Ergenekon Destanı, Türk tarihinin başyapıtlarından birisidir. Destanın önemi bugüne taşıdığı gizemli bilgilerdedir. Tarihin ilk madenci ve sanayici toplumunun Türkler olduğu-na tanıklık etmesidir! Önce destana, sonra destandan çıkarımlara bakalım!
***
Ergenekon Destanı’nın farklı düzenlemeleri vardır! Destanların ortak farkı “saklı vadi-ye” girişindedir. Benim anımsadığım destan,1953/54 ders yılında, ilkokul 4.cü sınıfta, tarih kitabından okunan” okuma parçası”ydı! Ergenekon Destanı’nı öğretmen okumuştu!
Destan özetle “… Düşmanları, Türklere baskın yapmışlar! Bire kadar kırmışlar! Kolu bacağı kesilmiş bir Türk genci sağ kalmış! Onu da bataklığa atıp gitmişler!..
Bataklıkta yatan yaralı genci bir dişi kurt, bakmış, beslemiş; onu benimsemiş! Dişi Kurt, yaralı Genç’ten gebe kalmış!..
Düşmanları, gencin yaşadığını, Dişi Kurt’un besleyip kolladığını anlamışlar. İkisini de öldürmeye kalkışmışlar! Gebe Dişi Kurt, sarp yamaçları aşarak dağın ardında bir SaklıVadiye sığınmış. Orada çocuklarını doğurmuş!.. Çocuklar büyümüşler, çoğalmışlar! Gün gelmiş, Ergenekon (eski yurt) halkı saklı vadiye sığamaz olmuş!. Ata yurduna dönmek istemişler. Kurt Ana’nın girdiği yolu bir türlü bulamamışlar.
İçlerinden birisi ‘demirci’ymiş. Dağın bir yanını gösterip ‘Burası yalın kat demir ma-denidir! Dağı eritelim!’ demiş. Uygun bulmuşlar. Oraya odun, kömür yığmışlar! Bir kat odun, bir kat kömür dizmişler! Yetmiş yere, yetmiş körük kurmuşlar. Ateşi harlatıp el birliğiyle dağı eritmişler! Yüklü bir hayvanın geçebileceği bir geçit açmışlar!
Eskiyurt anlamına gelen Ergenekon‘dan taşra çıkmışlar! Ata yurdunda oturan düş-manları kovup atalarının yurdunu yurtlanmışlar! Türk’ün adı dünyaya yayılmış!
Okunan Destan’dan gönlüme kazılı kalanlar bunlardı.
Sonraları başka Ergenekon destanları da okudum. Farkı, Ergenekon’a girişlerindeydi!
Üzerinde durmadım! Önemli olan, Türklerin Ergenekon’dan nasıl çıktıkları idi! Destan’nın her türünde Demir Dağ’ı -Temir Tav’ı eritip, taşra çıktıkları anlatılıyordu. Destanın canalıcı yeri” Demir Dağ’ın eritilmesiydi!”.
Ergenekon Destan’ından ilk çıkarım, Ergenekon halkı madenci bir halktır!
Birçok madeni biliyorlardı. Ocak açıp işletiyorlardı.
Taş kömürünü biliyor ve kullanıyorlardı. Ergenekon dedikleri, Eski Yurt’ta çeşitli madenler ve taş kömürü de vardı.
Körük aygıtı bilininiyordu. Madenleri eritip işlemekte kullanılıyordu. Ocağa, kömür ateşine körükle hava“oksijen” üfleyerek ateşi harlatıp ısıyı artırıyorlardı.
Mesleği demirci olanlar vardı. Demiri ve başka madenleri tanırlardı. Maden filizle-rini ocaktan çıkarıp eritiyorlardı. Madenleri ayrıştırıyor, arılaştırıyorlardı. Alaşımlar yaparak madenlerin kullanışını geliştirmişlerdi. Yüksek teknoloji ‘know how ‘ sahibi olduklarına, Destan tanıklık ediyor!…
Demirci’nin “Şurası yalın kat demir madeni! Eritelim!” önerisine kimse karşı çıkmayı düşünmemişti! “Nasıl olur? Dağ erir mi?” demeden işe koyulmuşlar. Sıradan bir işe başlar gibi; odun, kömür toplamaya, körük sağlamaya girişmişlerdi! Toplumda demirciler saygın ve bilge kişiler olarak bilinirlermiş.
