Geleneksel Kültürümüzde Kahve ve Zile’de Kahve Kültürü |
“Her seherde besmeleyle açılır dükkânımız
Hazret-i Şeyh Şâzilî’dir pirimiz üstadımız”
(Kahveci Duası)
Ağacı daima yeşil kalan, koyu yeşil yapraklara, beyaz hoş kokulu çiçeklere ve kirazı andıran meyvelere sahip olan Kahve bitkisinin ilk yetiştiği yer bugünkü Habeşistan (Etiyopya)’dır. “Tiryakilik yaratan bu mucize çekirdek Rubiaceae familyasının coffea cinsi tropik çalı türünün meyvesidir. Kahve ağacı sıcak ve nemli bir iklime ihtiyaç duyar. Bu nedenle Afrika, Asya ve Amerika kıtalarının ekvatora yakın bölgelerinde yetişir.”[1]
İlk zamanlar kahve tohumları içecek için kullanılmak yerine yiyecek olarak kullanılmıştır. Yerli halk kahve tohumlarını un haline getirip buğday ya da mısır ununa katarak bir çeşit ekmek yapmışlardır. Büyük bir olasılıkla bu ekmeği yiyenler uzun süre zinde kaldığı için de çok rağbet görmüş ve kahve ağacının üretimini yapmışlardır. Kahve ağacının bir ürünü de yapraklarıdır. Yerli halk yapraklarını sıcak suda haşlayıp bir çeşit çay olarak içmişler ve bunu ilaç olarak kullanmışlardır. Mide rahatsızlıklarına iyi geldiği, sindirimi kolaylaştırdığı, gut hastalığına iyi geldiği üzerine görüşler bulunmaktadır.
Dünyada Türk adının sık sık geçtiği konu kahvedir. Kahve, Avrupa dillerine Türkçe “kahve” sözcüğünden geçmiştir. Avrupa dillerinde türemiş kahve sözcüklerinin bazılarında sözcüğün ikinci harfi “o” olmuş; İngilizce coffee, Flamanca koffie vb., bazılarında ise “a” olarak kalmıştır. Fransızca café, İtalyanca caffé Macarca kave ve Yunanca da kafes vb. bir birine yakın sözlerle anılmıştır. Bugün dünyanın tüm dillerinde kahve sözü Arapça qahwah sözcüğünden türeyip Türkçe kahve olarak kullanılmaya başladıktan sonra Türkçeden alınmış, sadece Habeş dilinde “bunn” denmiştir. Habeşler, “kahve ağacı” anlamına gelen bunn sözünü kahve için de kullanmışlardır. Bazı etimolojistler ve tarihçiler kahvenin sözcük kökeninin Habeşistan’ın “Kaffa” bölgesine dayandığını iddia etse de buna dair hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Kahve adının anlamı “keyif veren içki” dir.
Kahve ağacının meyvesini kavurma ve öğüterek içme geleneği ilk kez 14. yüzyılda Yemenli sufiler arasında yaygınlaşmıştır. Kimi kaynaklarda sufi dervişlerin gece ayinlerinde dinç kalmak için içtikleri kayıtlıdır.
Bir söylenceye göre, Yemen hükümdarı Emir Sadeddin, Şeyh Şazili’yi müridleriyle birlikte Habeşistan (Etiyopya) dağlarına sürer. Şazili’nin müridlerinden Kaldi adlı bir çoban dağlarda keçilerin garip bir ağacın meyvelerini yedikten sonra, daha canlı, hareketli olduklarını görünce, ”bunda bir hikmet var” diyerek durumu dervişleri Şazili’ye bildirir. Getirdiği çekirdekleri verir. Yemişlerin şeytana ait olduğunu düşünen Şazili onları öfke ile ateşe atar. Yanan kahveden çıkan koku o kadar nefistir ki, bu kokunun etkisiyle bu yemişlerin Tanrı’ya ait olabileceğini düşünerek çekirdekleri toplatır, ateşte kavurtturur. Meyvenin suyunu kaynatıp içen Şazili’nin kendisi de aynı canlılığı duyar ve kahvenin meziyetlerini anlar. Şeyh ve müritleri kahvenin meyvesini yiyip, suyunu içerler. Sonrasında bir gün salgın bir hastalık çıkar. Herkes uyuz illetine yakalanır ve kaşınmaya başlar. Şeyh Şazili hastaları yedirdiği kahve ve kaynatıp suyunu içirdiği kahve yaprağı ile tedavi eder. Bu sayede hükümdar tarafından affolunur. Kahve fidanlarını da Etiyopya’dan getirterek Yemen’de üretimini sağlar. Bu nedenle kahvenin asıl vatanı Etiyopya iken Yemen olarak bilinir.
Başka bir söylencede ise Kahve ile kahpe sözcükleri arasında bir ilişki vardır ve bu ilişki şöyle izah edilir :
“Geçmiş zamanlarda Yemen vilayetinde bir fahişe kadın yaşarda. Ergen yaştan ölene kadar utanç verici şeyler yaptı ve öyle öldü; ölüsünün yıkanıp kefenlenmesi din âlimleri ve halk arasında tartışmalara yol açtı. İslami şeraite uygun şekilde yıkanıp kefenlenmesi kabul edilmemişti.
Bunun üzerine Hıristiyan mezarlığına defnedilmiş; ancak onlar da kabul etmeyip cesedi mezardan çıkarıp atmışlardı; bir şeyh bunu görünce hemen bir derviş göndererek cesedi tekkesine getirtip şeriat hükümlerine uygun gömülmesini sağlamıştı.
Bir süre sonra, fahişelik yaptığı bilinen bu kadının mezarında, cinsel organına denk gelen noktada bir ağaç bitmişti.
Bu ağacın meyvesini kaynatıp suyunu içen şeyh bir gün bir müridine bu meyveyi pişirmesini ama pişirirken taşırmamasını tembih etmiş. Dikkatsizlik eden derviş suyu taşırınca şeyh bulunduğu yerden ‘Eyvah, zengin fakir, kadın, erkek herkesin tiryakiliğine sebep oldun’ diye bağırmış” O günden beri kahveye kahpe yemişi denildiği ve kahve meyvesinin de kadının cinsel organını hatırlattığı söylenir.[2]
Kahvenin tıbbi faydası olduğuna inanıldığından kısa sürede popüler olmuş, Yemen’in hem hac, hem de ticaret yollarının merkezinde olmasından dolayı önce Kahire, sonra Şam ve Halep’e götürülmüş, 1543 yılında da İstanbul’a getirilmiştir.
