GİRİŞ[1]
Kemal Tahir Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi ile ilgili yazmış olduğu eserlerde Türk toplumunu kendi tarihiyle buluşturmak istemiş ve bu konuda elinden geldiği kadar bilimsel kaynaklara ulaşmaya çalışmıştır. Yaşadığı dönemin bilgi birikimi çerçevesinde bulduğu ve okuyabildiği kaynak eserlerden romanlarının temalarını inşa etmiştir. “Devlet Ana ise Türk edebiyatında hakkında en çok tartışma yapılan ve değerlendirmeler yazılan romanlardan biridir. 1967 yılında yayımlanan eser, Türk aydınının ufkunu dolduran temel inançlardan bazılarına çok ciddi eleştiriler getirmiştir. Bu sebeple edebi eleştiriden ziyade, sosyal ve siyasal yönü ağır basan eleştirilere tabi tutulmuştur. Yazarın düşüncelerini öz halinde barındıran en iddialı romanı olarak kaydedilebilecek eser, sergilenen duygusal eleştirilerden dolayı, çok farklı yorumlamalara maruz kalmıştır”[2] Fakat öncelikli olması gereken Kemal Tahir’in dünya görüşünün doğu ve batı değerlendirmesi açısından bu romanında çok önemli yer tutmasıdır. Erem Sarıkoca’nın değerlendirmesi ile “Kemal Tahir’e göre toplumları farklılaştıran üretim ve mülkiyet biçimleridir. Bu açıdan Kemal Tahir’in görüşleri Marks’a benzerlik gösterir. Ama o, Marks’ın evrim şemasını farklılaştırmaktan da kaçınmaz. Kemal Tahir’e göre Batı toplumları ilkel eşitlikçi üretim biçiminden köle çalıştırma üretim biçimine geçerek üretim alanında önemli bir atılım yapmışlardır. Ancak bu üretim biçimi beraberinde getirdiği bazı faydalara karşın Batı toplumlarında devamlı iç çelişkiler yaratacak olan insanlar arası eşitsizliğin kurumsallaşmasına yol açmıştır. Bu gelişim tüm aşamalarında Batı sömürüye dayanan bir düzenin temsilcisi olmaktan kurtulamamıştır. Batı tarihi bu açıdan bakıldığında bir sınıf çatışması tarihidir”.[3] “Doğu toplumlarında ise coğrafyanın baskısı sonucu üretimin bireyselleşememesi yüzünden temel üretim aracı olan toprak özel mülkiyetin eline geçmemiş, bu sayede kamu mülkiyeti anlayışı ve merkezî devlet sistemi gelişmiştir.[4] Bu araştırmanın amacı ise Türkiye topraklarında Anadolu Selçuklu Devletinden sonra yeniden inşa edilen Osmanlı-Türk Devletinin temellerinden özellikle Türk kültürüne özgü üretim ilişkileri çerçevesinde toplumda sosyal adaleti sağlayan “Ahilik geleneğinin” Kemal Tahir’in Devlet Ana romanındaki değerlendirmeleri ve tasvirlerini tespit etmeye çalışmaktadır.
DEVLET ANA
Kemal Tahir Anadolu Selçuklu Devletinden sonra kurulacak olan Osmanlı Devletinin doğuş sancılarını Devlet Ana romanında çeşitli boyutları ile işlemektedir. Romanın başlangıç safhalarında Bizans’la burun buruna bir uç beyliği olarak Osmanlı Söğüt ve civarı mevkiinde tutunmaya çalışmaktadır. Romandaki olaylar coğrafya olarak Anadolu Selçuklu Devleti’nin bir ucu olan Söğüt, Karacahisar ve Eskişehir, yöresinde başlamaktadır. Selçuklu sarsılmaya başlamış yerine geçecek varisi henüz ortaya çıkmamıştır. Dervişler Anadolu’yu, Acem diyarını (O dönemde Moğol Hükümranlığındadır) dolaşmaktadır. Ahiler toplumu ayakta tutmaya çalışmakta fakat onlarda eski geleneklerinden uzaklaşmaktadır. Bu arada Yunus Emre gibi gezgin dervişler toplumun maneviyatını yükseltmek için beylerden toplumun her kesimine kadar insanlarla görüşmekte düşünce ve duygularını onlara aktarmaktadır. Romanın başlarında Yunus Emre Frenk Şövalyesi Notüs Gladyüs’le Issızhan’da karşılaşması ve aralarındaki konuşmalar aktarılır. Yunus Emre, Notüs