Quantcast
Çocukluğumda Uluabat ve Ulubat Gölü – Belgesel Tarih

Çocukluğumda Uluabat ve Ulubat Gölü

Çocukluğumda Uluabat ve Ulubat Gölü

Loading

  • Serpil TONAK

Ulubatlıyım. Köyde doğup büyüdüm. Kardeşlerim de orada doğdu, ama benim kadar yaşamadılar orasını. İlkokulu, Uluabat İlkokulu’nda; ortaokulu sabah Karacabey’e gidip akşam köye dönerek Karacabey Ortaokulu’nda okudum.   Annem öğretmendi, liseye başladığım sene Merinos okuluna atandı. O yıl, köyden ayrılıp Bursa’ya yerleştik.

Çerkezlerin Abhaz beyleri soyundan büyük, büyük dedem 1850’li yıllarda ailesi ve yakınlarıyla bugünkü Abhazya’dan göçmüş Türkiye’ye.  Orası mı olsun, burası mı olsun derken Sultan fermanıyla istedikleri yere ve Kafkasya’daki tapulu toprakları kadar toprak verilerek yerleştirilmeleri buyurulmuş. Geniş düzlük alan olduğu, at binmeye ve yetiştirmeye de uygun olduğu için burayı seçmişler. Kafkasya’daki mülkleri kadar mülkiyet hakları olduğu için geniş toprakları olmuş. Büyük dedemin hacılığı nedeniyle de “Hacıoğulları” kalmış adları. Dedem,  onun zamanında çok nadir olan bir şeyi yapmış Rüştiye’de okumuş, İstanbul Davutpaşa Rüştiyesi’nden mezun olmuş.  Devlet hizmetine girmesine büyük dedem, izin vermemiş. Çocukluğumda,  ailenin büyük toprak sahipliği kısmen sürmekteydi.  1950’li yılların başındaki “modernleşme” furyasında bankaların dağıttığı kredileri kullanıp geriye ödeyemediklerinden yitirdiler hepsini.

Evimiz, köyün eski yerleşiminin Karacabey çıkışında solda, geniş bir bahçe içindeydi. Uzun süredir kimse yaşamadığından çatısı çöküp yıkıldı. Şimdi, o büyük bahçenin bir ucunda bir harabe halindedir, bahçesi de bakımsızdır. Dedem, babaannem, büyük dedem (dedemin ağabeyi Ahmet Dede), büyükannem (Ahmet dedemin eşi Fikriye nine), cici babam (amcam), ciciannem, babam, annem, benden daha büyük kuzenlerim Enver ve Recep abilerim ve benden küçük üç kardeşim Numan, Seçil, Sevil o evde birlikte yaşadık. Son yaşayanı ciciannemdi. Ziyaretine giderdim. Koca ev hep tertemiz olurdu. Ovulmuş apak döşemesinde toz zerresi arasan, bulamazdın.  Ciciannem, son günlerinde bile terk etmedi o evi.  O vefat edince, ev de ıssızlığa katlanamayıp yaşantısına son verdi sanki.

Göl,  çocukluğumda son derece önemliydi bizim için ve bütün Uluabat için… O olmadan köyün tarım arazileri, tarlası, bahçesi, merası, dolayısıyla köyümüz de olmazdı diye düşünürdük.  Yanlış da değildi böyle düşünmek: çünkü esasında yalnız köyümüz ve göl ve gölayağı kıyısındaki öteki köyler değil bütün Karacabey ovası gölün hediyesiydi hepimize…  Yaşlılar, “Adam eksen, biter” diye tarif ederlerdi toprağın verimliliğini.  Pirinç, buğday, şeker pancarı, mısır ne ekilse bire bin veriyordu neredeyse. Her türlü sebze meyve bol bulamaçtı. Kümesi olmayan, kümes hayvanı beslemeyen tek bir ev bile düşünülemezdi. Koyun ve sığır yetiştiren aileler de vardı, yanlış hatırlamıyorsam iki aile… Onlar köyün süt, yoğurt, peynir, yağ gereksinimini karşıladıkları gibi Karacabey’e, belki Bursa’ya da ulaştırırdı bu ürünlerini…

Bunların yanında, balık istemediğin kadar çoktu gölde.  Oltasını alıp dereye giden hiç kimse balıksız dönmezdi. Bunu yapamıyorsa gidip balıkçılık yapanlardan satın alırdı. Sanıyorum, hiç pahalı değildi o zamanlar. En azından pahalılığına ilişkin bir yakınma duyduğumu hatırlamıyorum o yıllarda. Bu yüzden her aile haftanın hiç değilse iki gününde, üç gününde bir,  sofrasına balık yemeği koyabiliyordu…

Bir de kocaman kocamandı gölün sazanları. “Hay Maşallah, kuzu gibi” derlerdi.  O kadar ki tek bir tanesi bizim 14 kişilik büyük ailemize yetiyor, artıkları da kedilerle köpekleri doyuruyordu. Hakikaten cesamet bakımından kuzudan geri kalmazdı o dönemin sazanı. Şimdi pazarlarda “Uluabat sazanı”  diye satılanlar, genellikle el kadar var yok! Bunlar, eğer gerçekten Uluabat’tan geliyorsa, “Uluabat gölünün de gölden geçinenlerin de vay haline” diyesi geliyor insanın…

Sazan, çeşitli biçimlerde pişirilip yemeği yapılan önemli bir besin kaynağıydı köy için. Özellikle de havyarı bizim ailede çok makbuldü. Büyükler, göl suyunun dinginliği ile besleyiciliğinin Uluabat sazanını ve havyarını eşsiz kıldığı görüşündeydi.  Havyarın en güzelini de babam yapardı. Onun hayli zahmetli terbiyesinden geçen havyarı herkes beğenirdi.  Köyün genelinde de havyar yenilirdi, ama bizde yapıldığı gibi ince ince işlenerek değil de tavada kızartılarak. Avlanırken, oltaya veya ağa takılmış küçük sazanlar gerisin geri suya atılırdı. Çünkü avdan eli boş dönmek, daha doğrusu iri sazanlar bakımından eli boş dönmek pek söz konusu değildi.

