İncirgediği… Doğup büyüdüğüm köyüm…
bağrına basan, yokluklarıyla hamur gibi yoğuran, hasretiyle kasıp kavuran gönlümün başkenti.
Bugün seni anlatacağım bilmeyenlere. Geceni, gündüzünü, kurdunu kuşunu dile getireceğim.
İncirgediği Mersin ilinin Tarsus ilçesinin bir köyüdür. Daha önce, 1993 yılına kadar Adana ilinin Karaisalı ilçesine bağlı bir köydü. Çukurova´nın bittiği, engebeli arazinin başladığı, çevreye göre yüksek sayılabilecek bir yere kurulmuştur. Köyün çevresi maki dediğimiz fundalıklarla kaplı olmasına rağmen, yer yer çamlık olan kesimlere de rastlanır. Engebeli arazinin bitiği yerde Toros Dağları başlar. O çevrede Toros Dağlarının Güney kesimi genellikle böyledir.
İncirgediği Adana´ya yaklaşık 50km., tren yoluna 3, otoyola ise 7km.´dir. Adana/ Ankara tren yoluyla Adana-Ankara otoyolu arasındadır. Çevrenin kültür merkezidir. Okuma yazma oranının en yüksek olduğu köylerden biridir. Okul 1928 yılında yatılı bölge okulu olarak hizmete girmiş. İki hizmet binasıyla eğitim öğretime başlamış. Binanın biri çevre köylerden gelen öğrencilere pansiyon olarak hizmet vermiş, diğeri eğitim öğretim binası olarak kullanılmış. O civarda cumhuriyetin ilk yeni yazı ile eğitim/öğretim yapan okulu olarak tarihe geçmiştir. İncirgediği İlkokulu´ndan sonra Durak, sonra da Bozcalar Köyü İlkokulu yapılmış. Bu köylere okul yapılmadan önce tüm öğrenciler bizim köyde eğitim öğretim görmüşler. Onun için İncirgediği çevrenin en çok okuryazar yetiştiren köyü olarak kayıtlara geçmiştir. Benim İndirgediği´nde okuduğum dönemde (1950´li yıllar) hâlâ Kumdere, Cırbıklar, Kıllıcami ve Aladağlı köylerinde okul yoktu. O köylerden bizim okula öğrenci gelirdi. Kumdere´den, Aladağlı köyünden aynı sınıfta okuduğum okul arkadaşlarım daha dün gibi aklımda.
İncirgediği, kervanla ulaşımın yapıldığı dönemde kervancıların “İncirli Bel”, “İncirli Gedik” olarak tabir ettikleri bir konaklama yeriymiş. İncirgediği adının da bu konaklama yerinden geldiği sanılır. Şimdi hâlâ konaklama gediğinde, belinde, incir ağaçları mevcuttur. İncirgediği´nin bir de Kaşobası mezrası vardır. İncirgediği Kaşobası´ndan büyüktür. Onun için köy merkezi İncirgediği olarak bilinir. İki köyün arası takriben 1km´dir. Köy merkezi İncirgediği olduğu için okul şimdiye kadar hep orada olmuş. Cami de ilk defa İncirgediği´ne yapılmış. Kaşobası´ndaki cami köylülerin gayretiyle sonradan yapılmıştır. İki köy birbirine çok yakın olduğundan muhtarlık hiçbir zaman ayrı düşünülmemiştir.