Gladyüs ile konuşuyor müslüman esir Levent yüzbaşısı Kurt Ali Bey’de onları dinlemektedir. Selçuklu, Karamanoğulları ve Eskişehir Söğüt civarı hakkında düşüncelerini anlatır. Issızhan Mavro ve ablası Liya’ya babalarından kalmıştır. Fakat daha sonra Frenk Şövalyesi Notüs Gladyüs ve yardımcısı Türkopol yüzbaşı Uranhan’ın gelmesi ile hayatları değişecektir. Frenk Şövalyesi Notüs Gladyüs adeta batı-hristiyan bağnazlığın temsilcisi kanlı bir katildir. Onun yardımcısı Türkopol yüzbaşı Uranha ise Notüs Gladyüs’ün söylediklerini yerine getiren kimliğini kaybetmiş bir Türk’tür. Lidya Anadolu Bacıları’nın Söğüt lideri Bacıbey’in büyük oğlu Osman Beyin “yiğitlerinden” Demircan’ın sevgilisidir. Notüs Gladyüs Bizans tekfurluklarından birine hakim olmak için casus Keşiş Benito’yu bulacaktır. Notüs Gladyüs, Lidya Demircan’ın yanında iken ikisini de öldürür. Roman Şövalye ve yardımcısı Uranha ve onlara yardım edenlerin bulunması çabaları ile devam eder. Bu arada Osman Bey, Söğüt ve çevresindeki Karacabey gibi tekfurlukların fethi ve Selçuklu’nun yetersizliği, Anadolu düzensizliğinin tasvirleri görülür. Mavro Türkmenlere sığınacaktır. Orhan Bey ve Kerim Can gibi arkadaşları ile çocuk yaşlarına rağmen çok önemli işler başaracaklardır. Demircan’ın kardeşi Kerimcan annesi Bacıbey’in isteği ile ağabeyinin intikamını alana kadar savaşçı olacak daha sonra ise ilim öğrenmeye başlayacaktır. Roman Kerim Çelebi’nin Kabusnâme ve Siyasetnâme okumasıyla bitmektedir. “Devlet Ana’da Ana’nın insan hayatındaki yerine paralel olarak Osmanlıda devletin “şefkat özelliği öne çıkar”. “Rahman Devlet”, kişilere sağladığı imkanların yanında, bir sığınak olarak da yer alır. Türk tarihinde gerek İslamiyet öncesinde gerekse İslamiyet sonrasında devletin metafizik bir hassasiyetle takdis edildiği, yüce bir konum atfedildiği bilinir. Kemal Tahir ise burada devleti “ana”’ imajı etrafında dile getirir. Yazar, “Bacıyan-ı Rum’u” temsil eden Bacıbey’i romanın üç yerinde “Devlet ana” olarak kaydeder”[5]. Türk kültüründe kadına verilen önem kadının dünyaya insanı getirmesindeki kutsiyeti ile de göze çarpmaktadır. Kemal Tahir Bacıbey’in kişiliğinde romanının ismini kurgulaması da Türk Toplumunun kültür ve irfan kodlarına da hayli hakim olduğunu göstermektedir.
İlber Ortaylı’da Devlet Ana hakkındaki görüşlerini şu şekilde özetlemektedir: Güçlü ruhsal analizler, akıcı bir dille anlatılan olaylar zinciri, bir devletin doğuşunda yatan temel nedenleri ne kadar açık, başarılı ve realistçe veriyor… Yazar her şeyden önce, o devrin dilini iyi biliyor, ama bu dili tutucu bir kalemle, olduğu gibi 20. yüzyıl okuyucusuna aktarmıyor, ona modern bir biçim veriyor. Bu yüzden cümle kuruluşları, deyimler orijinal niteliğini saklayabilmiş ve romanın dili kişilik kazanmış. Devrin vakayinamelerini okuyan yazar, o dilin orijinal ve doğal yanını bugünün ve dünün ortak biçimiyle, okuyucuyu sıkmadan aktarabiliyor. Onun Türk romanına Devlet Ana ile getirdiği yeniliklerin başında bu gelir. Selçuklu Devleti’nin son devirlerinde, kervan yolları önemini yitirmiş, güvenlik bozulmuş, Anadolu fakirleşmeye başlamıştır. Bizans Roma hukuku sistemi, devlet düzeniyle, eski Doğu’nun toplum düzenini birleştirmiş, bu topraklarda yerleşen herkesin zorunlu olduğu, kendine özge bir düzen kazanmıştır. Batı Roma kalıntısı feodal Avrupa toplumu, Haçlı savaşlarından beri bu düzeni yıkmak, toprak serfliğini getirmek ve