Bade ve şarap anlamlarına da gelen kahve keyif verici özelliğiyle her dönemde ilgi odağı olmuştur. Kahvenin tadına hayran kalan Kanuni’nin sayesinde bu sihirli içecek kısa sürede Osmanlı sınırları içinde yayılmış, saray mutfağında özel olarak yetiştirilen Kahvecibaşı ünvanı ile kişiler tayin edilmiştir. Sarayın görkemli salonlarında, 40 kişilik kadrolu kahveci ustaları tarafından özenle Sultan’a servis edilmiş, Harem’de cariyelere doğru kahve pişirme dersleri verilmiştir.
Halk için de İstanbul’da ilk kahvehane 1554’te Halepli Haken ve Şamlı Şems adlı iki tüccar tarafından “Kiva Han” adı ile Tahtekale’de açılmıştır. Osmanlı’da henüz sandalye devri başlamamış bulunduğundan, ilk kahvehanelerde sedirlerde oturulmuştur.
Karacaoğlan’ın bir şiirinde vurguladığı gibi “Kahveyi ağalar, beyler içer”. Başlangıçta özellikle gelir düzeyi yüksek ve okuryazarlar tarafından tüketilen kahve, hızla tüm İstanbul’a yayılmış ve çok sayıda kahvehane açılmıştır.
Tahtakale’de kahve içmenin önemini ve şarabın yerini kahvenin aldığını Divan Şairi Nev’î;
Kahveye tebdil idüp câm-ı şarâbun lezzetin
Bağladılar savt ü nakşun yirine efsaneyi
biçimindeki bir beyitle dile getirmiştir. Şeyh Mustafa da:
Kahve devrinde çekildi ortadan câm-ı şarâb
Kondu şimdi âşiyân-ı tûti-i âle gurâb[3]
diyerek, koyu (siyah) renginden dolayı kahveyi kargaya, kırmızı renginden dolayı da şarabı tûti kuşuna yani papağana benzeterek, papağanın yerini karga aldı, papağan yuvasına karga yerleşti demiştir.
Divan şairi Vehbî de kahveden;
Bir Yemen dilberi mahbûb-ı cihândur kahve
Bir siyâh cemâlli esmerce civândur kahve
biçimindeki bir gazelinde övgü ile söz etmiştir.
1600′lü yılların başında Hintli bir hacı olan Baba Budan bitkiyi Hindistan’a götürmüş ve bahçesine ekmiştir. Baba Budan kahve ağacını Hindistan’a taşırken Hollandalı tacirler de kahve ağacını Hollanda’ya taşımışlar, Araplar ne kadar sakınsa da dünyaya yayılmasını engelleyememişlerdir.
1615’te Venedikli ve 1650’de Marsilyalı tacirler de Türk Kahvesini dünyaya yaymışlardır. İtalyan gezgin Pietro della Valle tattığı ve hayran kaldığı içecekle ilgili değişik bilgileri arkadaşlarına anlatmış, 1669’da Osmanlı Sefiri Hoşsohbet ve Nüktedan Süleyman Ağa, Türk Kahvesini Paris sosyetesine ikram etmiş, o dönemde, Paris’te Süleyman Ağa’nın konağına kahveye davet edilmek önemli bir ayrıcalık olmuştur. Süleyman Ağa, yalnızca Türk kahvesini değil, Türk kültürünün ve sosyal hayatının sıcaklığını da sunduğu için konağa kahveye davet edilmek özel bir anlam kazanmıştır.
Avrupa’da ilk kahve dükkanı 1645 yılında İtalya’da açılmış; yani İstanbul’dakinden yaklaşık 90 yıl sonra. Kahve dükkanları ile ünlü bir şehir olan Viyana’da ise ilk kahve dükkanı 1683 yılında açılmıştır.
2.Mehmet döneminde Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın komutasında Osmanlı ordusunun 2.Viyana yenilgisinden sonra geri çekilirken terkettikleri erzaklar arasında bulunan kahve çuvallarını sahiplenen Franz Georg Kolscitzky adlı bir Viyanalı sayesinde Türk Kahvesi ile tanışan Avrupa’da kahve hızla popülerleşmiş, ona köpüklü süt ve şeker katarak kendi kahve usullerini geliştirmişler ve herkesin gözde içeceği durumuna sokmuşlardır.
Kahvesiyle ünlü Brezilya’ya ise kahve tohumlarının ulaşmasının öyküsü de ilginçtir. 1727 yılında Brezilya imparatoru genç subaylarından birini kahve tohumlarından alması için Fransız Guanası’na yollar. Ancak Fransız yetkililer bu kişiye kahve tohumu vermeyi redederler. Çok yakışıklı olan subay valinin karısını çok etkiler. Ülkesine dönerken valinin karısı kendisine bir buket gül verir. Kadın buketin içine adamın istediği kahve tohumlarını da yerleştirmiştir. İlk kahve tohumu bu şekilde giden Brezilya’da yaygınlaşması ancak 1800’lü yılların başında gerçekleşmiştir.
Geleneksel kültürümüzde yoğrulmuş, atalarımızın engin deneyimleri sonucunda kalıplaşmış özgün sözlerimiz vardır. Bunlardan biri Tuz ekmek hakkı ise bir diğeri gerçek dostluğun düğümü diyebileceğimiz Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır sözüdür. Çünkü kahve gelişigüzel içilen bir sıvı değil, bir amaca bağlı içilen özel bir içecektir. Sohbet etmek ve güzelliklerden konuşmak için aceleye getirilmeden tadına varılarak uzun uzun içilir. Topluca yenen bir akşam yemeğinin üzerine içilen kahve ise yemeği tatlı bir muhabbetle bağlamak içindir.
