Muradiyeye’de “sabrın sonu”, A. Hamdi Tanpınar’ın
söylediğince hakikaten acıdan da acı bir meyve olarak görünür.
Külliyenin yalın ama muazzam estetiği ile her türbeye gösterilen
büyük özen ve hiç şüphesiz içinde yatanlara derin saygıyı
ifade eden görkemli tezyinat, bu acılığı hafifletmek
bir tarafa sanki daha bir koyultur yürekte.
Çünkü ayırımında olmasak da orada, atılımları ve çekilişleriyle
Uzak Asya’dan Akdeniz’e, Adriyatik’e ve Tuna’ya değin öz hikayemizin
anlatıldığını biliriz; ve çünkü o hikayede zamansız, sırasız ölüm acıdır;
baba, amca, kardeş, ağabey eliyle ölüm daha da acı!..
Padişahlar da, baba ve Çoğunlukla da dedeydi; insanoğlu insanın ezel ebed yasasına uyarak ve bildik bütün babalar ve dedelerce oğullarının, kızlarının, özellikle de torunlarının üzerine titremişlerdir. Hastalıklarında hastalanmış, sağlıklarında sevinmiş, iyi özelliklerinden kıvanmış, başarılarından da alabildiğine gönenmişlerdir muhakkak…
Padişahlar da bir zamanlarında bebekti, çocuktu; annelerinin dizinde uyur, bütün bebekler gibi süt kokarlardı ve çocukluklarında bildik cümle çocuklar gibi anne ve babadan, kardeş ve kızkardeşlerden, ağabey ve ablalardan ayrılmayan düşlere sahiptiler. Ola ki yetiştiklerinde de, ne kılıç kuşanıp at binerken, ne de yay gerip ok atarken bu düşlerinden vazgeçmişlerdi.
Ne koca Sultan Murat dışındadır bunun, ne hiç tanımadığı torunu Cem Sultan, ne torunun torunu Mustafa, ne de bu ikisi denli ünlü olmasa da Bursa’nın koynunda, “Muradiye’deki türbelerinde evlerinde uyurcasına uyuyan” öteki oğul ve elbette torun şehzadeler.
Bursa üzerine yazdıkları, edebiyatımız bakımından aradan geçen bunca zamana değin aşılamamış Ahmet Hamdi Tanpınar, tarihi yapılar topluluğunu kastederek “Sabrın acı meyvası” der, Muradiye için. Oysa gerek bizim, gerekse Mağrip’den Maşrık’a, Çin’denMaçin’e tüm halkların edebiyatında “sabrın sonu” hep tatlı bir meyve olagelmiştir.
Çünkü sabreden murada erer; çünkü sabrın sonu selamettir! Yeterli sabırla, en olmayacak şey, koruk bile şekerlenip ballanıp helva olur!
Muradiye’de ise “sabrın sonu”, hakikaten acıdan da acı bir meyve olarak görünür. Külliyenin yalın ama muazzam estetiği ile her türbeye gösterilen büyük özen ve hiç şüphesiz, içinde yatanlara derin saygıyı ifade eden görkemli tezyinat bu acılığı hafifletmek bir tarafa, sanki daha bir koyultur insanın yüreğinde. Çünkü ayırımında olmasak da orada, atılımları, ilerleyişleri ve geri çekilişleriyle Uzak Asya’dan Akdeniz’e, Adriyatik’e ve Tuna’ya değin öz hikayemizin anlatıldığını biliriz; ve çünkü o hikayede zamansız, sırasız ölüm sebep ne olursa olsun acıdır; dede, baba, amca, kardeş, ağabey sebebiyle ve eliyle ölüm daha da acı!..
Buna yol açan hadiseler ve bunların nedenleri çok anlaşılır da, çok tartışmalı da olabilir. Ne var ki buna ilişkin kanılar, yargılar teselli yerine geçmez Muradiye’nin ziyaretçisi için; acı, dededen toruna orada, ‘evliya mertebesinde’ de olsa, handiyse cisimleşmiş olarak orta yerde durur!