Havyarı dışında Sazanın özellikle bir tür yemeği bizim ailede çok sevilirdi. “Yahni” denirdi bizim köyde o yemeğe.  Bol soğan, domates, biberle pişirilirdi. Çok, ama çok lezzetli olurdu.  Kılçığını filan -ki aslında kemiklidir-,  kimse umursamazdı.  Sonraları dışarılarda “Göl balığının eti yavan olur” diye duyduğumda çok şaşırmıştım. Uluabat’tan çıkan balığın her cinsi hem yağlı hem lezzetliydi çünkü.

YAHNİ VE HAVYARIN EN İYİSİ

Bizim evde,  şöyle yapılırdı yahni:

Önce pullarından ayıklanıp yıkanırdı balık. Pulları ayıklamak zordu biraz, kuvvet istiyordu; bu yüzden babam veya amcam yapardı bu işi.  Sonra büyük bir tepsi alınır yağlanır, ortasından kesilmiş balık iki parça halinde bu tepsiye yerleştirilirdi.  Çevresine halka halka kesilmiş bol miktarda soğan, domates, sarımsak, yeşilbiber konulur fırına verilirdi. Nar gibi kızarıncaya kadar da beklenirdi, fırından almak için… Balığın kafasından da balık çorbası yapılırdı. Özellikle bahar aylarında soğanlı, taze naneli çorbası çok güzel olurdu.  Yahni, eğer kış aylarında, yani domates ve biberin olmadığı aylarda yapılıyorsa,  pişmeye başlarken üzerine biraz tereyağı konurdu. Yazın yeterince yağlı olduğu için belki, tereyağı konmazdı.

Eğer fırında değil da tavada kızartılarak pişiriliyorsa, bol sarmısaklı -işkembe çorbası için hazırlanır gibi- sirkeli bir sos hazırlanır, balık piştikten sonra sıcak sıcak o sosa bulanırdı. İlginçtir ki o sosa rağmen sofrada, sarımsak ve sirkenin kokusunu almaz yalnız balığın kokusunu alırdınız…

Bir tane sazan balığından -dişi sazanların havyarı olur-, ortalama bir kilogram havyar alınırdı. Havyarı hazırlamanın en kolay yolu yağda kızartmaktır.  Yıkanıp, zarı alındıktan sonra bir demet maydanoz eklenip karıştırılır, sonra da una bulanıp yağda parça parça kızartılırdı. Fazla bir uğraşı gerektirmediğinden herkes bu yolu seçerdi, fakat babam farklı yapardı: önce kaya tuzu ile tuzlar, üç hafta o tuzda bekletirdi.  Bu iş için rafine tuzu asla kullanmazdı. Sonra zarını -kesesi mi demeliyim-, soyar ve seramik bir çanakta, ılık suda bir saat kadar bekletirdi.  Sonra suyunu süzdürür, gene seramik yahut cam bir kapta, üzerine zeytinyağı ekleyerek tahta bir kaşıkla, daha doğrusu kaşığın bombeli tarafıyla yavaş yavaş ezerdi.  Zeytinyağından eser kalmayınca yeniden zeytinyağı ekler,  ezmeye devam ederdi.  Sonra tekrar zeytinyağı, tekrar ezme… Bir kilogram havyara yaklaşık yarım litre zeytinyağını tahta kaşığın bombeli tarafıyla bir saat boyunca eze eze yedirirdi. Havyar sarı bir renk aldıktan ve göz göz olmaya başladıktan sonra ezmeyi bırakır, üzerine limon sıkardı. Bu aşama, havyarın kahvaltı için hazır olması demekti…

Babam, havyar hazırladığı seramik çanağı bana bırakmıştı “Diğerleri bilmez, belki sen yaparsın” diyerek; ama öyle sazan bulunmadığı için hiç yapamadım… Yıllar, yıllar sonra, Eğridir gölü kıyısındaki balıkçı lokantalarında aynı şekilde yapılan havyarla karşılaştım. Oradaki lokantalardan biri, tarif ettiğim şekilde yapıyormuş.  Gerçekten de bizde yapıldığı gibi yapılmıştı, lezzeti de ona yakındı.

