi yapılmaz. Enteresan olan bu taşlara sert bir cisimle vurulduğu zaman sesin on kilometreden daha uzak yerde duyulması. O günün insanları haberleşmeyi bu yolla sağlıyorlardı. Megalit adı verilen bu taşlara elle temas edildiğinde hızlı akan bir suya elinizi koyduğunuz zaman hissettiğiniz duygunun aynısını hissedersiniz.”

“Bilim adamlarının kaydettiğine göre, Yispi evlerin (dolmenlerin) yer altı kaynak sularına, şelalelere, su ve deniz kenarlarına, önemli tepe ve yamaçlara inşa edilmesinin bir sebebi vardı. Mezarda kullanılan taşlar sesleri kaydetme özelliğine sahipti. Moskova’da yapılan bilimsel bir araştırma sonuçlarına göre, Yispi evlerin yapıldığı yerler meteorolojik yönden diğer yerlerden farklıydılar.”

“Moskovalı bilim adamı Yermakov Stanislav’a göre, her şeyden önce dolmenler insanların tanrıya yalvarma, yakarma yerleriydi. Dolmenler insanların güç yetiremediği tabiat olaylarının meydana geldiği yerlerde inşa edilmişti ve insanları adeta felaketlerden, afetlerden koruyordu. ”

“Kafkasya’da inşa edilen Yispi evlerin yapılış maksatları, plan ve yer seçimi bakımından Mısır’daki Piramitlerle, Mecusilerin tapınaklarıyla aynı temele dayanmaktadır. ”

“Yispi evleri (Dolmen mezar evleri) herkes için inşa edilmezdi. Onu hak edenlerin üstün özellikleri olmalıydı. ”

“Toprağa gömülü olarak bulunan Psınekue Yispi evi, diğer evlerden farklıydı. O kıyı boyu Adigelerin tanrıya yalvarma ve yakarma yerleriydi. Tam olarak açıklanamayan durumu neden üstüne bir tepe yapıldığı. Ama şu bir gerçek ki, o sadece bir mezar değildi. Mezar evinin çevresi daire şeklinde büyük taş bloklarla çepeçevre çevrilmişti. Bilim adamlarının açıklamasına göre, o bir gözlemevi (rasathane) görevi yapıyordu. Gün dönümü, mevsimlerin başlangıcı, günün uzaması, kısalması, ayın hareketleri gibi tabiat olayları buradan izleniyordu. ”

Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası” adlı eserinde dolmenlerle ilgili olarak, “Bu iri taşlar bazen bir ölüler kültüdür, ama çoğunda bugün de çıkartamadığımız bir anlam gizli”402 diye söz etmektedir.

Dönem toplumunda, dolmenlerin üzerine işlenen bitki ve ırmak sembollerinin, defnedilen ölülerin bereket getireceği inancı vardı. Dolmenlerin içinde bir bölümü oyulan sunağa yiyecek konulması geleneği XIX. Yüzyılda Adigeler tarafından devam ettirilmekteydi.403

Özdemir Özbay, “Neolitik” oda mezarları ya da kayalara oyulmuş bu mezarların (dolmenlerin), Kuban havzasında nehrin sağ yakasında yer alan bozkır hattındaki kuyumezar kültür topluluklarına ait mezar tepeler ile yaşıt olduğundan söz etmektedir.404

Avledin Dumaniç’in araştırmasına göre, bir kısım bilim adamları, Bask ve Adige-(Abaza) toplulukları arasındaki dil ve kültür benzerliğinden hareketle her iki toplumun ortak bir kökenden geldikleri sonucuna varmışlardır. Dolayısıyla “Dolmen Kültürü” ortak kökene sahip bu halklar tarafından oluşturulmuş ve ilk dolmen örnekleri M. Ö. 4000’li yıllarda İberik yarımadasında Bask bölgesinde Pireneler’de ortaya çıkmıştır.405

