7 Ekim 2019, nihayet Göbeklitepe’deyim. Buraya, Klaus Luckert’in Göbeklitepe’sini okuyarak geldim. Bilgisunarda (internet) da epeyce gezindim, özellikle görsel taraya taraya. Bir gün önce de Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi’nin Göbeklitepe, Nevali Çori bölümlerini gezmiştim. Yol arkadaşım Neşe Çaylı ile söyleşe söyleşe. Urfa Adam’la da göz göze!…
Dönüşte Göktuğ Halis’ten iki kitap daha okudum. Bilgisunardan Jens Notroff’la yapılan söyleşiyi ve Çiğdem Köksal Smiht ile Şehmuz Çakırtaş’ın notlarını… Klaus Smith’le ilgili nice anıyı…
Keşke bize rehberlik yapanlar da böyle bir çabayı, birazcık gösterseler. Gösterseler de bir “taş devri kalıtı”nı anlatmakta olduklarının bilincinde olsalar azıcık! Şamatanın ortasında, “bilim”i bir yerlerde unutmasalar!
Göbeklitepe, 2018’de Unesco’nun Kalıcı Kültür Mirası listesine alındı. Bu yıl da Göbeklitepe yılı. Savsöz de çok güzel: Tarihin Sıfır Noktası. Savsözlerin, bir yeri markalaştırma ve ilgiyi oraya çekmedeki işlevi tartışılamaz. Ancak her reklam öğesi gibi aldatıcı, gelip geçicidir. Ne zaman mı eskir, yenisi ortaya çıkınca. Geçmişe yolculuğumuzda, önümüze yeni bir Göbeklitepe’nin çıkmayacağını kim söyleyebilir? Yoksa insanlığın o uzun yolculuğunu yadsımış oluruz. Hem yeni Adem’lere de gerek yok artık!…
Göbeklitepe’ye, sadece 2019’da 412.378 kişinin yolu düşmüş. Turizm, Türkiye’nin petrolü, doğalgazı, her şeyi… Bulduğumuz kuyuları erkenden betonlamazsak elbette!
Gözlemim o ki, gelenlerin düşleri ve beklentileri çok büyük. Görkemli bir tapınak görme düşüyle gelenler çoğunlukta. Oysa karşılarına çıkan, bir Taş Devri kalıtı. Piramitlerden 7 bin, Sümerlerden 5 bin yıl öncesi. Çoğu insan bunun farkında değil. Bu düş kırıklığını onarmak gerekiyor; bu da rehberlerin işi.
Rehberler, bir yol yordam bulmak zorundalar. Elbette gerçekle masalı karıştırmadan. Ne var ki yapılan, tam tersi. Hz. Adem’den de söz ediyorlar Hz. Yusuf’tan da. Adem’i buraya indiriyorlar, “kayıp kıta”nın izlerini, burada aramaya / aratmaya kalkıyorlar. Hatta uzaylılarla buluşturuyorlar… Kronoloji, yolunu izini çoktan kaybetmiş. Göbeklitepe’yi böyle bir “Ahmet”le gezmek, benim için gerçekten işkenceydi. Fred Çakmaktaş, sanırım, ondan daha iyisini yapar, daha doğru bilgi verirdi!
Göbeklitepe’ye etnik / ırksal aidiyet gözüyle de bakılamaz. Madem ilktir, ilk olan başkalarıyla kıyaslanmaz. Mitolojinin simgeleriyle açıklanamaz. Mitoloji belki ona kafa yorabilir. Tahminin sınırlarını zorlamamak gerekir.
Evet, bu iş, yani rehberlik herkesin yapacağı bir iş midir? Böyle yerlerde, iyi yetiştirilmiş üç beş arkeolog, görevlendirilemez mi? Arkeoloji ve sanat tarihi mezunu olmayanlara, hele iki yıllık meslek yüksekokulu mezunlarına, bu rehberlik belgelerini, kimler, hangi akla hizmet olarak vermektedir? Böyle alanlardaki hizmeti, özelleştirmekle işi, daha da mı yozlaştırmaktayız yoksa?
Bu toprakların ağası Mahmut Yıldız da mülk sahibi olarak orada. Gelenle gidenle fotoğraf çektirmenin tadını çıkarıyor.
Gerçi bizim arkeoloji eğitimimiz de pir ü pak değil. Epeyce sorunlu. Bugünkü arkeoloji eğitimi, bir iki ayrıklık dışında, Batı’nın ideolojik dünyasına, o dünyanın eğitim programlarına göre biçimlenmiş durumda. 18. Yüzyıldan beri, kendine tarihsel taban / soylu ata arayan Batı’nın bakış açısına göre.