DEREDE TURNA VE YAYIN

Gölün çok meşhur öteki iki balığı da Turna ve Yayın’dı. Bunlar lezzetli olduğu kadar büyük balıklardı. Bu yüzden daha zordu avlanmaları. Hem gölde, hem derede yüz kilogramlık, hatta onun da üzerinde yayın avlandığından söz edilirdi. “İnsan boyu kadar” derlerdi, tarif ederken. Yılan balığı ve kerevit de vardı gölde. Bizde, yılan balığı ve kerevit yendiğini hatırlamam. Yenildiğini, köyde de yiyenlerin olduğunu duyardım. Sanırım, tutulması da pişirilmesi de daha zahmetliydi bunların.  Boğaz’da yakalanan yılan balığının, evde pişmese de, şişinin çok lezzetli olduğunu söylerlerdi. Rahmetli Enver Abim (Enver Çolak), sağlığında yılan balığı şişi yedirmişti boğazda bize. Hakikaten güzeldi. Uluabat’ta büyümeme rağmen ilk kez o zaman yedim yılanbalığını…

Yayın ve Turna bizde şöyle yapılırdı:

Önce, balığın filetosu çıkartılıp zeytinyağında bir güzel kızartılırdı. Sonra, bol sarımsak rendelenip sirkede bekletilirdi biraz ve bu, kızarmış fileto daha soğumadan sos olarak üzerine boca edilirdi. Özellikle Boğaz’da, göl ayağında avlanan yayının eti daha lezzetliydi.  Gölden dalyana, oradan da göle sürekli balık geçişi vardı.  Dalyanın suyunun göle ve dereye göre daha tuzlu olması, iki tarafta da yaşayan balık türlerini geliştirmişti.  Boğaz,  yalnız su canlıları için değil bölgedeki tüm canlılar için özel koşullar yaratmıştır aslında. Mesela, Türkiye’deki, belki de en ilgi çekici longoz ormanı Boğazın denize dökülürken oluşturduğu delta üzerindeki ormandır birçok bakımdan…

Uluabat’tan beş veya altı aile geçimini balıkçılıktan sağlardı. Bulgaristan’dan, 1952 yılında buraya göçmüş ailelerdi bunlar.  Meriç’te balıkçılık yaparlarmış göçten önce.  Altı düz, karnı geniş, motorsuz, kürekle işleyen tekneleri vardı. Ağlarını geceden atar, sabahları toplarlardı. Köyün meydanında her sabah, balık pazarı demeyeyim de, balık mezadının olduğunu duyardım. O mezat çokluk Bursa ve Karacabey içindi. Köylü, ne zaman istese balık temin edebiliyordu çünkü.  Balık çok boldu kısacası. Haliyle, ördek başta olmak üzere, su kuşları da…

Ava çıkan birinin bir çuval dolusu ördekle döndüğünü hatırlarım. Mekeyi filan pek avlayan olmazdı diye biliyorum. Avlanmışsa da, bir yumruk kadar olan katısı alınır, gerisi kedilere ve köpeklere atılırdı. Ördek dışındaki kuşlar hiç avlanmazdı.

Su kuşları değilse de, bir leylek ailesi bizim bahçenin değişmez konuğuydu. Her bahar döner gelirlerdi evin çatısındaki yuvalarına. Sevinç duyulurdu gelişlerinden. Kümesteki tavuklar, horozlar, kazlar gibi bahçede dolaşıp durur; yavrularını büyütür, sonra da göç zamanı katar halinde güneye uçarlardı…

Dokunulmazlıkları vardı leyleklerin köyde. Çocuklar da bunu bilir, ona göre davranırdı. Ne yuvalarına ne yumurtalarına, ne yavrularına dokunan çıkardı.

GÖL ENDİŞE KAYNAĞIYDI

Göl, nimetlerinin bolluğu yanında bir endişe kaynağıydı bizim için, korkutucuydu da aynı zamanda.

Köyün bağını, bahçesini, insanını, hayvanını besliyordu; fakat çok sık olmasa bile ciddi zarar da veriyordu. Örneğin kimi seneler taşkın oluyordu. Evler, tarlalar, bahçeler su altında kalıyordu bu taşkınlarda. Köylünün hayvanları telef oluyordu.

Göl derken, “dere” dediğimiz gölayağını söylemek istiyorum. Uluabat’ın kıyısından geçiyor çünkü. Bizim göl ile pek fazla alışverişimiz olmazdı. Ama gölayağı her gün gördüğümüzdü. Önümüzde akıp gidiyordu. Çok sokulmayalım diye okulda, evde tembihlenirdik. Suyun debisinin yükseldiği, özellikle de taşkın olasılığının belirdiği zamanlarında, okul bahçesinin gölayağı tarafı kesenkes yasak bölgeydi. Hiç kimse bahçenin o kısmına yaklaşmazdı. Sanki mayınlı araziydi orası.  Çocuklardan o tarafa geçen olmuşsa, öğretmen ya da müdür tarafından resmen azarlanırdı. Aslında hiç kimse göze almazdı yasağı çiğnemeyi; geçen de unuttuğundan veya oyuna daldığından geçmiş olurdu o tarafa. Öyle ikide bir hatırlatılmazdı, ama herkes bu yasağa uyardı.

Bir keresinde, paydostan sonra okuldan çıkınca sete yaklaşıp bakmıştım. Çok korkutucu görünüyordu. Her zamanki halinden çok farklıydı. Alabildiğine genişlemişti. Hızla ve büyük bir uğultuyla akıyordu. Kocaman ağaçlar yekpare halde, kökü gövdesi, dallarıyla sürükleniyor, köprünün birkaç karış altından geçip gidiyordu.