Kafkas dolmenleri araştırmacılarından L.İ.Lavrov, V.İ.Markovin ve A.D.Rezepkin’in birleştikleri nokta şu idi: Kafkasya’da dolmenlerin ortaya çıkmasını, Kafkasyalıların deniz yolculuklarına bağlamışlardır. Bu yolculuklarda megalitik yapıyı taklit etmişler ve kültsel defin özelliği fikrini benimsemişler, yurtlarında dab u deniz aşırı kazınımlarını hayata geçirmişlerdir.406

N.G.Lovpaçe ise, 1997’de yayınlanan “Batı Çerkesya’nın Etnik Tarihi” adlı monografisinde, Batı Kafkasya’daki dolmenlerin Abhaz(Abaza)-Adige halkları tarafından yapıldığını ve sekiz aşamadan sonra bugün görünen tiplerin oluştuğunu detaylı bir şekilde açıklamaktadır.407

Fransız Jacques Alliens de, “Basklar” adlı eserinde bu konuda şunları söylüyor, “Tunç Çağının (M. Ö. 1900) başlamasından önce ve muhtemelen doğudan ve güneyden gelen halkların cenaze gelenekleriyle yayılan “Megalitik Düşünnce” Bask ülkesine ulaşınca ortaya klasik koridorlu mezarlar ve üstü kapalı büyük geçitler şeklinde üç özgün akım ortaya çıkmıştır.408 

Arkeolojik bulgular Kafkas ve Pirene uygarlıkları arasında bazı benzerlikler saptamıştır, ve kantipbilim (ya da hemotipoloji) de konuya bu türden bir akrabalığı olabildiğince destekler yönde kanıtlar bulmuştur. İspanya İberleriyle Basklar arasında uzak bir akrabalık ilişkisinin var gibi gözükmesinin yanı sıra, eski yazarlar (Valerius Flaccus) Kafkasya’nın bugünkü Gürcistan bölgesine ise İberia diyorlardı. “İbearik” sıfatı günümüzde Gürcü din edebiyatı için kullanılmaktadır.409

Pavel Dolukhanov, adı geçen eserinde, dil konusunda şunları söylüyor, “Normal olarak kabul edilmiş karşılaştırma kuralıyla, Baskçanın ikna edici şekilde karşılaştırılabileceği yegane dil grubu, Kafkas dilleridir.” “Bu diller arasındaki genetik yakınlıklar önemli sayıda dilbilimci, Schuchard, Trombetti, Winder, Uhlenbeck, Dumesil, Bando, Lafon ve Marr tarafından ileri sürülmüş ve savunulmuştur.410

Kafkas dillerinin önde gelen uzmanlarından biri olan Yu. V. Zytsar ise, daha dikkatli bir yaklaşımla “Bask-Kafkas ilişkisinin mümkün olduğunu, bunun varlığını kanıtlamanın güç, ama reddetmenin çok daha güç olduğunu ileri sürmüştür.411

Bu araştırmacı, Marr’ın savlarını izleyerek, Bask-Kafkas ailesinin olduğunu, tarihsel bir evrim geçirdiğini ve çok uzak bir geçmişte ayrıştığını belirlemektedir.

Kafkasya’dan Batı Avrupa’ya ya da tek yöne doğru insanların yer değiştirdiğine ilişkin hiçbir arkeolojik kanıt yoktur. Bazı araştırmalarda dolmenler ve magalitler bu türden göçlerin kanıtı olarak sunulmuştur. Bask bölgesinde, Kuzey Navarra, Aragon, Kuzey Alana, hatta kuzeyindeki kıyı bölgesi ve Fransız Pirenelerinin güneyinde, bunların varlığı bilinmektedir.

