Disiplinler arası işbirliği bağlamında tarihçinin kültür sosyolojisinden faydalanma olanakları |
Giriş
Farklı disiplinleri arasındaki ayrımlaşmanın Orta Çağ sonrasına uzandığı doğa bilimlerinden farklı olarak sosyal bilimlerde benzer bir ayrımlaşma ancak 18. yüzyıldan sonra görülmüştür. İnsan ve toplum araştırmalarının doğa bilimleri yöntemleri ile yapılabileceği yönündeki düşünce prangasının kırılmasından sonra sosyal bilimler bir süre de tek ve ayrılmaz bir çalışma alanı görüldü. Ortak bir düşmana karşı mücadele verip üstün geldikten sonra toplum bilimleri bir süre uslu ve derli toplu, bir arada kaldılar. Ancak kardeş kavgası çıkmakta gecikmedi. Artık ayrı, sınırları çizilmiş sosyal bilim dalları olması gerekiyordu. Bu aşama da geçildikten sonra bir zamanların dargın kardeşleri olan farklı sosyal bilimler dalları bir araya gelip işbirliğini yapmayı düşünür oldular. Bu tarz bir işbirliğinin 19. yüzyılın başlarından itibaren hız kazanması ufuk açıcı sonuçlar doğurmuştur. Bu yararlı sonuçları betimlemek için Amerikalı tarihçi G. Himmelfarb “Artık mesleğin merkezinde olan, çevredir” demiştir[1].
Geniş bir çerçeveden bakılırsa sosyolojiyi insan toplulukları arasındaki ilişkilerin bilimi olarak görmek mümkündür. Çerçeveyi biraz daraltır, belli zaman ve mekandaki bireyin ya da grupların davranışlarına odaklanırsak tarih disiplininin alanına girmiş oluruz. Bu iki disiplin arasında döngüsel bir geçişlilik söz konusudur. İnsan toplumları hakkında genel yasalar peşinde olan ve geniş açıyla bakmayı tercih eden sosyoloji bir tarafta, tekil insan davranışlarını ve sonuçlarını inceleyen, uzağı bulanık ama yakını ve ayrıntıyı net gören tarih bilimi öte yanda. Durum genellikle buysa da bazen yer değiştirmeler görülür: çağdaş toplumları incelerken veri yokluğundan ötürü geçici bir körlük yaşayan sosyologun yolunu bulabilmek için bakışını tarihi topluluklara çevirmesi ya da incelediği tekil örneğin biricikliğini vurgulamak için onu benzerleri ile karşılaştırmak zorunda olan tarihçinin sosyologun geniş ölçeğini ödünç alması gibi.
Bu çalışmada sosyoloji ve onun bir dalı olan kültür sosyolojisi çalışmalarının tarih araştırmalarına ne denli ve hangi yöntemlerle faydalı olabileceği üzerinde durulacaktır.
Sosyoloji ile Tarihin Komşuluğu
Doğaldır ki mevcut toplum yapıları geçmişin ürünüdürler. Dolayısıyla görüneni anlamanın, analiz edebilmenin yolu onu oluşturan sebeplere bakmaktır. Olguları temele alan sosyolojik yaklaşım ilgilendiği olguyu daha iyi kavrayabilmek için öncelikle o olgunun hangi şartlarda ve ne zaman ortaya çıktığını bilmelidir[2]. Tarih bu açıdan sosyolojinin zorunlu ön durağıdır.