Bu manzara pek seyrek rastlanır bir durum değildi aslında. Çünkü Uluabat deresi, güney tarafından göle giren bütün suları taşıyan dere. Göl, sığ olduğu için onca suyu tutamıyor. Yüzeyine düşen yağmurla birlikte tüm fazlalığı dere yoluyla denize akıyor. Kocadere, bu dere ile Hanife deresi ve Kara dereden gelen suları taşıyamayınca göle dönüyordu. O zaman da gölün yüzeyi,  köyün tüm merasını tarlalarını kapsayacak kadar genişliyordu.

Göle veya dereye çocukların kendi başına girmesine de pek izin verilmiyordu. Su bulanık, zemin de bataklıktı çünkü. Bataklıkta yüzmek zordur, tehlikelidir. Uluabat’ta çok kimse yüzmeyi bilmez bu yüzden. Korkulduğu için çocukları bırakmazlar yüzmeye. Azmak kısmına gider yüzmek isteyenler,  çocuklar değil de gençler… Azmak da çok eski olmasa gerek. Sanıyorum yapımı cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra başlıyor, ama tamamlanması çok, çok daha sonra. Öncesinde o da yok…

BOĞAZKESEN BİR KALE

Bizans tarih yazıcılarına göre Aleksi Komnenos (l. Komnenos) yaptırmış Liputyum (Uluabat) kalesini, bir boğazkesen olarak, galiba 1 110’larda; Selçuklular bölgede etkinlik göstermeye başlayınca hem bu ticaret yolunu korumak hem de onların daha batıya ilerlemelerini engellemek için… Bu dönem, Venedikli tacirlerin de bölgedeki ticari faaliyeti yönettikleri bir dönem. Aleksi Komnenos,  gerek Selçukluya karşı gerekse kurucusu olduğu hanedanın içerideki hasımlarına karşı onların desteğini almak için kimi imtiyazlar tanımış ve ticari imtiyazların korunacağına dair resmi, yani sözleşmelerle sabit güvenceler vermiş onlara.  Bizans askerleri de İstanbul’dan bu su yolunu kullanarak gelirmiş Uluabat kalesine ya da garnizonuna…

Osmanlı İmparatorluğu da bu suyolunu, Bursa ile İstanbul ve bu ikisiyle Güney Marmara kentleri arasındaki tecimsel faaliyeti kolaylaştıran bir araç olarak kullanmış. XIX. yüzyılda Uluabat ile Mihalıç Boğazı (Karacabey Boğazı)  arasındaki gölayağında “vapur işletme” hakkının bir imtiyaz olarak devletçe verildiği biliniyor. Bursa Kütüğü‘nde belirtilen bir belgeye göre, bu imtiyaz 16 Mayıs 1859’dan itibaren 31 yıl süreyle İstanbul Langa’da mukim Osmanlı yurttaşı Kostioğlu Hıristo’ya verilmişti. Bu imtiyazın 1890’da yenilenip yenilenmediğini bilmesek de seferlerin sürdüğünü biliyoruz…

Sonuç olarak Uluabat kalesinin, Venediklilere verilen imtiyazlara güvence sağlamak ve Selçuklu Türklerinin olası etkinliklerine karşı önlem almak amacıyla kurulduğunu söyleyebiliyoruz. Bu arada belirtmek gerekiyor ki Selçuklu-Bizans “karşıtlığı” yahut  “düşmanlığı” ne kadar gerçekse, o kadar da su geçirmez değildir: Selçuklu şehzadelerin Bizans sarayının uzun süreli konukları olmasından,  orada eğitim görmelerinden, hatta saray içi entrikalara adlarının karışmasından bunu anlarız. Uluabat kalesinin kurulmasından yalnızca 7 yıl sonra Komnenosların “Megas Demostikos”unun Türk bir komutan olması da bu tarafıyla ilginç sayılabilir: Aksukos adındaki bu komutan Bizans sarayına 9 yaşında alınmış, orada eğitildikten sonra da Bizans imparatorluğunun doğu ve batı ordularının komutanlığını 1 118’den başlayarak tam 32 yıl sürdürmüştür…

Anna Komnena, Alexsıad’ta, babası Aleksi Komnenos’un buraya ordusuyla geldiğinde karargahını Uluabat köprüsü yakınlarındaki bir su kaynağı olan “Karyx” de kurduğunu söyler.  Bilge Umar,  bu sayfaya düştüğü dipnotunda,  Komnena’nın sözünü etiği su kaynağını tespit edemediğini belirtir…

Uluabat’ın ne kadar önemli olduğu şuradan belli ki Bursa’dan 18 yıl, Mihalıç ve Kirmastı’dan da altı yıl sonra ele geçirilebilmiş Osmanlı devletince. Üstelik anlaşma yoluyla yapılmış bu iş…

Şöyle bir hikayesi de vardır bu olayın: Osman Gazi, Bursa kuşatmasını sürdürürken çevredeki küçüklü büyüklü kimi kaleleri de gerek anlaşarak gerekse zorla almaya başlar. Bunlardan direnmeyi seçen Kite kalesinde zorlu bir savaş olur. Sonunda yenilgiye uğrayan Kite tekfuru, yakın adamlarıyla kaçıp buraya sığınır. Osman Gazi, Uluabat önlerine gelip düşmanının teslim edilmesini ister. Buradakiler de, Osmanoğlu’nun Uluabat köprüsünden asla geçmeyeceği sözünü alıp teslim ederler Kite tekfurunu. Hikâyenin ilginç tarafı; Uluabat düştükten sonra da, Osman Gazi’nin bu sözüne Osmanlı sultanlarının uymasıdır. Aşıkpaşazade’nin aktardığına göre buradaki köprüyü kullanmayıp kayıkla geçerlermiş bir taraftan diğer tarafa…