merkezi otoriteyi parçalamak çabasındadır. Bunun için ülkede, Batılı tarikat şövalyeleri ve keşişler beşinci kol görevi görmektedir. Bu durum Keşiş Benito’nun, Notüs Gladyüs adlı Sen-Jan şövalyesinin kişiliklerinde etraflıca belirtilmiştir[6]. Batı’da merkez, otoriteyi feodal senyörlere devrederek tutunabilmiş, bizde ise merkezi otorite, ahi örgütü ile el ele vermiştir. Ahilik örgütü merkezin otoritesini onun adına kullanmış, yolların ve şehirlerin güvenliğini sağlamıştır. Bu örgütün toplum yaşantısındaki önemli yeri, romanda aynı önemle ele alınmıştır. Ahiler örgüt ve geleneklerinin sürmesi için devletin güçlenme gereğini anladıkları gibi, beylik başındakiler de güçlenmeleri için bu sosyal örgüte dayanmaları gerektiğini biliyorlardı. Osmanlı Beyliği kuruluşta buna önem vermiş, ilk düzenli ordunun askeri, ahi keçe külahı giymiştir. Osman Bey’le Şeyh Edebali’nin yakınlığı. Osman Bey’in düşünce ve eylemiyle duyurmadan bu dinsel ve informel lideri etki altına almaya başlayışı ve nüfuzundan faydalanışı, romanda bunun için işlenmiştir[7]. Roman’da Yunus Emre’nin Şeyh Edebali dergahında gördüğü rüya Osmanlı Beyliğinin kuruluşuna bir kut vermektedir. Yunus Emre: “Şeyh Edebâli Efendi’mizin mübarek kucaklarından bir ay doğdu, parıltısı karanlığı çalkadı çıktı, yükseldi, orak biçimindeyken dola dola sini değirmisine döndü. Dünyayı nura boğdu. Öyle ki, gözler kamaşıp bakmaya güç yetesi kalmadı. Baktım ki, sizin Osman Bey’iniz de iki dizi üstünde sağ yanındadır ve de tespihe girmiştir. Gökleri bezeyen ay, inip geldi, göğsüne yaslandı, gövdesine karıştı. “Aman nedir, ne hikmettir?” dememize kalmadı, ayın gömüldüğü yerde bir fidan belirdi, yeşerip büyüdü, göklere dal budak saldı. Toprağın, denizlerin yüzünü kapladı. Kaf dağlarının ve de Toros dağlarının ve de Atlas dağlarının ve Hosma dağlarının doruklarını gölgesine aldı. Fırat ırmağını, Dicle’yi, mübarek Nil’i, Frenk içindeki coşkun Tuna’yı kavradı. Uçsuz bucaksız çöller, bozkırlar, çayırlı çemenli ovalar, sahralar, yedi denizler ve de ağaç denizinden nişan verir derin ormanlar, uzakların parlak gümüş kubbeli, göğe baş çekmiş kuleli, Firavun çağından kalma nice nice anıtlı nice kentler geldi, hep bu ağacın altına sokuldu”[8]. Bir Ahi şeyhinin dergahında görülen bu rüya gerçeğe dönüşecek Yunus Emre’yi veya bunu nakledenleri asırlarca haklı çıkaracaktır.
DEVLET ANA ve AHİLİK GELENEĞİ
Fuat Köprülü Türklerin Müslümanlığı kabul etmelerinden başlayarak, Selçuklular devrinde ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasındaki dini durumu izah ederken ahilerin oynadığı önemli rollerden bahsetmektedir. Onun naklettiğine göre F. Giese “Osman Bey’in kayınbabası Şeyh Edebali ve birçok silah arkadaşları hatta Orhan Bey’in kardeşi Alâ-al-din Paşa Ahi teşkilatına mensupturlar. İlk hükümdarlar Osmanlı Devleti’ni kurmak için bu kuvvetli dini zümreyi büyük bir yardımcı olarak kullanmışlar ilk askeri teşkilat olan yaya teşkilatında ahilerin üniformalarını taklit etmişlerdir[9]”. Kemal Tahir Osmanlılığın doğduğu çevreyi tanımlarken şu satırları not etmiştir: “Ahilik: Merkezi iktidar güçsüz kalınca, esnafın çarşıyı, kasabayı, belki çevreyi silahlatıp korumaya kalkışı, geçici olarak eski fütüvvet örgütünü güçlendirişidir. Ahilikte ve esnaflıkta din ve mezhep farkı aranmamaktadır”[10]. Devlet Ana romanı Ahilik geleneğini Osmanlı kuruluş yılları açısından gerçekçi bir yaklaşımla değerlendirmektedir.
