Fâtih’in Alemdârı, Şehidler Serdârı ‘Ulubatlı Baba Hasan’ |
Bu Yazıda - Konu İçi Ara Başlıklar
Keşfedilen Kabri, Yıkılan Mescidi ve Ulubat Gölü Civârındaki Köyünün Vakfiyesi Işığında;
Fâtih’in sancaktârı, Şehidler serdârı Alemdar Baba Hasan’ın tarihî yarımadanın en önemli noktasında yer alan kabri, Osmanlı topraklarında Sfrancis’in ve eserinin adını hiç kimsenin işitmediği dört asır boyunca, İstanbul halkı tarafından “Fethin en büyük şehîdinin kabri” olarak bilinmeye ve ziyaret edilmeye devam etmiştir. Sfrancis’in rivâyetiyle “Ulubatlı Hasan” isminin literatüre girmesinin üzerinden daha yarım asır bile geçmeden, kroniğin sahte olduğu yönündeki isâbetsiz iddialar onun varlığına gölge düşürmekle kalmamış; kısa bir süre sonra lüzumsuz yere yıktırılan mescidiyle birlikte mahallesi ve kabri tamamen belirsiz hâle geldiği gibi, özellikle son yıllarda yapılan yoğun neşriyatla varlığı büsbütün târihten ve halkın zihinlerinden silinmeye çalışılmıştır.
Bu makale Alemdar Ulubatlı Baba Hasan’ın Fâtih’in Horhor semti yakınlarında keşfettiğimiz ilginç kabri, yıkılan mescidi, kimliğine ışık tutan kayıp kitâbesi ve Bursa’da, Ulubat Gölü’nün birkaç kilometre doğusundaki köylerine ait vakfiyesi ışığında, İstanbul’un fethinin en büyük Şehîd’inin varlığının bilimsel kanıtlarını ilk kez ortaya koyarak, Türk tarihinde bıraktığı derin izleri yeniden görünür hâle getirmek; başka bir deyişle, şanlı hâtırâsını gölgede bırakan karanlık noktaları tamâmen aydınlatarak, unutulan hak ve itibârını kendisine yeniden iâde etmek amacıyla kaleme alınmıştır.
İstanbul’un fethinde surlara ilk sancağı dikenin Ulubatlı Hasan olup-olmadığı tartışmalarının uzun zamandır gündemi meşgul ettiği ve özellikle basın-yayın organları aracılığıyla bu konunun her yıl aynı ifâdelerle gündeme getirildiği herkesçe bilinmektedir. Fetihte imparatorun yanında bulunan Bizans’lı tarihçi Yorgios Sfrancis’in Chronicon’unun genişletilmiş ikinci versiyonunda yer alan “Χασάνης/Hasan”ın surlara çıkıp sancak dikmesi rivâyeti, bu kroniği ciddî hiçbir ilmî delil ortaya koyamadan Makarios Melissinos’a atfederek “pseudo/sahte” olduğunu öne süren çevrelerin etkisiyle bir “efsâne” ve asılsız bir “hurâfe” olarak değerlendirilmiştir[1]. Akademik çevrelere bakıldığında birkaç ünlü isim istisnâ edilirse[2], çeşitli gerekçelerle bu iddiâları benimsemedik neredeyse hiç kimse kalmamış gözükmektedir.
İddiâların dayanak noktalarını ve bilimsel ritüellere uygun olup-olmadığını yeterince sorgulamadan, hüküm vermekte aceleciliğin bir sonucu olarak medya aracılığıyla kısa sürede halk arasında da yaygınlaştırılan bu iddiâların; tarihî, topografik, toponomik ve epigrafik alanlarda hiçbir araştırmaya girişilmeksizin, tek bir kaynak üzerinde fikir yürütülerek ortaya atıldığı bir gerçektir. Öyle ki iddiâ sahiplerinin birçoğu, bu konuda yeni tespitlerle araştırma dairesini daha da genişletmeleri beklenirken, dışına çıkamadıkları bu rivâyetin “tek” oluşunu iddiâlarının doğruluğuna delil bile göstermişlerdir.
Yaklaşık bir asırdır devâm eden konu ile ilgili tartışmaları yeniden ele alacağımız bu makālemizde; Ulubatlı Hasan’ın şimdiye kadar târih çevreleri tarafından bilinmeyen, tarihî yarımadanın en önemli bölgesinde keşfettiğimiz meçhûl kabri, kaybolan kitâbesi, yok olan mescidi ve Bursa Ulubat Gölü yakınlarındaki köyünü içine alan vakfiyesi üzerinde durularak; fethin sembolü niteliğindeki bu büyük Türk şehîdinin târihte saklı kalan kimliği ve yaşam hikâyesi, resmî belgeler, arşiv kayıtları ve tespit ettiğimiz yeni bilgiler ışığında aydınlatılmaya çalışılacaktır.
Fethe bizzat tanık olan ünlü Bizans’lı tarihçi ve devlet adamı Yorgios Sfrancis, Chronicon Minus adıyla bilinen kısa kroniğinin genişletilmiş versiyonu Chronicon Maius’ta; İstanbul surlarına ilk sancağı dikenin memleketi Lopadion (Λουπαδίου/Ulubat) olan, “Χασάνης/Hasan” adında iri cüsseli, çok güçlü bir yeniçeri olduğunu belirtmiş ve bu bilgi ilk defa XIX. yüzyılın başlarında Hammer’in Almanca Târîh’i aracılığıyla literatüre girmişti[3].
Sfrancis, XX. yüzyılın ikinci çeyreğine kadar kendisine âidiyetinde hiç kimsenin şüphe etmediği kroniğinde, elinde kılıcıyla Romanos burcunun üzerine ilk kez çıkmayı başaran, taş ve ok fırlatan Rumlar’ı kendisine has şiddetiyle tek başına kaçıran, ne var ki sonunda tâkati kesilerek burcun üzerinde şehîd olan Ulubatlı Hasan ve berâberindeki otuz kişiyi bir görgü şâhidinin sıcak üslûbuyla aynen şöyle tasvir etmişti:
“Καί τις ἰανίτζαρις τοὔνομα Χασάνης, ἐκ τοῦ Λουπαδίου ὁ γιγαντώδης ὥρμητο λένδρος, ὑπὲρ κεϕαλῆς τῇ ἀριστερᾷ χειρὶ τὸν ϑυρεὸν βαλών, τῇ δὲ δεξιᾶ τὸ ξίϕος ἀσπασάμενος, ἐπὶ τὸ τεῖχος, οὗ ἐϑεώρει τὴν σύγχυσιν, ἐχώρησεν. Εἴποντο δὲ αὐτῷ καὶ ἕτεροι ὡσεὶ τριάκοντα τὴν ἀνδρείαν ζηλώσαντες. Οἱ δὲ ἐναπομείναντες ἡμέτεροι ἐν τῷ τείχει κατεκόντιζον αὐτοὺς καὶ βέλεσιν ἔβαλλον καὶ λίϑους ὑπερμεγέϑους ἐκύλιον κατ’ αὐτῶν· δέκα καὶ ὀκτὼ ἐξ αὐτῶν ἀπεκρήμνισαν. Ὁ δὲ Χασάνης οὐ πρότερον ἐπέσχε τὴν ὁρμὴν ἢ ἀνελϑεῖν ἐν τοῖς τείχεσι καὶ τρέψασϑαι τοὺς ἡμετέρους. Ἡνίκα γοῦν ἐκράτησε τῆς ἐπιχειρήσεως, καὶ ἕτεροι πολλοὶ ἀκολουϑήσαντες ἀνήρχοντο εἰς τὸ τεῖχος. Καὶ τοὺς ἀναβαίνοντας οὐκ ἔφϑανον κωλύειν οἱ ἡμέτεροι διὰ τὴν ὀλιγότητα· οἱ δὲ πολέμιοι πλῆϑος ἦσαν, τοῖς δὲ ἀναβᾶσι συμπεσόντες ἐμάχοντο καὶ ἦν οὐκ ὀλίγος αὐτῶν ὁ ϕόνος. Καὶ ὁ Χασάνης μαχόμενος προσπαισϑεὶς πέτρᾳ τινὶ κατέπεσεν. Ἐπιστραϕέντες δὲ οἱ ἡμέτεροι καὶ ἰδόντες αὐτὸν κείμενον ἔβαλλον πάντοϑεν.”[4]
“İşte o sırada aslen Lopadion (Ulubat)’lı olup koca bir vücûda sâhip olan ‘Hasan’ adlı bir yeniçeri, sol eli ile başının üstüne kalkanını tutup, sağ eli ile kılıcını çekti ve bizimkilerin şaşkınlık içinde geri çekildikleri o bölgede sûrun tepesine doğru atıldı. Onunla aynı cesâreti göstermek isteyen otuz kadar diğeri de kendisini takip etti. Bizimkilerden hâlâ surlarda kalanlar ise üzerlerine kayaları yuvarlıyorlardı ve onlardan on sekizini aşağı attılar. Ne var ki, Hasan kendisine mahsus şiddeti ile sûrun üzerine çıkıp bizimkileri kaçırmayı başardı. Bu zafer üzerine diğerleri de onu takip ederek, surlara tırmanma fırsatını buldular. Bizimkiler, sayılarının pek az olması nedeni ile sûra tırmananlara mânî olamadılar. Düşmanın sayısı fazla idi, buna rağmen yine de yukarıya çıkanlara saldırdılar ve onlardan birçoğunu öldürdüler. Bu çatışma sırasında Hasan’a bir taş isâbet etti ve onu yere yıktı. Kendisini yere yıkılmış görünce, bizimkiler de üstüne her taraftan taş fırlatmaya başladılar. O ise dizleri üstüne kalkmış kendini savunmaya çalışıyordu. Ancak almış olduğu pek çok yaradan dolayı artık sağ kolu işlemez oldu ve oklarla kaplandı, nihâyet berâberindeki pek çok kişi ile birlikte öldü.”[5]