İkinci bir hikâye de, Karacabey’de camisi bulunan Runguş Paşa ile ilgilidir. Runguş Paşa, Uluabat alınırken paşa filan değil, yalnızca bir sığırtmaçmış. Uluabat’ı almak için fırsat kollayan Osmanlı askerlerini, sığırların alınması için kapıların açıldığı bir sırada kaleye sokarak Uluabat’ın düşmesini sağlamış. Sonrasında da Osmanlı hizmetindeki bir asker olarak çeşitli savaşlarda o kadar yararlı olur ki paşalık rütbesini edinir. Son olarak Niğbolu’da da savaştıktan sonra gelip Karacabey’e yerleşir. Padişah (Yıldırım Bayezıd), Uluabat köyü çevresindeki önemli miktarda araziyi onun vakfına bağışlar.

Bu kaleden söz eden bir kitapta, yakınlarında suyu çok güzel bir kaynağın bulunduğundan bahsediliyor.  Komnenos’un karargâh kurduğu, Bilge Umar’ın da yerini tespit edemediği o su kaynağı Çingen Çeşme olmalıdır. Çünkü tüm Uluabat çevresinde suyu benzersiz lezzette olan tek su kaynağı oydu ve babam, büyükbabam ve babaannemin iki oğlu, iki gelini ve 6 torunu ile tek otorite altında birlikte yaşadığı Hacıoğulları Evi’ne çok sık su taşımıştır oradan…

Çingen Çeşme yalnız Uluabat’ın değil, Karacabey’in de gözdesiydi o zamanlarda. Karacabey’den de traktörle su almaya gelenler oluyordu. Gençlerin de eğlenmek için tercih ettikleri yerlerdendi, meyhane gibi…

Bu arada kale içinde ve dışında iskelet kalıntılarına, daha önemlisi Bizans öncesi olması muhtemel bir takım buluntulara da rastlanmaktaydı. Özellikle traktör gibi güçlü araçların köye girmeye başladığı 1950’li yıllarda,tarlalar daha derinlemesine sürüldüğü için olmalı pulluk demirine takılıp çıkarılan bir mezar stelini hatırlıyorum. Babam, üzerinde evli bir çifti sembolize eden bir rölyef bulunan bu steli bizim evin bodrumunda korumaya almıştı. Ancak müze müdürlüğüne bildirmesine karşılık, müze yetkilileri  “Bizde bunlardan çok var” gerekçesiyle almaya yanaşmamıştı.  Üzerinde haç bulunmadığı için “Bizans öncesi” diye tahmin yürüttüğüm o stel, uzun süre boş kaldığı için kendiliğinden yıkılıp giden Hacıoğulları evi ile birlikte yok olup gitti.

O evin de klasik Türk veya Rum köy evi ile pek uyuşmayan kendine özgü denebilecek birçok özelliği vardı, ama bunlardan söz etmeyeceğim…

MAVNALARLA TAŞIMACILIK YAPILMAKTAYDI

Mavnaların Uluabat’tan -boğazdan- geçip Apolyont’a kadar gittiklerini bilirim. Yük taşımaktaydı bunlar. Anadolu’dan koyun sürüleri, Karacabey ve Mustafakemalpaşa ovalarından soğan, patates, başka sebzeler ve meyve dolu olarak denize doğru iner, başka ürünlerle dolu olarak dönerdi bunlar. Ama daha öncesinde yolcu da taşınırmış buradan (Uluabat) ve boğazdan (Bayramdere) Apolyont’a ve belki başka yerleşkelere de…

Karayolları önem kazandıktan sonra önce yolcu taşıyan tekneler, ardından da bu mavnalar yok olup gitti. Yoksul düşen sahiplerinin terk ettiği bazı teknelerin kıyıda, sığlıkta bırakıldığı yerde çürüdüğünü, zamanla da sürüklenip ye de batıp gittiğini anlatırlar… Tabii bu sözünü ettiğim mavnayla taşımacılık 1960’lı yılların ortaları falan… Benim görebildiğim, tanık olabildiğim bununla sınırlı…

Yaşlılar, daha öncesinde Marmara Denizi ile Uluabat Gölü arasında boğaz üzerinden düzenli bir trafik bulunduğunu da anlatmaktaydılar. Osmanlı imparatorluğu döneminde bunun imtiyazını almış kişi veya şirketlerin olduğu da -örneğin 16 Mayıs 1859’dan itibaren 31 yıl süreyle İstanbul Langa’da mukim Kosti oğlu Hıristo’ya verilmişti bu imtiyaz-  ayrı bir gerçek…

Köyün girişinde sağda, şimdiki köprüden Karacabey yönünde geçerken görülebilen küçük bir ada vardır. Şimdi yaz kış görünüyor, kalıcı bir ada oldu. Eskiden yalnız yazın ortaya çıkardı. Kışın ve bahar aylarında görünmez olurdu. Bu yüzden, yazın en sıcak günlerinde bile hep bahar havası eserdi orada. Bitkileri hep çok taze ve yeşil, ağaçlarının gölgesi hep serindi. Uluabatlıların piknik yapmayı sevdikleri bir yerdi.

