Bu makale kısaca Münif Paşa olarak şöhret bulan Mehmet Tahir Münif Efendi’ye aittir. Münif Paşa Tanzimat döneminin önde gelen bilim, kültür ve siyaset adamıdır. Makalenin yayımlandığı dergi yazarın editörlüğünü yaptığı ve kültürümüzde ilk popüler bilim dergisi olarak nitelen Mecmua-i Fünûn’dur. Başta bu dergi olmak üzere yayınında katkıda bulunduğu diğer dergi ve gazetelerde yazar ağırlıklı olarak eğitim konusunu işlemiştir. Onun yazı planında eğitime verdiği bu önem nedeniyle Münif Paşa Batılılaşmanın eğitim kanadında yer alan önemli bir Osmanlı aydını olarak kabul edilir. Çünkü sadece yazı ve düşünceleriyle değil, Eğitim Bakanlığı yapmış olması nedeniyle Türk eğitimine icraat katma şansını da elde etmiştir.
Bu makalesinde yazar çocuğun topluma hazırlanması (sosyalleşmesi) konusunda toplumun ve ait olduğu kültürün sorunları ve sınırlıklarını Batı ile mukayeseli olarak irdelemektedir. Batının çocuk eğitimine ve çocuğun sosyaleşmesine verdiği öneme karşılık Osmanlı toplumunun bilinen ve görünenin aksine fazla önem vermediği öne sürülürken konu somut örneklerle desteklenmektedir. Ancak bu makalenin temel felsefesi çocuğu ve çocukluğu bu makaleden yaklaşık 150 yıl sonra kaleme alınan Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne uygun olarak en büyük insanlık değeri olarak takdim etmesidir. Yazara göre çocuk her türlü önceliğe ve iyiliğe uygun bir varlıktır. Bu yüzden çocuğa dayak ve fiziksel tâciz onun maddî varlığından çok manevî varlığında, ruhunda onarılamaz yaralar açmaktadır. Onun bu çalışması son derece özgün bir pedagojik analiz olarak kabul edilebilir. “Çocuk Eğitiminin Önemi” başlıklı bu makale büyük ölçüde sadeleştirilerek aşağıda sunulmaktadır.
Münif Paşa doktora çalışmamızın önemli bir ayağıdır. Onun eğitim, batılılaşma, kültür ve siyaset konularındaki diğer görüşleri için sözkonusu çalışma ve buna bağlı olarak hazırlanan diğer çalışmalarımıza bakılabilir(1) .
EHEMMİYET-İ TERBİYE-İ SIBYÂN
Bir şeyin bozukluğu bilinmedikçe düzeltilmesi düşünülemeyeceği gibi, bir kimsenin cehaletini itiraf etmedikçe bilim öğrenmeye başlamayacağı da kesin bir gerçektir. Olgunluğu ve iyi bir konuma ulaştıracak araçları kazanmak isteyenler öncelikle kendi noksan ve kusurlarını araştırırlar. Fakat çoğunlukla insan çocukluktan beri alıştığı âdet ve ahlâkın güzel ve çirkin taraflarını ayırt etmekten âciz olduğundan reşit olmuş kimseler bu durumun gerçeği gizleyen bir nitelikte olduğunu bilerek, bu bağlamda diğerlerinin iyiliksever uyarılarını garaz ve hakarete hamletmeyip, gerçek bir söz kimin lisanından çıkarsa çıksın, ‘söyleyene bakma, söylenene bak’ kuralınca, söyleyene bakmayarak söylenilene dikkat ve itibar ederler.
Şimdi memleketimizde medeniyet eserlerinin gereği gibi ilerlemesine ve halk arasında servet ve mutluluk araçlarının artmasına engel bazı özür ve sebepler mevcut olup, vatanın gerçek menfaatlerine vâkıf olanlar buna teessüf gözüyle bakmakta iseler de, halkın çoğunluğu bundan gâfil ve mücerred “biz atalarımızdan böyle gördük”* sözü ile davrandığından, belirtilen sebeplerin ne çeşit şeyler olduğuna ve bunların devamının kamu yararına ne derece zararlı ve vahim bulunduğuna dair hemencecik akla gelen bazı hususların burada arz ve açıklanmasına cesaret edilecektir. Vatanseverlik ve insaf gibi vasıflarla donanmış olan kişilerin, bu çerçevede hâlis niyetimizden şüphe etmeyerek, âcizâne uyarılarımızın insaf ve dikkat gözü ile mütâlaâsına rağbet etmelerini ve bir hatası görüldüğünde bağışlamalarını tam bir alçak gönüllülük ve dua ile temenni ve niyaz ederiz.