Türk kahvesinin ünü kokusu, tadı, köpüğü kadar kahve değirmeni, dibeği, cezvesi, fincanları, zarfları, tabakları, tepsisi, tepsi örtüsü ile de ilgilidir. Kahvenin telvesi de beş asırlık birikimin sanki bir özetidir.
Bugün, ‘Türk Kahvesi’ klasik müzik arşivinde de unutulmazlar arasına girmiştir. Bach, o ünlü Kahve Kantatı’nı bir kahve tutkunu olduğu için bestelemiş, kahve kültürü bu beste ile sosyal tarihe damgasını vurmuştur. Türklere sevgisiyle bilinen Fransız romancı Pierre Loti, kahveye ve İstanbul’a olan sevgisinden dolayı kahvehanelerden çıkmamıştır. Halen bir kahvehane Pierre Loti adı ile anılır.
Kahvenin vücut üzerindeki etkisi kafeinden ileri gelir. Bu madde beyinde uyarıcı bir etki yarattığı için uyku ve yorgunluk hallerine iyi gelip kalbi kuvvetlendirip kan dolaşımını kolaylaştırır. Yıllardır dinlendirici bir içecek olarak kullanılmakla beraber ateşli hastalıklar, romatizma, mide bulantısı, ishal, böbrek taşı tedavisinde de, uyku ve zihin açıcı, baş ağrısı ve zehirlenmelerde, dolama çıkmış parmakların antibiyotik tedavisinde kullanıldığı, nefes açtığı, balgama ve öksürüğe iyi geldiği, sindirimi kolaylaştırıp mideye kuvvet verdiği ve tok tuttuğu bilinmektedir.
Görünüşü itibariyle bir rengin adı da olan kahve, keyf için aç karına içilmediği ve kuşluk vakti dediğimiz sabahla öğle arası bir vakitte içildiği için, kahveden önce yenen sabah yemeğinin adı kahve altı, giderek kahvaltı olmuştur. Kahveyi tanıdıktan sonra dilimizde oluşan bu söz 17. yüzyılda Karacaoğlan’ın bir deyişinde:
Her akşam pişen pirinç pilavına
Kahvaltıda ballı kaymak isterim (Karacaoğlan)[4]
biçiminde yerini almıştır. Kahve tiryakiliği öğlesine had safhasına ulaşmıştır ki Nev’î bir şiirinde
İrte derse çıkamaz, gice kitaba bakamaz
Eğer içmezse müderris iki fincan kahve[5]
biçiminde durumu dizelerinde yansıtmıştır.
Kahve kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte kahvenin tüketileceği mekânları artması doğaldır. Kahvenin de kahvehanelerin de bizim toplumsal hayatımızda çok önemli bir yeri vardır. Kahvehanelerin açılmasıyla beraber günümüzde hayal bile edemeyeceğimiz bir sosyal hayat ve sosyal yardımlaşmanın oluştuğu görülmüştür. Âşık kahveleri bu durumun en iyi örneğidir. Halk edebiyatının ürünlerinde önemli bir motif olan kahveye birçok türküde, manide, şiirde, hikâyede, atasözünde, deyimde ve efsanede yer verilmiştir.
Kahvehaneler çoğu zaman şair, yazar, edip, âşık, meddah ve daha pek çok sanat ve fikir erbabının toplandıkları ve sanatlarını icra ettikleri mekânlar olmuştur.
Sosyal hayatımıza o kadar girmiştir ki; kömür ateşinde kahve pişirilen, kuşçular kahvesi, horozcular kahvesi, cambazlar kahvesi, inşaatçılar kahvesi, esnaf kahvesi, gençlerin kahvesi, yaşlıların takıldığı kahveler gibi değişik meslek ve yaş gruplarının devam ettiği, herkesin nereye oturacağını bildiği yerler durumuna sokulmuştur. İşte bu dönemde genellikle bir biriyle daha iyi anlaşabilecek aynı meslek gruplarının toplaştığı kahveler oluşurken bu arada âşıkların toplaştığı ya da sık sık uğradıkları kahveler de şekillenmiş ve âşık kahveleri adı ile ünlenmiştir. Bunların en meşhuru İstanbul’da Çemberlitaş semtinin bir parçası olan Tavukpazarı’ndaki âşık kahvesidir.[6] Bu kahvede ün salanlar arasında Zil İzzet, Perişan Halil, semaî ustası Tokatlı Gedaî, Erzincanlı Ayrancı Hamdi önde gelen âşıklardır.
Aksaray’da Kadayıfçı Ali’nin işlettiği Çalgılı Kahve, Âşık Kalender’in bir destanda:
Çardak’taki Ellialtı kahvesi
Lebi deryada muhabbet kafesi
Peykeler müzeyyen, âli sofalar
Cümle levazımı mükemmel hepsi
biçiminde övdüğü Haliç’te Çardak iskelesindeki Ellialtı Kahvesi[7], Konya’da Âşık Dertlî’nin bir süre işlettiği Türbe Kahvesi,[8] Sivas’ta Havuzlu Kahve, Erzurum’da Gürcükapı Âşık Kahvesi, Zile’de Tomoğlu Kahvesi, Boğaz Kesen Kahvesi ve gençliğinde Âşık Talibî’nin çalıştırdığı Çardak Kahve, önemli âşık kahveleri arasındadır.
Şarapsız meyhaneler olarak yorumlanan kahvehaneler, aydın bürokratları, yeniçerileri ve siyasi iktidarın seçkin üyelerini kendine çekiyordu.[9] Kahveler, Yeniçerilerin de toplanma ve buluşma mekanları olup tavla, satranç, dama, oynanan, ve devlet aleyhine guruplaşılan, örgütlenme mekânları olduğu endişesiyle; uykunun kara düşmanı olarak adlandırılan bu içeceği, İslamiyetin yasak içkisi şarapla bir tutularak, suça yönelten bir çok davranışın nedeni olarak görülüp belli bir dönemde kapatılmıştır. Kahve’nin yasaklanıp kahvelerin kapatılmasında bir başka neden de tembelliğin artması ve camilere devamın azalmasıdır.
Kahve, ilk defa Osmanlılarda Kanuni Sultan Süleyman devrinde yasaklanmıştır.