Kafkasya’da da Bask olgusunu anımsatan arkeolojik veriler ve eski dilbilimsel (linguistik) katmanlara rastlanmıştır. Ancak, L. Cavalli Sforza, J. Bertrampetit gibi biologlar, T. V. Gamkrelidze, A. V. V. Ivanov gibi dilbilimciler, C. Rentrew, M. Günbuats gibi arkeologlar, Bask kavminin ve dilinin Akdeniz Avrasya çerçevesindeki doğru yerini saptama yolundaki çalışmalarını halen sürdürmektedir.412

  1. 3. DRUİDİZM İNANCI

Belle Agrba, Samir Khotko ile kaleme aldıkları “Ada Medeniyeti Çerkesya” adlı eserde, Kafkas dolmenleri ile Druidizm inancı arasında bariz bir bağlantının varlığına işaret etmekte ve Abaza-Adige toplumunun Druidizm inancı ile Bask-Kelt Druidizminin analizinde de aynı şeyin geçerli olduğundan söz etmektedir.413

Abaza-Adige toplumunun Druidizm inancına girmeden üzerinde durulması gereken başka mevzuular vardır. Mesela: Druidizm inancı nedir?   Nereden kaynaklanmıştır?

Druidizm ile ilgili aşağıda sunulan bilgiler, Erhan Altunay’ın internette yayınlanan ve geniş bir bibliyografyaya dayanan “Druidler” adlı yazısından yararlanılarak özet halinde aktarılmıştır.414

“Druidizm bir çeşit ağaç kültürüdür. Sembolik olarak ağaç yeraltı dünyasını ve yer ve gök arasında bir bağlantıyı temsil etmektedir. Kelt sembolizminde ise meşe güce; elma ağacı ölümsüzlüğe işaret eder. Ağacın bir başka önemi de üzerinde tanrıların habercisi olan kuşları barındırmasındandır. Kökleri de geçmişe, yeraltına doğru gider,  bu yüzden efsanelerde ölülerin ruhları dallar arasında ya da ağaçların gövdelerinde bulunur.

Kutsal korular, Druidler için kutsal mesajı aldıkları ve erginlemenin olduğu yerlerdir. Druidler buralarda, nemeton denilen kutsal yerlerde, açık havada ritüelleri gerçekleştirilerdi. Bu yüzden de Druidlerden günümüze tapınak binaları kalmamıştır.

Druidler, ellerinde bir ağacın küçük bir sembolü olan değnekler taşırlardı. Bu değnekler Druidin gücünün belirtisiydi  ve bunlarda sihir gücü de olduğuna inanılırdı. Ayrıca bu değnekler,  yapıldığı maddeyi ve ağaç taşıyanın toplum içindeki yerini belirttiğinden büyük önem taşımakta idi.

Druidler kısaca Kelt rahipleri olarak tanımlanırlar.  Druidlerin Kelt toplumu içindeki yerleri çok önemlidir. Toplumsal bir çok olayda rol oynadıkları gibi  dağınık olan Kelt kabileleri arasında da birleştirici olarak yer alıyorlardı.

Druidler din işleri ile uğraşır, resmî ve özel kurban töreni yapar, ayinlere ilişkin meseleleri yorumlarlardı. Bir çok genç ders için onların etrafına toplanır ve onlara son derece saygı gösterirlerdi. Çünkü genel ya da özel bütün anlaşmazlıklarda kararı da bu adamlar verirdi.

Druidler öğretilerinin sözlü olarak yayılmasını istiyorlar ve kesinlikle yazılı hale getirmiyorlardı. Bunun nedenleri arasında öğretilerinin ezoterik olması  ve yazılı olan öğretinin anlatımında değişiklerin olması vardır.

Druidlerin öğretilerini sözlü olarak aktarmaları onların yazıyı bilmedikleri ya da küçümsedikleri anlamına gelmemelidir. Tam tersi yazıya çok büyük saygı göstermişler  ve onu dikkatli kullanmışlardır. Ogam denilen bazı işaretleri değneklerin  veya kutsal kayaların üzerine kazımışlardır. Bu işaretler Keltlere özgüdür  ve bir tür şifreli yazıdır. Aslında ogamların yazıdan da öte bir sembolizmi vardı. Her bir işaret aynı zamanda bir ağaca ya da bir hayvana da karşılık gelebiliyordu.  Bunun tam tersi olarak da belli şekilde  ve düzende dizilen ağaçlar da bir anlam verebiliyordu. ”

Druidler ilk toplantılarını meşe ağacının altında yapmışlar,  zamanla meşe ağacına tapınma olan Totemizm geleneğini sürdürmüşlerdir.