Şimdiye kadar İhtifalci Mehmed Ziyâ’nın 1914’teki fetih ihtifâli (kutlaması) hakkında Ṭanīn Ġazetesi’nde yayınlanan bir yazısıdan[6] hareketle, Osmanlılar’ın bu tarihe kadar surlara çıkan ilk asker olarak “Balaban Çavuş”u bildikleri, Ulubatlı Hasan rivâyetinin ise çok daha sonraları, 1940’lardan itibâren yaygınlaşıp efsaneleştirildiği iddiâ edilmiş[7] ve bundan sonra akademik çevrelerde “Fetihte Ulubatlı Hasan adlı birinin olmadığı” furyası sürüp gitmiştir. Oysa konu hakkında yaptığımız basit bir araştırma dahi göstermiştir ki; bu tezin tam aksine Ulubatlı Hasan, Hammer Târîhi’nin ilk Türkçe tercümesi yayınlanmadan sekiz, Ṭanīn Ġazetesi’ndeki ihtifal haberinden tam on dört yıl önce, 1316/1900’de fethe dâir Fetḥ-i Celīl-i Ḳosṭanṭīniyye adında bir monografi kaleme alan Ferik Ahmed Muhtar Paşa tarafından, oldukça net ve vurgulu bir biçimde “Fetihte burca ilk sancağı diken Türk askeri” olarak gösterilmiştir[8]. Fethi müstakil olarak ele aldığı için Hasan’ı doğrudan târih literatürüne katmış bulunan bu meşhur eserde yapılan vurgunun, bir gazete haberinden çok daha önemli olduğunda şüphe yoktur. İhtifalci Mehmed Ziyâ Bey tertip heyetiyle birlikte konuyu yeterince tetkik etmeden, düz bir mantıkla yalnız Hammer’in eserinden çok daha sonra yazılan Ḳāmūsü’l-Aʿlām’a bakarak “Balaban Çavuş”a odaklı[9] bir müsâmere tertip ettirmiştir ki, aslında sanıldığı gibi bu da târihî gerçekliğe aykırı bir durum değildir[10].
Ahmed Muhtar Paşa’nın bu meşhur eserinde yer alıp, literatürde yavaş yavaş fethin simgesine dönüşmeye başlayan “Ulubatlı Hasan” rivâyeti, bundan sonra bekleneceği üzere özellikle Yunan ve Romen akademik çevrelerinde rahatsızlığa neden olmuş; bu ise 1930’ların başlarından itibaren Yunan târihçi Papadopulos, Hanak-Philippides ve Romen târihçi Grecu’nun yersiz iddiâları ekseninde, hiçbir bilimsel kaygı gözetilmeksizin Chronicon Maius’un “pseudo” (sahte) olduğu, XVI. yüzyılda Monemvasia metropoliti Makarios Melissinos (ö. 1585) tarafından uydurulduğu iddiâsının türemesi sonucunu doğurmuştur[11]. Kısa kronik Sfrancis tarafından 1477 yazının sonuna ait yapılmış kısa bir girişle yarım kalırken, geniş kronikte bu târihin yerine bizzat yazarının dilinden: “29 Mart 1488’de çok hasta olmasına rağmen, önde gelen yurttaşların ricâsı üzerine” yazıldığının belirtilmesi[12], ilkinde Sfrancis “πρωτοβεστιαρίτης/protovestiaritis = imparatorluk muhâfızlarının başı” gösterilirken[13] ikincisinde “πρωτοβεστιαρίτου/protovestiarios = imparatorun elbiselerinin sorumlusu” olarak gösterilmesi[14], içinde Melissinos ailesine ait yeni farklı bilgilere de yer verilmesi… gibi kolaylıkla açıklanabilir noktalar[15]; hattâ daha önce hiç kimse tarafından yapılmamış bir şeymiş gibi, müverrihin eserini Sakızlı Leonardo (ö. 1459), Paraspondylos Zotikos ve Laonikos Chalkokondyles gibi çağdaşı diğer yazarların eserleriyle genişletmesi bile bu konuda iddiâ sâhiplerinin alenî istismârına malzeme olmuştur[16].
Bu trajikomik sözde kanıtlar, meseleye objektif yaklaşan ciddî bilim adamları tarafından peşinen reddedilse de[17], içeriği yeterince sorgulanmadan yeni bir keşifmiş havasına sokularak târih câmiâsında kısa zamanda rağbet bulmuştur. Oysa ki metnin aslî yazarının, kroniğin bütününe hâkim olan ilk ağızdan anlatır üslûbu, olayların içinde olduğunu kesinleştiren “Bizimkiler / Türkler” şeklindeki özgün vurgusu, özellikle fetihle ilgili “III. Bölüm”ün dıştan hiçbir ilâve, çıkarım ve müdâheleye imkân vermeyen, giriş-gelişme-sonuç esâsına dayalı bütünleşik kompozisyonu bu gülünç gerekçeleri peşinen ortadan kaldıracak ve “Ulubatlı Hasan” rivâyetini de sağlam tarihî bir temele oturtacak derecede uyumludur. Nitekim yukarıdaki bilim ve mantık dışı iddiâların tam aksine; iki kronik arasındaki yazım zamânı farkının, bekleneceği üzere kısa metnin daha sonra genişletilmesinden kaynaklandığı, Sfrancis’in görevine ilişkin birbirine çok yakın iki kelimenin yazımında mükerrer bir istinsah hatâsı yapıldığı, Melissinos ailesi ile ilgili eklentilerin ise Sfrancis’in Mora’da kaldığı sırada aile mensupları ile ilişkilerinin güçlenmesinden ve onlardan daha geniş bilgi alma imkânı elde etmesinden kaynaklandığı izaha imkân bırakmayacak derecede açıktır. İddiâcıların Sfrancis’in Chronicon Minus’ta Fâtih’e ve Türkler’e karşı sadece “menfur ve gaddar emir”, “dinsiz”, “acımasız” gibi ithamlar yöneltirken, Maius’ta daha geniş hakaretlere yer vermesini bir çelişkiymiş gibi yansıtmaları da ilmî ciddiyetten çok uzak bir iddiâdır. İstanbul’un fethini bile birkaç cümle ile geçiştiren yazarın, bu kadar kısa bir metinde hakaretlere çok geniş bir yer ayırması beklenemeyeceği gibi; Sfrancis’in oğlu ile ilgili çirkin îmâ üstü kapalı bir şekilde aslında Küçük Kronik’te de vardır[18] ve onun eserini yazarken Dukas’a haber aktaran taraflı çevrelerin iftirâlarından etkilenip aşırı yorumlara sapmış olması da gâyet olasıdır.
Chronicon Minus’ta (Has Murad Paşa’nın ölüm sebebi örneğinde olduğu gibi), kendi yaşadığı zamanın olayları hakkında yanlış bilgiler de aktardığı görülen Sfrancis’in, adı üstünde “genişlettiği” bir eserde bu hatâlarını kendi eliyle düzeltmesi, değiştirmesi, verdiği bilgileri daha da genişletmesi, kelimeleri nâdiren yanlış imlâ etmesi ve te’lif târihini güncellemesinde şaşılacak hiçbir taraf olmadığı gibi, bunlar metnin “pseudo/sahte” oluşuna da ne ilmî ne mantıkî anlamda hiçbir delil teşkil etmez. Yalnız târih sahasında değil, tüm bilim alanlarında cârî olan eser yazım geleneğinin asırlardır süregelen kalıplaşmış en bilindik nüanslarını sergileyen bu durumlar, bir eserin “sahte” oluşuna delil teşkil etseydi, eserini genişletmeye teşebbüs eden her müellifin bu girişimini bir “sahtekârlık”, yazdığı daha ayrıntılı ve nitelikli her eseri “sahte” ve aralarında tek bir istinsah hatâsı bile bulunan her nüshasını “uydurma” kabul etmemiz gerekirdi. Bu ise bilimsellikle uzaktan-yakından alâkası olmayan bir yaklaşımdır.