Külliye’deki on üç türbeden birini, Mustafa-i Cedit türbesini düşünelim:
“Muhteşem Yüzyıl” adıyla ünlenen televizyon dizi filmi ile bu filim odaklı tartışmalarda hatırlayacağımız Kanuni Sultan Süleyman’ın büyük oğlu veliaht şehzade Mustafa, annesi Mahidevran Gülbahar Hatun ile yan yana yatarlar bu türbede. Mustafa’nın bir yanında da kardeşi Orhan’ın yattığı, şehzadenin sandukasına iliştirilmiş pirinç levhanın üzerindeki isminden bellidir. Türbede, girişe göre en geride yer alan dördüncü sandukada ise herhangi bir isim yoktur. Buna karşılık bir bebeğe veya küçük çocuğa ait olduğunu gösteren boyutlarıyla, ziyaret edenlerinin ilk bakışta dikkatini çeker. Sultan ll. Selim’in şehzadeliği döneminde yaptırdığı türbede, diğerlerinde bulunmasına karşılık mihraba da yer verilmemiştir burada. Türbenin aslında Sultan l. Selim tarafından Bursa’da boğdurulan kardeşleri ve kardeş çocukları için inşa edildiğine ilişkin görüşü ve küçük sanduka’nın Kanuni’nin veliaht şehzadesi Mustafa’nın yedi yaşındayken boğdurulan oğlu Mehmet’e ait değilse, şehzadeBayezıd’ın dört oğlu (Orhan, Osman, Abdullah, Mahmut) ile birlikte Kazvin’de öldürülmesinden bir hafta sonra Bursa’da boğdurulan üç yaşındaki oğlu Murat’a ait olabileceğini de eklemeli bunlara.
İşte; birbiri ardına bir değil, iki değil, üç değil, birçok acı ve yorucu ayrıntı birden!
Pekiyi; uyruklarına (tebaa) olduğu kadar metbu ve tabilerine de Müslüman, Hristiyan ayırımı yapmaksızın eylemlerinde ölçülü ve adaletli oldukları, en azından bu ilkelerden çok zorunlu durumlar (savaş, isyan, karışıklık gibi olağanüstü haller) ortaya çıkmadıkça katiyen uzaklaşmadıkları kabul edilen Osmanlı sultanlar, sıra oğullarına, torunlarına, kardeşlerine geldiğinde ne oluyordu da müsamahasız, sert, hatta düpedüz “merhametsiz”davranabiliyorlardı?
Yoksa, burada da –hiç değilse yaşanan, ama unutulan, unutulması da doğal olan çağ bakımından- bir ‘zorunluluk’ mu vardı; varsa neydi bu ‘zorunluluk’ ve nasıl açıklanabilirdi?
Bu sorunun yanıtını Muradiye’ye adını veren büyük Sultan’ın ve diyelim ki adına ‘sultanlık’yakıştırılmışsa da o oruna gerçekte hiçbir zaman erememiş torunu Cem’in yaşam öyküleri ile bakmak ilginç olabilir. Bu, Tanpınar’ın Muradiye hakkındaki düşünüşüne de bir bakıma uygun düşer.