Çeşm-i insaf gibi ârife mîzân olmaz.
Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz.
Türkün bekâsı yüce hikmetine bağlı olarak, diğer bütün hayvanlar gibi, insan evlât (çocuklar) ve soyunun bedensel ihtiyaçlarının giderilmesine doğası gereği eğilim gösterdiğinden, ruhsal ihtiyaçlarının üretilmesine (istihsâline) ise aklen ve dînen yükümlüdür. Bundan dolayı rüşt ve akıl sahibi kişiler, çocuklar ve torunlarının bedenlerinin iyi korunmasına çaba sarf ettikleri kadar, ilim ve edep öğrenmelerine özen göstermeyi en önemli babalık görevi sayarlar. Bu sebeple insan, türünün bekâsı sebeplerinin üretilmesinde hayvan ile ortak olup, ancak soyunun manevî (ruhsal) ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ayırt edilir. Çocuklarının bedenlerinin korunması hakkında anne-babaların gayret ve özenleri her ne kadar uzun sürerse sürsün, yine sınırlı bir sürede olup; ondan sonra çocuklar, kendi çaba ve gayretlerinin semeresi olarak hem kendilerini ve hem de anne-babalardan (ebeveyn) mazhar olduğu güzel muameleyi icrâ etmek üzere vücûda gelecek çocuklarını beslemeye zorunlu olacağından, işte o gün geldiğinde çocuklarının düşkünlük ve yoksulluğa düşmesini istemeyenler, onlara vaktiyle ilim ve ma’rifet veya bir iş ve sanat öğretmeyi en önemli iş sayarlar. Ve işte bu ilim ve sanat, zaman ve durum gereği bazı kere çocuğun yetenek ve hevesine göre seçilir.
Fakat bir çocuk her ne mesleğe yönelecek olursa olsun, öncelikle kendi dilini kolaylıkla okuyup yazacak, alış verişini kalem ile hesap edecek kadar yazı sanatını öğrendikten sonra, gireceği mesleğe göre gerekli olan fenleri (fünûnu) öğrenmesi gerekmektedir. Bu ilkeye uyulmadıkça hiç bir meslek ve sanatta maharet kazanmak mümkün olmaz. Genellikle sanıldığı gibi ilim ve sanat ayrı şeyler olmayıp gerçekte aralarında kuvvetli bir ilişki ve bağ bulunmaktadır. Bilimlerin sanata belirgin katkı ve yardımı olup, örneğin dülgerlik, duvarcılık ve boyacılık ve hatta en sade görünen fırıncılık ve aşçılık sanatları bilimsel kurallara dayalıdır. Her ne kadar pek çok sanat mensubu kendilerine gerekli olan fenlerden habersiz oldukları hâlde sanatlarını icra ederlerse de böyleleri papağan ve diğer bazı taklitçi hayvanların konuşma ve raks etme ve diğer hareketleri öğrenmesi kabilinden olarak yaptıkları şeylerin esas ve hikmetini bilmezler ve hemen ustalarından gördüklerini yapıp, sanatlarının ıslâhına gücü yetmek şöyle dursun, böyle bir terakkinin (gelişme ve ilerlemenin) imkânı hayallerine bile gelmez. İşte bizim taraflarda (bizim ülkemizde) meslek ve sanayiin ilerlememesine dahi sebep olup, bir çok sanayi için zorunlu olan kimya ve fizik bilimi ve resim ve mühendislik ve mekanik gibi bilimlerin temel konuları öğrenilmedikçe, memleketimizde sanayimiz, karşı karşıya kaldığı durgunluk durumundan kurtarılması mümkün olamaz. Komşumuz olan Avrupalılar sanayii ve maaarifte (eğitimde) yüksek bir dereceye varmış iken, bizim bilimsiz, şu durgunluk hâlinde bile kalmamız kabil olmayıp gittikçe gerileyeceğimiz açıktır. Çünkü Avrupalılar bilim ve fen sayesinde icat ve kullanımına ulaştıkları âlet ve edevât vasıtasıyla ürünlerini en kolay şekilde ve en ucuz fiyata çıkararak bu tarafa nakil edip sattıklarından bizim sanayii kesiminin eski yöntem üzere yalnız el ile imal eyledikleri emtia doğal olarak pahalı geleceğinden, Avrupa ürünleriyle rekabet edemeyerek, şu hâlde şimdiye kadar kötü ettikleri pek şeyde görüldüğü gibi, sonunda Osmanlı ülkesinde, sanayiin hemen bütünüyle yok olmasına sebep olacağı açık bir biçimde ortadadır.