Nitekim Chronicon Maius metni, kısa kronikte yer almayan; eserin bizzat Sfrancis’e ait olduğuna kesinlik kazandıracak ve dış müdâhale ihtimâlini peşinen ortadan kaldıracak şekilde, yazarın: “Καὶ ἀναβὰς ἐϕ’ ἵππου ἐξηλϑομεν τῶν ἀνακτόρων περιερχόμενοι τὰ τείχη, ἵνα τοὺς φύλακας διεγείρωμεν πρὸς τὸ ϕυλάττειν ἀγρύπνως : İmparator atına bindikten sonra saraydan çıktık ve nöbetçilerin tüm dikkatleriyle mevzîlerinde bulunmalarını te’min için surları teftiş ettik…”, “ Ὡς οὖν εἶδεν ὁ δυστυχὴς βασιλεὺς καὶ ὁ αὐϕέντης μου, δακρυχέων ἐπαρεκάλει τὸν Θεὸν καὶ τοὺς στρατιώτας : Benim mutsuz imparator ve efendim bu manzarayı gördüğünde, yaşlı gözlerle Tanrı’ya duâ ediyordu…”, “Οὐαί, οὐαὶ κἀμοὶ τῆς προνοίας ἐν τίνι καιρῷ με ϕυλαττούσης·?.. : Heyhât! İlâhî takdir tarafından neleri görmem kararlaştırılmıştı?..” gibi özgün ifâdelerini içermektedir[19]. Kısa kronikteki fetihle ilgili yegâne tarihî kayıt olan ve her iki kronikte de ortak ifâdelerle tekrarlanan: “ἐμοῦ πλησίον αὐτοῦ οὐχ εὑρεϑέντος τῇ ὥρᾳ ἐκείνῃ, ἀλλὰ προστάξει ἐκείνου εἰς ἐπίσκεψιν δῆϑεν ἄλλου μέρους τῆς πόλεως : Ben o sırada efendim imparatorun yanında bulunmuyordum; fakat emri üzerine şehrin başka bir tarafına teftişe gitmiştim.” cümlesinin[20], Chronicon Minus’ta bulunmayan, yalnız Chronicon Maius’ta karşımıza çıkan yukarıdaki daha önceki cümlelerle bire-bir aynı üslûbu taşıması, onların sonucunu açıklar nitelikte olması ve aynı görevdeki kişinin ağzından çıktığının aşikâr olmasından da anlaşılacağı üzere, kroniği genişleten kimse olaylara bizzat şâhid olan ve o sırada surları teftişle vazîfeli bulunan Sfrancis’ten başkası değildir[21].
Yukarıdaki zorlama iddiâları eserin sahteliğine delil getirmeye çalışanlar bu özgün ifâdelerden nedense hiç söz etmemiş, içine düştükleri bu çelişkili duruma mantıklı bir açıklama da getirememişlerdir. Oysa bu açık ifâdeleri bile Melissinos’un uydurmuş olduğunu iddiâ edecek kadar ileri gidenlerin; bu ilginç, aşırı ve sıradışı iddiâlarının bilimselliğini ispatlamak için “laf” değil, aynı düzeyde sağlam, inandırıcı ve sıradışı deliller ortaya koymaları gerekirdi.
Ulubatlı Hasan’ın târihte hiç yaşamadığı iddiâlarına Sfrancis’in yukarıdaki eserinden başka, Osmanlı tarafında bunu kanıtlayacak hiçbir tarihî bulgunun var olmadığı gerekçe gösterilmiştir. Bu gerekçe Safrancis’in rivâyetinin asılsızlığına hiçbir delil ve bahâne teşkil etmese de, literatürde bu konuda önemli bir bilgi boşluğu ve tarih câmiâsında ciddî bir veri yoksunluğu bulunduğuna doğru olarak işâret etmektedir. Öyle ya; Fâtih’in madem ki fethe damgasını vurmuş bu kadar büyük bir sancaktârı vardı, neden ondan günümüze tek bir iz bile olsun ulaşmamıştı?..
Bundan birkaç ay önce tarihî yarımada içinde yaptığımız araştırmalar sırasında, asırlardır cevapsız kalan bu soruya kesin bir cevap teşkil edecek çok önemli târihî bir kanıtla karşılaştık. Ulubatlı Hasan’ın varlığını ve sancak dikme vak’asını sıradan bir rivâyet olmaktan çıkarıp güvenilir bir biçimde tarihî gerçeklik noktasına taşıyan bu topografik kanıt, fetih çağından beri Fâtih’in Horhor semti yakınında, şimdiki Büyükşehir Belediye binâsının hemen aşağısında, Kırma Tulumba Sokağı ile Girdap Sokağı’nın birleştiği noktada metrûk hâlde duran Fâtih’in şehid Sancaktârı “Alemdâr Baba Hasan” ya da “Baba Hasan-ı ‘Alemî” kabridir. Geçen asrın ortalarına kadar vâr olan, ancak 1956’da Atatürk Bulvarı açılırken değersiz ve işe yaramaz olduğu gerekçesiyle sebepsiz yere yıktırılan Mescid’iyle birlikte, eski İstanbul halkı arasında öteden beri epeyce meşhur olan bu kabir, asırlar boyunca fethin en büyük Şehîd’i Alemdâr Hasan’ın hâtırasını yansıtan gözle görülür en büyük târihî kanıttı ve içinde bulunduğu mahalle de bizzat “Baba Ḥasan-ı ʿAlemī” adını taşımaktaydı[22].
Orhan Mümtaz’ın 1950 yılında kaleme aldığı notlarına göre; Atatürk Bulvarı ile Saraçhane’den Aksaray’a inerken sağda, yolun altındaki ilk mescid olan Baba Hasan ‘Alemî Mescidi, yarı kârgir dört duvar üzerine inşâ edilmişti ve kiremit örtülü basit bir çatıya sahipti. Minâresi tuğla ile örülmüş, şerefesi taş korkuluklu, minâre külâhı ise kurşun örtülü olup, mihrâbı dışa doğru çıkıntı şeklindeydi. Son cemaat yerinde beş ahşap direkle çatılmış bir çatısı bulunan mescid, 1936-1937 yılları arasında Vakıflar Umûm Müdürlüğü tarafından kadro dışı bırakılarak, ayda iki buçuk liraya kiraya verilmiştir. Birkaç basamak taş merdivenle çıkılan mescidin avlusundaki müezzin meşrûtası odacıklar da aynı şekilde kiraya verilmiş ve ana bina gibi bakımsızlıktan perişan bir hale gelmiştir[23]. 29 Ağustos 1941 târihinde Vakıflar Umûm Müdürlüğü tarafından hazırlanan raporda; mescid, kabir ve kitâbesiyle ilgili bilgi ve fotoğraflar dosyalanmış, ancak bunların tasnif dışı bırakıldıkları da kayıt altına alınmıştır[24]. Nihâyet 1956’da: “Ahşap çatılı ve değersizdir!” denilerek sebepsiz yere yıktırılan mescidden, geriye sâdece üzerinde hiçbir yapı bulunmayan boş bir arsa kalmış[25]; Alemdâr Baba Hasan’ın kabri ise resmî makamlarla yürütülen harâretli yazışmalar sonucu yok olmaktan son anda kurtarılmıştır.
Buraya kadar Alemdâr Baba Hasan’ın kabir ve mescidini, sadece isim benzerliği ve Fatih’in sancaktârı olması mantığıyla Ulubatlı Hasan’a nisbet etmeye çalıştığımız akla gelmiş olabilir. Ne var ki Alemdâr Baba Hasan’ın “Ulubatlı Hasan”dan başka biri olmadığı bilgisine bizi ulaştıran kesin kanıt; bu mahalle, mescid veya taşıdığı “Hasan” ortak ismi değil, onun kabrinin şimdi mevcut olmayan kitâbesinde yer alan ilginç beyitlerdir.