En erken Hıdırellez’de filan başlardı oraya geçişler. Kimi seneler daha da geç…

Boğazın mevsimine bağlı olarak tersine aktığı bir dönemi de vardı. Kocadere, topladığı suları denize veremeyince göle dönerdi sular.  Gölden taşkınlar böyle zamanlarda, yani suyun göle döndüğü zamanlarda olurdu esas olarak.

 MİNAREDE NÖBET TUTULUR, SİLAH ATILIRDI

Taşkın zamanı herkesi uyarırlardı. “Üstü üstüne silah sesi duyduğunuzda hemen evlerinizi terk edin” diye. Gençler nöbet tutardı sırayla. Gündüz nöbetinde minareye çıkarlar, oradan suyun seddi aşıp aşmayacağını gözetlerlerdi.  Aşması durumunda hemen silah atılırdı. Herkes bizim bahçeye toplanırdı öyle günlerde. Bir korku ve endişe havası eserdi. Gece, uyumadan önce babam uyarırdı “Silah atıldığında hemen armut ağacına tırman, orada bekle; ben gelip seni kurtarırım” diye…

Kardeşlerimin büyüğü olduğum için bunu yapabilirdim. Armut ağacı, dalı budağı bol, gövdesi sağlam bir ağaçtı gerçekten. Daha da önemlisi babamın bana güvenmesi,  ilk anda başımın çaresine bakabileceğime inanmasıydı.  Bu yüzden güven verirdi sözleri.  “Diğerlerini kurtaracak, sonra gelip Armut ağacından beni alacak” diye düşünürdüm.

Uluabat dümdüz yer. Bir tarafı göl, bir tarafı dere. Derenin yatağı da öyle engeller arasından geçiyor değil. Boğaza kadar dümdüz gidiyor. Kışın bu boğazdan denizden ovaya doğru çok sert rüzgarlar eser.  Kışları çok soğuktur bu yüzden. Mesela zeytin olmaz bizim köyde.  Daha yükseklerde yetişmesine rağmen Uluabat’ta yetişmez. Zakkum da yetişmez.  Belki şimdi yetişiyordur, ama çocukluğumda yetişmezdi. Kışın dondurucu soğukları yüzünden…

Eskiden kozacılık yaygındı. Bu yüzden çok dut ağacı vardı köyde. İpekçilik Enstitüsü’nden alınan kibrit kutusundan birazcık daha büyük bir kutu içindeki tohumları ninem göğsünde muhafaza ederdi bir süre.  Çünkü beden sıcaklığında tutulmaları gerekiyordu.  Koza işi kadınların işiydi zaten. İşi de kadınlarındı, parası da.  Yalnız “aladı” zamanı, daha çok yaprak gerektiği için erkekler dut dalları keser getirirdi. Bunun dışında pek karışmazlardı koza işine.  Kozalar toplanınca kadınlar, şehirlik giysilerini giyer Bursa’ya, Koza Han’a gelirlerdi ürünlerini satmak için. Çarşıyı pazarı bilen köyden bir erkek de yanlarında olurdu. Kozalar satılınca Uzun Çarşı’ya geçilir üst baş alınır, diğer çarşılar gezilir, akşamüstüne doğru Ulucami’nin yanında buluşulurdu. Uluabat otobüsü oradan kalkardı çünkü…

MÜSLÜMAN MAHALLESİNDE SALYANGOZ

Köy meydanı eskiden, eski Uluabat köprüsünün batı ucundan başlıyordu. Sağda kale, içinde kilise, karşı tarafta eski cami, ilerde yeni cami, arada birkaç dükkân, kahve ve aralarında parke döşeli eski Karacabey yolu… Orada bir de meyhane varmış 1924’e kadar: Barba’nın Meyhanesi!

Yaşlıların anılarında Barba’nın Meyhanesi çok önemli yer tutuyordu: Barba’nın Meyhanesinde iken… Barba’nın Meyhanesi’nin önünden geçiyordum ki… Meyhaneci Barba, bir gün dedi ki…

Bu girişle başlıyor uzayıp gidiyordu bu anılar. Dedem, bir keresinde şöyle anlatmıştı:

Bir akşam içtik Barba’da. Söz uzadı, sohbet koyulaştıkça daha da içtik. Yenebilecek ne varsa onu da silip süpürdük. “Yahu Barba,  yok mu masaya koyacağın bir şey” dedik.

-“Var, var da, size göre değil” dedi.

-“Ne demek size göre değil!  Senin yediğini biz niye yemeyecekmişiz?” diye üsteledik.

Barba, “İyi o zaman, günah benden gitti” deyip çıktı. Döndüğünde küçük bir tencere vardı elinde.

– “Son defa söylüyorum: Bu yemek size göre değil!”

Çok içmişiz… Dinlemedik onu.  Israr ettik. O da, elindeki tencereyi masaya bırakıp oradan servis yaptı. Hayatımda yediğim en lezzetli yemekti. Sorduysak da söylemedi o akşam.

Sürekli “Neydi o Barba?” diye üstelediğim için bir gün söyledi. Salyangoz yemeğiymiş meğer. Çok lezzetliydi. Barba çok hünerli adamdı. Balığı ondan yememişsen balık yedim demeyeceksin. Çok da temiz insandı. İşleri de kendisi kadar temizdi…

Bunları dinledikçe, “Madem bu kadar özlüyorlar Barba’nın Meyhanesi’ni, neden biri çıkıp bir meyhane açmıyor?” diye düşünürdüm.