Bu konuda “Peçevi, kahvehanelere karşı gösterilen muazzam akın karşısında , ‘imam, şeyh, müezzin’ gibi en masum eğlencelere bile düşman olan din adamlarının, bu büyük rağbet karşısında dehşete düştüklerini, bu içeceğe cephe aldıklarını, kahvehanelere gidenleri münkir ve mücrim ilan ettiklerini yazar.
Şeyhulislam Ebussuud Efendi, kalben inandığından değil fakat içtimai sebeplerle onlardan yana çıktı. Kur’an’da bu içecekle alakalı tek kelime bile olmamasına rağmen, kömürleşme derecesinde kavrulan bir şeyin Müslümanlıkça yasak olduğuna dair fetva verdi.”[10] denmektedir.
Kahvenin ikinci kez yasaklanışı, Sultan III. Murat devrine rastlar. Bu yasak da uzun sürmemiştir. Karşı koyan din bilginleri ile kalem sahiplerinin ricası üzerine Şeyhülislam Bostanzade verdiği fetva ile 1587’de kahve yasağını kaldırmıştır. Kahve, Sultan I. Ahmet zamanında (1606-1611) yılları arasında üçüncü defa yasaklanmıştır. Kahvenin son defa yasaklanması ise Sultan IV Murat zamanında olmuştur. 1633 yılında kahveyle birlikte tütün de yasaklanmış, gerekçe olarak İstanbul’daki büyük yangınlara kahvehanelerin sebep olması gösterilmiş, hatta asilerin toplanma mekânı olduğu ileri sürülerek bir çok kahvehane de yıktırılmıştır. Avcı Sultan IV. Mehmet bir daha yasaklanmamak üzere kahvenin serbestliğini sağlamıştır.
1957 ve 58 yıllarında parasızlıktan kahve ithal edilemeyince, bakanlığın izniyle ülkede resmî-korsan kahve üretildiği bilinmektedir. Bunlardan ikisi Kallavi ve Yemen markalarını taşıyordu. Sağlığa zararı olmayan, ağızda fazla kahve tadı bırakmayan, ancak kahve içiyormuş havası veren, 100 gramlık paketlerde satılan kahve benzeri toz evlerden çok çarşılardaki çaycılarda kaynatılırdı. Bu dönemde leylek gözü de denen kırık leblebiyi kahve çekirdeği gibi kavurup, kahve değirmeninde çekip kahve gibi içenlere de vardı.
Bu konuda Sabri Koz’un Türk Kahvesi kitabındaki Tijen İnaltog’un ‘Yap Bir Kahve Neden Olursa Olsun’ adlı makalesinden aktardığı “Kurutulmuş ve kavrulup döğülmüş kenger çekirdeklerinden yapılan kenger kahvesi; kavrulmuş ve çekilmiş çörekotu tohumlarından hazırlanan çörekotu kahvesi;badem çekirdeklerinin içini kavurma ve dövme yoluyla elde edilip sütle pişirilen badem kahvesi, bir adı da menengiç olan yabani Antep fıstığı meyvelerinden hazırlanan menengiç kahvesi ve nohut karışımıyla yapılan nohutlu kahve bilinen uygulamalar arasında yer alıyordu.”[11] ifadesi oldukça önemlidir.
Divan edebiyatında bir gazelin her beyitinin başına üç dize katılarak beşleme olan tahmis, halk kültüründe kahve vb. şeyleri kavuran, kavrulmuş ve öğütülmüş kahve satan anlamına gelmekte olup tahmisci adı ile anılmaktadır. Bazı kahveler kahvenin tüm aşamasını gerçekleştirdiğinden Tahmis Kahvesi adı ile ünlenmişler ve levhalarında kullanmışlardır.
İnsan, insanın sohbetini her zaman aramaktadır. Kahvehaneler sohbet etmek, kahve kültürüyle sosyalleşmek için düzenlenmiş mekândır. Kahvehanelerde geçirilen birkaç saat insanoğlunun ihtiyacı olan rahatlamayı, deşarj olmayı sağlamaktadır. Dış görüşün hiç önemi yoktur. Zengin de yoksul da kahveye gitmektedir. Bir kahvehane müdavimi, bir halk erbabı, bir irfan okulu hocası gibidir. Kahvede oyun oynarken masadaki oyunu müdahale etmeden kenardan seyredene yancı denir. Kahvehanede oyunlarda çoğunlukla yenilene kahve ağacı sözü ile şaka yapılır.
Sait Faik ‘in “Dekansız, doçentsiz, bütçesiz ve yüzde yüz bağımsız üniversiteler olan kahveler, insanların nabzının ne yolda olduğunu, hızlı mı atıyor, yoksa atışta hoplamalar mı var, şipşak ortaya koyarlar.” diye anlatığı Kahvehaneler, sağlığa kavuşulan, sabrın test edildiği, kırılganlıkların tedavi edildiği, ücretsiz birer okuldur. İnsanı, insan psikolojisini okumak için de ayaklı kütüphane gibidir.
Kahve, Türk kahvesi, adıyla tarihin sayfalarına ve farklı kültürlere yerleşirken kabaran gönlümüz gibi fincanlara köpük köpük dolup, sosyal hayatımızı da derinden etkileyerek, fermanlara ve fetvalara kadar girip, edebiyatımızın da hatırı sayılır konuları arasında yerini almıştır. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı” olan başka bir kültür katmanı yoktur.
Türk yurtları dışında hiç bir ülkede gençler evliliğe ilk adımını “kahvesi içilerek” atmazlar. Dünyanın hiç bir yerinde bir genç kızın becerisi “pişirdiği kahvenin köpüğü” ile ölçülmez. Başka ülkelerde hiç bir kız, maharetini kahve yapım ve dağıtımındaki incelik ve zerafetiyle süslemez. Damadı test etmek için hiç bir toplumda kahveye tuz katılmaz, hiç bir ülkede evlilik için sözü kesilen kıza “Kahvesi içildi” denmez. Türk halkı dışında “kahve falı” bakılan bir toplum yoktur. Türk toplulukları dışında hiç bir ülke kültüründe davet için “Bir acı kahvemizi içmeye buyurun” ibaresi yer almaz. Bu nedenle Kahve kültürü sadece bir fincan kahve içimiyle ölçülmemelidir. Yüzyıllar içinde değişmeden kalan Türk kültürüne özgü önemli bir ritüeldir.