Eski Türklerde demircilik, “şamanlık-büyücülük” gibi, insan üstü nitelikler gerektiren bir uğraşmış! Demirciler, toplumun saygın ve soylu kesimi sayılırmış! Ayrıcalıkları ve üstünlükleri varmış. Ateşe, madene ve demire hükmettikleri için, tanrısal güce sahip oldukları sanısı yaratmış olmalılar…
Demircilik Türklere has bir uğraşmış!
Gelecek yüz yıllarda Cengiz Han adıyla tarihe adını yazdıracak cihangirin; ilk adının Türkçe ‘Temuçin – Demirci’ olması bana şaşırtıcı gelmedi. Moğol kabilesini, yönetmek üzere atanmış soylu bir Hun (Türk) beyinin ardılı; bir ‘künbi’ olmalıdır. Demircilik Moğollar için henüz yaygın ve kutsal bir uğraş değildir!..
İşi at çobanlığı olan birinin, bozkırda “cihanğir olmayı” hayal etmesi hayatın olağan akışına uygun değildir.
Günümüzün teknik birikimiyle bakınca, Ergenekon halkının madenleri, maden filizlerini, maden ocağını bildikleri aşikardır. Maden cevherini ocaktan çıkarmayı, ergitmeyi, ayrıştırmayı da bildikleri anlaşılıyor. Yüksek teknoloji ‘know how’ birikimleri vardı. Gerekli donanımları ve uzmanlaşmış işçilikleri de vardı. Bunlar olmadan Ergenekon Destanı olamazdı. Bunlara, destanın “olmazsa olmazları” diyoruz!
Bunların dışında kalanlar, her destanda olagelen destani ve masalsı olgulardır.
***
Ergenekon’dan çıkış, ancak yüksek teknoloji, yeterli ve uygun donanımla olabilirdi! Bunlar olmayınca Ergenekon’dan çıkılamazdı ve bu Destanı da kimse öğrenemezdi!
Demirci, dağın demirden olduğunu alışık bir bilgiyle söylüyordu. Diğerleri inandırıcı buluyorlardı! Oysa, demir cevheri uygun ortamda, 1350–1400 C (santigrat) derecede ergir. Bugün bunu biliyoruz. Zaman içinde demir cevherinin doğası değişmedi! Yine 1350 -1450 C derecede ergimektedir. Bildiğimizi Ergenekon halkının da bilmesi gerekir. Aksi halde dağı eritemeyi düşünemez ve eritemezlerdi.
Taşkömürü bilinirdi ve orada vardı.
Odun ateşiyle demir cevheri ergitilemez. Daha yüksek bir ısı, belli yere odaklanmalıdır! Yüksek ısı için taş kömürüne gereksinim vardır. Taş kömürü ocakları bilinir ve işletilir olmalıdır! Ancak amaca erişmeye taşkömürü de yetmez! Ateşe sürekli hava “oksijen” üflenmesi gerekir! Bunun için çok sayıda ve yeterli güçte körük gerekiyordu! Destanda denildiği gibi yetmiş yere yetmiş körük konulmuş!.. Yetmiş sayısı, eski Türkler’in bir çokluk anlatımıdır! Yeterince demektir. Ergenekon halkı, yeterince bilgiye ve donanıma sahip durumdaydı. Yeterince körükleri de vardı.
Yüksek ısının aynı yerde toplanması, odaklanması ve sürdürülmesi gerekliydi.
Maden cevherinin eriyip akması, yüksek ısının aynı yere yöneltilmesi ve sürdürülme-siyle olur! Demir-çelik fabrikalarında yüksek fırın bu işi görür. Yüksek fırın yüksek ısıda maden cevherinin ergitildiği donanımın adıdır. Sıvılaşan cevher, biçim kaplarına doğru akıtılır. İşlevi budur. Sıvı ve akışkan cevher pik, tel, çubuk, saç ve travers gibi biçimleri alacağı kaplara yönlendirilir! Halkın ham demir dediği aşama budur. Türküde “Ham demir gümüş mü olur?” diyor. Ergenekon halkının, yüksek fırının işlevini görecek donanımı vardı…
Demir gümüş olmamıştı ama çelik olmuştu… Çelik bir demir-karbon alaşımıdır.