İncirgediği Kaşobası´na göre biraz daha çukurda kalmış bir yerleşime sahiptir. Her iki köyün de önü engebelidir. Kaşobası daha havadar ve önü açıktır. Hele de Akkaş Tepesi´ne çıkınca, öten keklik ve turaç seslerini, azgan çalılarının, murt çalılarının çiçeklerinin nefis kokularını duymamak mümkün değildir. İlkbaharda azgan çalıları açtığında Akkaş Tepesi´nin sırtları sap sarı olur. O zaman bal almak için mücadele eden arıların vızıltıları insanın içini açar. İyi bir çalışma örneği gösterir. Hele de ilkbaharda, sıra sıra dikilmiş üzüm bağlarının çubukları, yeşile bir yeşil daha katarak baharı doyasıya, ölesiye yaşatır insana. Bu güzellikler arasında bir yere sekilenip, karşı yoldan geçen çobanların eli kulağa atarak bir türkü tutturması, keçi çanlarının sesiyle karışarak ayrı bir ezgi meydana getirir. Çobanların türküsüyle çanların meydana getirdiği burcu burcu Anadolu kokan sesler yol ilerledikçe yavaş yavaş kaybolur. Her akşamüstü Akkaş Tepesi´nden bu ezgiyi dinlemek, görünümü seyretmek mümkündür. Aynı görünüm sabahları da olur, ama daha çok müziksizdir. Kaşobası´nın tam karşısındaki İncirgediği´ne giden yol çok güzeldir. O mevkie Akıbat´ın bağı denir. Yolun arkası da Kırkyaşarlı´dır. Yol köyün yamacında olduğu için oradan geçerken türkü söylemeyenin söyleyesi gelir. Türküyü söylemeli ki yavuklusu duymalı, gönlünde yatırdığı aslan duymalı. Kısaca herkes duymalı. Ben de ne zaman oradan geçsem hemen türkü söylemek gelir aklıma. Şimdi ne zaman yanık bir türkü duysam duygulanır, o karşıdaki yolu hatırlarım.
Değişik Verme de İncirgediği´nde önemli bir gelenektir. Bu gelenekle iyi bir dayanışma örneği sergilenir. Geleneğin temelinde:”Bir elin nesi var, iki elin sesi var”, “Birlikten kuvvet doğar” özdeyişlerinin özellikleri gizlidir. Karaisalı ve Tarsus´un Karaisalı ilçe sınırındaki köylerinde yakın zamana kadar bilinir ve de uygulanırdı. Ama köyden şehre göç üreticiyi tüketici yaptı. Köyler boşaldı. Herkes tüketici oldu. Onun için de ne değişik, ne de değişik verme kaldı. “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” o güzelim geleneği de yok etti. Böylece önemli bir dayanışma örneği de tarihe karıştı. Artık uygulanmıyor. Gelenek tükendi. Ama ne olursa olsun, tükense de tükenmese de biz geleneğin nasıl uygulandığına bakalım.
Geleneğin uygulanması ve ölçüleri:
Akşamdan sağılan sütler kaplara konulur. Kaplar ekseriyetle kovaya benzeyen bir su kabı olan halkalardır. Hava sıcak ise ağzı bir bezle bağlanarak evin sofasına müsait bir yere, ya da daha önce bu iş için yapılmış kancalara takılır. Dışarıya asılması buzdolabı olmadığı için serinlikten istifade edip sütün bozulmasını engellemektir. Sabah sağılan süt akşamkiyle birleştirilerek köyün bütün sütleri değişik evinde toplanır. Değişikçilerin kendilerine has süt ölçüleri vardır.
1- Bir helke. (Helke kovanın bir başka şeklidir. Bir helke, helkenin dolusu.)
2- Bir helke–Bir saplı. (Saplı kepçeye benzer, kepçe gibi uzun saplı bir kap.)
3- Bir helke–Bir inek tası (İnek tası bildiğimiz tasların daha büyük olanı.)
4- Bir helke–Bir çivili. (Çivili: Helkenin sapının tutturulduğu birinci perçine kadar olan helke dolusu.)
5- Bir helke–İki çivili. (Sapın tutturulduğu ikinci perçine kadar olan helke dolusu.)
6- Bir helke–Bir hareni. (Hareni kazanın küçüğü olan ve kazana benzeyen bir kap.
7- Bir helke–Bir kertik. (Süt helkelerinin üst kısmına yakın yerlerinde orijinal dışa oval çıkıntılar vardır. İşte helkenin birinci çıkıntısı birinci kertik olarak değerlendirilir.)
8- Bir helke–İki kertik. (Helkelerin üst kısmındaki dışa oval ikinci çıkıntıya kadar olan helke dolusu.)