Işığın Doğu’dan yükseldiğini, uygarlığın Anadolu’da doğduğunu gören, ne yazık ki çok az. Batılıya göre arkeoloji, bir kan davasıdır. Kimsenin, Anadolu’da yaşayanlara bir şey bırakmaya hiç niyeti yoktur. Onlara göre İyonya da Karya da Lidya da Helen’dir. Efes, Milet, Afrodisyas da… Hatta Homer, Tales, Heredot da… Oysa Helenler de Romalılar da bu coğrafyanın gelip geçenleri, konup göçenleridir. Onlara göre Halikarnas Balıkçısı, Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat bir fantezinin peşindedirler. Fahri Işık da…
Biz dönelim Göbeklitepe’ye. Göbeklitepe, Bereketli Hilal’in kuzey sınırında bir yerde. Av coğrafyasıyla tarım coğrafyasının sınırında. Bereketli Hilal adı, arkeolog James Henry Breasted’den hatıra. İlk neolitik yerleşmeler, ırmak boyları ya da düz ovalar değil; yabani hayvan zenginliği olan bölgelerdir. Kutsal dinlerin doğduğu yerler değil, Kuzey Mezopotamya’yla Anadolu’dur. Yani Göbeklitepe, Nevali Çori, Çayönü, Çatalhöyük, Aşıklı’dır…
Burada Robert John Braidwood’la Halet Çambel’in ayak izleri de var (1963). Peter Benedict’in de (1964)… Halet Çambel bir destandır kuşkusuz. Dahası ilk buluntular, köylüler tarafından Şanlıurfa Müzesi’ne teslim edilmiştir zaten.
Göbeklitepe, Klaus Smiht’le anılır. Göbeklitepe’yi kazıp dünyaya tanıtan adamdır o. 19 yıllık bir emek (1995-2014). Smith, şanslıdır; çünkü bu coğrafyayı çok iyi tanımaktadır. Göbeklitepe’den önce Norşun Tepe, Lidar, Nevali Çori kazılarına katılmıştır, deneyimlidir. Bu ülkeye adanmış, 1978’den 2014’e 36 yıllık bir emek! Şimdilerde Bilimsel Danışma Kurulu’nu, Prof. Dr. Mehmet Özdoğan (İstanbul Üniversitesi), Doç. Dr. Necmi Karul (İstanbul Üniversitesi), Prof. Dr. Gülriz Kozbe’nin (Batman Üniversitesi) oluşturduğu bir ekip, çalışmalarını sürdürüyor.
Halk arasında Giré Mizara, Dilek Tepesi olarak da bilinen Göbeklitepe, bu yöredeki tepeler zincirinin en yükseğidir. Dilek Tepesi adını önemsiyorum, çünkü coğrafyanın belleği, tarihin belleğinden zengindir. Unutkan olan tarihtir, halk değil! Eros’la Psike’in buluşup mutlu oldukları yere de Dilek Yarımadası der halkımız.
Anaerkil kültürde böyle tepeler, kadın göbeğini simgeler. Doğurganlığı ve bereketi… Aklına o tatlıdan başka bir şey gelmeyenlere, elbette bir sözüm yok! Evet, her zaman doğanın ta kendisidir ana tanrıçalar. Gaya’yı anımsayın, “toprak ana”yı… O halde seçilen yer de kadın bedenine benzemelidir; bereket simgesi kadın göbeğine…
Klaus Luckert, bu olgunun, bu tür yapılara yer seçiminde, belirleyici olduğunu vurgular. Ama burada, anaerkil kültürün izlerine pek rastlanmıyoruz. Belki de avcı-toplayıcılıktan evcileştirmeye geçişin ilk dönemleri olduğu için. Çanaksız-çömleksiz neolitik dönem. Sonradan eklenen bir kadın grafitisi dışında, insan ya da hayvan, bütün figürler erkek. Avcı-toplayıcılar erkeklerdir, evcilleştirenlerse kadınlar. Belki fazla ironik bulacaksınız; kadınlar, hırlayan köpekleri, inatçı keçileri, nankör kedileri, öküzlüğe teşne sığırları evcilleştirdiler de binlerce yıllık emeğe karşın, bir tek biz erkekleri evcilleştiremediler.