Keyf verici özelliği nedeniyle çocuklardan “kahve içen çocuk kahve gibi kara olur” sözü ile uzak tutulan kahve, kültürümüzün ayrılmaz pir parçası olup yüzyıllar içinde ata sözlerimize, deyimlerimize, mânilerimize, bilmecelerimize ve türkülerimize girmiştir:
Atasözlerimiz arasında:
Berberin solumazı, tellağın terlemezi, kahvecinin söylemezi makbuldür.
Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.
Gönül ne kahve ister, ne kahvehane / Gönül sohbet ister kahve bahane.
Köylünün kahve cezvesi karaca amma sürecedir.
Yemen’e giden kahve götürmez.
Kahvenin yüzü kara ama meydanı paktır.
Hoşafın sıcağı, kahvenin soğuğu, Kocanın delisi çekilmez.
Kahve, Şeytan kadar kara, Melek kadar saf, Cehennem kadar sıcak olur.
biçiminde olanları sadece birkaçıdır.
Deyimler arasında:
Kahve yapmak
Kahve dövücünün hınk deyicisi.
Mahalle kahvesi gibi.
Kahve tütün keyifler oldu bütün.
Kahve peykesinde aleme nizam vermek
biçiminde örnekleri bulunmaktadır.
Maniler içinde ise:
Kahvelerim pişti gel
Köpükleri taştı gel
İyi günüm dostları
Kötü günüm geçti gel
Ağacın dalına bak
Elmanın alına bak
Kahve içtim güzelim
Şu benim falıma bak
Kahve içtim fincandan
Kenarları mercandan
Kız ben seni severim
Hem yürekten hem candan
biçiminde aşk, güzellik, doğruluk, dostluk gibi yüce duygulardan söz eden ilginç olanları bulunmaktadır.
Bilmecelerimizde de:
Bir küçücük filtaşı, içinde beyler aşı (Bir fincan kahve)
Ocağa sokarım kusar, geri çekerim küser. (Kahve)
Kara tavuk, karnı yarık (Kahve)
Çanağı beyaz, çorbası kara, fırtı kırk para. (Kahve)
Kara kazan kaynar, Arap çocuk oynar. (Kahve)
Bir acayip düş gördüm, tuzsuz pişen aş gördüm. (Kahve)
Fini fini fin taşı, içinde beyler aşı (Kahve)
Kara tavuk, karnı yarık (Kahve)
biçiminde halk kültürümüze özgü yerini almıştır.
Halk kültürümüzün önemli unsurlarından biri olan tekerlemelerimizde, masalın konusunu canlı tutmak için metin içerisinde söylenen masal içi tekerlemelerinde
Konaraktan göçerekten
Kahve tütün içerekten
biçiminde yer alan kahve, halk hikâyeleri gibi anlatı türlerinde de:
Şaştım ağalar şaştım
Meslek kalmadı dolaştım
Âhirinde bir kahveciye yanaştım
İki bardak ile bir fincanı kırdım da kaçtım
gibi tekerleme formatı içinde yer almaktadır.
Türkülerimizde ve şarkılarımızda da kahvenin önemli bir yeri vardır. Bir Urfa
türküsünde
Kahve güğüm neylesin
Bülbül çimen neylesin
Yari çirkin olanın
Her gün hamam neylesin
biçiminde geçerken, anonim bir türküde:
Sabah ile sabah ile
Kahve gelir tabak ile
diye ünlenen kahve, Bahriye çiftetellisi olarak da bilinen bir İstanbul türküsünde:
Kadifeden kesesi
Kahveden gelir sesi
Oturmuş kumar oynar
Ciğerimin köşesi
biçiminde şen şakrak yer alır.
Bir Kütahya türküsünde:
Burun fındık, ağzı kahve fincanı
Şeker mi, şerbet mi, bal Acem kızı
diye dillenen kahve, bir Elazığ türküsünde:
Odasına vardım kahve pişirir
Kınalı parmaklar fincan devşirir
O yârin bakışı aklım şaşırır
Söyleyin ahbaplar nasıl edeyim
Ben yârimden ayrı düştüm kime ne deyim
biçiminde yürekler yakarken, bir başka türküde.
Yârim seni alır dağa kaçarım
Dağların başına çadır açarım
Kahve bulamazsam kenger içerim
Nasıl olsa gülüm beslerim seni
biçiminde az bulunuşu ile dile gelir. Kavuştak bölümü:
Bir fincan kahve olsam kırk yıl hatırım vardı
Ömrümü sana verdim, dönüp baksan ne vardı?
sözleriyle örülü şarkı, kahve özelini içinde barındıran özgün namelerdendir.
Sözlerini İlhan Geçer’in yazıp Dr. Latif Akça’nın bestelediği yürekler yakan o eski
plaklardaki
Sanki billur bir pınar
Kahverengi gözlerin
Ruhuma neşe sunar
Kahverengi gözlerin
Gözlerin yar, gözlerin
nameler de kahve kültürümüzü özünde yaşatan ezgiler arasındadır.
Halk arasında yaygın olarak söylenilen
Ehl-i keyfin keyfini ne tazeler?
Taze elden taze pişmiş taze kahve tazeler
biçimindeki söylem oldukça yaygındır.
Divan edebiyatında kahvenin çok özel bir yeri vardır.
Mîrâs olur idi Yemen iklîmi Lebîbâ
Hâkinde biten kahveye fincân oluversem (Cinânî)
gibi örnekler kılasik edebiyatta kahveye verilen önemi göstermektedir.
Âşıklarımızın dilinde ve telinde de kahveye:
Düğünümde acı kahve içildi
Gelinlik esvabım darca biçildi
Bedenimde çok yaralar açıldı
Kemer bağlayacak bellerim yoktur (Kağızmanlı Hıfzî)
Sümmânî‘yem kaldım ne divânlarda
Arzumânım kaldı kahramânlarda
Garip kaldım kahvelerde hânlarda
Yarın gece sırdaşınan yatarım (Sümmânî)
Hayat suyu musun, ey sadık vefa?
