Demokrasiye Geçişin İlk Seçimi: 1946 |
Bu Yazıda - Konu İçi Ara Başlıklar
BİTMEYEN TARİHSEL TARTIŞMA
Türkiye’de çoğunluğun ilk çok partili seçimin Temmuz 1946’daki seçim olduğunu zannetmesine rağmen, ilk seçim Mayıs 1946 yılında genel seçim gibi baskın (erken) olarak yapılan Belediye (bugünkü adıyla Yerel) seçimidir.
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bugüne kadar bu 1946 seçimleri kadar tartışmalı, netameli bir konu olmamıştır toplumda. Büyük bir bilgi kirliliği seçimin taraflarının kendilerine göre yorumlamaları, suçlamaları Cumhuriyetin yüzüncü yılında bile tüm canlılığı ile devam etmektedir. Özellikle ülkenin çoğunluğunu oluşturan sağ kesim için bu seçimler sürekli güncel siyasi söylem malzemesi olarak kullanılmaktadır. Sağ kesimdeki CHP ve Milli Şef düşmanlığının bütün yansımalarını bu tartışma ve suçlamalarının alt metninde okumak mümkündür.
Açık oy – gizli sayım, dayaklı seçim, tek parti dönemi, demokrasi, komünist, batıcı, İslam düşmanı vb anahtar kelimelerle bile ifade edilen bu seçim aslında nedir?
Ülke yine meşhur bir sağ siyasetçimizin söylediği gibi “seçimin sathına” girdiği şu günlerde bu seçimi konuşmak çok da yerinde olur diye düşündüm. Bu seçim tarihi yazısı bir tarihçi ve sosyal bilimci gibi önyargısız olarak ortaya koymaya çalışacağım.
Bu ortaya koyma sırasında o gün suçlanan tek parti uygulamaları ile bugün yaşadığımız tek parti (yani parti-devlet) uygulamaları da net olarak görebileceğimizi ve sanki o dönemin aynısını bugün o dönemi eleştiren, yerden yere vuranlar tarafından bire bir tatbik edildiğini de net olarak gösterebilmeyi umuyorum. Hele ki bizim gibi hafızasız toplumlarda bunu açıklıkla yapmak bir tarih-yorumcunun görevi diye düşünmekteyim.
1946 seçimlerinden bahsetmeden önce biraz öncesinden bahsetmek gerekmektedir. Bu önceden bahsetme Cumhuriyet öncesini kapsamalı mı, kapsamamalı mı diye düşünürken, Cumhuriyet öncesini Siyasi Partiler, Meclis deneyimi ve Seçim konulu yazıya bırakmaya karar verdim.
Atatürk dönemi Türkiye’sinde her yeni kurulan Cumhuriyette olduğu gibi Tek partililik, diktatöryal veya otoriter rejimi yorumları olmuştur. Kurucu meclisin aslında çok farklı siyasi, sosyal ve kültürel anlayışların iki ana grup ve onların altında onlarca farklı hizipten meydana geldiği göz önüne alındığında bizim Cumhuriyet deneyimimizin güçlü meclis figürünü başka bir kurucu meclis yapısında görmek de siyaset tarihi ve siyaset bilimi açısından kolay değildir. Atatürk döneminde bir yandan ekonomik ve sosyal devrim ve değişimler yapılırken bir yandan da büyük bir kültürel devrim (bugün sağ siyasetin bir türlü başaramadığı ve hep hayıflandığı) yapılmaktaydı. Bunlar olurken toplumu demokrasinin olmazsa olmazı çok partili sisteme hazırlama, toplum buna hazır mı diye yapılan bir maket çok parti denemesi pek de başarılı olamamıştır. Serbest Fırka bu deneme de toplumu kontrol edememesi ya da toplumun yapılanları tam olarak içselleştirememiş olmasından kaynaklanan devleti kontrol edenlerin çekinceleri sebebiyle başlamadan bitmiş bir serüven olarak Siyaset tarihimize pek de olumlu olmayan sözlerle yazılmıştır.
Bu Serbest Fırka denemesi olumsuz olsa bile, toplumun damağında demokrasi ile ilgili hafif bir tat bırakmıştı. 1950’den itibaren damağında kalan tadın keyfini çıkarmaya devam etmiştir. 1938 Cumhuriyetin ve Ulusun Atatürk’le ebediyen ayrılmak zorunda kaldığı 10 Kasımından itibaren yeni bir dönemi başlatmıştır. Tek Adam (İlk Adam) Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra Kurtuluş Savaşının kahramanlarından Lozan Kahramanı İsmet İnönü’nün İkinci Adam (Milli Şef) dönemi başlamıştır.