Bir tapınak mıdır burası? Belki tapınak değil de salt bir toplanma yeri. Gömme ritüelinin gerçekleştiği bir yer. “Ölüler kültü, kafatası kültü, av kültü, ana tanrıçaya tapınım kültü…” Tapınaklara çıkan yolculukta, bir ilk adım belki.
Çakmaktaşı, taş aletlerin en çok işe yarayanı kuşkusuz. Kireçtaşı da işlenmeye en elverişli olanı. Ortaya çıkarılan birçok çakmaktaşı alet, burada büyük ölçekli bir taş alet yapımı faaliyeti olduğunu gösteriyor. Coğrafyanın yapısı da buna uygun. Göbeklitepe, boşuna burada değil.
Dairesel yapıların içi doldurulup üstüne bir yenisi yapılmış. Troya gibi birkaç kat. Klasus Smith’in, Şehmuz Çakırtaş’a söylediği o: “Bastığın yerlere dikkat et! Her katman bir devri ifade eder.” uyarısı, bu olguya dikkati çekmek içindir kuşkusuz.
Göbeklitepe’de, tipik evsel (domestik) faaliyetlere ilişkin ya da tarih öncesi tarım ve hayvancılığa dair, hiçbir iz bulunmadı şimdilik. Bulunan tüm bitki ve hayvan kalıntıları da yabani türlere ait. Hepsi avlanan / avlamış (evcilleştirilmemiş) türlere ait. Çok sayıda hayvan kemiği, burada büyük şenliklerin düzenlendiğini gösteriyor. Oylumu 160 litreye bulan taş kaplarda yapılan kalıntı analizleri bir şeyi daha kanıtlıyor; alkollü içkilerin tüketildiğine. Biranın ve şarabın tarihi de belki yeniden yazılacak.
Burada o günün doğasına ait her şey var da bir şey yok. Devler periler, canavarlar, melez hayvanlar… Hepsi yaşamdan / yaşanana ait. Bazı simgeler var kuşkusuz. O gün de simge miydi acaba? Bunlar, şamanlıkla ne denli ilişkilendirilebilir bilemem. Ancak henüz tanrılar / tanrıçalar da yok. Gelişmiş mitolojilere, göksel tanrılara / tanrıçalara daha çok zaman var.
Gelin, o günden kalan, bugün bize simge olarak görünen neler var bir bakalım.
Avcı-toplayıcı kültürün insanları için, yeryüzü ve gökyüzü bilgisi, her şeyden önemlidir. Avının izini sürebilmeli, gittiği yerden dönebilmeli, kendini korumanın yollarını bulabilmelidir. Simgeleri, böyle bir yaşamın koşullarına göre algılamak, bir bütünlük içinde değerlendirmek gerekir. Simgelerden öte, önce yaşamın ta kendisi olarak algılamalı. Av, hayatın bir parçasıdır. Şamanist izleri, mitolojik ve dinsel öğelerden önce düşünmeli.
Kuşkusuz önce “ölüm-dirilme, verimlilik” kültü ve tapınımı söz konusu olunca o da bizi, önce “kurban” ritüeliyle buluşturuyor. İnsan ve hayvan kurbanıyla… Sonraki kültürlerin ve mitolojinin ilk örnekleriyle / akretipleriyle.
Avcı-toplayıcı toplumlarda kafatası, güç bağışlayan nesnedir. Burada bulunan o delik açılmış kafatasılar, kurban sonrası kutsanması için bir yere asılmış olmalı. Ölenin kafatasından yarar beklenir Bu nedenle kafatası, kutsal bir emanet gibi taşınır. Kafatası kültüne ait hediye taşıyıcı insan heykeli, işte bu nedenle önemlidir. Kurban ritüelinin, dinlerin ortak bileşeni haline gelmesi ise, çok daha sonraya ait bir olgudur.
“T” stilize bir insan formu. Koparılmış kafayla, haçın ilk biçimi. TAV haçı. Ölüm ve diriliş simgesi. Eski Türklerde sağlıklı olmanın, dayanıklılığın simgesi. Bu “T”leri, eski Türklerle ilişkilendirmek elbette zor. Ama şunu söyleyebiliriz: “İnsanlık bir bütündür önce.”