Bundan amacımız bir memleket halkı kendisine gerekli olan eşyanın tamamını bizzat imal ve tahsil ederek başka memlekete muhtaç olmamalıdır demek değildir. Önceleri henüz bir ön tecrübe geçirilmeden Avrupa’da dahi bu fikirlere yönelinmiş ise de sonraları bilirkişiler düzeyinde (erbâbı indinde) geçersizliği ortaya çıkmış olduğundan bu konuda ısrar etmeyiz. Osmanlı ülkesinin topraklarının genişliği ve verimliliği açısından, her şeyden önce tarımın genişletilip yaygınlaştırılmasına çaba ve özen gösterilmesinin daha hayırlı olacağı bilinmekte ise de, Avrupalılara oranla köylü düzeyinde kalmamak için fen ve sanatların tümüyle ihmaliyle yok olacağına aldırmamaktan doğan bir çok zararlardan sarf-ı nazar, milli namusa dokunur şeylerdendir. Her ne ise bunlar başkaca söz konusu olunacak sorunlardan olup sadedimizden hariç bulunduğundan bu boyutta ayrıntısına girişmek gerekmektedir.
Bu girişten açıkça anlaşıldığı gibi, bugün yalnız devlet memuriyetinde bulunmak için değil, hangi meslek ve sanata yönelmek amaçlanmış olursa olsun, herkes hâl ve mevkiinin uygunluğuna ve seçilecek mesleğe göre çocuklarının eğitim ve öğretimine çaba ve itibar etmelidir. İşte bu eğitimin de biraz okuma yazma öğrenmekten ibaret olması günümüzde yeterli olmayıp, kitâbetin (yazının) mücerret tahsiline vesile olduğu fen ve maariften herkesin kendi hâline göre hissedâr olması gerekmektedir.
Çünkü insanın nutk ve ve iradesi nedeniyle, diğer hayvanlar gibi yaşama şekli bir derecede kalmayıp, daima terakkiye (gelişme ve ilerlemeye) eğilimli ve yetenekli olduğundan, Eflatun’un “çocuğunu kendi terbiyen üzere eğitme. Çünkü o, senin yaşadığın devir dışındaki bir devirde yaşamak için yaratılmıştır” şeklindeki Felsefî sözleri gereğince, çocuklar pederleri (babaları) zamanının dışındaki bir zamanda yaşamak için yaratılmış oldukları cihetle, babalar onların eğitim ve öğretimlerini vaktiyle kendilerinin tahsil ettikleri derecede bırakmayarak belki bulunacakları(yaşayacakları) devre uygun ve eğilimli olan hususları öğrenmeleri gerekmektedir.
Şimdi çağımızda insanların çoğu bu hususun ehemmiyet derecesini ve çocuk eğitiminin bir ülkenin servet ve mutluluk ile güç ve kuvvetinin temel dayanağı olduğunu gereği gibi anlamayarak eğitim alanının genişletilmesine gerek görmemeleri üzüntü verici bir durumdur. Bugün yürürlükte olan eğitim yönteminin de çocukların zihin ve kavrayışına uygun olmadığı bilinmekte olup, sarf ve nahiv ve mantık ve meâni ismiyle öğrencinin “öğrendim” ve öğretmenin ise “öğrettim” diyerek memnun oldukları ve onur duydukları şeyler, çocuğun tam anlamını ve kullanış şeklini ve hatta ne amaçla olduğunu bilmeden, yalnız papağan gibi telâffuz ettiği bir takım kurallardan ve terimlerden ibarettir. Çocuklar, belirtilen ilimleri okumayıp, öğrenmekten maksat olan Arapçanın mahiyetinden habersiz olduğu hâlde, onun ilâl, irâb ve emsâli dakîk (ince) kurallarını ve felsefesini nasıl kavrayabilir? Ve henüz en sade ibareyi anlayıp kurmaya gücü yok iken, fesâhat ve belâğat üzere merâmını anlatma usûlünü öğrenmekten ne istifade edebilir acaba? Çocuk eğitimi ile uğraşan öğretmenlerin hangisi öğrettiği Arapça’nın kurallarını ve mantığını sözlü veya yazılı olarak icraya muktedirdir? Böylesi eğitimin, çocukların zihnini karıştırıp yormaktan başka bir semeresi olmayıp, eğitim için gerekli olan sermaye elde edildikten sonra tekrar olunur ise, ancak o zaman yararının görüldüğü, başımızdan geçen ve tecrübe ettiğimiz durumlardandır. Hatta adı geçen ilimler gereği gibi öğrenilse bile, bunlar gerekli olan kültürel ihtiyaçların karşılanmasına alet olacağından, asıl maksat olan yararlı fenleri tahsile çalıştırılmaları en önemli işlerdendir.