İnsanın toplum ile ya da toplulukların toplum ile olan ilişkilerini incelemeyi
odağına alan sosyoloji disiplini tüm zamanlar için geçerli genel yasalara ulaşmayı hedefler. Ortaya koyduğu olgular, kavramlar elbette ezeli değildirler, değişime tabidirler. Değişim yani zaman boyutu işe katıldığında sosyolojinin tarih ile komşuluğu başlamış olur. Sosyolog “ne olur da değişir?” sorusunu sorarken tarihçi ele aldığı belirli bir konuyla ilgili olarak “ne oldu da değişti?” sorusunu sorar. İki alanın ne kadar yakın olduğunun başka bir göstergesi bu dallarda çalışanların sıkça birbirlerine sataşmalarıdır. Zaman zaman tarihçilerin sosyologlar tarafından “amatör olgu toplayıcıları” şeklinde suçlandıkları görülmüştür. Buna karşılık tarihçiler de sosyologlara “yer ve zaman duygusu olmayan, bireyleri acımadan kategorilere ayıran” kişiler (Bireylerin ve halkların adını anmadan tüm geçmişi üç çağa ayıran A. Comte’un bakışı buna örnek verilebilir) yakıştırmaları yapmışlardır[3].
Tarihin konusu olarak geçmişte yaşanmış olaylar yığını sosyolog için elzemdir. Araştırmacı incelediği çağdaş olgulara ait kayıtlar bulamadığında aynı olguya ilişkin geçmişte tutulmuş kayıtlardan faydalanma yoluna gider[4]. Bu durumda kilise kayıtları, nüfus sayımları, ticari ve adli sicil kayıtları, mahkeme kararları gibi tarihi belgelerden yararlanır. Bu kaynaklardan elde edilen veriler sosyolojide çok önemli bir yöntem olan karşılaştırmaya tabi tutulur ve anlamlı yorumlara çevrilirler.
Tarih ve sosyoloji arasındaki etkileşim bazen çok katlı olabilir. Örneğin Türkiye’de modernleşme, modernliğin yarattığı kültür değişimleri üzerinde çalışan bir sosyolog mecburen şu andaki toplum yapımızın temellerinin atıldığı dönemlere geri dönmek durumunda kalacaktır. Toplumumuzun şimdiki ve geçmişteki görünümlerini incelerken bu değişime yön vermiş kişilerin fikir yapılarını, daha önceki hangi kavramları temel alarak nasıl bir yapı kurmak istediklerini de bilmesi gerekecektir. Sosyoloji tekil bireylerle ilgilenmez, ancak varmak istediği sonuç yüzünden bireylere, bireylerin geçmişlerine bakmak zorundadır: “Geçmişi yapanların kafalarındaki kavramlar” ya da “değişimin faillerinin modelleri”.
Etkileşimin diğer tarafından bakarsan tarihçiler de sıklıkla sosyologların ortaya attığı sorulardan ilham almışlardır. Toplumun farklı kesimlerini inceleyen cinsiyet sosyolojisi çalışmaları yüzyılımızın ortalarında ufuk açıcı sorular ortaya attı. Feminist kuram günümüzdeki erkek üstünlüğünü incelerken bunun doğal bir sonuç olmadığını söylemek için erkek egemen toplum olgusunun geçmiş toplumların tümünü kapsayan zorunlu bir model olmadığını kanıtlamaya çalıştı. Aile yapısı üzerine eğilen sosyologlar ise ailede çocuk olgusunu incelerken bu kavramın 17. yüzyılda ortaya çıkmış olduğunu, Orta Çağ’da çocuklara yetişkin gibi davranıldığını ortaya koydular[5]. Tarihsel bakışımıza böyle bir katkı ancak ilgisinin odağına çocuk kavramını alan bir sosyologdan gelebilirdi.
Kültür sosyolojisi
Kültür kavramı sosyolojide sıklıkla işlenen bir kavramdır. Zira kültür bir topluluktaki insanların yaşam biçimlerini anlatan bir kavramdır ve toplum kavramı ile yakın çağrışımlar içerir. Sosyal bilimler çalışmalarında kültür araştırmalarını değerli kılan şeyi kültürün bir toplumda neyin önemli, değerli ve istenir olduğunu belirleyen bir kavram olmasında yatar[6]. Bu sayede topluluk bireylerinin davranışlarındaki gizli saikleri, niyetleri anlamak mümkün olur. Toplumsal zihniyetler olarak da tanımlanabilecek bu değerler sistemini tarihi kaynaklarda dolaysız olarak görmek genellikle güçtür.