Ama, önce Sultan Murat! Umarım Cem Sultan da gelecekteki bir sayımızın konusu olur…
Fetret İçinde Geçen Çocukluk
Sultan II. Murat, Osmanoğulları bakımından oluşuyla da, sonuçlarıyla da korkunç Ankara savaşının ertesinde, 1403 yahut 1404’te Amasya‘da dünyaya gelmişti. Üç ya da dört yaşına bastığında, saltanatın meşru sahibi kabul edilen amcası Süleyman, ordularının başında Anadolu’ya geçti. Bursa, ardından da Ankara ikiletmeden kapılarını açtılar kendisine. Ağabeyi ile kritik bir savaşa hazırlanan Murat’ın babası Mehmet, karşıtının su götürmez üstünlükteki gücünü görünce bu tasarısından vazgeçti. Çünkü Süleyman’la bir meydan savaşı hem kesin bir yenilgi, hem de her şeyin sonu olabilirdi. Bu yüzden küçük birliklerle oyalama savaşları yürüterek asıl kuvvetlerini korudu ve Amasya’ya çekildi. Süleyman’ın, kardeşinin kalesine doğrudan saldırmakta tereddüdü vardı. Timurluların bıraktığı miras Anadolu’yu mayınlı bir alana çevirmişti; ne olacağı bilinemiyor, kestirilemiyordu. Nitekim Karamanoğlu, Süleyman’ın pürhiddet ilerleyişindeki biricik hedefin Amasya olmayacağını bilerek saldırdı ona. Bu karşı koyuş, konumlarını tehlikede gören öteki beylikleri de harekete geçirdi. Böylece Süleyman,yekpare yürüyüşünü sürdürmekte zorlanırken; Mehmet de, ona karşı yıpratma savaşlarını sürdürme olanağı kazanacaktı…
Daha da önemlisi, Anadolu’da rakibi olarak karşısına çıkmasından endişe duyduğu Musa’yı Çandaroğlu İsfendiyar Bey’in de desteğiyle Osmanlı Avrupası’na geçirdi. Eflak Beyi Mirçe,durumdan haberdar edildi ve Musa’nın olası eylemine desteği için güvence alındı. Musa, 1409 yılında kendisine sadakatle bağlı eski esaret arkadaşları ve Mehmet ile İsfendiyar’ınyanına kattığı gözüpek bir grup gözetleyici ile birlikte Sinop’tan yola çıktı.
Sonradan Osmanlı tahtının güçlü hükümdarı olacak Şehzade Murat beş, sonradan Sultan ll. Bayezıd ile Cem arasında ailenin büyüğü olarak arabulmaya çalışacak Selçuk Sultan iki yaşındaydı. Ortanca amcaları İsa, babaları Mehmet ile üçüncü ve son savaşının ardından Eskişehir’de bir hamamda kuşatılmış, kement atılıp boğdurulmuştu. Büyük amcalarıSüleyman, ‘Osmanlı Padişahı’ sıfatı ve namıyla Anadolu’nun altını üstüne getiriyor, amcalarıİsa’nınki gibi babalarının da ölüm haberini almayı umuyordu. İşte, Musa amcaları da o güne değin özenle uzak durmaya çalıştığı taht kavgasına, üstelik babalarının kışkırtması ve desteği ile girmekteydi. Timur’un Ankara savaşında esir alıp yanında Buhara’ya götürdüğü Mustafa’dan hiç ses çıkmadığı gibi akibeti de –öldüğü, ama cesedinin bulunamadığı söyleniyordu- belirsizdi o günlerde. Bunların olup bittiği tarihte 19 yaşında olması gereken en küçük amcaları Kasım ise, İstanbul’da Bizans sarayında rehindi.
Murat ve küçük kız kardeşinin, bu çok tehlikeli, çok kanlı dönemde en yakınları olan düşmanlarının yüksek dağları ve dar vadileri aşarak ulaşmasının mümkün görülmediği Amasya’da oldukları varsayılıyor. Bursa’ya yerleşip Bursalı olmalarına, bu şehirde ve tüm imparatorlukta şehzade ve sultan olarak anılmalarına hayli zaman vardır daha.
Fetretle şekillenen bir çocukluktu onlarınki. Fetret’in içinden geçiyorlar, istemeseler de fetret’in kanlı öyküleri ile büyüyorlardı.
Süleyman ve Musa’nın hazin sonları
Musa, Rumeli’de şaşırtıcı bir hızla harekete geçti ve aynı hızla da güçlü bir ordu topladı. Timur’un, her şeyi kırıp döküp bir daha bir araya gelmeyecek şekilde dağıtmayı amaçlayan şiddeti altında ezilmiş; ardından gelen taht savaşlarının da karışıklık ve güvensizlik kadar açlık ve yoksulluğa sürüklediği Osmanlı tebaası arasında bir ümit bayrağı, bir mürşit olarak yükselmiş Şeyh Bedreddin’i, kendine kadıaskeri atamasının payı olmalıydı bunda.