Bu ölçekler kullanılarak değişik evine gelen sütler ölçülür. Anlattığımız ölçülerle ölçülemeyen sütler özel yapılmış kirmen sapına benzeyen ucu iple bağlı bir ağaç çubukla ölçülür. Bu ağaç çubuğun cetvele benzeyen taksimatları vardır. Taksimatlar takribi bir veya iki santim aralıklarla yapılmıştır. (Bir nevi iptidai cetveldir.) Herkes sütünü ölçtükten sonra miktarını hiç yazmaz. Aklında tutar. Değişiği alan kişide miktarını yazmaz. Fakat kimden ne kadar süt aldığını, kime ne kadar borçlandığını bilir. Yazmama yüzünden de herhangi bir karışıklık çıkmaz. (Bu da birbirine en büyük itimat örneğidir.)
Yukarıda tanıtmaya çalıştığımız ölçeklerle değişik evine gelen sütler ölçüldükten sonra bir kazanda toplanır. (Süt verme işi sabahleyin kadınların en önce yaptığı işlerdendir.) Değişik evi kaç gün süt alacaksa, o güne kadar değişik alma işi devam eder. Değişik alan kişi diğerlerine borçlanır. Borçlanma ineklerin sayısıyla, süt verişiyle ilgilidir. Aldığı sütleri kaç günde ödeyeceğini hesap eden değişik sahibi, hesap ettiği güne kadar almaya devam eder. Sonra değişik alma bir başka eve geçer. Böylece ortaklaşa iş yapma devam eder gider.
Milli mücadelede birkaç kez yıkılan sonunda demir olarak inşa edilen yörede Demir Köprü olarak bilinen Yaramış Köprüsü.
Görülüyor ki, değişik verme geleneğinde amaç; “Damlaya damlaya göl olur” ilkesini doğrulayarak, toplanan sütleri daha iyi değerlendirip, ortak dayanışmayı sağlamaktır. Gerçekten az süt işe yaramayabilir. Ama süt çok olursa, ham maddesi süt olan bütün ürünler elde edilir.
Değişik verme anı kadınların çok hoşlarına giden bir zamandır. Sütler ölçülürken değişik vermeye gelen kadınlar, o kadar güzel birbirleriyle sohbet ederler ki değme gitsin. Hiç akıllarına gelmeyen meseleler değişik verirken gelir. O meseleyi ballandıra ballandıra anlatmalarına doyum olmaz. Bütün dedikodular orada yapılır. Değişik evine gelen her kadının ilk sözü “Bereketli olsundur”. Sonra hal-hatır edilir. Bizim Kaşobası´nda Daşlı lakabıyla bilinen bir kadın vardı. Çok oldu öleli. Allah rahmet eylesin. Daşlı Abla´nın oğlu Selahattin askere gider. Askerliğini yaparken izine gelir. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Selahattin: “Ana bir domates salatası yap da yiyeyim” der. Daşlı Abla domatesin ne olduğunu bilmediği için Selahattin´in isteğini yerine getiremez. Oğluna sorar:
–Domates ne ola ki.
Selahattin cevap verir:
–Banadura ana banadura…
Daşlı Abla ne bilsin banaduranın domates olduğunu. Ama bilvesile öğrenmiş olur. Ertesi sabah değişik vermeye giden Daşlı Abla değişik verme esnasında: “Gız anam hiç sormayın” diye başlar lafı. “Ne oldu” diyenler olur. Daşlı Abla, “Hııı ne olacak! Bizim Selahattin askerde bir incelmiş, bir incelmiş, gız anam banaduraya domates diyor” demiş. Bunu değişik vermeye giden anam da bize anlatmıştı. Şimdi bu hatırayı anlatır anlatır güleriz. Ve bir değişik alıp verme safhası, Daşlı Ablanın yürüyüşü geçer gözlerimin önünden. Ruhu şad olsun Daşlı Ablanın.