Gel yetiş derdime, naz etme kahve.
Hazm eder, verirsin mideye safa
Meziyetin çoktur, uzatma kahve (Zülâlî)
biçiminde övgüler dizilmiş, kimi âşıklarca da:
Bir çanağı yoktur içmeğe
Kahveyi bulunca fincan beğenmez (Seyranî)
biçiminde ustaca işlenmiştir.
Atasözlerimize, mânilerimize, türkülerimize, şiirlerimize giren kahve fıkralarımızda da oldukça önemli yer tutar. Bunlardan bazıları:
Kahvecinin biri, ramazandan bir gün önce bir demlik çayı ocakta unutarak kahvehaneyi kapatmış. Bayramdan sonra gelip açmış. Bir müşteri acele çay isteyince ocağın üzerinde unuttuğu çayı ısıtarak getirmiş. Müşteri çayı içtikten sonra “Usta çayın iyiydi de biraz demi azdı.” demiş.
Erzurumlunun biri Bayburt’a gelir. ve bir kahveye oturur. Tam 29 bardak çay içer. Garson “Ağabeyi gine getürim mi” diye sorar. Erzurumlukalbini eliyle yoklar ve cevap verir: “Yoğ ağali otuz dedim mi çırpınti yapir.”[12] biçimindedir.
Masallarımızda kahve en güzel biçimiyle Kahveci Güzeli masalında işlenmiştir.[13]
Geleneksel Türk tiyatrosunda da kahvenin yeri yadsınamaz. Ramazan geceleri Karagöz oynatan kahveler olduğu gibi, meddahlara hikâye anlattıran kahveler bulunmakta idi.
Edebiyatımızı da bu denli etkileyen kahve, âşıklık gelenekleri gereği EBCED hesabına göre ‘Kahvehane mahalli eğlence’ dizesiyle İstanbul’da ilk kahvenin açıldığına dair tarih düşürülmüştür ki bu tarih Hicri:959, miladi1551 senesine tekabül eder.[14]
Kahve ile ilgili kavramlar, kişi ve kurum adları, terimleri ve yer adlarını bir araya getirsek bir sözlük hatta bazı önemli kavramlarla birlikte bir ansiklopedi bile oluşur.[15]
Geleneksel Türk kahvesi hazırlanışı, pişirilmesi, sunulması, araç ve gereçleriyle ayrı bir kültürdür. Osmanlı döneminde kahve içmenin de bir kültürü, adabı ve mahareti vardı. Bir şiirde bu gelenek:
Tutu kesin kenârından zerâfet birle höpürdet
Desinler kahve içmekde şu dayı amma mâhir hâ
biçiminde ustaca yansıtılmıştır.
Kahve kavurma esnasında kahve çekirdeği yeşilden siyaha doğru gider. Güzel kahve yapmanın ilk adımının, kaliteli kahveden geçtiğini unutmamak gerekir.
Türklerin kendilerine mahsus pişirme usulünden dolayı da ‘Türk kahvesi’ ismini almıştır. Bu usulde; daima taze kavrulmuş kahve kullanılmalı ve pişirmeden önce el değirmeninde pişireceğiniz miktara uygun çekilmelidir. Taze kahvenin köpüğü de kahve fincanında 1 mm kalınlığında, düzgün ve kremamsı yapıya yakın olacaktır.
Fincan başına 7 gr, “okkalı” istenirse 9-10 gr kahve kullanılmalıdır.
Oda sıcaklığında taze içme suyu kullanılmalıdır.
Isıyı homojen ileten bakır cezve veya çelik cezve kullanılmalıdır.
Kahve pişerken su sıcaklığı yükseldikçe kahve taneciklerindeki tadlar da suya karışmaktadır. Ancak bir yerden sonra sıcaklık kahvenin tadını acılaştıracağından kahveye temas eden suyun sıcaklığı belli bir dereceyi geçmemelidir. Bu derece de 88+-2 derecedir. Kahve fokur foku kaynatılmaz ve birden fazla cezve ateşten çekip tekrar ateşe sürülmez.
Kahve kabardığı anda içime hazırdır, kaynatarak acılaştırmaya hiç gerek yoktur.
Şeker katılmazsa sade, az şeker katılırsa az şekerli, normal şeker katılırsa orta kahve denir.
Kahvesini sade yaptırıp, şekerini yanına koyduranlar da var. Buna “yandan çarklı” denir. Sarhoş ayıltmak için özel olarak hazırlanmış acı kahveye de mırra adı verilir.
Manisa’da eskiden gelinlik kızlar, evlerine gelen görücülere cilveli kahve denilen bir çeşit kahve ikram ederlermiş. Bol köpüklü kahvenin üzerine öğütülmüş badem konurmuş. Bugün patentli koruma altına alınan cilveli kahvenin yaygınlaştırılmasına özen gösterilmektedir.
Türk kültür tarihinin en önemli üç âşıklar kahvesine sahip olan Zile’de kahve kültürü oldukça önemlidir. Zile’de Tomoğlu Kahvesi, Boğaz Kesen Kahvesi ve gençliğinde Âşık Talibî’nin çalıştırdığı Çardak Kahve edebiyatımızda önemli âşık kahveleri arasındadır. Bir mecmuadaki kayda göre, “Âşıklar deri (panayır) zamanı Zile’ye gelir, bir ay kalır, Çardak Kahve, Tomoğlu Kahvesi, Boğazkesen Kahvesinde çalıp, çağırı söylerlerdi.” ibaresi bu kahvelerin ve Zile’de kahve kültürünün belgelenmesi açısından göz ardı edilmemelidir..