Dünya ve âhirette mutluluk sermayeleri olacak olan bunun gibi önemli bir işin (eğitim ve öğretimin) iyi bir biçimde gerçekleştirilmesi her türlü fedakarlık tercihini gerekli kılarken, bazı babalar çocukların doğum, sünnet ya da genellikle vakti gelmeksizin evlenmeleri vesilesiyle büyük masraflar yapıp, eğitim işine gelince bedâva olmasını veyahut cüzî masrafla geçiştirilmesini isterler. Gerçekte bu tür bir iki günlük havâyî (boş) şeylere o kadar masraf edip külfete katlanıp da eğitim ve öğretim (talim ve terbiye) işinin hiçe sayılması ne derece ahmaklık ve cehalet olacağı izaha muhtaç değildir.
Avrupa’da çocukların terbiyesine fazlasıyla itina olunup bu hususta herkes gücü yettiğince çaba harcamayı babalık görevi bildiğinden, bir adamın çocuğu dünyaya geldiğinde her şeyden önce öğretim masraflarını düşünür. Çocuk bir zaman baba ve annesinin bulunduğu yerde okula devam ile, başlangıç bilimlerini tamamladıktan sonra , büyük üniversiteleri bulunan uzak yerlere göndererek oralarda eğitim ve yaşamaları için gerekli olan büyük masrafları anne babaları üstlenirler. Hâli vakti yerinden olanlar, çocuklarını derslerini tamamladıktan sonra diğer memleketlerin ahvâlini ve halkının usûl, ahlâk ve âdetlerini bizzat görerek tanımaları için uzak yerlere gönderirler.
Çocuklar, çocukluk durumu gereği ilim ve ma’rifetin lüzum ve önemini anlayamayarak oyun ve eğlence ile uğraşmaya heves ettikleri hâlde, ebeveyni ya da velileri bazen yumuşak bir biçimde ve bazen de sertlik göstererek, ilim ve edep tahsiline çalıştırdıkları gibi, basiret gözleri açık olan (geleceği gören) devletler de halkları hakkında çocuk muamelesi yaparak, sözü edilen konuda her türlü kolaylık vesilelerini ve teşvik unsurlarını yerine getirerek ve hatta bazen Almanya devletleri yedi yaşına varmış gerek kız ve gerek erkek çocuklarını okula göndermeyen babaları cezalandırarak, ilim ve ma’rifet (bilim ve bilgi) ışıklarının her yere yayılmasına özen gösterirler.
Genel eğitimin saltanat-ı seniyyenin nezdinde de önemi takdir olunup özellikle şu hayırlı işin yaygınlaştırılıp yürütülmesiyle meşgul olmak üzere, başlangıçta özel bir bakanlık tesisine ve gerek Derseadet’de ve gerek Osmanlı Ülkesi’nin (Memâlik-i Mahrûse’nin) pek çok yerlerinde çocukların karşılıksız başlangıç ilimlerini öğrenmeleri çerçevesinde Rüştiye mekteplerinin açılmasına himmet buyurulmuştur. Bununla beraber, adı geçen okulların idare ve düzen şekli henüz arzu edilecek derecede olmadığı gibi mahalle mekteplerinde yürürlükte olan yöntem ziyâde ıslâha muhtaç olduğunu itirafa mecburuz. Bunun gibi mekteplerin ıslâhı, öncelikle öğretmenlerimizin oldukça ehliyet ve yeterlilik sahiplerinden olmasına ve ikinci olarak bunların benimsedikleri öğretim yönteminin yolunda bulunmasından ibarettir. Çocuklar az zaman zarfında Türkçe’yi kolaylıkla okuyup yazmayı ve gerekli olan başlangıç fenlerini öğrenmek üzere uygun bir yöntem konulup yerleştirilmesi ve bunun için gereken kitap ve risâlelerin seçimi ve tertibi az bir himmetle kısa bir sürede meydana gelebilir. Fakat istenilen düzeyde öğretmen sağlanması buna oranla biraz güç olduğu gibi, bugün bu meslekle geçinenlerin ihracı, haklarında mağduriyete sebep olacağından, bunlar oldukları gibi bırakılıp, ancak yeniden bu mesleğe gireceklerden sınav sonucunda yeni yöntemlerde yeterliliği (ehliyeti) sabit olanlar kabul olunup bu çerçevede sevk ve gayret umuru (motivasyon göstergesi) olarak yeni öğretmenlere ziyadece maaş veya bir nevi ayrıcalık verilmesi ve eski öğretmenlerden dahi bu gerekliliği kabule hazır ve talip olan olduğu hâlde sınavdan sonra onların da belirtilen yardıma mazhar olmaları, söz konusu amacın gerçekleşmesine yeteceği düşünülmektedir.