Eski kavimlerde olduğu gibi, otokton Kafkaslılarda da meşe ağacı kutsal sayılır, ağacın tanrısal bir ruh taşıdığına inanılırdı. Eski Mısırlılar da meşe ağacına taparlardı.  Çerkes  thamadeleri (ihtiyarlar) adaletin tecellisi için meşe ağacının altında toplanıp savaş ve barış işlerini görüşürlerdi. Savaştan önce bu kutsal ağacın altında toplanır ve dua ederlerdi. Adalet tanrısı olarak bilenen Kutij (Kotij)’e bazı Çerkes kabileleri tarafından “Kods” da denirdi.415

Ferruh Ali Paşa’nın Haşim Efendi isimli kâtibinin Çerkesler (Adigeler) hakkındaki hatıraları dikkate değer ve tarih yönünden çok kıymetlidir.

Haşim Efendi’ye göre, “Kodoş, bir çok ağaçların bitişmesinden oluşan büyük ve tuhaf bir meşe ağacı (koruluğu)dır. ” Kodoş, Çerkesce (Adigece) yortu anlamına gelen “Kotıj” kelimesinin galatıdır, herhalde ağaç yahut ayin icrasına mahsus ağaç demektir. Çerkesler yılın belirli gününde bir boğa kurban etmektedir, bu boğanın sahibine axın (ahın) demektedirler.

XIX. yüzyılın ilk yarısında (1820-1860) Çerkesya’da, Rus hükümetinde görev yapan Fransız asıllı Leonti Yakovleviç Lyulye’nin kaleme aldığı bir makalede kendi gördüğü şekilde veya tören günlerinde din adamı görevi yapan yaşlılardan öğrendiği şekliyle dinî törenlerden ve onuruna bu törenlerin düzenlendiği tanrılardan söz etmektedir.

Ayrıca tanrılar arasında yer alan Ahin ile ilgili olarak şunları belirtiyor: “Ahin büyükbaş hayvanların koruyucu kabul edilir. Tgahuaho (Tanrı’nın çobanı) adındaki aile belli zamanlarda bir ineği kutsal koruluğa (meşe koruluğuna) götürür ve orada boynuzlarına bir parça ekmek ve bir parça peynir bağlar. Çevrede oturan halk kalabalık hâlinde ineğin koruluğa götürülmesine eşlik eder ve ineği orada keserler. Bu ineğe Ahin’in ineği, “Ahin yi çewe tlerekuo” denir. Derisini yüzmek ve parçalara ayırmak için ineğin gövdesini başka bir yere taşırlar, sonra hazırlanan kazanlarda pişirmek için yine başka bir yere ve pişirildikten sonra da şölen yerine taşırlar. Böyle her taşıma sırasında orada bulunanlar şapkalarını çıkarır  el ele tutuşarak bu törene özgü bir şarkı eşliğinde halka şeklinde dans ederler (Wuc yaparlar).416

Wuc’ler toplu olarak yapılan danslardır. Bu danslar, daha çok ayinsel bir atmosferde ve tanrılara yakarırken  topluca eğlenmenin ve çoşkunun bir ritüeli olarak icra edilirdi. Wuc, temelde kozmik bir olgudur. Topokozmik döngüye uygun bir oluşum içindedir. Bu, oluştan kopmamışlıkta wuc, bir ritüel uygulamadır. Genelde, topluca, bay bayan birlikte icra edilir. Toplu katılım genel bir nitelik olsa da kozmik niteliğin olması halinde bireysel (tek) uygulanış örneklerine de rastlanmaktadır.417

Çerkesler (Adigeler) arasındaki inanca göre eskiden  Ahin bayramı yaklaştığında Tğahuaho ailesinin sürüsündeki ineklerden biri böğürüp başka alametler de göstererek kurban edilmek için seçildiğine işaret eder  ve kendisi kutsal koruya gidermiş. Tlerekuo, yani “ayağıyla giden” adı da buradan geliyor. ” 418