Süleyman, tehlikenin büyüklüğünü seçip apar topar Rumeli’ye döndü. Kesin sonuçlu olmayan birkaç çatışmanın ardından Edirne, Musa’ya teslim oldu. Süleyman, Anadolu’da öteki kardeşinin peşinde çok zaman yitirdiğini anladıysa da geç kalmıştı. Yakın adamlarıyla birlikte bağlaşığı ve dostu Manuel’e sığınmak üzere at koşturduğu İstanbul yolunda yakalandı ve Mehmet’e karşı isyanlarına hep destek verdiği İsa gibi, kementle boğduruldu.
Musa’nın beklenmedik zaferi, onu Osmanlı Avrupası’nın tek egemeni yapmıştı. Mehmet, ‘buyur, buralar senin’ demesini beklemese de, başlangıçtaki desteğinin hatırlanmasını umuyordu. Ne var ki Musa, kimseye borçlu saymıyordu kendini. Önce, ayrıcalık peşindeki bağlaşığı Mirçe’nin üzerine yürüdü. Onu ve yanında da Lazaroviç’i hizaya getirdikten sonra Selanik’i, Silivri’yi, ayrıca çevresini düşürüp İstanbul’u kuşattı. Surların ardına saklanan imparator Manuel, yönünü Mehmet’e çevirdi ister istemez. Mehmet de, onun Süleyman’a ve İsa’ya sağladığı desteği unutmuş görünerek ve korkularını da iyi değerlendirerek anlaşma yoluna gitti. Amacı Musa meselesi çok büyümeden zamanında bir müdahalede bulunmaktı. Ordunun hızla Avrupa yakasına geçirilmesinde Bizans donanmasının çok yararı oldu. Ne var ki, Musa’nın gücünü isabetle ölçememiş olmalı, İnceğiz savaşını kaybetti ve gerisin geriye Anadolu’ya çekilmek zorunda kaldı (Temmuz. 1412).
Yaklaşık bir yıl süren sıkı bir hazırlıktan sonra, Musa’nın servetlerini tartışma konusu yaptığı uç beyleriyle, Stefan Lazaroviç’le ve Manuel ile anlaşarak 1413 Haziran’ında Boğazları yeniden geçti Mehmet. Sofya yakınlarında, sayıca çok üstün güçleriyle Musa’yı sıkıştırarak ümitsiz bir savaşı kabullenmeye zorladı onu. Musa, yenildi. Kaçmaya çalışırken “Çamurlu derbent”denilen yerde atından düşürülüp ok kirişiyle boğduruldu (5.Temmuz 1413).
Mehmet, tam anlamıyla Osmanlı tahtının biricik sahibi ve Sultan’ıydı artık. Uğruna yıllarca savaştığı ve belki de tüm kardeşlerinden daha bir içselleştirerek benimsediği bir hayali gerçekleştirmiş, Osmanlı imparatorluğunu da, imparatorluğun birliğini de tam anlamıyla yeniden kurmuştu.
Kurmuş muydu? Kimilerince tartışmalıdır bu kuruculuk!
Çünkü bu tarihte olsa, olsa on yaşında olması gereken ll. Murat’ın sultanlığı dönemine , hatta sonrasına da sarkan başka önemli olaylar vardır sayılması gereken.
Bunlardan biri, Musa’nın 1413’teki yenilgisinden sonra İznik’e sürgüne gönderilen Şeyh Bedrettin’den esinlenen Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal’in 1416’da Aydın, İzmir, Manisaçevrelerini sarıp sarsan ve güçlükle bastırılan ayaklanmasıdır. ll. Murat, Veziriazam Bayezıt Paşa’nın yanında bu ayaklanmanın bastırılmasına katılarak ilk savaş deneyimini kazanacaktır. Savaşın sonunda Börklüce ile Torlak Kemal idam edilirken binlerce taraftarları kılıçtan geçirilecek, fakat bu sertlik bölgede yüzyıllar süren bir güvensizliğin başlayıp sürmesine engel olamayacaktır.