Göbeklitepe’nin “T”lerinde, yüzler, merkezi alana dönük. Kimi dikili taşlarda önde birleştirilmiş eller var. Ölenden / kurbandan, simgesel ata, üstün insan yaratma. Kurucu ilk atanın, özverili kurtarıcının, kahramanın simgesi. Bir kültün başka bir külte evrilimi. Sonra tanrı ile özdeşleştirme. Dairenin çevresinde fırdolayı daha küçükleri var. Ve töreni izleyenlerin oturma yerleri… Dikili taşlar, tarih boyunca ölüm tapınımına / ritüeline aittir. Balbaldan mezar taşına. Yeniden dirilişin simgeleridir. Sonraki dönemlerde fallusla ilişkilendirilmeleri de dirilişle ilgilidir. Dünün o dikili anıt taşları, bugünün mezar taşları… Zigguratlar, pagodalar, çan kuleleri, minarelerin öncülleri… Hepsi bir kutsallık eğretilemesi / metaforu değil mi? Peki, bu saptamalar kesin mi? Yeni açılacak höyüklere bakmak gerekir. Karahantepe, Harbetsuvan, Sehertepe, Boncuklutarla’ya… Kim bilir daha kaç Göbeklitepe’yle buluşacağız.
Evet, her şey bir yana, yaşam mühendisliğidir “T” cetveli.
“H” (dik ya da döndürülmüş): Sırt sırta gelmiş iki hilal. Ay bütün Asya, Ön Asya kültürünün simgesi. Bayrakta, minarenin aleminde… Oğuz Kağan’ın doğuşunu anımsayalım. Dünyayı ay boynuzlu bir öküz taşımıyor muydu? Bir başka sava göre “H” Kuzey yıldızını simgeler ya da Kuğu Takımyıldızının en parlağı Deneb’i. Gök Tanrı’nın makamını. Göbeklitepe’nin yönü kuzeyedir zaten. Bir başka sava göre ortadaki iki dikili taşı simgeler sadece.
Ortası delik daire: “Güneş” olmalı. Gökyüzünün merkezi, yaşamın bütünlüğü, aydınlanma… Ortadaki delik, bir ruh deliği, bir kapı; öte dünyaya geçiş, yeniden doğum… Belki de ortadaki mekânı…
Avcı-toplayıcı kültürün insanları için hayvanlar elbette çok önemli. Bir kısmı zamanla simgeleşen bu hayvanların hepsi, iz sürmeyi bilen, kendine benzerleriyle aynı işlevlere sahip olanların en güçlüleri kuşkusuz. O halde Göbeklitepe, bir güç ve verimlilik anıtı.
Ve koç, köpek, yaban eşeği, tavşan, akrep, örümcek: Yaşamın içinden öylesine çıkıp gelenler olmalı. Her şeyin bir simge olması da düşünülmemeli. Simgeye dönüşen şeylerin sonraki kültürlerde karşımıza bir biçimde çıkması gerekir. Gerçi “koç” artık karşımıza çıkan en makbul kurbandır.
Evet, her dikili taşta birçok simgeyle karşılaşıyoruz. En zengini 43 numaralı taş olmalı.
Burada, yalnızca T’ler, bu T’ler üzerine çizilmiş şekiller yok; taş tabaklar da var; hediye taşıyıcı ve domuz heykeli de…
Bir süsleme öğesi olan bukranion / girlandlarla da karşılaşıyoruz. Bu durum, insanlığın uzun tarihindeki bütünün parçalarından biriyle buluşmak olarak algılamalı kanımca. Göbek altında elleri buluşturup bağlamak da…
Özetle Göbeklitepe, o çağ için doğanın tüm kutsallarının bir araya getirildiği bir mekân. İyi kötü bir gök bilgisi var. Geometri var; kim öğretmişti onlara, daireyi, eşkenar dörtgeni, T cetvelini? Evet, doğanın ve toprağın sunduğu bütün olanaklar bir arada. Yalnızca ölüler kültüyle değil, hayvan ve taş bilgisi, atalar tapınımının izleriyle bir aradayız. Ölümün bir son olmadığı, yalnızca Göbeklitepe’nin değil, bütün dinlerin dayanağı. Bu devasa taşlar ister istemez hepimizi bir kez daha düşündürüyor. Hangi araçlarla oluşturuldu böyle bir mekân. Salt çakmaktaşıyla, yontulmuş taşlarla böyle bir yapıyı ortaya çıkarmak olası mı? Nasıl bir emek, ne soluklu sabır? Mitolojinin ve dinler tarihinin yeni bir sözü yok mu? Göbeklitepe, bu sorularla insanlık tarihine açılan yeni bir sayfadır kuşkusuz.
* Berfin Bahar, 268. Sayı, Haziran 2020