Milli Şef dönemi Kurtuluş Savaşından çıkmış, kalkınma ve modernleşme de belli bir ivme kazanmış yeni Cumhuriyetin zor bir sınav vereceği dönem olacaktır. Almanya, İtalya ve Japonya da Milliyetçi, Faşist iktidarlar yeni bir dünya hayaliyle bu yuvarlak gezegeni ateş topuna çevirmeye karar vermiştir.
Türkiye İkinci Dünya Savaşı yıllarında silahlı bir tarafsızlık politikası izledi. Bu politika ülkeyi sıcak savaşın tahribatından korudu ama 1929 ekonomik buhranını yaşamış peşinden Dünya Savaşı ateşinin içine düşmüş olan dünya da ekonomi hiç olmadığı kadar daralmıştı. Bu ihraç ürünlerimizden kazanımımızı etkilerken, ithal ürünlerinde tedarikini zorlaştırmıştı. Yine de o döneme ait yazılar yazan kimi kalem sahibinin iddia ettiği gibi enflasyon %400-500’lere yükselmemişti. Bunda 1923-1940 arasındaki devrim performansının etkisi büyük olmuştu. Savaşın en ateşli dönemlerinde bile enflasyon % 40-50 bandının üstüne çıkmamıştır. Bunda Cumhuriyetin devletçi yatırım politikasının ve dışa bağımlı tüketim alışkanlığının olmamasının etkisi büyük olmuştu.
Şevket Pamuk Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi (2012) kitabında savaş dönemi ekonomisin Devletin kurucu partisine ve Milli Şefe olan faturasını şöyle detaylandırmaktadır;
“Savaş yıllarında buğdayı kırsal üreticiden kent ekonomisine aktarmak için kullanılan bu olağandışı yöntemler 1945 yılından sonra kaldırıldı, ama olan olmuştu. Savaş koşullarının yükünü küçük ve orta köylülüğün omuzlarına yıkan Tek Parti rejimi, nüfusun 80’inin kırsal alanlarda yaşadığı bir ülkede çok geniş bir oy potansiyeline sahip bu kesimleri karşısına almış oluyordu. Savaşın sona ermesiyle birlikte çok partili bir düzene doğru geçiş gündeme gelirken, Cumhuriyet Halk Partisi’nin ileri gelenleri özellikle küçük köylülüğü kazanmak için bir şeyler yapılması gerektiğinin farkındaydılar.” (Pamuk, 2012; s: 208)
Bu farkında olma durumu, Tek Parti yöneticilerinin bunun için bir şeyler yapmaya karar vermelerinden sonra, yaptıklarıyla tam bir yanlışlar yumağı haline geldi. CHP yönetimi arayı düzeltelim derken, her şeyi ellerine yüzlerine bulaştırmıştı. Tek Parti olmanın ve aynı zamanda devlete ait mekanizmalarının kontrollerinde olması rahatlığı bu beceriksizliklerini görmelerini engelledi. Devlet mekanizmasındaki bürokratlar, tam bir kraldan fazla kralcı olma durumuna gelmişti. Bunların en başında geleni, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu.
“Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, Haziran 1945’te işte bu koşullarda tekrar gündeme geldi ve İnönü’nün ısrarlı girişimleri sonucunda Meclis’ten geçirildi. Kanunun ünlü 17. Maddesi, 50 dönümden daha büyük toprakların topraksız veya az topraklı köylülere dağıtılabileceğini öngörüyordu ve radikal uygulamalara yol açabilecek nitelikteydi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nu niçin Meclis’ten geçirdiğine ilişkin olarak yine siyasal etkenlere ağırlık veren bir başka yorum yapmak da mümkündür. Bu yoruma göre, İnönü ve yakın çevresi 17.maddeyi Meclis’ten geçirerek, Cumhuriyet Halk Partisi dışında yeni bir partide toplanmaya hazırlanan büyük toprak sahiplerine gözdağı vermeyi amaçlıyordu. Uygulamada ise, kanun büyük toprak sahiplerine gözdağı vermeyi amaçlıyordu. Uygulamada ise, kanun büyük toprak sahiplerinin et etkili direnişiyle karşılaştı ve bu yasa ile dağıtılan özel mülkiyet altındaki topraklar son derece sınırlı kaldı.” (Pamuk, 2012; s: 208)
Yalnızca bu Kanun değildi tabi ki. Tek parti rejiminin her zaman bir şekilde oluşturduğu ağır bürokrasi hegemonyası, partili devlet bürokrasisi hâkimiyeti bu ele yüze bulaştırmada etkenlerden biriydi.