Destan, demir madeninden oluşan bir dağın, bir yerinden eritilerek, yüklü hayvanın geçebileceği bir genişlikte, geçit açıldığını söylüyor! Sıradan bir işten söz etmiyor! Destan ‘dağ eritildi, geçit açıldı’ diye sözü bağlıyordu!
***
Teknolojinin, donanımın, uzman işçiliğin gerekli olduğu yerde; söylenip geçilecek söz değildir bu. Bunu söyleyebilmek için de toplumda bu alt yapı kültürü olmalıdır. Masalların, destanların kahramanlarının bilgili olması; halkın da bu bilgiyi anlayabilmesi, kavraya- bilmesi gerekir. Havsaları almalıdır ki hafızaları destanı taşıyabilsin! Bunlar yoksa, destanı kim anlar, kim taşır ve kim anımsar? Halk, bu bilgiyi kavrayıp hafızasında taşımalı ve yeni nesillere aktarabilmelidir…
Dağın eritildiği, geçidin açıldığı destanda söylendiğine göre; gerekli bilgi birikimi, teknoloji, donanım ve uzman işçilik Ergenekon vadisinde vardı. Ergenekon halkı da günlük yaşamında, bu bilgiyi sindirmiş ve yaşıyordu! Türk toplumu, madenci ve sanayi-ci kültürünü yaşıyordu…
***
“Destan bu! Destanlarda böyle şeyler olur!” deyip geçilemez. Destan, binlerce yılın ötesinden gelen bir iletidir! Destanı düzenleyenler, anlağında taşıyanlar; bunları bilmeden bu destan ne düzülebilir ne de taşınabilirdi! Gerekli bilgi, teknoloji, üretim bilgisi, donanım ve uzman işçilik olmazsa; masallarda bile kimse dağı eritemezdi! Yolu açamazdı! Yol açılmaz ise, Ergenekon halkı taşra çıkamazdı! Bu Destan da bize erişemezdi. Özcesi, Ergenekon Destanı’nın düzülebilmesi, bize erişebilmesi Türk halkının madenci ve sanayici kimliği altındaki birikimi ile olmuştur. Temir Tav’ın eritilebilmesi için, bir masaldan fazlası gerekirdi!
Fazlası denilen şey, Türklerin “dünyanın ilk madenci ve sanayici toplumu” olmasıydı.
Destanın olmazsa olmazlarından birisi de budur!…
***
Destanlar, olmayacak şeyleri oldururlar! Kurt ile insanı birleştirir, bir halkın türemesine anaçlık ettirirler! Gerçekte böyle şeyler olmaz! Ne dün böyle bir şey olmuştur, ne de yarın olabilir! Destanda olabiliyorsa, bu Totem Çağı’ndan kalma inançların, yanılsamaların sonu-cudur. O günün insanının inancında, olmaz yoktur! İnanılan tanrı “Ol!” der, olur! Gökten bir ışık demeti kayın ağacının üstüne düşer! Ağacın gövdesi şişip büyümeye başlar! Gün gelir gövde yarılır, içinden; yeşil gözlü, sarı saçlı kızlar, oğlanlar çıkarlar! Göksel kimlikli bu kızlar ve oğlanlar bir ulusun atası olurlar!…
Türeyiş öyküsünde bir Gök Börü ‘Göksel Kurt, Gökkurt’ kavramı vardır. Kurt, Türklerin o çağdaki totemi olmalıdır! Totem çağının inancına göre, insanların atasıdır. Tanrısal ve gökseldir. Gizil, tanrısal güçleri vardır. Totemin tanrısal gücü, soyundan gelen insanlara da geçer! Kutsal gücü kazanmak için, yılda bir kez, kamın yönetiminde törenle-ibadetle- totem-den bir lokma yenir! Kut, kutsal güç insana aşılanmış olur! Kutsal kurban töreni, ‘mana’ nın insan bedenine geçmesi içindir! Bu, klanın dinsel törenidir. Bunun dışında, toteme ilişmek, ilişki kurmak ve adını anmak bile büyük suçtur!