Fâtih’in alemdârı Baba Hasan’ın Ulubatlı Hasan’dan başka biri olmadığını kanıtlayan en önemli tarihî materyal, 1956 yıkımına dek kabrinin köşe duvarı üzerinde yer alan tâmir kitâbesidir. Orhan Mümtaz’ın notlarında bildirdiğine göre; 1950’de Baba Hasan Ağa’nın kabri üzerinde herhangi bir şâhide bulunmuyor, yalnız bir ağacın üzerinde yeni harflerle: “Fatih’in Alemdarı Hasan Baba Alemî’nin mezarıdır” yazılı bir levha asılı duruyordu[26]. Kabrin çevresindeki yarım duvarın sokağa bakan köşesinde, demir parmaklıkların yan tarafında bulunan duvara gömülü târihî mermer kitâbesinde ise, Alemdâr Hasan’ın adını da içeren şâir Sıdkî’ye ait beş beyitlik bir târih manzûmesi yer alıyordu. Mescidin yıkılışıyla birlikte bu kitâbe ortadan kaybolmuş; hattâ Süleyman Faruk Göncüoğlu’nun bildirdiğine göre, 1976’da bir ara Aksaray’daki bir antikacı dükkânının vitrininde satışa konulmuştur[27]. Kabrin en orijinal ve en önemli parçası olan kitâbenin şimdi nerede bulunduğuna dair hiçbir iz ve işâret yoktur.
Orhan Mümtaz yukarıdaki notlarına, üzerindeki yeşil yağlıboya yüzünden okunamayacak durumda olduğunu belirttiği kitâbenin manzum metnini kaydetmişse de, birçok kısmını yanlış biçimde okumuş, bazı yerlerini ise hiç okuyamamıştır. Neyse ki biz şimdi mevcut olmayan bu çok önemli kitâbenin, 1930’larda merhum Süheyl Ünver tarafından çekilmiş nisbeten biraz zor okunan ve 1940 yılı Aralık ayının son günlerinde, Vakıflar Umum Müdürlüğü’nce temizlenip boyandıktan sonra çekilmiş daha net ve okunur durumda olan iki ayrı fotoğrafını tespit etmiş bulunuyoruz.
Alemdâr Baba Hasan’ın “Ulubatlı Hasan”dan başka biri olmadığını gözler önüne seren kitâbedeki bu manzûmede; onun burca çıkıp Fâtih’in sancağını dikmesi, surlar üzerinde Rumlar’la mücâdeleye girişmesi ve kanlar içinde kalarak şehâdete ermesi, Sfrancis’in rivâyetindekine benzer tasvirler eşliğinde şöyle ortaya konulmuştur:
“Yedümde tīġ-ı āteş-tāb dilümde naẓm-ı Settārī
Ben oldum Fātiḥ’üñ ol günde merġūb ʿalem-dārı
Ġazā-yı ekber itdüm Rüstemāne ḫaṣmıla yed-kesr
Oluban ġarḳ-ı ḫūn-ālūd işte Şehīdler Serdārı
Yaturdum kimse bilmez ḥāl [ü] aḥvālümi hergiz Ḫān
Meger maʿnāda irşād eylemişler böyle düş-vārı
Çerāġum şuʿle-dār iden, aña durāġ cennet olsun
Ḫüdā her bir umūrında ola anuñ meded-kārı
De-gil Ṣıdḳī bunuñ taʿmīrine menḳūṭını tārīḫ:
‘Zehi devlet Ḥasan Baba ki heşt-seddin ʿalem-dārı’
857.”[28]Manzûme günümüz Türkçe’sine şöyle tercüme edilebilir:
“Elimde ateş saçan kılıç, dilimde Settâr’ın nazmı
Ben oldum Fâtih’in o gün göz kamaştıran sancaktârı
Kahır pençemle düşmanla Rüstem’ce ulu gazâ ettim
Kanlar içinde kalarak oldum Şehîdlerin Serdâr’ı
Hâl ve ahvâlimi kimse, Hân bile bilmeden yatardım
Meğer mânâ âleminden yöneltmişler bu güç ihtârı
Kandilimi yakıp uyaranın durağı cennet olsun;
Hüdâ olsun tüm işlerinde onun yardım eden Yâr’ı
De Sıdkî bu kabrin tâmirine noktalı harfle târîh:
Ne devlet ki Hasan Baba’dır sekiz burcun sancaktârı
1453.”
Vakıflar Umum Müdürlüğü tarafından hazırlanan raporda okunamayan, Mümtaz’ın da notlarında okuyamadığı için: “Tarih mısraının tam okunamaması şayanı eseftir.” dediği[29], yukarıda tam okunuşunu verdiğimiz son dizedeki noktalı harflerin toplamı hicrî 1221 (m. 1806) yılına tekabül etmekte ve manzûmeyi nazmeden Sıdkî’nin bir XVIII.-XIX. yy. şâiri olduğuna tanıklık etmektedir.
Bu kitâbe İstanbul’da tarihî yarımada içindeki fetih şehidlerine ait kabirler arasında, Alemdâr Hasan’ın kabrinin öteden beri diğerlerinden daha seçkin bir konuma yerleştirildiğini kanıtlayacak şekilde; Hasan’ın surlara sancak dikmesi ve şehâdete ermesini çok ayrıntılı tasvirler eşliğinde özenle aktaracak bir formda dizayn edilmiştir. Manzûme Alemdâr Hasan’ın elinde yalın kılıçla, tekbirler getirerek surların üzerine çıktığına, kahredici gücüyle düşmanla savaştığına, fetih günü Fâtih’in gıpta edilen sancaktârı olduğuna, sonunda kanlar içinde kalıp tüm şehidlere “Serdār” olduğuna ve هشتسدّن “heşt seddin”; yâni “Sekiz burcun sancaktârı” olmakla en büyük devlete kavuştuğuna işaret eder ki; bu, onun tamâmen ortak bilgiler çerçevesinde Sfrancis’in “Χασάνης ἐκ τοῦ Λουπαδίου / Ulubatlı Hasan”ı ile aynı kişi olduğunu tarihî açıdan kesinleştirir.
Özellikle muhâsarada asıl devlete “sekiz burc”a ilk sancağı diken Hasan’ın eriştiğini gösteren târîh mısrâ’ı, çağdaş kaynaklarda ilk sancağın Topkapı ( Άγιος Ρωμανός/Hagios Romanos) burcuna, ikincisinin ise Silivrikapı’ya (πόρτα της Πηγή / Porta tis Pighi) dikildiğini gösteren bilgilerle[30] örtüşecek şekilde; onun Ayvansaray’daki κερκοπορτα/Kerkoporta’dan Mevlânâkapı (πόρτα Ῥήγιον/Porta Rhegion)’a kadar uzanan Silivrikapı’dan önceki sekiz burç arasında ilk sancağı diken kişi olduğunu netleştirerek[31], burçlara ilk sancağı dikenin kim olduğu tartışmalarına da kesin olarak açıklık getirmektedir. Buna göre Ρωμανός/Romanos (Topkapı) burcuna ilk Türk sancağını diken Osmanlı askeri Ulubatlı Alemdâr Baba Hasan’dan başkası değildi.
Şimdiye kadar Ulubatlı Hasan’ın genç, sıradan bir yeniçeri olduğu düşünülüyor; onun Sekban bölüğünün emektârı, Fâtih’in آق علم “Aḳ ʿAlem”ini taşıyan resmî Sancaktâr’ı olduğu[32] bilinmiyordu. Oysa dönemin kaynakları, surlara çıkıp ilk sancağı diken grubun خصوصا زمرۀ ملاذمان درگاه “ḫuṣūṣā zümreʾ-i mülāzımān-ı Dergāh (Saray)”dan, Sultân’ın ظل رايت “ẓıll-ı rāyet”i (sancağının gölgesi) altından ileriye atılıp اعلام فتوحات “aʿlām-ı fütūḥāt (fetih ‘alemleri/sancakları)”yla burçlara tırmanan seçkin askerleri olduğuna açıkça işâret eder[33]. Çağdaş kaynaklardaki verilerle aynı çizgide yürüyen bu ayrıntılı bilgiler, Osmanlılar’da henüz klasik vak’a yazım geleneğinin sürdüğü, Sfrancis’in eserinden hiç kimsenin haberdar olmadığı bir dönemde nazmedilen bu dizelerdeki tasvirlerin, gerçekten sağlam târihî bir esâsa dayandığını; kabrin tâmiri sırasında harap hâlde bulunan çağdaş mensur bir kitâbeden aktarıldığını sarâhatle te’yid etmektedir.
Alemdâr Ulubatlı Hasan’ın kitâbesinin üçüncü beyti, Sfrancis’in kayıtlarına paralel olan bu bilgiler dışında; onun cesedinin şehâdetinden sonra uzun bir süre, dönemin kaynaklarında bir tepeye dönüştüğü bildirilen sur dibindeki taş ve leş yığınları[34] altında kaldığına; Fâtih dâhil hiç kimsenin yerini bilmediği naaşının ancak rüyâda verilen bir işâretle ortaya çıkarıldığına dâir ilginç bir ayrıntıdan da bizleri haberdâr etmektedir.