Çok partili denemeleri Kurtuluş Savaşı da dâhil her dönem vardı. Fakat İkinci Dünya Savaşının sonlarına doğru, yeni bir dünya oluşuyordu. Ve bu dünya iki kutuplu olacaktı. Yüzü batıya dönük olan Türkiye’nin Batının baskı gruplarının bu demokrasi normlarıyla ilgili beklentilerine karşı çıkabilmesi de pek kolay değildi.
Nisan 1945’de ABD’nin San Francisco Kentinde yapılan Kongre ile Birleşmiş Milletlerin doğum belgesi ve Anayasası imzalandı (25 Nisan 1945). Türkiye bu konferansa eski Milletler Cemiyetinin doğal üyesi olma kimliği ile katıldı. Ve örgütün anayasasını ilk onaylayan sonrasında Mecliste Uluslararası bir belge olarak tekrar kabul eden ülkelerden biri, en başta gelenlerinden oldu (4801 Sayılı Onay Kanunu 24 Ağustos 1945 gün ve 6902 Sayılı Resmi Gazete de yayınlandı).
“Atatürk’ün ölümünden sonra devlet başkanı olan İsmet İnönü, kısa bir süre sonra partinin toplanan olağanüstü kongresinde kendini Değişmez Genel Başkan ve Millî Şef ilan ederek Türkiye’de Şeflik rejimini başlatmıştır4. II. Dünya Savaşı’nın başlangıcına tekabül eden bu günlerden, savaşın sonuna kadar Türkiye’de tek-partili ve otoriter bir yönetim anlayışı egemen olmuştur. Savaş süresince Türk toplumu, bu yönetim anlayışının ve savaşın ortaya çıkardığı her türlü siyasi, sosyal ve ekonomik olumsuzlukların tesiri altında kalmıştır. Savaşın başlangıcında siyasal tavrını Müttefikler lehine kullanan Türkiye’nin yönetim anlayışı ve idaresi daha çok tek-partili Mihver devletlere yakın olmuştur.
1.Dünya Savaşı’nın, demokrasi taraftarı olarak nitelendirilen Müttefikler lehinde sonuçlanacağının anlaşılmaya başlamasıyla birlikte, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kişisel hak ve özgürlüklere değer vermeyen otoriter yönetim anlayışları gözden düşmeye başlamıştır. Savaş sonrasında kendisini saldırgan Sovyet Rejiminin karşısında bulan Türkiye için, savaşın galibi olan Müttefiklerin desteğini almaktan başka bir çare yoktu. Bunun için yapılması gerekenleri Millî Şef İsmet İnönü, öncelik sırasına göre gerçekleştirmiştir. Öncelikle, Almanya ve Japonya’ya savaş ilan edilmiştir. Sonrasını San Francisco’ya katılım ve Birleşmiş Milletler Anayasası’na imza koymak izlemiştir.” (Akandere, 2010; s: 440)
“Türkiye’deki demokratik adımı tetikleyen ikinci dış etken ise, II. Dünya Savaşı sonrasında, Türkiye ve dünya üzerinde ortaya çıkan “Sovyet Tehdidi” idi. Savaş sonrasında Avrupa merkezli uluslararası politika anlayışı kaybolmuş, iki büyük güç, Sovyetler Birliği ve A.B.D, uluslararası arenada öne çıkmışlardı. A.B.D. Monroe Doktrini ’ne dönmeye hazırlanırken, Sovyetler; Avrupa, Ortadoğu ve Uzakdoğu yönlerinde yayılma çabasına girmişti. Bu süreçte Türkiye’yle arasındaki saldırmazlık anlaşmasını fesheden Sovyetler Birliği, Boğazlarda ve Karadeniz Bölgesi’nde Türkiye’nin egemenlik haklarıyla bağdaşmayacak taleplerde bulunmuştu. 1945–46 yıllarında Sovyet tehdidini yoğun olarak hisseden Türkiye, yeni oluşmaya başlayan “Batı Bloğu”yla arasını iyi tutmak, böylece Sovyetlere karşı bir denge oluşturabilmek çabasındaydı. Buna bağlı olarak, Türkiye demokratik adımlarla batının sempatisini kazanma çabasına girdi.” (Kayış, 2008; s: 398)