İkincisi, Sultan Yıldırım Bayezıd’ın Buhara’daki tutsaklıktan tam da o günlerde kurtulmuş -veya özellikle salıverilip gönderilmiş- şehzadesi Mustafa’nın (Osmanlı tarihçilerine göre Düzmece Mustafa), İzmirlioğlu Cüneyd ile başlattığı ayaklanmadır. Sultan l. Mehmet’in zaman kaybetmeden müdahalesi ile ayaklanma fazla yayılamamış, elebaşlarının Selanik’e sığınmasıyla sonuçlanmıştı. Ne var ki bunların da, hayli baş ağrıtan sonuçları olacak ve Osmanlı imparatorluğunu bir süre daha uğraştıracaktır.
Üçüncüsü; aynı yıl, Börklüce ile Torlak Kemal’in Aydıneli’deki isyanından sorumlu tutulacağı besbelli Şeyh Bedrettin’in, 1416 Temmuz’unda İznik’ten kaçarak Çandaroğlu İsfendiyar Bey’e sığınması ve onun yardımıyla Eflak beyliğinden başlattığı isyandır. Bedreddin’in, Musa ile birlikte etkinlik gösterdiği ve çocukluğunu gençliğini geçirdiği (Simavne/Manastır) bu bölgede enikonu nüfuzu vardı. Yolu üzerindeki kasaba ve köylerden yığınla taraftar topladığı, önüne çıkan birlikleri dağıttığı çabucak duyuldu. Bu sırada Düzmece Mustafa’nın sığındığı Selanik’i kuşatmış olan Sultan l. Mehmet, Bizans’la alelacele bir barış yapıp ordusuyla Şeyh’e döndü. Şeyh’in kuvvetleri Sultan ordusuna dayanacak gibi değildi, yenildiler. Bedreddin yakalandı, 18 Aralık 1416’da Serez’de idam edildi.
Bu bir yıl içindeki olaylar, imparatorluğun l. Mehmet’in yönetiminde sorunsuz olmasa da, sağlam bir birliğe ulaştığının göstergesiydi.
Sultan ll. Murat Tahta Geçiyor
Sultan ll.Murat’ı, Amasya valisi iken tanıyan Burgonyalı gezgin Bertrando de La Brocquire’in çizdiği portre, Batılı tarihçilerin bir kısmına esin kaynağı olmuşsa da, açıkçası biraz hasmanedir. Brokir, şöyle tanımlar, tahta ve taca o tarihte de çok yakın olduğu bilinen genç şehzadeyi:
‘Enine iri ve tıknaz. Burnu okkalı ve kavisli. Gözleri alabildiğine küçük. Yüzü koyu esmer. Top sakallı.
Yumuşak huylu, iyi yürekli, beylik ve para dağıtmakta eli açık bir kişi olduğu söylendi bana. Savaştan hayli tiksindiğini de söylediler.
En çok zevk aldığı şey de şu: içmeyi ve iyi içenleri seviyor…’
Babası Sultan l. Mehmet, 26 Mayıs 1421’de Edirne‘de bir sürek avı sırasında at koştururken aniden gelen bir fenalıkla, atından düştü ve yaralandı. Aktarıldığına göre, ölüm döşeğindeyken başında toplanan Veziriazamı Bayezıd Paşa ile vezirleri İvaz Paşa ve Candarlı İbrahim Paşa‘ya, “Tez oğlum Murat’i getirin. Ben bu döşekten kalkamam. Murat gelmeden ölürsem fitne çıkar. Tedarik görün, ölümümü gizleyin” dedi.