İnsan toplulukları arasındaki etkileşimler pek çok alanda olduğu gibi kültür alanında da yeni sentezler doğurur. İlişki halindeki toplumlar birbirlerinden çeşitli kültür öğelerini alır ve kendi kültürlerine katarlar. “Kültürleşme (acculturation)” denilen bu süreç bazen bir tarafın diğeri üzerinde askeri ya da siyasi baskı kurması ile gerçekleşir, bazen de tamamen doğal
yollardan, kültür öğelerinin ödünç alınması olarak nitelendirilebilecek şekilde gönüllü olarak gerçekleşir. Her iki durumda yerleşik bir kültürün değişmesi söz konusudur. Kültür sosyolojisi işte ilgisini en çok bu alana yöneltir ve kültür değişmelerin temel nedenleri üzerinde durur.
Toplumlarda görülen kültürel değişimlerin hangi yasalara göre gerçekleştiği peşinde olan sosyologlar tarihçilerin bakış açılarına katkı yapacak sınıflandırmalar yapar, yeni terimler üretirler. Örneğin çok tanınmış iki düşünür Spencer ve Marks en eskisinden en yenisine toplumları bir gelişme sırasına sokmuşlar, kuramlarını bu sıralama üstüne inşa etmişlerdir. Örneğin Marks’ta toplumlar kabile-köleci-feodal-kapitalist-sosyalist-komunist sıralaması içinde açıklanır. Bu türde bir sınıflama tarihçinin farklı toplumlar arasında daha önce düşünmediği bağlantılar görmesine yardımcı olabilir. Terimler de
Kültür sosyolojisinin tarihe katkılarını daha somut görebilmek için kültür değişimleri üzerinde çalışmış araştırmacıların eserlerine ve orada savundukları görüşlere bakmak aydınlatıcı olacaktır.
Max Weber Örneği
Sosyolojik düşüncenin önemli isimlerinden olan Max Weber özgün eserleri ile tanınır. Endüstri Devrimi’nin tüm hızı ile toplumu değiştirdiği bir dönemde yaşamış olan Weber çevresinde gördüğü değişimi yorumlamaya çalışmış, farklı kültürlerin değişime tepkilerini incelemiştir. Çalışmalarında cevabını aradığı iki ana soru şunlardır: Batı uygarlığının akla dayalı (rasyonalize) bir uygarlığa dönüşmesinin ardında yatan sebepler nelerdir? , Modern kapitalizm neden önce Batı Avrupa’da ortaya çıkmıştır?
Weber doktora tezini 1889’da tarihçi Theodor Mommsen’in danışmanlığında Berlin’de tamamladı. Tezinin başlığı “Orta Çağ’da Tüccar Birliklerinin Tarihi Üzerine” idi. Doktora sonrasında ise üniversitede ders verebilmek için gerekli başka bir çalışma yaptı. Onda da Roma tarım tarihini kamusal ve özel hukuktaki önemi açısından inceledi (1891). Bu çalışmalar sırasında Weber ile Mommsen arasındaki kişisel bir yakınlık doğdu.