Devlet Ana’da Batı feodal temsilcisi Şövalye Notüs Gladyüs ve Bizans Tekfurları’nın karşısında Ahi Birlikleri, Söğütte dürüst, yiğit Kara Osman Bey, Yunus Emre gibi gezgin dervişler bulunmaktadır. Ahilik Kemal Tahir’in hem Notlar[11]ında hem de eserde vurguladığı önemli bir konudur. Romanda çocuk yaştaki gençlerin Ahilik Oyunu bunu ortaya sermektedir. Liya’nın ve onun sevgilisi Bacıbey’in büyük oğlu Demircan’ın öldürüldüğü esnada Söğüt çocukları ahilik oyunu oynamaktadır. Anadolu coğrafyasında Ahilik kurumu/geleneği o kadar önemli ve yaygındır ki çocuk yaştan itibaren gençler kendi aralarında ahiliğin eğitimini bilmekte ve birbirine öğretmektedir. Romanda Şeyh Edebali başta olmak üzere İnönü, Eskişehir, Ankara, Konya gibi Anadolu ahileri ile ilgili birçok temas noktaları olmasına rağmen Kerim Çelebi(Can) ve Orhan Beyin arkadaşları ile oynadığı oyun, gençlerin ahilik kurallarına hâkimiyeti açısından oldukça çarpıcıdır:
“Kerim Çelebi’nin anası, Bitinye ucunun Rum bacıları başkanı Bacıbey’in avlusunda sakal bıyık takmış Söğüt çocukları Ahi oyunu için kılık değiştirmişlerdi: Kerim Çelebi, meşin kaplı eski cöngü kuşağından çıkardı, üç kez öptü, başına götürdü. Yapraklarını, saygılı, biraz da kasıntılı, açarak okuyacağı yeri seçti. Sakalından geçirdiği sol elini belindeki Ahi palasının sapına dayayıp öksürerek boğazını hazırladı, sesini kalınlaştırmaya çalışarak okudu: -Şöyledir bilin ey ihvanlar, ey dostlar ve de ey mert yoldaşlar! Ahilik çok ulu kattır ve de saygılı basamaktır. Ama onu gördüm ki, bölüklerimize şeytan uğramış, yiğitlerin gönül gözlerini bağlamış. “Bundan böyle, hiçbir yolsuzluk bize erişebilemez, diye kibirlenmişler, çizgiden çıkmışlar, doğruluğu şuraya koyup eğriye sapmışlar. Sohbetler, yârenler bozulmuş, sofralara haram girmiş, nefisler kuduz canavar gibi azgınlaşıp gem almaktan çıkmış. Alplığın yerini yavuzluk, utanmanın yerini yüzsüzlük kapmış. Bilmekliğin uyanık ışığı sönüp bilmezliğin uykulu karanlığı yerin yüzünü sarmış. Ahiler, pir kapılarını boşlayıp beyler kapısına birikmiş… Oysa, bu dünyada, her bir nesneye bozuntu elverir, ahiliğe erişebilemez!” Sedirin ortasındaki Ahi Baba, sağ dizini indirip sol dizini kaldırarak oturum değiştirdi. Halifeler, sonra nakipler, daha sonra yaş sırasıyla oturan, ahi yiğitleri de ayak değiştirerek Baba’ya uydular. Kerim Çelebi, kaldığı yerden okudu: -“Onu gördüm ki, Ahilerden kiminin kitabı hiç yok. Kitap olmayınca aktan kara, eğriden doğru ayrılmaz. Kiminin kitabı var, yazan kısa yazmış, “Az olsun öz olsun” derken anlaşılmaza düşmüş. Diledim ki, Ahilik töresi derlensin. Rum ülkesinde, âdemoğlu, Türkçe söyleyip bilişir. Türk diliyle yazılsın ki, köylü kentli okuyup okutup anlasın. “Duymadım bilmem” demeye özrü kalmasın. Erbabı kuşağına sokup gezdire Ey ihvanlar, ey yoldaşlar, ey dostlar, yiğitlik yönelmektir, Ahilik başlamaktır ve de Ahi Babalık gerçeğe ulaşmaktır. Aslında üçü birdir, ayrılık gayrılık yok! Şöyle biline ki, Ahilikte miras yürümez, babanın kazandığı oğula geçmez ve de herkesin kendi kazanması kanundur. Ama kazanmak kolay, tutmak çetin… Yüz yıl çabaladın, kazandın, bir gün şaştın, yaramazı işledin, gitti gider. Ahi Baba, erkân toplantılarının başında, gelenek olan bu okumayı yeterli bularak, çavuşlara işmar etti. Sağ çavuş testiyi, sol çavuş süpürgeyi alıp ortaya geldi. Biri su döker, öteki süpürür gibi yaparak okumanın yeterliği bildirildi. Kerim Çelebi cönkü kuşağına sokunca, toplantıyı yönetecek nakip kalktı, arkasını Ahi Baba’ya dönmeden avlu kapısına kadar geriledi. Sağ çavuş su doldurduğu bakır tası, sol çavuş tuz kutusunu koşturdu. Nakip suya biraz tuz atıp tası iki eliyle başı hizasında tutarak bağırdı: – Selam olsun sizlere, ey doğru yolumuza girmişler! Selam olsun ey Ahilik kuşağı kuşanmışlar! Ahi Baba erkân adına, karşıladı: -Selam olsun! -Gelmekliğimiz yol için… Durmaklığımız yol için… Söylemekliğimiz yol için… Gelmiş geçmiş, gelip geçecek pirler, erenler, derviş savaşçılar, Rum gazileri, Rum abdalları, Rum alpleri, Rum bacıları ruhuna huuuu! Erkân bir ağızdan gürledi: – Huuuuuu!. Ahi Baba yere bakarak sordu: -Dargınlarımız barıştı mı? -Barıştı. -Helallik alınıp verildi mi? -Verildi.