Varlığı ve yaşamı bugüne kadar sır perdesi altında kalan Ulubatlı Alemdâr Baba Hasan’ın bilinmeyen hayat hikâyesine, vazifesine, vakıflarına ve soyuna ilişkin en önemli belge, Rebî’u’l-evvel 828/Şubat 1425’te Bursa ve Edirne’de kurduğu vakıfları adına düzenlenmiş olan vakfiyesidir[35]. Orijinali şimdi neslinden gelen bir ailenin elinde bulunan bu vakfiyede Hasan Ağa’ya verildiği bildirilen قزيلجقلو Ḳızılcuḳlu (şimdiki Hasanağa) köyünün Ulubat Gölü’nün sâdece birkaç kilometre doğusunda yer alması, Sfrancis’in onun “ἐκ τοῦ Λουπαδίου/Lopadion (Ulubat)’lı” olduğu yönünde verdiği bilgiyi[36] doğrulayarak, her iki materyali aynı ortak veri etrâfında birleştirir. Bursa kādısı olduğu dönemde bizzat Molla Fenârî tarafından düzenlenmiş olan vakfiyede Baba Hasan Ağa, Çelebi Sultan Mehmed zamânından beri hânedâna yakınlığını, öteden beri seçkin Osmanlı ümerâsı arasında yer aldığını ve Alemdarlık (Sancaktarlık) vazîfesi yaptığını gösterecek şekilde: جناب ملك الأمراء العظام ، جامع محاسن الكرام ، ناصب لواء الإسلام ، رافع بدع والظلم ، المخصوص بين الاكابر بعلو الهمم ، مقرب الملوك والسلاطين ، حسناً من الدولة والدين حسن اغا ـ طال بقاه ـ ابن عبد الله “Cenāb-ı Melikü’l-ümerāʾi’l-ʿiẓām, Cāmiʿu meḥāsini’l-kirām, Nāṣıbu livāʾi’l-İslām, Rāfiʿu bidʿa ve’ẓ-ẓulem, el-Maḫṣūṣ beyne’l-ekābir bi-ʿuluvvi’-l-himem, Muḳarrebü’l-mülūk ve’s-selāṭīn, Ḥasenen mine’d-devleti ve’d-dīn Ḥasan Aġa -ṭāle baḳāhu- ibn ʿAbdu’llāh…” unvanlarıyla tavsif edilmiştir[37].
Baba Hasan Ağa’nın vakfiyesi onun Ulubat’lı oluşunun yanı sıra, babasının adının عبد الله “ʿAbdu’llāh” olduğunu, fetihten önce de ناصب لواء الإسلام “İslām sancağının dikicisi” bir Alemdâr ve رافع بدع والظلم “Dîne sokulan bid’at ve zulmetlerin def’ edicisi” bir kumandan olduğunu te’yid ederek, her iki “Hasan”ın aynı kişi olduğunu kuşkusuz bir biçimde belgelemektedir. Vakfiye düzenlenirken otuzlu yaşların ortalarında olma ihtimâline nazaran, onun tahmînen 792/1390 yılı civârında Ulubat yakınlarında doğduğu tahmin edilebilir.
Alemdâr Hasan Ağa’nın 1425 yılı gibi erken bir târihte “ʿAlemdār” olması ve Osmanlı ümerâsı arasında rağbet bulması, daha önceki savaşlara da genç bir Alemdar olarak katıldığını ve dikkate değer başarılar kazandığını akla yatkın hâle getirir. Onun Îsâ Beg’in 839/1436 ve 846/1442 yıllarında düzenlenen her iki vakfiyesinin de seçkin şâhidleri arasında yer alması[38], Çelebi Mehmed ve II. Murâd dönemlerinde Yahşî Beg’in oğlu vezîr-i a’zam Bâyezîd Paşa çevresine çok yakın olduğunu gösterdiği gibi[39]; kendi vakfiyesindeki رافع بدع والظلم “bidʿat ve ẓulümleri defʿ edici” unvânı da, 823/1420’de Şeyh Bedreddîn isyânını bastırdığı sırada bizzat Paşa’nın yanında bulunduğunu tarihî açıdan te’yid etmektedir.
Mehmed Süreyyâ Sicill-i ʿOs̱mānī’sinde hakkında ancak bir cümle bilgi verdiği حسن اغا “Ḥasan Aġa” maddesinde, onun Sultan II. Murad zamânında Alemdârlığı tâkiben “Sekbān-başı”lık görevine de getirilip İstanbul’un fethine kadar bu görevine devâm ettiğini: “Sulṭān Murād Ḫān-ı s̱ānī Ḥażretleri’nüñ ʿaṣrında Sekbān-başı olup, 857 (1453)’de İstanbūl fetḥinde şehīd oldu.” cümlesiyle ifâde eder[40]. Alemdâr Baba Hasan Ağa, 29 Mayıs 1453’te Sekbanbaşı olarak katıldığı İstanbul muhâsarasının en kritik ânında, Fâtih’in emektar bir Alemdâr’ı olarak Romanos/Topkapı burcuna tırmanıp burcun en üst noktasına ilk Türk sancağını dikmeyi başardığı sırada, ismindeki “Baba” lâkabından da anlaşılacağı üzere yaşı altmışı geçmiş bulunuyordu.
Hasan Ağa’nın evlâdlık vakıfları; Bursa’nın vaktiyle Kite kazâsına tâbî olan قزيلجقلو Ḳızılcuḳlu (şimdi Nilüfer’e bağlı Hasanağa) köyü ile birlikte, قيون كافرى Ḳoyun-kāfiri, قيون صغرى Ḳoyun-ṣıġırı ve اياس بك Ayās Beg köyleri ile Edirne’ye tâbî صغيرليجه موسى Ṣıġırlıca-Mūsā (Ḥıżır Beg) köyünü de içine almaktaydı[41]. Memleketi olan Bursa Ḳızılcuḳlu köyünde bir câmii, bir hamam, bir mektep ve bir zâviye yaptırmışsa da, bu hayır eserlerinden günümüze sadece 2000 yılında Anıtlar Kurulu tarafından yıktırılan câmiinden arta kalan yalın bir minâre ve akrabâlarına âit mezarların da bulunduğu makam/kabri ulaşmıştır. Sultan II. Murad döneminde eski pâyitaht Edirne’de bulunduğu sırada, şehir merkezine bağlı Alemdar Mahallesi’nde de bir mescid yaptırmış olup, ayrıca burada kendisi için küçük hazîreli bir de türbe inşâ ettirmiştir[42]. Şehâdetinden sonra naaşı sur dibinden çıkarılarak Horhor’daki kabir alanına nakledilmiş; yanıbaşına ise yukarıda sözünü ettiğimiz mescidi ile bitişiğinde bulunan ahşap ev inşâ edilerek, bu hânenin kirâ geliri mescidin masraflarına tahsis edilmiştir.
Fâtih’in Alemdârı Ulubatlı Baba Hasan’ın İstanbul’daki mescidinin Muharrem 903/Eylül 1497’de vakfa dönüştürüldüğü sırada düzenlenen vakfiyesi[43] ve Sultan II. Bâyezîd dönemine ait bir İnʿāmāt Defteri’nde, II. Bâyezîd döneminde hayatta olan kardeşleri ve ahfâdının kimler olduğuna ışık tutan çağdaş kayıtlara rastlanmaktadır. Nitekim 943/1546 târihli İstanbul Evḳāf Defteri’nde, Baba Hasan’ın Horhor yakınında bulunan mahalle mescidindeki vakfının gelir ve masraflarını temin eden حسين “Ḥüseyin” adında bir erkek[44], حسنى خاتون “Ḥasnā Ḫātūn” adında bir kız kardeşi bulunduğu kayıtlıdır. İnʿāmāt Defteri’ne 915-916/1509-1510 aralığında düşürülmüş olan kayıtlardan ise onun ابراهيم “İbrāhīm” ve Hazîne defterdârı پيرى چلبى “Pīrī Çelebi” adlarında iki oğlu ile bu târihten otuz yıl sonra vakfına mütevellî olan مصطفى “Muṣṭafā” adında bir torununun mevcut olduğu anlaşılmaktadır[45].
Bunlara ilâveten Topkapı Sarayı ve Devlet Arşivleri’nde tespit ettiğimiz çok sayıda resmî belge, Ulubatlı Baba Hasan Ağa’nın Bursa ve Edirne’deki vakıflarının ve bu vakıflara vâris bulunan ahfâdının da Osmanlı Devleti’nin son zamanlarına kadar süregeldiğine ışık tutmaktadır[46].