Tarihsel çalışmalara bu denli yakın olan Weber’in eserleri tarihçiler için yeni pencereler açar. En eski toplumlardan Orta Çağ sonuna dek incelediği toplumlarda gördüğü dinin belirleyici etkisini büyü terimi ile tanımlar, Aydınlanma ve sonrasında dini unsurların toplum hayatında daha az belirleyici olmasını “büyüden uyanmak”, dine değil akla dayalı örgütlerin oluşmasını “dünyanın bürokratikleşmesi” olarak tanımlar. Tarihçiler için önemli esin kaynakları barındıran eseri Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’nda Protestan inancının Kuzey Avrupa’nın tüccar topluluklarındaki etkisini inceler. Bu eserde Protestan inancını Konfüçyüsçü inanç sistemi ile birlikte değerlendirdiği bölümler oldukça ilginçtir. Protestan dogmanın bireyin dikkatini daha çok diğer dünya ile ilgili faaliyetlere yöneltmek istemesine, Konfüçyüsçü inancın ise ticarete görece daha serbest bir yaklaşım sergilemesine karşın pratikte tam tersi bir durum gözlenmiş, Protestan birey hızlı tüccar olurken Konfüçyüsçü birey münzevi hayatı tercih etmiştir[7]. Weber bunu toplumsal kesimlerin inanç sistemlerinden kendi durumlarına uyan parçaları çekip aldıkları ve onları benimsedikleri şeklinde yorumlar. Kanımca böyle bir yorum hiçbir arşiv belgesinde yazmazdı.
Yine kültürel değişimleri açıklama konusunda Weber bazı yeni tanımlamalar yapar. Ona göre kültürel değişimleri belirleyen çeşitli “hayat küreleri” vardır, bunlardan en önemlileri politik, iktisadi, dinsel ve düşünsel kürelerdir. Weber kültürel değişimlerde aslan payını düşünce ve din kürelerine verir. Bu dört farklı alanın uyum içinde göründüğü toplumlarda düşünce sistemlerinin değişime daha az sebep olduğuna, tersine siyasi, iktisadi ve dini uyumsuzluklar içinde olan toplumlarda ise düşünce sistemlerinin kültürel değişimlerde büyük etkisi olduğu sonucuna varır[8]. İkna edici olması için toplumsal örnekler eşliğinde sunulması gereken bu tarz bir çıkarım kültürel değişimlerin açıklanmasında faydalı olabilir. Aynı düşünce sistemlerinin farklı toplumlarda neden aynı sonuçları yaratmadığı, aynı din ve ekonomik sisteme sahip ülkelerde neden farklı hızlarda değişimin görüldüğü bu sayede açıklanabilir.
KAYNAKÇA
-Bauman Z., Sosyolojik Düşünmek, Ayrıntı Yayınları, 6. bs., İstanbul, 2009
– Burke P.,Tarih ve Toplumsal Kuram, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 3. bs., İstanbul, 2005
– Ergun D., Sosyoloji ve Tarih, Der Yayınları, 1. Bs., İstanbul, 1982
-Ergut F. ve A. Uysal(der.), Tarihsel Sosyoloji, Dipnot Yayınları, 1. Bs, İstanbul, 2007
-Giddens A., Sosyoloji, Ayraç Yayınları, 2. Bs, İstanbul, 2005
– Schroeder R., Max Weber ve Kültür Sosyolojisi, Bilim ve Sanat Yayınları, 1. bs., Ankara, 1996
– Skocpol T.(ed.), Tarihsel Sosyoloji, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 3. bs., İstanbul, 2008
-Weber M., Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Hil Yayınları, 1.bs., İstanbul, 1985
[1] Burke P., Tarih ve Toplumsal Kuram, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 3. bs, s.18
[2] Tilly 2002: 172’den aktaran: Ergut F. ve A. Uysal(der.), Tarihsel Sosyoloji, Dipnot Yayınları, 1. Bs, İstanbul, 2007, s.12
[3] Burke, a.g.e., s.3
[4] Bauman Z., Sosyolojik Düşünmek, Ayrıntı Yayınları, 6. bs., İstanbul, 2009, s.15
[5] Burke, a.g.e., s.46
[6] Giddens A., Sosyoloji, Ayraç Yayınları, 2. Bs, İstanbul, 2005, s. 22
[7] Schroeder R., Max Weber ve Kültür Sosyolojisi, Bilim ve Sanat Yay., 1. bs, s.33
[8] Schroeder, a.g.e., s. 25