Nakip, Ahi Baba’dan başlayarak tası dolaştırdı. Herkes iki eliyle tutarak dudaklarını ıslattı. Nakip de öyle yapıp geriledi, tası sağ çavuşa verdikten sonra ortaya geldi: -Bir ahbabımız yola girmek ister. -Kimdir? -Kara Osman Bey oğlu Melik Bey’dir. -Uygun! Kimdir yol atası? -Bacıbey oğlu Kerim Çelebi’dir. -Uygun! Ya kimdir yol kardeşleri? -Savcı Bey oğlu Ahi Bayhoca, Aykut Alp oğlu Kara Ali’dir. -Uygun! Alsınlar gelsinler! Yol atası Kerim Çelebi önde, iki yol kardeşi arkada, avlu kapısından çıktılar. Çavuşlar, Ahi Baba’nın önüne iki seccade serdi. Nakip, bunlardan birine, Melik Bey’in kuşanacağı Ahi kuşağını, beline sokulacak Ahi palasını, saygıyla koyup oturdu. Çavuşlar kapının yanındaki yerlerine geçmişlerdi. Kapı, üç kez vuruldu. Ahi Baba duymazdan geldi. Üç kez daha vurulunca seslendi: – Destuuuur! Kapıyı çavuşlar yavaş yavaş açtılar. Önde Yol Atası Kerim Çelebi, arkada Melik Bey içeri girdi. Yol kardeşleri, iki yandan saltasının (yakasız, iliksiz ve kolları bolca bir tür kısa ceket) eteklerini tutmuşlardı. Yol Atası Kerim Çelebi, Melik Bey’i seccadelerin önüne getirdi, sağ elini sol omzuna, sol elini sağ omzuna koydu, eğildi, sağ ayağının başparmağını, sol ayağının başparmağına bastırdı. Erkânı selamladı: -İşbu kardaşımız Melik Bey, siz yol erlerinin ayağına girip bu insaf eşiğinde durmaktan muradı, aramıza girip kervanımıza katılıp erkân görüp yol tutup Ahi Baba’mıza boynu bağlı kul olmaktır ve de uğraş erleri bölüğünde beli kılıçlı yoldaşlığa koşulmaktır. Bu âşık için nedir buyurduğunuz? -Sınava çekilsin yol töresince… -Hayhay… Kerim Çelebi boş seccadeye diz çöktü. Yol kardeşleri Melik Bey’i getirip karşısına oturttular, kendileri de tuttukları eteği bırakmadan iki yanına çöktüler. Kerim Çelebi, okurken kullandığı kalın sesle, büyük soruyu sordu: – Ey can, kulağını aç! Yola girmek dileğindesin. Şöyle bil ki, ahilik ince yoldur ve de çetin yoldur ve de gayet sarp yoldur. Yüreğine, bileğine güvenmeyen girmemek gerekir. Çünkü yüceleyim derken batağa batmak vardır. Yolumuz anlamaklık yoludur ve de inanmaklık yoludur ve de tutmaklık yoludur. Töreleri tutmaya gücün yeter mi? Yüreğin ne demekte? -Beliii… -Sınavlanmaya da beli mi? -Beliii… –Beli (evet) dedin, günah gitti bizden… Yallah bismillah! De bakalım, Ahiliğin açığı kaçtır? -Dörttür. -Say gelsin! -Eli, yüzü, gönlü, sofrası… -Kapalısı kaçtır? -Üçtür. -Say gelsin! -Gözü, beli, dili… -Gözü kapalılıktan murat nedir? -Kimsenin suçunu, ayıbını görmemektir. -Ekmek yemekte kaç edep vardır? -On iki… -Say gelsin! -Oturdukta sağ dizi dikip sol dizi altına ala… Lokmayı önce sağ avurduyla çiğneye… Küçük lokma ağızlaya… İki elini yağlatmaya. Ağzından akıtmaya… -Ahi adayı biraz duraklayınca Kerim Çelebi fısıldadı: “Yere dökmeye…” Bunu herkes gibi Ahi Baba da işitmişti. Ayıplayarak tersledi: -Kerim Çelebiiii… Çelebilik böyle değil!.. Melik Bey atıldı: – Yere dökmeye, ağzı dolu iken konuşmaya… Kerim Çelebi parmaklarıyla gizlice saymayı bıraktı: -Yedi… -Kimsenin lokmasına bakmaya… -Sekiz… -Başını kaşımaya… -Dokuz… -Sözü kısa söyleye ve de hiç gülmeye… -On… -Yemeğin iyisini konuğa bıraka… -On bir… -Yemekten sonra elini yıkaya… -Tamam! Ya söz söylemekte kaç edep vardır? -Dört edep vardır. -Say gelsin! -Sert söylemeye ki ağzından tükürük saçmaya… Bir kişiyle söyleşirken başka yere bakmaya… “senben” demeye, “sizbiz” diye… Elini, kolunu sallamaya… -Peki, yol gitmekte kaç edep var? -Sekiz. -Say gelsin! -Katı katı kasılarak yürümeye… Canavarcıkları ezmeye… Dört yanına bakmaya… Taştan taşa hoplamaya… Yoldan ayrılmaya… Kimsenin ardmdan gözlemeye… Büyüğün önüne geçmeye… Biriyle giderken bekletecek iş tutmaya… -Ya nesne satın almakta kaç edep vardır? -Üç… Yumuşak