1945 yılında, 22 yıldan beri süren bir tek parti iktidarı, parti-devleti söz konusuydu. Bu süre içinde Cumhuriyet Halk Partisi, devlet mekanizmasıyla özdeş hale gelmişti. Bütün bürokrasi Parti üyesi ve yöneticilerin kontrolü altındaydı. Merkez ve taşradaki idare amirlerinden memurlara, muhtarlara kadar pek çok kamu görevlisi CHP’nin üyesiydi. Parti başkanı aynı zamanda cumhurbaşkanı idi. Adeta CHP demek devlet, devlet demek de CHP demekti. İşte bu Devlet Partisi Türkiye’de öyle ya da böyle demokratik siyaseti başlatacaktı. Bu Milli Şef ve Partinin üst yönetimi için hiç de kolay değildi. Artık devlet içinde kemikleşmiş bu yapının kırılmadan ya da kazınmadan böyle bir değişim toplum nazarında kolay olabilirdi ama devlet bürokrasisi için oldukça zordu hatta imkânsız gibiydi.
Batının bastırmaları, ülkenin çoğunluğunu oluşturan (ülkenin % 80’i kırsalda yaşıyordu)köylü kesiminin savaş dönemindeki ekonomik darboğazdan bunalmasından doğan homurtular CHP’nin Tek Partililik gücünü aşındırmaya başlamıştı. Aslında “Dörtlü Takrir” denilen süreç Toprak Reformundan önce bu grubun Şükrü Saraçoğlu Hükümetine güvenoyu vermemesiyle başlamıştı.
Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü “dörtlü takrir” diye adlandırılan grubun aktörleriydi.
İsmet İnönü’nün 1 Kasım 1945’de meclis açılış konuşmasında demokrasiye geçişin müjdesini vermesi, öncesinde zaten bu dörtlünün parti kuracaklarının Ankara siyaset kulislerinde konuşuluyor olması bu Mahşerin Dört Atlısına atlarını koşturmalarının işareti gibi gelmişti. Zaten Milli Şef konuşmasında bu dörtlüye haydi ne duruyorsunuz, partinizi kurun cümlesini açık açık söylemeden işaret fişeğini ateşlemişti.
Bu dörtlüden parti beklenirken ilk muhalefet partisi Nuri Demirağ Tarafından Milli Kalkınma Partisi sahneye çıktı. (Bugün iktidar partisinin Demokrat Partiyi örnek aldığı söylenir ama MKP bugünkü iktidar partisinin prototipidir). Milli Kalkınma Partisi konusuna bu yazıda seçim kısmıyla ilgili gireceğiz ama Milli Kalkınma Partisi başka bir yazı konumuz.
“İnönü meclis konuşmasında yol haritasını söyle belirliyordu: Tartışılan Basın Kanunu gözden geçirilecek; Cemiyetler Kanunu ve Ceza Kanunu yumuşatılarak partiler kurulmasına, toplanma ve güvenlik haklarına engel oluşturabilecek hükümler ayıklanacak; bunlar tamamlandıktan sonra da “bir buçuk sene” sonra tek dereceli seçimler yapılacaktı.” (Kayış, 2008; s: 400)
Bu konuşmadan kısa bir süre sonra 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti kuruldu ve 1946 yılında çok partili yaşamın ilk fırtınası kopacaktı. Fırtınadan önce İnönü Demokrat Partinin kurulmasından duyduğu memnuniyeti belli edecek. Celal Bayar’ı köşke davet edip baş başa yemek yiyecekler. Radyo da Demokrat Partinin kuruluş ve örgütlenme çalışmaları duyurulacak. Bu demokrasiye geçişteki demokratik tavırlar çok uzun sürmeyecek, tabir yerindeyse fırtına öncesi sessizliğin vakit doldurması gibi geçecekti. Bu fırtınanın sebepleri; seçimlerin ani olarak öne alınması, muhalefetin protestoları, devlet ve parti bütünleşmesi ile İnönü’nün 1 Kasım 1945’teki meclis açış konuşmasındaki vaatlerin yerine getirilmemesi olacaktı.