Yorgios Sfrancis Chronicon Maius’unda, Hasan’ın burca tırmandığını gören otuz kadar yeniçerinin de onu tâkiben surlara çıktığını, ancak bunlardan “δέκα καί όκτώ/On sekiz”inin fırlatılan ok ve kayalara hedef olarak topluca surlardan aşağıya yuvarlandıklarını haber vermiştir[47]. Ulubatlı Baba Hasan’ın Fâtih Horhor’daki kabrinin hemen yukarısında, bu rivâyetin çağdaşlığını ve gerçekten Sfrancis’in gözlemlerine dayandığını ortaya çıkaracak önemli bir şehîd hazîresi yer almaktadır. Bugüne kadar literatürde ve halk geleneğinde “İstanbul’un fethinde Fâtih’in mâiyyetinde surlara çıkan ilk askerler oldukları” ve “Aynı anda şehid olup bir araya defnolundukları” söylenen “On Sekiz Sekbânlar”a ait[48] bu kabristan, günümüzde Şehzâdebaşı’ndan Fatih’e uzanan bulvar üzerinde, Büyükşehir Belediye binasının hemen sol tarafında yer alan, İstanbul halkının asırlardan beri “İlk şehid hazîresi” olarak bildiği ve ziyâret ettiği en eski ve en önemli ziyaretgâhlardandır.
Ulubatlı ‘Alemdâr Baba Hasan’ın kuşatma sırasında hem علمدار “ʿAlemdār”, hemسكبان باشى “Sekbān-başı” olduğunu gösteren yukarıdaki tarihî kayıtlar, birer “sekbān” oldukları anlaşılan bu “δέκα καί όκτώ/On sekiz” kişinin o an Hasan’ın emrinde oldukları için onunla birlikte surlara çıktıklarına ışık tutmakta; böylece rivâyet tarihî açıdan daha da netlik ve belirginlik kazanmaktadır. İsimleri ve kim oldukları meçhul olan, on yedisinin mezarı başında sadece nişânesiz birer taş bulunan bu sekbanlardan yalnızca bir tanesinin; كتخداى شهداى سكبنان حمزه بن حضر “Sekbān şehīdleri ketḫudāsı Ḥamza bin Ḥıżır”ın şâhidesi günümüze ulaşmış olup, fetih yılı olan 857/1453 târihini taşımaktadır. Ulubatlı Baba Hasan’ın emrindeki Sekban birliğinin “Sekban kâtipleri” olarak bilinen “On Sekiz Sekban bölüğü” olduğunu aydınlatan[49] bu kabir taşı ve hazîre; Hasan Ağa ile birlikte surlara çıkan ilk askerler oldukları için bu sekbanların cesedlerinin de sur dibinden alınarak Alemdâr Baba Hasan’ın kabrinin yakınına, halkın her ikisini birden ziyâret edebileceği bir noktaya taşındığını ortaya koymaktadır.
Kanûnî Sultan Süleyman döneminde On Sekiz Sekbanlar Şehidliği’nin yanıbaşına Kadı Hasan Hüsâmeddîn Efendi tarafından ahşap bir mescid inşâ ettirilmişti. 1755’te çıkan yangın sonrası Çamaşırcı Hacı Mustafa Efendi tarafından tâmir ettirilen bu mescid, bânîsinin ve Mustafa Efendi’nin adlarının yanı sıra öteden beri “On Sekiz Sekbanlar Mescidi” ismiyle de anılagelmiştir[50].
Yukarıda neşrettiğimiz yeni bulgular, Melissinos’a atfedilerek literatürden kaldırılmaya çalışılan Ulubatlı Hasan’la ilgili bilgilerin, aslında bizzat Sfrancis’e ait konu ile ilgili en önemli rivâyet olduğunu kanıtlamakta; Fâtih’in alemdârı Baba Hasan Ağa’nın yerini gösterdiğimiz mahallesi, kabri ve yok olan mescidi, topografik ve toponimik birer veri olarak onun târihteki varlığını; kayıp kitâbesi ise onun Bizans’lı müverrihin işâret ettiği “Χασάνης / Hasan”dan başka biri olmadığını kuşkusuz bir biçimde ortaya koymaktadır.
Hakkında tarihî, topografik ve epigrafik bunca kanıt bulunmasına rağmen, üzerinde düzgün bir araştırma yapılmaması nedeniyle Ulubatlı Hasan’ın kimliği Hammer’den beri ilginç bir şekilde karanlıkta kalmış; ortaya çıkan yanlış algının etkisiyle de onun fetihle ilgili asılsız bir “efsâne” ya da “halk hurâfesi” olduğu sanılmıştır. Bu büyük yanılgının ortaya çıkışında, öteden beri popüler târih yazımında Ulubatlı Hasan’ın; tecrübeli, profesyonel, usta bir Alemdâr değil, sancağı kapıp surlara fırlamış sıradan genç bir yeniçeri olarak yansıtılmasının etkili olduğu açıktır. İşte ortaya koyduğumuz bu kesin târihî bulgu ve belgeler uzun zamandır süregelen bu yanlış anlayışı kökünden yıkmakta, onun Çelebi Sultan Mehmed döneminden beri elit Osmanlı ümerâsı arasında yer alan büyük bir “Sekbān-başı” ve “ʿAlemdār” olduğuna ışık tutmaktadır.
Sıdkî’nin Alemdâr Hasan’ın dilinden nazmettiği şu dizelerin, Mescid’i ve kabri epeydir unutulmaya yüz tutmuş olan fethin bu en büyük Şehîd’inin, şimdi daha da arttığında kuşku olmayan gerçek arzusunu yansıttığında şüphe yoktur:
“Çerāġum şuʿle-dār iden, aña durāġ cennet olsun
Ḫüdā her bir umūrında ola anuñ meded-kārı…”
Hakkında ciddî bir araştırma yapılmadığı için bugüne kadar İstanbul’un göbeğindeki kabir ve mescidinin yeri dahi bilinmeyen, varlığı ve yaşamına dâir hiçbir bulgu elde edilemeyen Alemdâr Ulubatlı Baba Hasan’ın, İstanbul’daki bu küçük külliyesini yeniden ihyâ etmek ve hâtırâsını canlı tutmak adına; arsası üzerine Mescid’inin aslına uygun bir şekilde yeniden inşâ edilmesi, kabrinin güzel bir türbeye dönüştürülmesi ve kaybolan kitâbesinin orijinaline uygun bir formatta dizayn ettirilip tekrar türbe duvarının üzerine yerleştirilmesi gerekmektedir. Aynı şekilde, Baba Hasan’ın emrindeki On Sekiz Sekbanlar’ın mescid ve kabirlerinin yanına da, bu yeni tarihî tespit ve sentezimizi ayrıntılı olarak açıklayan yeni bir bilgi kitâbesi eklenerek Ulubatlı Baba Hasan’la aralarındaki bağlantıyı göstermek; bu iki topografik mirası târihî açıdan kuşkusuz daha net ve anlaşılır bir hâle getirecektir. Böylece fethin en büyük Şehîd’ine ve onun emrindeki ilk fetih şehidlerine karşı vefâ borcumuzu bir nebze olsun ödemiş; ruhlarının şâd, hâtırâlarının yâd edilmesine aracılık etmiş oluruz…
* Bu makale daha önce Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi (TAD), 121/239 (Mart-Nisan 2019), s. 383-404’te yayımlanmıştır.
[1] Erdoğan Aydın, Fatih ve Fetih, Mitler ve Gerçekler, Doruk Yayımcılık, Ankara 1997, s. 86 vd.; Vahdettin Engin, “Ulubatlı Hasan’ı Bırak, Balaban Çavuş’a Bak!”, Hürriyet Tarih, 28.05.2003, s. 10-11; Erhan Afyoncu, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu, I, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2002, s. 57-58; Erhan Afyoncu, Truva’nın İntikamı, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2012, s. 86-90; İlber Ortaylı, “Şanlı bir tarihin ‘renkli’ balonları”, haber: Şenol Demirci, “İşte tarihi palavralar” ara başlığı altında, Milliyet Gazetesi, 02.09.2003; Murat Bardakçı, “Ulubatlı da Bir Şey mi, Daha Yığınla Tarihi Hurafemiz Var”, Hürriyet Gazetesi, 07.09.2003, vb.
[2] Feridun M. Emecen, “Menkıbe-Târih İlişkisinin Çarpıcı Bir Örneği: İstanbul’un Fethinde Surlara İlk Çıkanın Kimliği Meselesi”, İ. Aydın Yüksel’e Armağan, İstanbul 2012, s. 251-260; F. M. Emecen, Abdülkadir Özcan, E. Semih Yalçın, “Ulubatlı Hasan ile İlgili İddialara Yanıt”, İletim Gazetesi, 29.05.2003.
[3] Bu kısmın Türkçe tercümesi için, bk. Joseph Von Hammer, Osmanlı Tarihi, I, çeviren: Mehmed Atâ’, sadeleştirip özetleyen: Abdülkadir Karahan, IV. Baskı, MEB Yayınları, İstanbul 2005, s. 185.