Bizim okullarda yolsuz (uygun olmayan) bir şey daha vardır ki bu aşamada onun da açıklanmasından geri durulamaz. Bundan amacımız zavallı çocukların dayak ile te’dip olunması (terbiye olunması) hususudur. Adaletli Saltanat-ı Seniyye’de en büyük cürm ve kabahati işleyen, bünyesi kuvvetli şahıslar, bir çok senelerden beri şu bedensel işkenceden kurtuldukları hâlde, henüz bedenlerinin nazikliği açısından her vechile haklarında letâfet ve nezâketçe muamele olunması lazım gelen çocuklar hakkında şu hareket doğrusu reva görülmemelidir. Çocuklardan, öğretimde tembellik ve gevşeklik ya da çirkin bir eylem ve davranış görüldüğünde mutlaka dayak ile cezalandırılmaları gerekmeyip türlü türlü terbiye yöntemleri vardır ki yoluyla icra olunduğu hâlde bunların her birisi bir çok değnekten ziyade etkili ve işe yarar olduğunda kuşku yoktur. Örneğin bazı kere uygun lisan ile azarlamak veyahut yer ve konumunu değiştirmek ve bazı kere diğer öğrenciler okuldan çıkmaya izin aldıkları hâlde bir süre okulda tutmak ve daha alâsı okuduğu dersi kabahatine göre yirmi otuz ve daha ziyade defa yazmağa mecbur etmek gibi tedbirin amacın gerçekleşmesine yetebileceği denenmiş ve kabul edilmiş şeylerdir.
Gerçekte zararlı olan işte bu dayak yöntemi eşek gibi zor anlayan ve aynı zamanda inatçı olan hayvanlara mahsus olup, şerefli insan cinsi ve özellikle çocuk gibi bünyesi nazik olanlar hakkında bu muamelelerin icrası mümkün değildir. Bunun bedence getirebileceği zarar şöyle dursun, kötü manevî etkisi de bilinmektedir. Çoğunlukla bu durum onların tahammüllerini yok ettiğinden, çocukların hakaret ve miskinliğe alışkın olarak ömürleri boyunca gururlarını (izzet-i nefislerini) koruyamayacakları kesindir.
(*) Münif, “Ehemmiyet-i Terbiye-i Sıbyân”, Mecmua-i Fünûn, İstanbul 1279, S. 5, s. 176-185.
(**) “Eğitim Sosyoloğu”, Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi.
(1) Münif Paşa’nın hayatı, eserleri, düşünce ve icraatı konusunda şu eserlerimize bakılabilir : İsmail Doğan, Tanzimat’ın İki Ucu: Münif Paşa ve Ali Suavi Üzerinde Sosyo-Pedagojik Bir Değerlendirme, İstanbul : İz Yayıncılık 1991; “Batıdan Yapılan İlk Pedagojik Tercüme: Muhâverât-ı Hikemiye ve Münif Paşa”, İletişim ve Yabancılaşma içinde, İstanbul: Sistem yay., 1998, s. 191-215.; “Siyasal Tutum Geliştirme Geleneği ve İki Tanzimat Aydını”, Değişen Türkiye’de Bilim ve Kültür içinde, Ankara: İmaj Yay., 1997, s. 313-331.
* Özgün şekli Arapça metin olarak şöyle geçer: “İnnâ vecednâ âbâenâ”