Aslında  Axın ineklerin tanrısıdır. Mitolojide  elinde büyük bir çoban asası taşıyan, çok iri erkek olarak tasvir edilirdi. Axın insanlara büyükbaş hayvan yetiştiriciliği ile ilgili bilgiler verir ve beraberinde siyah inekler ile Theréxhue’yi (Tanrı’nın çobanını) gönderirdi .419

Abaza  dilinde Kodoş ağacına Tacqa adı verilmektedir. Akına ve korsanlığa gidilmeden önce, kalpaklarını ellerine alıp açık başla başarıları için dua eder,  nezrederlerdi. İyi sonuçlar alındığında  nezredilen eşyaları ağacın dallarına asarlardı. Bu nedenle Kodoş ağacının üzerinde bu gibi eşyalar asılı kalır. Lâkin kimse almaz. Sanılana göre, bunlardan birini çalan kimse helâk olmaktan kurtulamazmış.420

M.Çunatuko İzzet’in açıklamasına göre:  “Khuedoş (Kutij) adı,  güya Kafkasya’da Ğuape denilen bir yerde bulunan Khuer deşş haykh? adında yaklaşık 100 haneli bir Şapsığ köyünde bulunan en büyük ağacın, adı geçen köye izafe edilerek, söylenişinin bozulmuş biçimi imiş. Gerçi Kafkasya’nın kuzeybatısında gerçekten hayret verici derecede bazı büyük ağaçlar bulunur.  Uygun mevsimlerde genellikle toplantılar ve görüşmeler bu ağaçların altında yapılırdı ve o ağaçlar kutsal bilinirdi”.421

Leonti Lyulye, yukarıda adı geçen makalesinde “Kutiş” ile ilgili olarak şunları belirtiyor:  “Kutiş, genellikle erken ilkbaharda kutlanan Hıristiyanlarda İsa’nın dirilişiyle ilgili olan “St. Paska” bayramı karşılığıdır. Bayramdan önce iki hafta yumurta yenmez, bayramda ise yumurta sofranın değişmez yiyeceği olur”. 422

Yahya Kanbolat ise,  “Çerkesler’in en eski dini Animizm idi. Araplar buna Mecusilik adını vermişlerdi. Orta Asya’da Şamanizm adını alır. Onun için animist dinler doğa güçlerine inanış bakımından temelde bir olmalarına  karşın ayrıntılarda birbirinden farklılık gösterirler. Mabedleri  ve ruhban sınıfları yoktu,  doğadaki bazı güçlerin olağanüstü etkinliğine inanırlardı” diye belirtmektedir.423

Oysa doğadaki ağaç veya hayvanlardan birini seçerek, onun ata soyunu simgelediğini kabul edip ona tapınmak Totemizm demektir. Ama Çerkes  kabileleri asla totemci olmamışlardır. Eğer belirli bir ağaca (meşe ağacı) saygı duyuyorlarsa bu onların ağacı kutsadıklarını gösterir, ağaca tapındıklarını değil. Tapınmayla, kutsama aynı şey değildir.424

Hatti toplumunda tanrılar için yapılan kurban, yakarı/dua törenlerinin uygulayıcısı/yöneticisine “Hatiyakue” denirdi. “Hatiyakue”ler, Hatti kavminin rahipleri idiler. Tıpkı Kelt toplumunda olduğu gibi kutsal addedilen yerlerde, açık havada ritüelleri gerçekleştirirlerdi. Toplum içindeki yerleri çok önemliydi. Toplumda birçok olayda rol oynadıkları gibi, dağınık olan Hatti kabileleri arasında birletşiricilik görevini üstlenirlerdi.