söyleye… Tadına azla baka… Aldığını geri vermeye… -Gelelim, beyler Katına varmanın kaç edebi var? -Beş… -Say gelsin. -Vakitsiz gitmeye… Büyüklerin hepsine ayrıca ayrıca selam vere… Uzak otura… Çok söylemeye… Öğüt vermeye… Kerim Çelebi, Ahi Baba’ya döndü: -Ne dersiniz? Daha sınayalım mı biraz? Ahi Baba yargıyı erkana bıraktı. -Uygun… -Elverir… -Yontulmuş yeterince… – Ak etti yol atasının yüzünü, aferiiiin! Kerim Çelebi, Melik Bey’in eline bir yağlık örttü. Yol kardeşleri, ellerini bunun üstüne koydular. Kerim Çelebi son öğütlerini verdi: – Ey oğul! Saygılı ol ki saygı göresin!.. Sözün dolusunu söyle ki dinletebilesin! Bundan böyle sana şarap içmek, kemik ataraktan kumar oynamak yoktur. Gammazlık, kasıntı, karalamak yoktur. Kıskanmayacaksın, kin tutmayacaksın, zulmetmeyeceksin!.. Yalan söylemek, sözden dönmek, namusa kötü bakmak gayet ayıptır ve de yoktur. Ellerin günahını görmezden geleceksin! Pintilik yoktur, hele hırsızlığı akla getirmek bile yoktur. Kuşanacağın kuşağın onurunu bil! Kılıç erliğine soyunmaktasın. “Ali’den üstün yiğit ve de Zülfikâr’dan üstün kılıç olmaz” denilmiştir. – Ey yoldaşlar! Gülbank çekelim, üçler, yediler, kırklar aşkına! Bir ağızdan başladılar. Allah Allah illallah… Baş açık, göğüs kalkan! Uğraşta kılıç alkan, eyvallah! Bu meydan er meydanı, düşenleri sormak olmaz. Yolumuz hak yoludur, geri durmak olmaz, eyvallah! Düşman kara karga, Ahi yiğitleri sahan! Can baş Ahi Baba’mıza kurban, eyvallah! Tanrı birliğiyçün, yol dirliğiyçün, meydan erliğiyçün ölenimiz şehittir, cennetlik; kalanımız gazidir muhabbetlik, eyvallah!.. Yolumuza girdi Ahi Melik Bey, çabalaması yerini bula! -Amiiiin! -Muradı amacına vara! -Amiiiin! -Pirler, hak erenler arkacısı ola! -Amiiiin! -Bahtı açıla yürüye… -Yürüyeeee… -Ünü yayıla yürüye… -Yürüyeeee… -İnlesin yergök, çekelim hu! -Huuuuuuu! -Gerçekler demine huu! -Huuuuuuu! -Dervanma huu! – Huuuuuuu! Kerim Çelebi “Muhammed’e salavat” derken sustu…[12]. Tam o anda Kerim Çelebi’nin ağabeyi Demircan’ın köpeği “Alaş’ın gövdesi boynundan kuyruğuna kadar kan içinde” koşarak avluya girer ve çocukların Ahi oyunu burada bitmektedir.
Demircan ile onun sevgilisi Liya’nın henüz öldürüldüklerinden çocukların haberleri yoktur. Anadolu’da sadece Söğüt’te değil çok yerde can güvenliği kalmamıştır. Genel olarak romanda “Halk Selçuklu’yu suçlamaktadır. Romanda fukara bir Türkmen oğlanı iken, yakasını Karamanoğlu’na kaptırıp “Selçuklu şehzadesiyim” diye Konya tahtı davasına kalkışan, ele geçirip hoplayıp üstüne oturan, çok kanlar döken, sonunda dirice derisi yüzülüp kargı ucunda gezinen derbeder “Cimri” de anlatılmaktadır. “Cimri olayından sonra, Karaman Oğullarından da umut kesilmiştir. Ankara Ahileri, Konya Ahileri, Amasya, Sivas, Kayseri, kısacası, ülkenin bütün Ahileri, Konya tahtına Kayı’dan bey gözlemektedir”. Şeyh Edebali’nin kızını isteyen Osman Bey ilk seferinde olumsuz cevap almıştır. Fakat ahilerin, dervişlerin Anadolu birliğinde gözleri Söğütte Osman Beydedir. Yunus Emre’de bu dervişlerdendir. Toplumun bozulan düzeninin sağlanmasında Ahiler önemli roller oynar. Romanda Yunus Emre Ahi olmamasına ve Ertuğrul gaziye dargın olduğu söylenmesine rağmen gezgin bir derviş olarak Osman Bey için çalışır. Onun kuracağı Türk Devletini destekler. Yunus Emre çalışmayı günah sayan cavlak dervişleri eleştirir. Cavlaklar “Ahiliği, “Esnaflıktır” diye küçümser. Sövmedikleri, korkudandır. Ahiler çarşılarını kılıç elde savunmasa, ossaat basıp dağıtıp yüklenip savuşurlar[13]”. Türkistan’dan gelen gezgin dervişler ise Ahilerle birlikte Anadolu’nun İslamlaşmasını güçlendirmektedir. Bir uç beyliği olan Osmanlı Anadolu’daki devlet boşluğunu her geçen gün doldurmaktadır.