Totem çağının bu törensel öyküsü, günümüzde farklı anlatımları doğurmuştur. Kurban kesmek ve kurban lokmasından yemek biçimiyle aynen sürmektedir. Vaftiz töreninde, vaftiz olan, Hıristiyan mümin adayının ağzına konan; minik lokma ile kutsallık aktarılmak-tadır! Hristiyan inancına girişin, günümüzde bile en önemli, ritüeli, vaftiz törenidir. Mana yeni üyeye aktarılmaktadır!..
Bu tören dışında, mana- kötü güçtür! Toteme ilişilmesi, adının anılması yasaktır! Klan üyeleri, insanlar totemden sakınmalıdır. Yasak ilişki, ilişkide bulunan üyenin ve ait olduğu klanı, totemin lanetine uğratır! Lanet topluca gelir! Klan halkı totemin lanetinden sakınmak için zanlıyı cezalandır. Amaç klanı, totemin şerrinden korumaktır! Kişinin ağır günahından klan arındırılmaya çalışılır. Şimdi o, acımasız töre cinayetlerinin nereye dayandığını bir kez daha düşünmelisiniz.
Totemin adını anmak, çağırmak suç ise; zorunlu hallerde ne yapılacak? Adıyla çağrılmayacak! Klanın uydurduğu bir adla, ya da komşuların dilinden alınmış bir adla anılacaktır. Ayı boşuna ‘kocaoğlan’, maymun ‘biçin’, tavşan ‘ernep’, domuz ‘karaböcü’, kurt, ‘canavar’, şenu, aşeni, börü’ olmadı! Bu hayvanlar, günümüzde bile uydurma adlarıyla çağrılırlar!..
Totem çağından beri kurt’un, börü ya da çena, çeni, şenu vb. komşu halkın diliyle ad-lanması rastlantı değildir. Türkleri yüz yıllar boyunca yöneten, kurt soylu, göksel haneda-nın; açena, asena, uçele vb adlarla anılması da bundandır. “Soylu kurt, asil kurt, göksel kurt” anlamlarına gelen bu adlar Türkçe söylenemezdi! Bu sözlerin Türkçe olmaması gere-kirdi. Çünkü totemi kendi öz adıyla (Türkçe) çağırmak yasaktır! Kapıkulları, hakanın yüzü- ne bakamazlardı! Hakanın yüzüne bakmak yasaktı. Hakanın yüzü onlara tabu idi…
Yol gösterici, ata diye bilinen Gökkurta-Bozkurta binlerce yıl kimse ilişmemiş. Sürüye dalması, çobana, sürü sahibine onur sayılmıştır! Kurtun Türkçe adıyla bozkurt, kurt diye anılması, yakın zamanlarda başlamış olmalıdır. Bugün Anadolu’da kurt, sıradan bir yırtıcı hayvan muamelesi görüyor. Totem çağının ayrıcalıklı halleri gerilerde kalmıştır. Yalnızca Yörükler hala kurt yerine; canavar, domuz yerine böcü- kara böcü, ayı yerine kocaoğlan, karayılan yerine karaoğlan demeyi sürdürürler. Alevi canlar tavşanın adını ağızlarına almazlar! Arap diliyle ernep derler.
Bunlar totem çağından kalma; bizi hala yönlendiren, fosil inanç kalıntılarıdır! Günlük yaşamımızı sanıldığından çok fazla sınırlarlar! Burası masalla gerçeklerin karıştığı yerlerdir…
***
Ergenekon Destanı’nın dile geldiği yıllarda, demir tek başına işe yaramayacak kadar yumuşak bir madendir. İnsanoğlu bakırı kalayla alaşım edip bronzu; prinçle alaşım edip tunçu üretmiştir. Araç gereçlerini, silahlarını bronzdan ve tunçtan yapmıştır. Bunlar kısa, ağır ve künt silahlardı. Kısa, kalın ve ağırdı. Dürtmeye ve vurmaya yarardı. Kesici niteliği zayıftı. Boyu azıcık uzatılsa, kırılıverirdi…
Madenciliği, özellikle demiri iyi tanıyan Türkler’in, demirden çeliğe uzanması uzun sürmemiştir! Taşkömürü ateşinde, hava üflenerek ergitilen demirin içine bir miktar karbon karıştığını anlamakta gecikmemişler! Demire katılan karbonu, tavlayıp döverek ve ani soğutarak; uygun ölçeğe indirmeyi başarmışlar! Adına –çelik– demişler. Çelik bir demir-karbon alaşımıdır. Aniden soğutulması da çeliğin kazandığı niteliğin kalıcı olmasını sağlamak içindir. Bunun adına çeliğe su vermek denir!..