[4] Georgios Sphrantzes, “Cronica (Chronicon Maius): 1258-1481”, Memorii, II, Edıtıe Critica de Vasile Grecu, Editura Academiei Republicii Socialiste Romania, Bucureşti (Bükreş) 1966, pp. 426-429.
[5] Bu Türkçe tercüme, cümleleri toparlayıcı küçük düzeltmelerle; Kriton Dinçmen, Şehir Düştü: Bizanslı Tarihçi Francis’den İstanbul’un Fethi, İletişim Yayınları, İstanbul 1992, s. 95-96’dan alınmıştır.
[6] Mehmed Ziyâ Beg, Ṭanīn Ġazetesi, 29 Mayıs /11 Haziran 1330/1914, sayı: 1964.
[7] Vahdettin Engin, a.g.d., s. 10-11; Erhan Afyoncu, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu, I, s. 57-58; Erhan Afyoncu, Truva’nın İntikamı, s. 86-90.
[8] Hammer’den naklen, bk. Ahmed Muhtâr Paşa (Ferik), Aʿyād-ı Mefāḫir-i Milliyyeʾ-i ʿOs̱māniyye’den ʿOs̱mānlılıġıñ Avrupa’da Ṭarz-ı Teʾessüsi, yāḫūd Fetḥ-i Celīl-i Ḳosṭanṭīniyye, Tâhir Beg Matba’ası, İstanbul 1316/1900, s. 202.
[9] Şemseddîn Sâmî, Ḳāmūsü’l-Aʿlām, II, Mihrân Matba’ası, İstanbul 1306/1890, s. 1206-1207.
[10] Bu konunun geniş izâhı için, surlara ilk tırmananlardan “Balaban Aġa” ile “Muṣṭafā Beg”in de târihî kimliklerine ve Ulubatlı Hasan’la bilinmeyen ilişkilerine ışık tutacak olan Fâtih’in ‘Alemdârı, Şehidler Serdârı Ulubatlı Baba Hasan ve Fetihte Burçlara Sancak Dikme Meselesi adlı kitabımızı beklemek gerekecektir.
[11] I. Papadopulos, “Phranzès estil réellement l’auteur de la grande chronique qui porte son nom?”, Actes du IVe congrès international des études byzantines I, Bulletin de l’institut archéologique bulgare, IX, Sofia 1935, pp. 177-189; Vasile V. Grecu, Georgios Sphrantzes. Leben und Werk. Makarios Melissenos und sein Werk, extras din “Byzantinoslavica”, XXVI/I (1965), pp. 62-73; Vasile Grecu, a.g.e., Introducere, pp. XIII-XIV; M. Philippides, “The Fall of Constantinople: Bishop Leonard and Greek Accounts”, Greek, Roman and Byzantine Studies, XXII, (1981), pp. 287-300.; W. Hanak-M. Philippides, The Siege and Fall of Constantinople in 1453, Farnham, Asgate, 2011, pp. 152-160; Levent Kayapınar, Chronicon Minus: İstanbul’un Fethinin Bizanslı Son Tanığı Yorgios Sfrancis’in Anıları, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2009, s. 1-16.
[12] Georgios Sphrantzes, “Cronica (Chronicon Maius): 1258-1481”, Memorii, II, p. 590.
[13] Georgios Sphrantzes, “Cronica (Chronicon Minus): 1401-1477”, Memorii, I, Edıtıe Critica de Vasile Grecu, Editura Academiei Republicii Socialiste Romania, Bucureşti (Bükreş) 1966, pp. 2-3.
[14] Georgios Sphrantzes, “Cronica…”, a.e., pp. 150-151.
[15] W. Hanak-M. Philippides, a.g.e., s. 152-160. Burada Melissinos ailesine yapılan göndermeler ve münferit değişiklikler, ailesini imparatora yakın göstermek için metni değiştirdiği saplantısıyla direkt Melissinos’a atfedilmiştir. Oysa yeni kroniğin bu kısmında imparatorla ilgili tüm ifadelerin metinden kaldırılmış olması bu iddiayı en başından çürütüp izâle ettiği gibi; aksine -daha mantıklı olarak- bizzat Sfrancis’in Mora’da kaldığı sırada, aile ile yakınlığını pekiştirmek için geçmişe yönelik daha farklı olayları ön plâna çıkardığı da düşünülebilir. Bu mantık dışı iddialar, hiçbir ilmî hassâsiyet gözetilmeksizin Kayapınar, a.g.e., Giriş, s. 12’de de aynen tekrar edilmiştir.
[16] Papadopulos, a.g.m., s. 177; Hanak-Philippides, The Siege and Fall of Constantinople…, s. 146-152.
[17] M. Carrol, “Notes on the Authorship of teh siege section of the Chronicon Maius of Pseudo-Phrantzes book III”, Byzantion, LXI (1971), s. 28-44; LXII (1972), s. 5-22; LXIII (1973), s. 30-38; LXIV (1974), s. 17-22.
[18] “Ἐν ᾧ δὴ χρόνῳ καὶ μηνὶ ἀνεῖλεν αὐτοχειρίᾳ τὸν φίλτατόν μου υἱὸν Ἰωάννην ὁ ἀσεβέστατος καὶ ἀπηνέστατος ἀμηρᾶς ὡς δῆϑεν βουλη ϑέντος τοῦ παιδὸς τοῦτο ποιῆσαι κατ’ αὐτοῦ.” (G. Sphrantzes, Chronicon Maius, p. 104): “Aynı yıl (6962=1453) ve aynı Aralık ayında, çok menfur ve gaddar biri olan emir, benim çok sevgili oğlum Yoannis’i kendi eliyle öldürdü, çünkü -ah ne yazık ki doğru- delikanlı ona karşı bir şey yapsın istemişti…” Agostino Pertusi, İstanbul’un Fethi, I, trc.: Mahmut H. Şakiroğlu, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 2004, s. 209.
[19] G. Sphrantzes, Memorii, II, pp. 422-423, 428-429, 432-433; Kriton Dinçmen, Şehir Düştü, s. 90, 96, 101.
[20] G. Sphrantzes, a.e., I (Chronicon Minus), pp. 96-99; II (Chronicon Maius), pp. 428-429; K. Dinçmen, a.e., s. 97.
[21] Melissinos’a atfedilen Chronicon Maius’un Sfrancis’in kaleminden çıktığını kanıtlayan deliller, Ulubatlı Hasan’a odaklı iddiâlar ekseninde daha geniş delil ve izahlarla Fatih Sultan Mehmed Dönemi Osmanlı Dünyası Sempozyumu’nda sunulan: “Fetih’te Surlara Sancak Dikme Meselesine Farklı Analitik Bir Yaklaşım: ‘Ulubatlı Hasan’ Rivâyeti Efsâne midir, Gerçek midir?” başlıklı bildirimizde yer almaktadır.
[22] BOA, Ṭapu Taḥrīr Defteri, nr.: 251, s. 419; Ö. Lütfi Barkan-E. Hakkı Ayverdi, İstanbul Vakıfları Tahrîr Defteri: 953 (1546) Târîhli, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul 1970, s. 236. Ayvansarâyî Hüseyin Efendi Ḥadīḳatü’l-Cevāmiʿde Alemdâr Baba Hasan’ın kabir ve mescidinin XVIII. yüzyıldaki durumu hakkında önemli bilgilere yer vermiş; yokuş üzerine inşâ edilmiş olan mescidin kapılarından birinin önünde küçük bir merdiven bulunduğunu haber vermiştir. Müellifin ifâdesine göre Alemdâr Baba Hasan Ağa’nın kabri mescidden biraz daha ileride, bir evin bahçesi içinde bulunuyor ve sokağa bakan duvar penceresinden ziyâret ediliyordu. Zamanla bu pencere kapatılmış, kabir bahçenin iç tarafında kalmış; mescidin içine daha sonra Zimmet vekîli Kâtip Mustafa Efendi tarafından bir minber yaptırılmıştı. Krş. Hâfız Hüseyin bin İsma‘îl-i Ayvânsarâyî, Ḥadīḳatü’l-Cevāmiʿ, I, İstanbul: Matba’a’-i ‘Âmire, 1281/1865, s. 60.
[23] Reşat Ekrem Koçu-Mehmed Ali Akbay, “Babahasanalemî Mescidi”, İstanbul Ansiklopedisi, IV, İstanbul 1960, s. 1739-1741. Burada verilen bilgiler; kısmen önemli ilâveler, eksiklik ve değişikliklerle şurada da tekrar edilmiştir: Recep Ekicigil, “Babahasan-ı Alemî Mescidi”, İstanbul Kültür ve Sanat Ansiklopedisi, II, Tercüman Gazetesi Yayınları, İstanbul 1982, s. 935-936.