Ölümü, bir dizi önlemle ve gerçekten büyük bir ustalıkla gizlendi. Osmanlı Padişahları arasında ölümü gizlenen ilk padişah da l. Mehmet oldu. Kuşkuya düşen askerleri yatıştırmak için tahnit edilen cesede kaftan giydirilip başına sarık konularak pencereden de olsa, askerlerinin resmigeçidine nezaret edecek kadar sağlıklı olduğu gösterildi! Bu zahmetli önlem, bu sıralar Bizans’ın denetimi altında tutulan Mustafa’nın ‘düzmece’ değil ‘gerçek’ olduğuna kanıt sayılabilir mi, tartışılır; ama orduyu ve halkı bu şekilde yanıltma gayretinin, aslında Mustafa’yı ve ona bir şans daha verme imkânına sahip Manuel’i yanıltmaya dönük olduğu çok açıktı. Esasen, bu tarihte imparatorluğa yönelik gerçek veya olası tüm tehditlerin merkezinde bir isim olmak durumundaydı: Mustafa!
Beyazıd Paşa, Sultan’ın son emrini yerine getirmek üzere Şehzade Murat’a durumu açıklayan bir mektup yazmıştı. Edirne sarayından, tüm gözlerden sakınarak ayrılan ulaklar zamanın en büyük ve en gizli haberini taşıdıklarını bilmeden Amasya’ya varıp Murat’ın huzuruna alındı. Şehzade, hemen yola çıktı. Bursa üzerinden Çanakkale’yi geçip Edirne’ye ulaşması ölümün 42 gününde gerçekleşmişti. Sultan’ın öldüğünü ve yerini Sultan ll. Murat’ın aldığını, yeni sultanı selamlayan ordunun top atışlarıyla öğrenebildi Edirneliler. Asıl törenler (cülus ve biat törenleri), 25 Haziran 1421 günü Bursa’da yapılacaktır…
Tahtın yeni sahibi 17 yaşını sürüyordu. Her bakımdan iyi eğitilmişti. Ayrıca şairdi, ressamdı ve müzisyendi. Bedreddinilerin Anadolu’daki ayaklanmasının bastırılması sayılmazsa, tüm askeri deneyimi son lalası Hamza Paşa ile birlikte, babasının hırpalayıp yorduğu İsfendiyar’ın beyliğinden Samsun’u almasından ibaretti, ama olsun; çocukluğundan beri Yörgüç Paşa gibi ‘oldu bitti’lere hazır, hasımlarına da ‘oldu bitti’ler uygulamayı seven, askeri sorunlarda pratik zekalı ve komutanlık yeteneklerini savaş meydanlarında kanıtlamış bir askerin öğrencisiydi. Buna, Sultan l. Mehmet döneminin tartışılmaz en büyük komutanı ve devlet yöneticisi Bayezıd Paşa’nın yanında ‘son sözün sahibi’ olarak bulunmasını ve saray eğitiminin en önemli kısmını da (on yaşı sonrasında) Bursa’da, Bursa medreselerinin ünlü müderrislerinden ders alarak tamamladığını eklemeli. Brokir’in değinilen portresinde Murat’ın bu özelliklerinin hiçbiri yoktur…
Öncekilerin Kopyası Yeni Bir Bunalım
Sultan ll. Murat’ın Bursa’daki cülusunu, babası dönemindekilerin kopyası yeni bir bunalım dönemi izleyecektir. Bu bunalımın hemen her unsuru, bu yazıda birazcık da olsa açıklık kazandırılması umulan ‘tarihsel olayların’ kendi gerçekliği içinde anlaşılması arzusuna ışık tutar niteliktedir. Gelelim olaylara:
Murat tahta geçtiğinde, onunla az çok rekabete girebilecek üç kardeşi vardı. Bunlardan, on iki yaşındaki Mustafa, Hamideli yöneticisiydi. Diğer iki küçük kardeşi Yusuf ve Mahmut ise, Celaleddin Bayezıt Paşa’nın yanındaydılar. İmparator Manuel, elçilerini gönderip iki şehzade’nin Sultan l. Mehmet tarafından kendisine emanet edildiğini öne sürdü ve Sultan Murat’a, babasının bu vasiyetine uyacağını umduğunu bildirdi. Bayezıd Paşa, bu vasiyetin yerine getirilmesine taraftar değildi; şehzadeleri göndermedi. Sultan Murat da, iki kardeşinin Bizans’ın elinde olması halinde bunun ne denli kötüye kullanılabileceğinin çok iyi ayırımındaydı.