Akkor derecesinde ısıtmanın amacı cevheri işlenecek kıvama getirmektir. Isıtma sırasında içindeki fazla karbonu yakmaktır. Tavlama sırasında bir kısım karbon yanar, eksilir. Bünyede yer yer boşluklar oluşur. Dövülerek karbonun boşluğu giderilir. Bünye, doku sıkılaşır. Kat kat katlanıp dövülerek çeliğin dokusu aranan düzeye getirilir. Tekrar tavlanıp dövülerek en iyi alaşım ölçeğine erişilir. Suya sokulup şoklanarak, çeliğe kazandırılan niteliğin kalıcılığı sağlanır. Çelik istenen sertliğe, dayanıklığa ve esnekliğe kavuşturulmuş olur.
Çelik kılıçlar, bıçaklar, ok uçları, mızrak uçları; zamanının kerinçsiz üstün ve güçlü silahlarıdır. Yüksek teknoloji ürünüdür. Dayanıklı, keskin ve esnektir! Silahı kullanan askere olağan üstü üstünlük sağlar. Silahları keskin, dayanıklı ve hafiftir!
Ergenekon’ dan çıkan Türkler, çelik silahlarla donanmışlardı. Çelik kılıçlar, bıçaklar, ok uçları, mızrak uçları vardı. Onlara tartışılmaz askeri üstünlük sağlıyordu. Hatta çelikten sac yapmayı başarmışlardı. Başlarına “miğfer” denilen başlık, üstlerine “zırh- cebe” dedikleri çelik giysi giyiyorlardı. Kollarında çelik “kalkan” taşıyorlardı. Bu donanımla “kılıç kesmez, ok batmaz” olmuşlardı! Artık savaş alanlarının efsaneleriydiler! Atlarını bile çelik zırhlar ve alınlıklarla koruyorlardı!…
***
Türkler, dünyanın tanıdığı ilk madenciler ve sanayicilerdir! Bu bilinen dünyanın, uygarlıkta önündeydiler. Madeni eşya ve silah üretiminde rakipsizdiler. Öylesine usta ve ayrıcalıklı olmuşlardı ki; Türk adının demir-çelik üreticiliği ile ilintisini kuranlar olmuştur! Başlarına giydikleri çelik başlığa ‘miğfer’ adıyla -Türk- adını çağrıştıranlar olmuştur!
MS 6’cı yy’da ‘Tumen-Bumin Kağan’la tarih sahnesine çıkan Gök Türkler, bir süre Apar-Cücen Hakanı Ong Han’ın bağlısı olmuşlardı. Ocaklardan demir madeni çıkarıp çelik ve maden ürünleriyle vergilerini ödüyorlardı. Ong Han’ın uyruklarından Tölösler, isyan edin-ce; Ong Han, isyanın bastırılmasını Bumin Kağan’dan istemişti. Bumin Kağan, burada üstün teknolojisini, ordusunun silahlarını, eğitimini, savaş yeteneklerini sınama fırsatı bulmuştur.
Çok kısa sürede isyanı bastırdı. Yeterli moral gücü kazanınca, Bumin Kağan; Ong Han’ dan kızını eş istedi! Ong Han’a, dengi olduğunu ima etmişti! Zamanın en büyüğü ve güçlüsü Ong Han, Bumin’e çok öfkelenmiş! “Siz benim maden çıkaran ve işleyen kölelerimsiniz! Kızımı istemekle küstahlık ettiniz!” diye aşağılamıştı!