Türk kültüründe âşık kahveleri, uzaktan gelen âşıkların günlerce kaldıkları, çevre âşıkları ile atışıp, söyleşip, ustalık sergileyip yarıştıkları, askı asıp muamma çözdükleri sazda ve sözde maharetlerini sergiledikleri mekânlardır. Kimi âşıklar uzak yerlere atları ile gittiklerinden konakladıkları âşıklar kahvesinde atı da barınmak zorunda idi. 50 yıl önceki Zile Boğazkesen Âşıklar Kahvesinin yapısına dikkat edilirse köşede iki katlı ahşap bir kahve bitişiğinde altı nalbant dükkânı olan han bulunmakta idi. Yani bir çeşit külliye benzeri bir yapı vardı. Rahmetli Davut Sulari ile Turhal’da Kul Semaî’nin evinde 1978’de yaptığımız sohbette 1960 öncesinde Anadolu’yu atı ile dolaştığı sırada Zile’ye geldiğini, Boğazkesen’de atını nallattığını, kahvede saz çalıp türkü söylediğini ifade etmiştir.
Kıraathane kültürü kahve kültürümüzle eş değildir. Kıraathane okuma evi demektir. Yeni yazının yaygınlaşması için kahvelere bir dönem kitap ve gazete alınması, okuma köşeleri ihdas edilmesi devletçe zorunlu hale getirilmiş, bazı kahveler de bu modaya uyarak kıraathane levhası asmışlardır. Amele kahvesine amele kıraathanesi diyemeyeceğimiz gibi, âşıklar kahvesine de âşıklar kıraathanesi diyemeyiz.
İnsanların bir araya gelip sohbet etmeye, anılarını yinelemeye, var olan dostluklarını perçinlemeye yarayan, gündelik hayatı doğrudan etkileyen eğlence tür ve mekânlarının başında kahvehaneler gelmektedir.
“Bir kahve, bir tütün, işte oldu keyifler büsbütün…” denen bu mekanların en ünlülerinin İstanbul’da; Pek çok Türk filmine ev sahipliği yapmış bir mekan olan ve ünlü aktör Erol Taş’ın 50 yıl işlettiği Cankurtaran’da Erol Taş Kahvesi, Haliç’e tepeden bakan Eyüp’te Pierre Loti, Beyoğlu’nda Türk kahvesi denince akla gelen ilk yerlerden biri olan Mandabatmaz, eski tahta sandalyeleriyle hala samimi ve nostaljik havasını koruyor Bebek Kahvehanesi, adını Yahya Kemal Beyatlı’nın koyduğu söylenen, Necip Fazıl Kısakürek, Behçet Necatigil ve Faruk Nafiz’in sürekli gittiği Emirgan’da Çınaraltı, kahve yanında servis ettiği Türk lokumu ile ünlü Kapalıçarşı’da Şark Kahvesi, daha çok Firuzağa adıyla bilinen Cihangir’de Asmalı Kahve olduğu bilinir.
Zile’nin de unutulmayan ünlü kahveleri vardır. Bunlardan üçü âşıklar kahvesi olarak Türkiye genelinde isim yapan Boğaz Kesen Kahvesi, Çardak Kahve ve Tomoğlu Kahvesi ‘dir. ikisi halk arasında sabahçı kahvesi olarak anılır. Bunlar: Şule Kahvesi ve Takaütün Kahve‘dir. (Şule kahvesi daha çok okur yazar takımının, emekli kesimin oturduğu kahve olması nedeniyle kıraathane hüviyetini en iyi temsil eden kahve olarak bilinir. Hatırladığım kadarıyla adı da bir dönem Şule Kıraathanesi olmuştur.), halkın unutmadığı, halâ anılarını yad ettiği Kara Çocuğun Kahve, Ağbabanın Kahve, Kömürcüoğlunun Kahve, Arabın Kahve, Şaveloğlu Necmi’nin Kahve, Karamemedin Kahve, Hami Ağa’nın Kahve, Selağzı Kahvesi, Tombulun Hasan’ın Kahve, Gödek Kemal’in Kahvesi, Ayrancı Kahvesi, Erzurum Çay Evi, Altın Demlik bunlardan hemen akla gelenlerdir. Bu kahvelerin duvarlarında ise çerçeveli tablolar ve itina ile yazılmış Keyfin veresiyesi olmaz biçiminde çarpıcı sözler asılı idi.
Eskiden kahvehaneler, edep ve erkân öğrenilen, haberleşilen yerlerdi. Kentler, eski kimliklerini inkâr ettiren bozuluşları yaşarken, önce çarşı dokularını yitirdiklerinden bu değişime paralel olarak havuzlu, peykeli, çardaklı, çay- kahve – nargile içilip sohbet edilen eski tarz kahveler yerini kısa bir süre kıraathanelere, sonra da kimileri kafelere, hokey salonlarına dönüşmüştür. Bazıları buna modernleşme dese de bizce yozlaşmadır.
Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi Zile kahvelerinde semaver yerine ‘dobaç‘ denilen bakır döğme kazanlarda su kaynatılır. En büyük boyu bir buçuk teneke su kapasitelidir. Çay ocağında üç demlik demlenir. birisi yemek çayı ki buna parmak ucuyla bir parça karbonat ilave edilir. Çay sert ve demli görünür. Bu bilhassa panayırlarda köylülere yemek çayı olarak verilir. Diğer iki demlikte normal çay demlenir ve bunlar özel fanuslar içinde dükkan müşterilerine gönderilir. Eskiden megafon sistemi olmadığı için kahveden uzakça dükkanlara uygun yerlerden ip çekilir, çay sipariş etmek isteyen arasta esnafı bu ipleri çekerek kahve kapısı önündeki çıngırağı çalarak, kapıya çıkan ve hooop!.. diye bağıran kahveciye ya parmakları ile ya da kollarını sallayarak çay siparişini verirdi. El hareketinin her biri bir çay demekti. Eğer biri açık olacaksa elini yere paralel olarak bir kere sallardı. Kahveci de tamam anlamında oldu!.. diye bağırırdı.