Bizanslı tarihçi Dukas’a göre, Manuel’in elçilerinin Bursa’dan eli boş dönmesi, başka anlaşmazlıkları da körükleyen sonuçlar verdi. Manuel’in, aslında Sultan ll. Murat’ın uygun tekliflerini benimsemeye hazır olduğu anlaşılıyor. Ne var ki, tahtının varisleri ile onların çevresindeki genç komutanlar, Osmanlı imparatorluğunu geriletebilecek koşulların nihayet olgunlaştığı yargısındaydı.
Mustafa Çelebi (Düzmece Mustafa) Limni’den, İzmirlioğlu da İstanbul’dan serbest bırakıldılar. Bu ikili l. Mehmet’in elinden Selanik’e sığınarak kurtulmuşlar ve varılan anlaşma gereği biri Limni’de, diğeri İstanbul’da Bizans makamlarının gözetimine verilmişlerdi. Mustafa, önce Gelibolu’yu kuşatarak teslim aldı. Ardından giderek güçlenen bir orduyla Edirne’ye yöneldi. Sultan Murat, üstlerine Bayezıd Paşa’yı gönderdiyse de, Mustafa ile yüz yüze geldiklerinde, onun Sultan Yıldırım’ı hiç yalnız bırakmamış en hakikatli oğlu olduğuna inanan askerlerinin bir kısmı şehzade ile savaşmayı reddetti. Veziriazam Bayezıd Paşa, Sazlıdere’deki savaşta yenilip esir düştü, sadık askerleri kılıçtan geçirildi. Edirne, Mustafa’ya kayıtsız koşulsuz teslim oldu. O da, orada adına hutbe okutup sikke kestirerek imparatorluğunu ilan etti. Cüneyd ise, eski bir hesabı nedeniyle, oldubittiye getirip Bayezıd Paşa’yı idam ettirdi. Bu idama göz yumması Mustafa’nın, Sultan Murat karşısında, özellikle kapıkulları arasında olası müttefiklerini kaybetmesine neden oldu. Ardından, Bizans’a vaat ettiği Gelibolu’yu vermeye hiç de niyetinin olmadığını ilan etti. Bu arada kimi Bizans kalesini de kuşatıp ele geçirdi. Hayal kırıklığına uğrayan Manuel de, Sultan Murat’a dönmek ve onunla anlaşma yollarını aramak zorunda kaldı.
Mustafa, Edirne ile yetinecek gibi görünmüyordu. Osmanlı ile birçok kez savaşmış, ama her seferinde bir uzlaşma yolunu da bulmuş olan Cüneyd’in telkini de, Bursa üzerine yürünmesi yönündeydi. Mustafa’nın, bu amaçla Anadolu’ya geçmesi üzerine ll. Murat, Bursa’nın yolu üzerinde doğal bir engel oluşturan Uluabat suyolunu tuttu. Amasya kalesinde tutsak olanMusa’nın Beylerbeyi ünlü Akıncı Beyi Mihaloğlu Mehmet Bey, apar topar Bursa’ya getirildi. Mehmet Bey, Cüneyd’e ve öteki Türk beylerine Sultan ll. Murat adına vaatlerde ve telkinlerde bulunarak Mustafa’dan uzaklaşmalarını sağladı. Savaş başladığında Aydıneli-İzmir beyliği vaat edilmiş Cüneyd, emrindeki sipahi birliklerini çekerek saf değiştirdi. Onu, Mihaloğlu Mehmet Beyi sevip sayan Akıncı beyleri izledi. Mustafa, kılıçtan koruyabildiği az sayıdaki kuvvetiyle Uluabat’tan Gelibolu’ya kaçmak zorunda kaldı. Burada Boğaz geçişini elinde tutmaya çalıştıysa da, II. Murat’ı meşru imparator kabul eden Foça Podestası ile başa çıkamadı. Murat’ın kuvvetleri Boğazı geçti ve Cenevizli Foça Podestası’nın iki bin zırhlı askerini de takviye alarak Mustafa’yı kovalamayı sürdürdü. Edirne’ye güçlükle ulaşan Mustafa, hazineye el koyarak şehri terk etmek zorunda kaldı. Ne var ki amansız kovalamaca sürüyordu, Tunca Vadisinde Kızılağaç Yenicesi‘inde yakalandı. Edirne’ye getirilerek kale burcundan asılıp idam edildi (1422).