Sonraki dönemlerde Hatiyakue’ler Kafkas toplum içinde söz ve gösteri sanatçısı olan “Cequakue” gruplarında yönetici konumuna gelmişlerdir.Ekli XXXVII.Nolu tabloda görüleceği üzere, Hatiyakue’ler tıpkı druidler gibi ellerinde bir ağacın  sembolü olan değnekler taşırlardı.Bu değnekler, taşıyanın toplum içindeki yerini de belirttiğinden büyük önem içermekte idi.

Cequakue’ler  Pşılların himayesinde veya bağımsız olarak da varlıklarını sürdürmüşlerdir. Davet üzerine gittikleri düğünün bütün eğlencelerini üstlenirler, düğünü organize ederlerdi. Bu işin karşılığı kendilerine hediye edilen eyerler, koşum takımları, koyun vs.  olurdu…

Düğün başlamadan evvel düğünü idare ve intizamı temin için bir ’tamata’ (ihtiyar) ile bunun emrinde ’yasaollar’  (emri uygulayanlar) seçilir. Halkın neşesini kaçıracak herhangi bir vakanın çıkmasına meydan vermemek bunların görevidir. ”

Aslında Druidizm klanların dini olup  hiç kimsenin baskısını kabul etmezdi. Çerkes inancında din,  Xabze kavramının içinde yer almaktadır. O nedenle Xabze, hem gelenekleri, hem dinsel inançları içine alan geniş bir kavramdır. Xabze, diğer dinleri dışlamaz olumlu ve geçerli yanlarıyla onları da kapsar. Bu nedenle bütün dinlere ve inançlara hoşgörüyle bakar. Eski Çerkeslerin  din savaşı yaptıkları görülmemiştir. 426

Kafkasya’da Druidizmin tesiri beylerin olduğu Abhazya, Kabardey ve Çemirguey gibi bölgelerde azdı veya yok gibiydi. Druidizm Kafkasya’da XVIII. yüzyıla kadar yaşadı. Eski Kafkaslıların ana vatandan sürüldükleri 1864 tarihine kadar tam bir hıristiyan ve tam bir müslüman olamamalarının nedeni Druidizm inancından kaynaklanmaktadır. 42

Mahmut Bİ

1945 yılında Amman'da doğdu. Kuzey Kafkasya’dan Büyük Çerkes Sürgünü’nde (1864) önce Balkanlar’a, ardından Ürdün’e yerleşen Abzah (Hatko) boyuna mensup (Haluğ-Natko) ailesindedir. İlköğrenimini 1952 yılında Türkiye’ye göç ettikten sonra tamamlayarak, 1970 yılında Ankara Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tarih bölümünden mezun oldu. Birleşik Kafkasya Konseyi’nin kuruluş çalışmalarına katılan Mahmut Bi; 1994 yılında emekli olduktan sonra Bursa’ya yerleşmiş ve 11 Mayıs 1996 tarihinde Bursa’da kurulan Birleşik Kafkasya Derneği’nin kurucu başkanlığını yapmıştır. Tarihçi Mahmut Bi’nin uzun bir zamandan beri üzerinde çalıştığı “Kafkas Tarihi” adlı eserinin Birinci cildi 2007 yılında Selenge Yayınevi tarafından yayınlanmıştır. Mahmut Bi, 29-9-2017 tarihinde aramızdan ayrılmıştır.

FACEBOOK - YORUM YAZ

Sosyal Medyada Paylaşın:
Etiketler:
Mahmut Bi

BU MAKALELER İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR!

  • YENİ
Tekrarsız Süslemeler

Tekrarsız Süslemeler

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN, 3 Aralık 2024
Sistematik Hatalar Bahçesi

Sistematik Hatalar Bahçesi

Ekrem Hayri PEKER, 3 Aralık 2024
Merdiven

Merdiven

Haber Merkezi, 21 Kasım 2024
“Heykeli Dikilecek Adam”: Kemal Akkoç

“Heykeli Dikilecek Adam”: Kemal Akkoç

Ekrem Hayri PEKER, 20 Kasım 2024
Türkülerde Felek

Türkülerde Felek

Dr. Halil ATILGAN, 19 Kasım 2024