Bumin Kağan ve Türkleri, bu aşağılamayı üstlenmemişler! Büyük Hakan’a isyan etmişler. Gök çeliğe bürünmüş az sayıdaki askeriyle; Ong Han’ın yer götürmez ordusuna karşı durmuşlar! Çelik zırhlı, keskin kılıçlı, üstün donanımlı, eğitimli küçük ordusuyla; Ong Han’ ın yer götürmez ordusunu yenmişler! Ong Han, yenilgiyi içine sindiremeyip savaş alanında canına kıymıştır! Apar-Cücen (Juan juan) İmparatorluğu çökerken, küllerinden Gök Türk İmparatorluğu (Tukyu devleti) göğermeye başlamıştı (MS:551),
Göktürkler’le ilgili alıntılar destandan değil, tarihtendir. Az sayıda askerden kurulu bir ordunun, kendisinden kat kat kalabalık bir orduyu yenmesi, tarihte sık görülmez. Üstün silah-larla donanmış, askeri ve atları eğitilmiş, yeterli iletişimi olan ve iyi yönetilen bir ordu bunu başarabilir! Buradan Türklerin üstün silahlarla donanmış, askeri ve atları eğitimli, iletişimi güçlü bir ordusu olduğu ve savaşı iyi yönettikleri anlaşılıyor. İyi yönetim, ordunun saldırı ve savunmasında, bir beyinle işleyen, canlı varlık gibi davranabilmesidir. Hız, yeterli iletişim ve hareket eğitimle kazandırılır. Üstün silahlarla donanmış olmak ordunun ayrıcalığıdır. Apar Cücen İmparatorunun kalabalık ordusunu, darmadağın eden sır bu niteliklerdedir!
Gök Türkler, madenci ve sanayici ulus olmanın nimetlerini toplamıştır.
Ergenekon Destanı ile özetlenen tarihi olayları çakıştırınca, varılan gerçek şu ki, “Türkler, tarihin ilk sanayici toplumu’dur. Yüksek teknolojiye sahiptirler. Madenleri, işletmeyi ve işlemeyi bilirler. Taş kömürünü, körüğü, ısıyı yükseltmeyi ve odaklamayı başarmışlar. Ham demir gümüş olmamış ama çeliği üretmişler! Çelikten üstün silahlar yapmışlar! Askerlerini ve atlarını gök çeliğe bürümüşler! Günlük yaşamın konforunu artıran madeni araç, gereç ve eşya üretmişler! Üretim fazlasını satıp ticaretini yapmışlan, Zenginleşmişler. Atlarına üzengi, nal, gem, kantarma ve koşum takımları yapmışlar. Atın konforu-
nu ve kullanışını artırmışlar! Atlarına topluca ve kıvrak manevra eğitimi vermişler. Biniciler dörtnala giderken geriye dönüp ok atabilmişler; atın altına, yanına sinip saldırıyı gidere-bilirlermiş! Hızla koşan atın sağrısından sarkıp yerdeki kargıyı kapıp düşmana atabilirlermiş.
Zamanlı, bütün orta Asya halkları bunu başarır olmuşlar. Ancak, Türkler üstün nitelikli silahlarıyla, eğitimleriyle ve koşumlarıyla farklı olmuşlardır!..
Orta Asya’da geliştirilen madencilik bilgisine, madenleri işleme bilgisini eklemişler.
Maden işlemeyi sanata çevirmişler. Göçlerle, ticaretle bu bilgi ve sanatı dünyaya yaymışlar. Avrupa’ya madenciliği ve madenleri işlemeyi öğretmişler! Altın işleme ve kuyumculuğu da Avrupa’ya taşımışlar. Dökümü bildikleri, müzeler dolusu döküm koşum takımları ve şahane madeni süslerden anlaşılmaktadır. Atların koşumlarını süsleyen, döküm ürünü süsler; sadece döküm yapmadıklarını, güzelliği, estetiği ve zevki de kattıklarını gösteriyor!..
***
Atlas Dergisi, Ocak 2006 sayısında, Ergenekon’u bulduklarını muştulamıştı! Şimdiki
Kuznetsk (Demirci) kasabasının bulunduğu coğrafyaya işaret etmişlerdi. Güney Sibirya’da, Batı Sayan dağları ile Altay dağlarının birleştiği; dağlık Şorya ülkesi için ‘Ergenekon‘u barındıran coğrafya burasıdır!’ demişlerdi! Dağlık Şorya‘da, Mrasu ırmağı kıyılarında Kuznetsk (Demirci) ve Taştagöl kasabaları çevresine; ‘Ergenekon işte burası!’ diyorlardı!