Bekir Aksoy’un aktardığı bilgilere göre Zile’deki kahvelerin kahve ihtiyacını da uzun yıllar Döğücü Aziz Emmi’nin dükkanı karşılamıştır. “Bu ismin verilmesinin nedeni Aziz Emmi’nin, yaklaşık bir metre boyunda taş dibeklerde sarı madenden yapılmış uzun bir havan eliyle kahvehanelere dibek kahvesi dövmesiydi. Dükkanın önünde kahve dolabı denilen, ateş yanan bir mangalın üstünde yatay olarak dönen, içine kahve konan, kapalı bir sobaya benzeyen bu alet içinde çevreyi mis kokusuyla etkileyen kızarmış kahveyi soğumadan taş dibeğin içine döker ve var gücüyle döğerdi. İnce bir elekten elenen bu nefis kahveyi bazı aileler sıcağı sıcağına alıp evlerine götürürlerdi.” Kahvenin pişirilmesinin bir ustalık gerektirmesi onun içilmesini daha da prestijli hale getirdiğinden “Bir acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” özdeyişi yaygılaşmış, genellikle kadınlar arasında da kahve falı kültürü gelişmiştir.
Zile’de kahvelerde çalışan ve çay-kahve servisi yapanlara ‘tabi’ ya da kahve tabisi denirdi. Tabiler aldıkları çay ya da kahve siparişlerini, genellikle kahvenin köşesinde olan ve
fincanların duvarında asılı olduğu oyma tezyinatlı tahtadan yapılmış ocaktaki çaycıya, kendilerine özgü, klişeleşmiş ifadelerle yüksek sesle:
– Sade bir yap!.. (şekersiz kahve- sade kahve)
-elli bir yap!.. (Tek şekerli kahve- orta kahve)
-Elli iki yap!.. (İki şekerli kahve- şekerli kahve)
-yap bir orta!..
– Çay bir, demli olsun!…
gibi name ve üslupla duyururlardı.
Genelde dükkanlar içtikleri çayın bedelini hemen ödemezler, dükkan kapısı üzerindeki bir pervaza veya uygun bir yere tebeşirle çizik çizilip çetele tutulurdu. Akşam olunca tabiler dükkanları dolaşıp çiziklerin hesabını yaparlar ve paralarını tahsil ederlerdi. Tüp gazların yaygın olmadığı dönemlerde kahvehanelerde çay, kahve odun ateşinde yapılırdı.
Geleneksel muhabbet ortamımız kahvehaneler, bir çoğumuz için günün yorgunluğunun atıldığı, dostlarla çeşitli meselelerin konuşulduğu, milli içeceğimiz çayın ve kahvenin keyfine varıldığı mekânlardır. Bu mekânlarda içilen Türk kahvesinin diğer kahvelerden farkı en eski kahve pişirme tekniğine sahip olması diyebiliriz. Telvesi kendiliğinden dibine çöktüğü için filtre kahvede yapılan süzme işlemine gerek kalmaz. Ayrıca Türk kahvesinin köpüğü olmazsa olmazdır ki bu köpük onun kolay soğumasını da engeller. Böylece keyifle, yavaş yavaş içilebilir.
Kahvehanedeki sigara tiryakisi müşteriler genelde kaçak tütün sararak içerlerdi. Sarılan paşa pantolonu sigaraları yakmak için tabinin ocaktan maşa ile getirdiği köz kullanılırdı.
Kaçak tütün yasak olduğu için ara sıra kolcular kahvelere baskın yapar, kaçak tütün kullananları yakalamak isterlerdi ama tabakalar hemen saklandığından pek bulamazlar, kahvecinin ikram ettiği çayı içip giderlerdi.
Eskiden Anadolu şehirlerinde “Gramofonlu Kahvehane”ler bulunurdu. Buralarda yeni çıkmış ya da eski taş plaklar çalınırdı. Bu kahvehaneler, yöre sanatçılarını özendirir, onların “canlı” icralarının da yeri yurdu olur, hatta plak doldurmalarına vesile olurdu.
Zile’deki eski kahvelerde de, örneğin Şaveloğun Necmi’nin kahvesinde kahve dışına koydukları hoparlörden zamanın taş plaklarındaki o dönemin şöhretli sanatçılarının şarkıları, türküleri dinletilirdi. Zile’de radyo haberine acans (ajans) denir ve her evde radyo olmadığından ajans zamanı kahvehanenin önüne konulan küçük masa ve sandalyelere oturan insanlar pür dikkat dinlerler ve bitince de dinledikleri haberlere kendilerince yorumlar yaparlar, tartışırlardı.
Kahvehaneler günümüzde geleneksel yapı ve işlevini önemli ölçüde yitirmiş olsa da, hâlâ toplum hayatımızın önemli bir unsurudur.
KAYNAK VE DİPNOTLAR
[1] Deniz Gürsoy, Sohbetin Bahanesi Kahve, Oğlak Yay. İst. 2005, s.59
[2] D. Şahin, Kahve çekirdeğinde devr-i âlem, Yalıkavak, Nisan 2007
[3] Deniz Gürsoy, Sohbetin Bahanesi Kahve, İst. 2005, s. 31
[4] Deniz Gürsoy, a.g.e. s. 16
[5] Deniz Gürsoy, a.g.e. s. 29
[6] Cem Sökmen, Aydınların İletişim Ortamı Olarak Eski İstanbul Kahvehaneleri, İst. 2011, s.53
[7] Salâh Birsel, Kahveler Kitabı, İst. 2002, s. 17
[8] Dilaver Düzgün, Erzurum’da Kahvehaneler ve Âşık Kahvehanesi Geleneği, Ank. 2005, s.57
[9] Helene Desmet, Doğu’da Kahve ve Kahvehaneler, İst. 1999, s.34
[10] M. D’Ohson (Çev. Zerhan Yüksel), 18. Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler, Tercüman, 1001 Temel, İstanbul, (tarihsiz), s. 56-57
[11] Kemalettin Kuzucu-M. Sabri Koz, Türk Kahvesi, İstanbul, 2015, s. 323
[12] Dilaver Düzgün, Erzurum’da Kahvehaneler ve Âşık Kahvehanesi Geleneği, Ank. 2005, s. 140-141
[13] Kemalettin Kuzucu-M. Sabri Koz, Türk Kahvesi, İstanbul, 2015, s. 215-230
[14] M. Şakir Ülkütaşır, Kahve Hakkında, Halk Bilgisi Haberleri, İstanbul, Birincikânun 1940, S.111, s.61-66
[15] Kemalettin Kuzucu-M. Sabri Koz, a.g.e., s.304