[24] Vakıflar Umûm Müdürlüğü, Hasan Baba Mescidi ve Türbesi, 29.08.1941 târihli Rapor, Dosya nr.: 532.
[25] Mescid arsası günümüzde Antikacılar Çarşısı’nın ilerisinde park alanı olarak kullanılmakta olup, yaptığımız araştırmalar sırasında kabrin bitişiğinde de mescide mensup hâneye ait olduğu anlaşılan pencere yerleri ve duvar kalıntılarına rastlanmıştır.
[26] Reşat Ekrem Koçu-Mehmed Ali Akbay, “Babahasanalemî Mescidi”, a.g.e., IV, s. 1740; Recep Ekicigil, “Babahasan-ı Alemî Mescidi”, a.g.e., II, s. 936. Uzun süre üzerinde isimsiz bir şâhide ve ayak taşı bulunan kabrin 2007 yılında düzenlendiği sırada üzerine, Hattat Mahmud Şahin’in hakkettiği kısa bir bilgi metni ve manzûme içeren yeni bir şâhide ve ayak taşı yerleştirilmiştir.
[27] Süleyman Faruk Göncüoğlu, “Unutulmuş Tarihî Bir İstanbul Semti: Horhor”, Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Dergisi, sy.: 23 (2009), s. 141.
[28] Vakıflar Umûm Müdürlüğü, Hasan Baba Mescidi ve Türbesi raporu, Dosya nr.: 532, Fotoğraf nr.: 3998.
[29] Reşat Ekrem Koçu-Mehmed Ali Akbay, “Babahasanalemî Mescidi”, a.g.e., IV, s. 1741.
[30] Krş. Tursun Beg, Tārīḫ-i Ebū’l-Fetḥ, haz.: Mertol Tulum, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1977, s. 56-58; Nicolo Barbaro, Kostantıniyye Muhâsarası Ruznâmesi, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1976, s. 65-69; Kritovulos, Historia (Kritovulos Tarihi: 1451-1467), çev.: Ari Çokona, Heyamola Yayınları, İstanbul 2012, s. 220-229; İdrîs-i Bitlisî, Heşt Behişt Tercemesi, VII. Ketîbe, TSMK, Bağdat Köşkü, nr.: 196/1, vr. 76b-77b; İbn Kemâl, Tārīḫ-i İbn Kemāl, VII. Defter, Tıpkıbasım, nşr.: Şerafettin Turan, TTK Yayınları, Ankara 1954, s. 63-65.
[31] İbn Kemâl Silivrikapı (Porta Pege)’yi de aradan çıkararak: “henüz ḳalʿa-yı düvāzdeh-burc-ı sipihrde rāyet-i zer-nigār-ı iżāʾet-şiʿār-ı mihr ẓuhūr itmemiş”ken, onun “āvāzeʾ-i tekbīr”le “Ṭop-ḳapusı” burcuna “Sulṭān-ı ʿālemüñ aḳ ʿalemi”ni dikmekle, aslında İstanbul’un kara surları tarafındaki دوازده برج “düvāzdeh-burc = on iki burc”un ilk sancaktârı olduğuna işâret eder (VII. Defter, s. 63-65). II. Bâyezîd döneminde kayda geçirilen bu satırlar, o asırda İstanbul çevresinde Alemdâr Hasan hakkında böyle bir nitelemenin gerçekten mevcut olduğuna; Silivrikapı’ya dikilen ikinci sancağı da hesâba katarak onu هشتسدّن علمدارى “heşt-seddin (sekiz burcun) ʿAlemdār’ı” diye vasfeden kitabenin devrin özgün anlayışını yansıttığına ilginç bir delil teşkil eder.
[32] Krş. İbn Kemâl, a.g.e., VII. Defter (Tıpkıbasım), s. 64. Çağdaş Rum müverrih Kritovulos da, Hasan’ın diktiğini çok iyi bildiğimiz sancağın “büyük sûrun önüne çekilen büyük bayrakla sancak” olduğunu söyleyerek, onun Fâtih’in Has Sancaktârı olduğuna ve sancağını Romanos (Topkapı) burcunda dalgalandırdığına açıkça işaret eder (Kritovulos, a.g.e., s. 226-229).
[33] İdrîs-i Bitlisî, a.g.e., VII. Ketîbe, vr. 76b, st. 15-23.
[34] Tursun Beg, a.g.e., s. 57; İbn Kemâl, a.g.e., VII. Defter, s. 64. İdrîs-i Bitlisî, a.e., VII. Ketîbe, vr. 77a, st. 14-17.
[35] Vakfiyenin Bursa’nın Nilüfer ilçesine bağlı Hasan Ağa köyünde Nalbantoğlu ailesinin elinde bulunan orijinal nüshası dışında; VGMA, Defter, nr.: 2163/70, s. 80 ve aynı defterin 82. sayfasında iki sûreti daha bulunmaktadır. Orijinal vakfiye sûretinin fotokopisi elimizde mevcut olup, yakında diğer sûretlerle birlikte tenkidli olarak tarafımızdan yayınlanacaktır.
[36] G. Sphrantzes, a.g.e., II, p. 426-427; Kriton Dinçmen, a.g.e., s. 95.
[37] “Büyük devlet adamlarının ulu emîri, şerefli güzel hasletleri zâtında birleştirici, İslâm Sancağının dikicisi, dîne sokulan bid’at ve zulmetlerin def’ edicisi, ulular arasında himmetlerin en yücesinin kendisine tahsis edileni, Melik ve Sultânların yakını, devletin ve dînin Hasen’i (İyi’si) Abdullah oğlu Hasan Ağa -bekâsı dâ’im olsun!-” Orijinal vakfiye, st. 7-9; VGMA, Defter, nr.: 2163/70, s. 80, st. 6-8; s. 82, st. 6-7.
[38] BOA, EV.VKF., nr.: 19/9 (I, II ve ekleri).
[39] Buna kesinlik kazandıran 925/1519 yılına ait bir tahrir kaydı için, bk. BOA, Muḥāsebeʾ-i Vilāyet-i Rūm-ili Defteri, nr.: 77, s. 329.
[40] Mehmed Süreyyâ, Sicill-i ʿOs̱mānī, II, Matba’a’-i ‘Âmire, İstanbul 1311/1894, s. 118. Müellif eserinin son cildinde kuruluş devrindeki ilk Sekbān-başı’lar hakkında bilgi verirken, “Ḥasan Aġa”nın İstanbul’un fethi sırasında da sekbanbaşılık görevini elinde bulundurduğunu ve bu sırada şehîd olduğunu, yerine Abdurrahmân Ağa’nın tâyin olduğunu daha geniş bir perspektif çizerek açıkça belirtir (a.e., IV, s. 170).
[41] Orijinal vakfiye, st. 11-20; VGMA, Defter, nr.: 2163/70, s. 80, st. 10-18; s. 82, st. 9-18.
[42] Ahmed Bâdî Efendi, Riyāż-ı Beldeʾ-i Edirne, I, Bayezid Devlet Ktp. nr.: 10391, s. 54, 101.
[43] BOA, Ṭapu Taḥrīr Defteri, nr.: 251, s. 419; Barkan-Ayverdi, a.g.d., s. 236. Baba Hasan ‘Alemî ve diğer fetih şehidlerinin mescidlerine ait vakfiyelerin geç târihlerde düzenlenmesinin sebepleri hakkında, bk. E. Hakkı Ayverdi, Fâtih Devri Mimarîsi, İstanbul Fetih Derneği Neşriyâtı, İstanbul 1953, s. 321, dipnot: 4.
[44] BOA, Ṭapu Taḥrīr Defteri, nr.: 251, s. 419. Hasan’ın kabri yanındaki isimsiz mezar kardeşi Hüseyin’e aittir.
[45] İBB Atatürk Kitaplığı, Muallim Cevdet, Yzm. nr.: O.71, vr. 168a/s. 340; vr. 201a/s. 392; vr. 43a/s. 87, vb.
[46] Bunlar yakında tarafımızdan daha başka çalışmaların içinde yayınlanacaktır.
[47] G. Sphrantzes, a.g.e., II, p. 426-427; Kriton Dinçmen, a.g.e., s. 95.
[48] A. Süheyl Ünver, “İstanbul’un Mutlu Askerleri ve Şehit Olanlar”, İstanbul Risaleleri, V, İBB Kültür İşleri Daire Bşk. Yayınları, İstanbul 1996, s. 321-322.
[49] A. S. Ünver, a.g.e., İstanbul Risaleleri, V, s. 321.
[50] Ayvansarâyî Hüseyin Efendi, a.g.e., I, s. 75.