TARTIŞMA VE SONUÇ
Romanın oluşumunda dilin öneminden de ağırlıklı olarak bahsetmektedir. Başka metinlerinde de yazdığı gibi ulusal dil geleneğinden ve halk hikâyelerinden yararlanmanın yoğun önemi Kemal Tahir’in temel zihniyetini oluşturmaktadır. Devlet Ana’da da görülebileceği gibi Dede Korkut’tan önemli ölçüde yararlanmaktadır. Zaman zaman da söylediği gibi Dede Korkut dilinin yanında, başka deyiş özelliklerinden de yararlanmakta, üst kesitlerin söyleyiş özellikleri açısından da, Naima Tarihi’nin önemli bir dayanak oluşturabileceğini düşünmektedir[14]. Kemal Tahir romancı ile bilim adamının aynı amacı paylaştığı ya da paylaşması gerektiği kanısındadır. Hiç değilse Türkiye’de. Çünkü Türk toplumunun yapısı, oluş yasaları, özellikleri doğru dürüst incelenmiş değildir. Romancı bu konuda okuru aydınlatmakla görevlidir. Romancı bilimin bulduklarıyla vardığı noktayla da yetinmemeli çünkü bu bilineni tekrar olur. Bilimsel olarak tespit edilmiş bir konu bir buluş tek başına bir edebiyat eserine temel olamaz. Edebiyatçı bilimin vardığı yerden sonrasını zorlamak zorundadır[15]. Başka bir deyişle romancı bilim adamının henüz söylemediği bir gerçeği bulursa söyleyeceği yeni bir şeyi yazmaya değer bir konusu olacaktır. Romancı ile bilim adamı arasındaki fark Kemal Tahir’e göre şudur: “Bir sosyolog, tarihe bilimsel açıdan yaklaşacağı için sadece aklını kullanır; fakat bir romancı tarihe bakarken ve onu kendi harcına katarken hem aklını hem sezgilerini kullanır”[16].
Devlet Ana’nın anlaşılması bakımından önemli olan hususlardan biri de belki annesi Bacıbey’in zoruyla Kerim Can’a dönüşen Kerim Çelebi’nin tekrar Kerim Çelebi’ye dönüşmesidir: “Kılıcını tuttu, kabzasını saygıyla öperek alnına götürdü. Acele indi. Çıkını telaşla çözdü. İçindekiler Benito Keşiş’in mağarasında gördüğü kitaplardı. Birer birer aldı, okşar gibi evirip çevirdi. Gülümsemesindeki utangaç keder siliniyor, yüzü rahatlıyordu. Türkçeleri ayırdı. Kelile ve Dimne’yi gelişigüzel açtı, önce ayakta göz gezdirdi, sonra ne yaptığını pek bilmeden sedire yavaşça oturdu. “Padişah dahi, kullukcularına iyiliği ve nimeti endazeyle vermek gerek kim, korku ile umut arasında yaşayalar… Ne yoksulluk yüzünden kaçıp düşmana varalar ve ne baylık ve mattık yüzünden azalar ve padişaha asi olalar…” Çevirdi. “Benim, kendime öğütçü… Kendi nefsimden daha doğru kim ola… Bu ara, öğüt yeridir eğer makbul düşerse ve mesel vaktidir eğer akıl gücüyle dinlenirse…” Çevirdi. “Fesat ve zalim kişinin sırrını gizlemek ol kötü işte onunla ortaklık göstermek olur,” Kelile ve Dimne’yi bırakıp Kabusnâme’yi aldı, karıştırdı. “Söz âdemde gizli değil, illâ âdem sözde gizlidir… Zira ki, söz âdeme perdedir, imdi bilmiş ol ey oğul, söz ulu nesnedir, sen dahi sözü ulu bil ki, gökten gelmiş nesnedir…” Biraz düşünüp, bir başka sayfaya geçti. “Dokuzuncu Bab: Bir kişi duvarlı evceğizi içinde bir padişaha benzer… İçki meclisinden şöyle kalk ki, daha iki üç kadeh içmeye gücün ola, pes, sakın, tokluk lokmasından ve sarhoşluk kadehinden…” Sayfalarda durarak okudu: “Konuktan özür dileme ki, özür dilemek pazar halkının işidir… Aşk yiğitlerin oyunudur. Pirler âşık olursa hiç özürü yoktur.” Dalıp düşündü, el yordamıyla Feleknâme’yi aldı: “Kendisinden çün değildir ay nuru Aydını kamu güneştendir varı çün güneşten nur alır. ay…………..-………… ikisi arasına yer gölgesi –Düşecek………..-Ay tutulur nurunu vermez olur- Zira ol dem güneşi görmez olur”… ……….Vezir Nizamülmülk’ün Siyasetnâme’sini saygıyla açtı. Yer yer duraklayarak karıştırmaya başladı”[17].