Küçük Mustafa Ayaklanıyor
Bu arada Germiyanoğlu Yakup Bey, ağabeyinin korkusundan kendisine sığınan küçük Mustafa’yı yasal sultan tanıdığını ilan ederek himayesine almıştı. Mustafa’nın yöneticisi olduğu Hamideli Karamanoğlu’nun eline geçmişti. Menteşeoğlu, bağımsızlığını yeniden kazanmış; Çandaroğlu İsfendiyar, bıraktığı topraklarına el koymuş; Aydın ve Saruhan beyleri de, Osmanlı aleyhine olmak üzere topraklarını genişletmişti. Genç Sultan, bu düzeninTimuroğlu Şahruh’un tam da isteği olduğunu bildiğinden, onu işin içine karıştıracak bir eylemden kaçınarak bu beylerin hemen hepsi ile uzlaşma yolu aradı, buldu da. Bizans, Düzmece olayında düşmanlığını açıkça belli ettiğine göre, bir yanıt almasının zamanıydı artık.
II.Murat, 1422 Haziranı içinde İstanbul’u kuşattı, Evrenosoğlu’nu da Selanik üzerine gönderdi. Ağustos ayında başlattığı genel saldırı, surlara çarpıp döndü. İstanbul’u almak için topları da, topçusu da yetersizdi. Gene de, kuşatmayı kaldırması bu başarısızlıktan değil, Yakup Bey’in himayesindeki küçük Mustafa’nın taht iddiasıyla ortaya çıkmasıydı.
İznik’i ele geçiren Mustafa, Anadolu beylerinin desteğini kazanmış görünüyordu. Ne var ki, İstanbul kuşatmasını bırakıp üzerine yürüyen ağabeyinin gücü karşı konulur gibi değildi. İzmit üzerinden çekilip Bizans’ın başkentine kaçtı. Orada, imparator İoannis’le bir araya geldi ve ittifaklarını belgeleyen bir anlaşma yaptı (30 Eylül 1422). Bir yıl sonra İzmit’i ve İznik’i ele geçirip Bursa’yı da tehdit etmeye başladı. Rumeli’de bulunan Sultan, Anadolu’ya dönerken, İznik üzerine de Mihaloğlu’nu gönderdi. Küçük şehzadeyi, vaatlere boğulan lalası Şarapdar İlyas kentten çıkarıp teslim etti. Şehzade, hemen orada bir incir ağacına asılarak idam edildi (20 Şubat 1423), cenazesi Bursa’ya getirilip babasının yanında toprağa verildi. Beylerbeyi Mihaloğlu Mehmet Bey de, İznik’te şehzadenin adamlarınca öldürüldü.
Yazıyı bitirirken, padişahlar da insandı ve her insan gibi insana ilişkin zaaflardan azade değillerdi, demenin de zamanı belki.
İnsandılar: Hırsları, öfkeleri, kızgınlıkları, gözü dönmüşlükleri, delicesine cesaretleri, korkuları, pişmanlıkları, merhamet ve merhametsizlikleri ile insan!
Bir farkla ki, bir imparatorluğu yönetiyorlardı. O imparatorluk, dünyanın en genç, en dinamik ve gelişmeye en açık imparatorluğuydu üstelik.
Muradiye’ye bu gözle de bakmak lazım…