Burada büyük demir-çelik fabrikaları varmış. Demir cevheri ile taş kömürü yatakları bir aradaymış. Çevresi yüksek dağlarla sarılı, doğal yapısı da Ergenekon tanımına uyuyor-
muş. Üstelik Temir Tav’ın (Demir Dağ’ın) eteklerindeymiş! Batısı Kazakistan, güneyi Çin, doğusu Moğolistan, kuzeyi Güney Sibirya olan coğrafyaya ‘ Ergenekon burası!’dır demiş-ler. Özetle Atlas‘ın haberi ve yöreyi gösteren resimleri de bu sava tanıklık ediyordu…
***
Türkçe‘de demir-çelik anlamında sözlerin zenginliğine bakın! Bu teknolojiyi ancak Türkler üretmiş olabilir derim. Usumda kalan, çoğu Toros dağlarının yamaçlarından, işi demircilik olmayan, yalın yurttaşların dilinden aldığım sözlere bakın! Çelik, bolat, bulat, polat, pulat, öz pulat, hasbulat, kara bulat, ak demir, ala demir, akkor, kızıl kor, kızıl demir, hasdemir, hamdemir, demir, gökdemir, gökçelik, temir, temur, teymur, timur, timurcin, temuçin, döğme demir, yülek, kara yülek, kara yağız ak pulat, yağız demir...zenginliği bakınız!
Bulatma ve yületme fiilleri de cabası! Baltanın ağzını, iyi çelikle kaplatmaya bulatma, keskinleştirmeye yületme-biletme derdik! Bunların dışında, kulağıma değmemiş, ya da usuma gelmemiş demir-çelik sözleri eksik değildir. Demir-çelik tesisinin oturduğu Ergani kasabasını unutmayın! Ergani adı ergimeyi çağrıştırır! Rastlantı olabilir mi?
Türkçe’nin demir-çelik adındaki zenginliği açıktır. Aynı nesneyi anlatan seçeneğin çoklu-ğu ortadadır! Teknolojiyi geliştiren, ürünü üreten adını da verir. Üretici hangi dili konuşursa, nesnenin adını da o dilden verecektir. Yukarıda saydığım adlar, Türkçenin konuşulduğu coğrafyada, demir-çeliğe verilen adlardır...
Atalarımız, sözleşirken, elini kılıcın üstüne koyar “Sözümden dönersem bu demir kök (gök) girsin kızıl çıksın!” derlermiş. Önemli kararlar arifesinde veya kamusal bir işe girişir-ken; bir parça kızıl kor demiri örste döverlermiş”.
Demir dövme töreni, Türklerin sana-yici kimliğine milli, tarihi ve dinsel bir vurgudur!..”
Bugün yabancı sözcüklerin dilimize, yabancı ürünlerin pazarımıza üşüşmesine; yabancıların bizi yönetmesine göz yumulmasına bakılırsa; geçmişimizin çok gerisine düştüğümüz anlaşılır! Türkler, M.S. 6.yy da koyunlarını önüne katıp gelmiş; kılıcıyla Avrupa’yı kana bulamış; çoban ve yağmacı bir ulus değildir. Türkler, gittikleri her yere bilimi, kültürü ve teknolojiyi taşımıştır! Örgütlenmeyi ve devlet olma iradesini de öğretmiştir. Çoğunu kendi çocuklarının eliyle yıktığı; büyük devletler, imparatorluklar kurup yönetmiş bir ulustur!..
Çocuklarımız, doğruları bilmeli! Yaşadığımız ve hak ettiğimiz gibi, tarihimizi kendi elimizle yazmalıyız! Tarihi şövenlik taslamadan, herkesi Türk görmek gibi bir kaygıya düşmeden öğretmeliyiz. Avrupa’nın bizi dışlama, aşağılama çabası, kendi sorunudur. Biz tarihteki gerçek yerimize oturduğumuzda, Avrupalıların oturacak yerleri kalmaya-
caktır! Aşağılık duygusu, kimliğimize yabancıdır! Böyle bilinmeli ve öyle de kalmalıdır.
Avrupa’nın kendisine mal ederek böbürlendiği, Yüksek Batı Medeniyeti, Yunanistan kayalıklarından doğmadı! Kimseyi kandırmasınlar. En önemlisi, Türkler, bu masallara kanmasınlar! Hiçbir ulusun geçmişinde “Ergenekon Destanı” yoktur.