Barba’nın Meyhanesi ile birlikte gidişinin, köyün hayatında önemli bir eksiklik yarattığı besbelliydi, ama bir meyhane açmayı düşünen de olmadı …

İşgal sırasında da, köyün Rumlarının Türk komşularına arka çıktığı ve onları Yunan ordusundan ya da bu ordudan icazetli yağmacıların tasallutundan koruduğu anlatılırdı. Karacabey yakılıp yıkılmasına karşılık, Uluabat’ın yakılmaması da köyün Rum halkının bu tutumuna bağlanırdı. Çocukluğumda büyüklerin, gerek aile içinden gerek dışından kulak verdiğim sohbetlerinde sözü edilen şöyle bir hikâye vardı:

İşgalden sonra bir şeylerden kuşkulanan Yunan jandarması, köye baskın verip aralarında Ahmet dedemin de olduğu köyün önde gelen erkeklerini toplayıp sorgu sualden geçiriyor ve sonunda beş veya altı kişiyi alıkoyup diğerlerini salıveriyor. Alıkonulanlar köyün 14. Veya 15. yüzyıldan kalma eski camisine hapsediliyor. Anlatılana göre bunlar, askeri birliklere karşı sabotaj veya saldırılardan sorumlu tutulduklarından buradan alınıp idam mangasının karşısına çıkacak kişiler…

Sabahleyin,  camiden elleri kolları bağlanmış olarak çıkarılıp köy meydanına çıkarıldıklarında, köyün önde gelen Rumları Yunan birliği komutanının elini eteğini öpüp komşularının selameti için ricacı oluyor.  Komutan,  buyrukçu ve azametli kibri içinde onları dinlese de kararını pek değiştirmişe benzemiyor.  O arada dedemlerin çiftinde çubuğunda hizmet etse de aile ile çok içli dışlı Marika ileriye fırlayıp ayaklarına kapanıyor komutanın. Kaldırmaya çalışıyorlarsa da başaramıyorlar.  Sonunda, komutan Marika’yı dinlemek zorunda kalıyor. Dinleyince de tutukluların çözülmesini emredip birliği ile köyden ayrılıyor…

Ahmet dedemle, köyün öteki önde gelenlerinin o gün kurşuna dizilmekten ya da asılarak idam edilmekten Marika sayesinde kurtulduklarına inanılıyordu köyde. Böyle miydi gerçekten bilinmez, ama Marika adı Allah’tan rahmetini esirgememesi ve mekanını cennet kılması dilenmeden anılmıyordu…

1960’LARA KADAR DERE SUYU İÇİLİYORDU

Uluabatlılar,  1960’a kadar gölün, daha doğrusu derenin suyunu içti. O tarihte, Bursa’dan hayırsever bir kadın kuyu vurdurup tulumba kurdurdu köye.  Her yıl orada resmi tören yapılıyor Ulubatlı Hasan için, bilmem ne; ama köye ilk çeşmeyi devlet değil, köylüler de değil Bursa’dan hayırsever bir kadın düşünüyor!

Yaşlılar, bir süre daha dere suyu içmeye devam ettiler. Bataklık kokmayan suyu “tatsız” buluyorlardı.  Sonra, sonra onlar da alıştı tulumba suyuna.

Eski köprünün yerine, biraz daha batıda yeni köprü kurulunca, köyün ekseni değişti. Köy meydanı yeni köprüye göre yeniden şekillendi. Orada yeni cami yapıldı. Sonrasında Ulubatlı Hasan Anıtı dikildi. Karacabey yolunun iki tarafına dükkân, kahve, fırın yerleşti. Meydan da burası oldu.

Yakınlarda bu köprünün yerine de yeni bir köprü inşa edildi. Kardeşim Seçil Cam, Karayolları Genel Müdürlüğü’nde köprülerden sorumlu dairenin şefiydi o zaman. Bir Ulubatlı olarak şimdiki iki taraflı (gidiş ve gelişi ayrı) köprünün projesinden inşasına, tamamlanıp teslim edilmesine kadar her aşamasında sorumlu olarak müdahil oldu. Bu bakımdan, günümüzdeki Uluabat köprüsü bir Uluabatlının eseridir denebilir.

Uluabat’ı taşkından koruyan seddeyi, Devlet Su İşleri yaptı. Tarihi çok eskiye gitmez, ama Uluabat’a çok ünlü bir hemşeri kazandırmıştır: Yusuf Kurçenli!

Yusuf Kurçenli’nin babası bu seddenin inşasında taşeron olarak çalışmış. Baba işi alınca, Kurçenli’ler ailecek gelip yerleşmişler Uluabat’a, bir daha da ayrılmamışlar.

Merhum Yusuf Kurçenli bayramda, cenazede köyde beklenen insandı. O da kendini Uluabatlı sayardı. Recep Abimle (Recep Çolak) yakın arkadaştılar. Köye son gelişi onun cenazesinde oldu.

Yanılmıyorsam 1964 senesi, sular bu seddeyi de aştı. Can kaybı olmadı köyde, ama pek çok ev yıkıldı. Karacabey yönünde sol kolda,  köyün solundaki evler 1964 senesindeki o taşkından ve selden sonra devletin yaptığı tek tip afet evleridir. Bu olaydan sonra biz, Bursa’ya taşındık. Annem Merinos İlkokulu’nda öğretmendi. Dolayısıyla Uluabat’taki evimizin kapısının önündeki o armut ağacına “teşkın var” ya da “sel geliyor” çağırış bağırışı arasında bir daha çıkmam gerekmedi.