Devlet Ana’daki bu “değişik göndermeler Osmanlı toplumunun anlaşılış biçimi konusunda fikir vermektedir. Osmanlıya sadece bir askerî toplum olarak, askeri boyutuyla bakmamaktadır. Osmanlı toplumu ve devleti bütünüyle de sosyal ve kültürel yapısıyla gündeme getirilmemektedir. Tabiî bu sosyal, ekonomik ve kültürel özellikler bir ölçüde örtük olarak fonda kalmaktadır. Devlet Ana geniş anlamda Türk insanını anlatmaktadır. Devlet Ana sağlı-sollu Batıya bakış biçimimizin değiştiği bir dönemde üzerinde yeni baştan düşünülmesi gereken önemli bir metindir. Türk modernleşmesinin her dem gündemde olması Batı’ya karşı kültürel direncimizin ana eksenlerinden biri olan Devlet Ana’nın tekrar tekrar okunmasını ve yeniden tartışılmasını gerektirmektedir. İnsan üzerine odaklaşan metin dayanılacak önemli potansiyelin Kemal Tahir’in deyimiyle Anadolu Türk insanı olduğuna işaret etmektedir. Devlet Ana kuruluş dönemindeki bir devletin ortamına, insanına olumlu bakmaktadır. O dönem ortamının iyimser olduğunu ifade etmiştir”[18].
Burada Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun tarihi romanları ile Devlet Ana’yı bir kıyaslama yapmak mümkün olsa da bu yazının sınırlarını aşacağı için başka bir incelemeye/incelemelere bırakmak isabetli olacaktır. Kilit’le başlayan nehir romanlarında Sepetçioğlu’nun tanıttığı tarihî kurum ve şahsiyetler Kemal Tahir’den farklılık arz eder. Bu iki ayrı Türk aydınının kendi irade, düşünce, dünya görüşü ve tercihlerini okuyucu ile buluşturma çabasıdır. Nurullah Çetin Edebiyat ve Bilinç[19] eserinde Yunus Emre’ye romanda şarap içirtilmesini eleştirir. Çünkü Kemal Tahir’in Yunus Emre’ye şarap içirme sahnesi romancı açısından mazur görülse de Türk Tasavvuf Geleneği açısından asla kabul görmemiştir. Üstelik Türk halkının gönlünde yer etmiş Yunus Emre’nin hayat tarzı ve eserleri bilinmektedir. Devlet Ana romanının Türk edebiyatında çok önemli bir yeri olmasına rağmen bu ve bazı benzeri nedenlerden tenkit de edilmiştir. Bununla beraber “Kemal Tahir ve Eserleri”nin Türk gençliği tarafından bilinmesi/okunması ve Türk aydınlarının onun romanları üzerine değerlendirmeler yapması gerekmektedir. Bu çalışmalar Kemal Tahir’in Devlet Ana ve diğer eserlerinin “Türk Edebiyatının Ortak Kültür Mirası” olduğunu da unutturmayacaktır.
DİPNOTLAR
[1] (Bizim Külliye, Üç aylık kültür ve sanat dergisi, 99. sayı, Mart-Nisan-Mayıs 2024, s. 88-94)
[2] Sezai Coşkun, Esir Şehrin Hür İnsanı Kemal Tahir, İnsan, Eser, Fikir, Dergah Yayınları, İstanbul, 2012., s. 351.
[3] Erem Sarıkoca, Kemal Tahir ve Bizans, Kemal Tahir 100 Yaşında, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2010., s. 276. Kemal Tahir, Notlar/13/Osmanlılık/Bizans, Yay. Haz. Cengiz Yazoğlu, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1992. s. 303-304.
[4] Erem Sarıkoca, a. g. e., s.276., Kemal Tahir, Notlar/13/Osmanlılık/Bizans, Yay. Haz. Cengiz Yazoğlu, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1992., s. 304-306.
[5] Sezai Coşkun, 2012: 353.
[6] İlber Ortaylı, a. g. e., s.126.
[7] İlber Ortaylı, a. g. e., s.127.
[8] Kemal Tahir, Devlet Ana, Ketebe yayınları, İstanbul, 2022, s. 228-229.
[9] Fuad Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara,1991, 13.
[10] Kemal Tahir, Notlar: Osmanlılık/Bizans, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1992., s.92
[11] Kemal Tahir, a.g.e., s.89.
[12] Kemal Tahir, a. g. e., s. 97-105.
[13] Kemal Tahir, a. g. e., s. 61.
[14] Kurtuluş Kayalı, a. g. m. s.700.
[15] Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış-Sabahattin Ali’den Yusuf Atılgan’a, C. II, İletişim Yay., İstanbul, 2012, s. 185. Kemal Tahir, Notlar I, Bağlam Yayınları, 1989, s. 198.
[16] Berna Moran, a. g. e., s. 185. İsmet Bozdağ, Kemal Tahir’in Sohbetleri, Bilgi Yayınevi, 1980, s.141.
[17] Kemal Tahir, a.g. e., s. 645-646.
[18] Kurtuluş Kayalı, a. g. m. s. 704.
[19] Nurullah Çetin, Edebiyat ve Bilinç, Öncü Kitap, 2010, Ankara, s. 70.