Özellikle Basın Kanunun 50. Maddesi Basının üzerinde Demokles kılıcı gibi sallanıyordu. Bu madde hükümete hiçbir yargı kararı olmadan gazete kapatma yetkisi veriyordu. Bu kanun bürokratlar tarafından öyle acımazca uygulanmıştı ki savaş süresinde Başlıklar, puntolar, fotoğraf hatta kelimeler, cümleler bile sert bir şekilde kontrol ediliyordu. Savaş sonuna doğru işler yumuşamıştı, pek uygulanmıyor gibi görünüyordu bu kurallar fakat kanun maddeleri hâlâ yürürlükteydi.
“Akşam, Cumhuriyet, Son Posta, Son Telgraf, Tan, Tanin, Tasvir, Ulus, Vakit, Vatan, Yeni Sabah, ülke gündemini belirleyen başlıca gazetelerdi. Cumhuriyet’in başyazarlığını Yunus Nadi, Tanin’in başyazarlığını Hüseyin Cahit Yalçın, Tasvir’in başyazarlığını Ziyad Ebüzziya, Ulus’un başyazarlığını Falih Rıfkı Atay, Vatan’ın başyazarlığını da Ahmet Emin Yalman yapıyordu. Tan gazetesinde Zekeriya ve Sabiha Sertel yazıyorlardı. 1946 yılının ilk aylarına kadar Tasvir’de yazan Peyami Safa ise daha sonra Vakit’te yazmaya başlamıştır.
Çok partili hayata geçip seçim ortamına girilince Ulus, Vakit, Akşam, Tanin CHP’nin; Vatan, Tasvir, Yeni Sabah da muhalefetin sözcülüğünü üstlendiler. Cumhuriyet gazetesi ise nispeten tarafsızlığını koruyabilmiş, iki güçlü rakip parti hakkında da haber ve yorumlara geniş yer vermiştir. Parti sözcülüğünü üstlenen gazeteler ise savundukları partilerle ilgili haber ve yorumlara geniş yer ayırmış, karşıt gördükleri partiler ve yöneticileri için karalama ve olumsuz yönleri ön plana çıkarma için özel çaba sarf etmişlerdir.
1941’de Türkiye’de günlük toplam tirajları 60 bini bulan 113 gazete vardı. En yüksek tiraj 20 binin üstündeydi. Ayrıca 227 dergi çıkıyordu.1946’da birdenbire günlük tirajları 100 bine yaklaşan 202 gazete ile 302 dergi belirdi.1946’da bin kişiye düşen gazete oranı ise 5.2 idi.” (Kayış, 2008; s: 401)
Türkiye yeni bir yola girmişti. Bir sürpriz muhalefet partisi (MKP), bir de kendi içlerinden çıkmış muhalefet partisi (DP). Dörtlü Takrir’in Demokrat Parti olarak sahneye çıkması en başta CHP kurmayları tarafından tepkisiz karşılanırken, toplum tarafından ilgi görmesi Parti Kurmay ve Yöneticilerini rahatsız etmişti. Bir süre sonra Radyo da Demokrat Parti’nin adı anılmaz oldu. Cumhuriyet Halk Partisi İnönü’nün konuşmasına rağmen (ki orada muhalefet partileri kurulduktan bir buçuk sene sonra seçime gideceği söyleniyordu) muhalefet için ilk sürprizi sahneye sürdü. Daha tam örgütlenmemiş olan muhalefete rağmen Yerel seçimleri yapma kararı altı.
Aslında herkes 1946 Genel Seçimlerini konuşurken, bu seçimin önemini atlamaktadır. Muhalefet bu seçimde ilk sınavını sonuçlar ne olursa olsun, çok iyi vermişti ve CHP nin oyunu bozulmuştu.