MÜHENDİS HANS’IN KARGASI HURŞİT

Uluabat deresinin yahut gölayağının üzerindeki yeni köprünün (Şimdi kullanılmakta olan köprüden önceki betonarme köprü) inşasında Alman bir mühendis görevliymiş.  Hans’mış bu mühendisin adı.  İnşaat süresince Uluabat’ta yaşamış o da. Oğlu Kurt,  trampetini boynuna asar, çala, çala dolaşırmış köyün içinde. Pek sevimli bir çocuk olmasa da herkes severmiş onu. “ Nereden çıktı bu trampet” diye yadırgayan da olmamış…

İnşaat Mühendisi Hans’ın eğittiği ve adını “Hurşit” koyduğu bir kargası varmış. “Hurşit!” diye seslendiği zaman karga, dalların arasında süzülüp aşağı iner Mühendis Hans Bey’in sağ omzuna konar, başını eğip yüzüne bakarak niçin çağırıldığını anlamaya çalışırmış. Hans, Uluabat’tan gidince Hurşit bir hayli aramış olmalı onu…

Bu arada, Hans’ın Ulubat’a katkısının yalnızca köye yeni bir köprü kurmasından ve kargaların ne denli zeki kuşlar olduğunu herkese kanıtlamasından ibaret olmadığını belirteyim.  “Buzdolabı” dediğimiz soğutucu aygıtla Uluabat’ı ilk kez tanıştıran da Hans olmuş. Köyde o zaman elektrik yok -benim çocukluğumda da yoktu-, ama Hans’ın bir jeneratörü olduğundan hem evini elektrikle aydınlatıyor hem de soğutucusunu kullanabiliyor. İşte o soğutucu, mühendis Hans’ın bir bakıma hayratı oluyor köy için. Köyden hemen herkes gerektiğinde buz alarak,  gerektiğinde şerbetini, şurubunu soğutarak yahut bir bardak soğuk su içerek yararlanıyor ondan…

Yeni köprünün mühendisi Hans’a ilişkin hikayeleri 1960’lı yıllarda çok dinledim. Oysa eski köprünün iptal edilip yerine biraz daha batıdaki betonarme yeni köprünün yapılıp ulaşıma açıldığı tarih 1949 veya 1950… Aradan yaklaşık 15 yıl geçmesine karşılık, bunlar veya köprüye ilişkin başka olaylar daha birkaç gün önce yaşanmış gibi anlatılmaktaydı…

Eski köprü, iki yakada taştan örülme ayaklara oturan kalaslarla inşa edildiğini anlatılanlar yanında fotoğraflarından da biliyoruz. Yolcu veya yük taşıyan araçlar köprüye gelince durur, yolcular iner, yükler boşaltılır öyle geçermiş. Yüklü araçları taşımayacağı düşünülürmüş o eski köprünün. İki yakadaki taş örgü ayaklar günümüzde de görülebilmekte…

YAZAR HAKKINDA

Haber Merkezi Haber Merkezi Belgeseltarih.com sitemizde konuk yazarlara da yer veriyoruz. Yayınlanmasını istediğiniz ve mümkün olduğunca akademik dille kaleme alınmş tarih konulu yazılarınızla ilgili olarak, iletişim sayfamızdaki form vasıtasıyla bizimle bağlantı kurabilirsiniz. E-Posta: [email protected]

FACEBOOK - YORUM YAZ

Sosyal Medyada Paylaşın:
Etiketler:
Serpil Tonak

BU MAKALELER İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR!

  • YENİ
Tekrarsız Süslemeler

Tekrarsız Süslemeler

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN, 3 Aralık 2024
Sistematik Hatalar Bahçesi

Sistematik Hatalar Bahçesi

Ekrem Hayri PEKER, 3 Aralık 2024
Merdiven

Merdiven

Haber Merkezi, 21 Kasım 2024
“Heykeli Dikilecek Adam”: Kemal Akkoç

“Heykeli Dikilecek Adam”: Kemal Akkoç

Ekrem Hayri PEKER, 20 Kasım 2024
Türkülerde Felek

Türkülerde Felek

Dr. Halil ATILGAN, 19 Kasım 2024
Yenişehirli Deli Gazi Hüseyin Paşa

Yenişehirli Deli Gazi Hüseyin Paşa

Atilla SAĞIM, 17 Kasım 2024
Romanlarda Sosyal ve Kültürel Yaşam

Romanlarda Sosyal ve Kültürel Yaşam

Emel ÖRGÜN, 2 Kasım 2024
“İki Kasım 1943” Karaçay Sürgünü

“İki Kasım 1943” Karaçay Sürgünü

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN, 2 Kasım 2024
Bir Zamanlar Kültürpark

Bir Zamanlar Kültürpark

Haber Merkezi, 2 Kasım 2024
Söğütlülü Destancı Aşık Ali Şahin

Söğütlülü Destancı Aşık Ali Şahin

Haber Merkezi, 2 Kasım 2024
“Cumhuriyet Türküsü”

“Cumhuriyet Türküsü”

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN, 26 Ekim 2024
Kefir’deki Vatan Yahut Kefir’in Kökeni

Kefir’deki Vatan Yahut Kefir’in Kökeni

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN, 26 Ekim 2024
Söylev’in Okunuşunun 97. Yılı

Söylev’in Okunuşunun 97. Yılı

Nevin BALTA, 16 Ekim 2024