Demokrat Partinin ilk kuruluş günlerindeki demokratik hava birden tersine dönmüştü. CHP ani bir kararla Nisan sonunda alınmıştır bu kadar Belediye Seçimlerinin 26 Mayıs 1946 da yapılmasına karar vermiştir. Bu şaşkınlık sürerken 10 Mayısta yapılan CHP Olağanüstü Genel Kurulunda İnönü’nün Değişmez Genel Başkan ve Milli Şeflik unvanına son verilmiş. İlk yapılması kararlaştırılan milletvekili seçimlerinin tek dereceli olarak yapılmasına, cemiyet ve partilerin sınıf esasına dayalı olarak kurulmasının önündeki engellerin de kaldırılmasına karar verilmişti. Bunlar yapılırken seçimin yapılış şekline dokunulmamıştı. İşte 1946 seçimlerini tartışmalı yapan şeylerin en başında gelende buydu; açık oy verme, gizli sayım. Bu aynı şuna benziyordu; 19. Yüzyılın başlarında ABD Başkanlık seçimleri sırasında Cumhuriyetçi adayla, Demokrat aday kıyasıya çekişiyordu, Cumhuriyetçi aday önde gibi görünüyordu. Gazeteci Demokrat adaya; – Halk Cumhuriyetçi adaya oy verecek gibi görünüyor, ne dersiniz? Diye sorduğunda, Demokrat aday; –Kimlerin kaç oy verdiği pek önemli değil, kimlerin oyları saydığı önemli. Bu açık oy, gizli sayım insanda bu çağrışımı yapmaktaydı. Seçim komisyonlarındaki memurların tamamı, tamamı devleti kapsayan bir partinin bir şekilde mensubu, görevlisi konumundaydı.
Belediye seçimleri eski sisteme göre yapılmıştı. Buna rağmen CHP’nin hezimeti büyük olacaktı. Herkes mahşerin dört atlısının partisinin tavrını merak ediyordu. Emri vaki ile karşılaşan Demokrat Parti Mecliste seçimin öne alınması görüşülürken, görüşünü Adnan Menderes vasıtasıyla Meclis kürsüsünden belirtti; Menderes kürsüden inmeden önce son hükmünü de şöyle veriyordu: “Bu duruma göre tasarının tek parti idaresinin idamesi maksadıyla hazırlanmış olduğuna hükmetmek zarureti vardır… Seçimlerin acele ve ani olarak kanuni müddetten bir hayli öne alınması için ileri sürülen sebepler varit değildir” (T.B.M.M. Tutanak Dergisi, 30 Nisan 1946, Dönem VII, Birleşim: 45; Tasvir, 30 Nisan 1946). Bu konuşmaya rağmen TBMM 3 karşı 450 oyla Belediye seçimlerinin öne alınmasını kabul etti.
Bir başka tepki de dönemin ilk muhalefet partisi MKP cephesinden geldi. MKP Genel Başkanı Demirağ, muhalefetin henüz örgütlenmeden, iktidar tarafından bir emrivakiyle karşı karşıya bırakıldığını söylüyordu (Tasvir, 28 Nisan 1946). Demirağ’a cevap Parti Sözcüsü gibi görev yapan CHP yanlısı Ulus Gazetesi Baş Yazarı Falih Rıfkı Atay’dan hemen ertesi günkü başyazısı ile geldi; “Hep istediğiniz bu değil miydi?” (Ulus, 29 Nisan 1946).
Demokrat Parti Belediye seçimlerine girecek miydi? Seçimlere girmese bile siyaset yol haritası ne olacaktı? Bunlar kamuoyunda tartışılırken, bu tartışmalar daha çok cepheleşmiş gazeteler üzerinden yürüyordu. Gazeteler neredeyse kalemleriyle kılıç düellosu yapıyordu. Bunlar olurken Milli Kalkınma Partisi Belediye seçimlerine girme kararı aldı. Kamuoyu bu konu da fazla bir tepki vermedi. Onlar toplumsal algı da CHP ile DP rekabetine odaklanmışlardı. DP kurulduğu günden itibaren toplumsal algı da CHP’nin rakibiydi.
Demokrat Parti’nin seçimlere girmeyeceğini açıklamasından sonra seçimin sonucu da belli olmuştu. MKP’nin CHP’ye karşı şansı yoktu. Bu karardan sonra propagandaların ana konusu “seçime katılım” olacaktı. Çünkü Demokrat Parti seçimi protesto ediyor ve sandığa gitmiyordu. Vatandaşların da sandık başına gitmemesi DP’ye destek vermek olarak görülecekti. Basının da faal olarak katıldığı propaganda çalışmalarının belkemiğini de bu konu oluşturuyordu. Propagandalar, seçim günü propaganda konusunda herhangi bir kısıtlama olmadığı için son ana kadar devam etmiştir. Bu son ana kadar propaganda çok ilginç hâl almıştı. CHP’liler insanları oy kullandırmak için ikna etmeye çalışıyor, DP’liler oy kullanmak için sandığa gidenleri yoldan çevirmeye çalışıyor. Demirağ’ın uçakları havadan sürekli propaganda kâğıtları atıyordu. Tam bir panayır olmuştu seçim günü.
DP seçime katılımı az tutmaya çalışarak meşruluğunu ve gücünü ispat etmeye çalışırken, MKP seçime katılmış olmak ve son ana kadar seçimi bırakmamış olmakta meşruluğu ilan etme peşindeydi. CHP ilk defa yaşadığı çok partili seçim yarışından katılımı yüksek tutarak çıkma derdindeydi. İşin seçimin sonucunun pek de önemi yoktu. Sonucu belli bir seçim, CHP’nin süreci yönetememesinden dolayı mağlubiyetle bitecek bir seçim olacaktı. Bu karşılaşma da mağlup olan taraf galip, galip olan taraf mağlup ilan edilecekti.
Seçimin sonu CHP de hüsran, DP’de sevin havası yaratacaktı. DP girmediği seçimden toplumsal desteğini alarak çıkmıştı. MKP’nin Amerikanvari seçim propagandaları topluma çok sıcak gelmemişti ama CHP’den daha meşru yer kazanmıştı. Seçim sonunda halk nezninde iki muhalefet partisi hem mağdur ve galip olarak kabul edilmişti.
Seçim sonucu katılım oranları üstüne yürütülüyordu. Sonuçlarda DP’nin halkı sandığa gitmeme yolundaki telkin ve propagandalarının başarısını ayan beyan ortaya koymuştu.
Afyon % 77, Ağrı % 84.4, Amasya %46, Ankara %41.5, Antalya %66.6, Aydın %52.2, Balıkesir % 32.5, Bilecik %78, Bingöl %68, Bitlis %98, Elazığ %57, Bolu %65, Burdur %55, Bursa %24, Çanakkale %48.5, Çankırı %48.7, Çoruh %97, Çorum %89.9, Denizli %61, Diyarbakır %81, Edirne %50, Manisa %34, Erzincan %78, Erzurum %95, Eskişehir %43, Gaziantep %70.8, Giresun %70, Gümüşhane %94, Hakkâri %89, Hatay %26, İçel %43, Isparta %81.8, İstanbul %49.6, İzmir %24.5, Kars %94, Kastamonu %47, Kayseri %78, Kırklareli %58, Kırşehir %76, Kocaeli %58.6, Konya %52, Kütahya %70, Malatya %68, Maraş %46.2, Mardin %96, Muğla %31, Muş %71, Niğde %79, Ordu %83, Rize %63.5, Samsun %47, Seyhan %51, Siirt %48, Sinop %77, Sivas %83, Tekirdağ %71, Tokat %73, Trabzon %78, Van %75.8, Yozgat %64, Zonguldak %80”: (T.B.M.M. Tutanak Dergisi, 31 Mayıs 1946, Dönem VII, Birleşim: 57, s.240). Bu rakamlar mecliste açıklanan resmi katılım oranlarıydı. Bu rakamlardan CHP’nin yenilgisi net olarak görülmekteydi. İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi büyük şehirlerin de dâhil olduğu 17 kentte katılım oranı %50’nin altındaydı. Bursa’da %24, İzmir’de %24.5, Hatay’da %26, Muğla’da %31, Balıkesir’de % 32 olan katılım oranları DP’nin mesajının kitlelerce de paylaşıldığı izlenimini vermekteydi.
M.K.P. seçimlerin sonucunda Osmaniye, Ezine, Hatay’a bağlı Ürdün nahiyesinde ve Çanakkale’de Belediye seçimlerini ve Urfa Belediye Başkanlığı’nı kazanmıştı (Tasvir, 28 Mayıs 1946).
Türkiye’nin ilk çok partili seçim denemesi 1946’da herkesin ağzına pelesenk olan Genel Seçimler değil, Belediye seçimleridir. Muhalefet partilerinin birinin boykot ederek, birinin ben de yarıştayım diyerek meşruluklarını ilan ettikleri bu seçim. Türkiye’nin artık dönülmez bir demokrasi yoluna girdiğini de göstermiştir.
Bir sonra ki yazımız 1946 efsane Genel Seçimleri. İlginç propaganda çalışmalarıyla geçen, içinde farklı hikâyeler olan bu seçime farklı kaynaklardan faydalanarak, belki de yılların ezberlerinin dışına çıkarak bakacağız.