Değişik vermede, yaz ayları da ayrı bir renktir İncirgediği´nde. Yazın evin önüne özel yapılmış tahtlarda yatılır. Anadolu´nun çardak dediğine bizimkiler taht der. Tahtı olmayanlar damlarda yatar. Yataklar akşam açılır sabah toplanır. Akşam yatağa uzandığınızda yıldızlarla baş başa. Tertemiz hava ve billur gibi bir gökyüzü. Sonsuz bir boşluk. Cennet, cehennem, Âdem ile Havva… Kâinat… Bu kadar yıldız ve sonsuzluk, sonra tüm bunların yaratıcısı… İçiniz ürperir. Nerden geldim nereye gideceğim sorusuna cevap arar insanoğlu. Ne muhteşem bir düzen, müthiş bir intizam, kısaca hal ve gidiş pekiyi.
Bu düşünceler içindeyken ya yıldız kaymaları ya da conk kuşunun ötüşü bozar gökyüzünün sessizliğini. Nasıl bir kuş olduğunu bilmem conk kuşunun ama sesini nerede duysam tanırım. Hep geceleri öter. ”Conk conk” diye öttüğü için conk kuşu denilmiştir. Belki kuşun esas adı da bu değildir. En önemli özelliği belli aralıklarla ötmesidir. On veya on beş saniye aralıklara ötüyorsa tüm ötüşleri aynı saniyelerde olur. Ötüşü guguklu saati andırır. Belki de guguklu saatin sesi bu kuşun ötüşünü taklitten doğmuştur. Kim bilir. Conk kuşunun ötüşü ta uzaklardan duyulur.
Ne yer ne içer kimse bilmez. Geç saatlere kadar öter. Kurulu saat gibidir. Yatarken kaç saniyede öttüğünü tespit edersin. İlk ötüşünden başlarsın saymaya… 1–2–3–4. 10´a gelince conk diye öter. Ötmeye nasıl başlamışsa öyle devam eder. Ötüşü ninni gibi gelir insana. Yüzü sayıncaya kadar 10 kez öter. Conk kuşunun ötüşünü sayarak uyuduğum gecelerim dün gibi hatırımda.
Sonbaharın da ayrı bir güzelliği vardır Kaşobası´nda. Öten keklik seslerini susturmak için sık sık köyün karşı yamaçlarında avcıların kendisini görmek, uzaktan gelen tüfek seslerini duymak mümkündür. Yaprağını döken ağaçlar bahara küsmüş, dökmeyen çamlar ve makiler ise hâlâ yemyeşil dipdiridir. Makilerin yeşillikleri pek ilkbaharı aratmaz. Her zaman yeşili görme arzusunu tatmin eder.
Kuzgunluk Kaşobası´nın en yüksek tepesidir. Durak İstasyonu´nun karşısında, Yaramış Tren Köprüsü´nün üst başındadır. Yeri yüksek olduğu için tüm çevreye hâkim, her yer ayağınızın altındadır. Toros Dağları´nı yararak gelen trenleri çok uzaktan görmek mümkündür. Kuzgunluk´un Durak İstasyonu´na bakan yamacındaki engebeli arazinin bittiği yer kayalıktır. Zamanında kuzgunların bu kayalıklarda konaklamasından Kuzgunluk adı verildiğine inanılır. En önemli özelliği çakal çarığının bol olmasıdır. Yörede çakal çarığının en çok olduğu yer olarak bilinir. Çakal çarığı midyeye, kayığa ve çarığa benzer. Midyenin taşlaşmış halidir. İçi oyuktur. Ben ala torlakken onu hep bir taş çeşidi olarak bilirdim. Dayım anlattı. Kuzgunluğun bulunduğu yer zamanında denizmiş. Akdeniz´in suları çekilmeden Kuzgunluk Tepesi su altında imiş. Zaman içinde deniz çekilince midyeler ve balıklar da taşlaşmış, çakal çarığı olmuş. Yöre insanı kayığı ve midyeyi bilmediği için adını da çakal çarığı koymuş.
Dayım zamanla Kuzgunluk´a sahip çıktı. Çalılarını sökerek yirmi dönümlük bağ yeri açtı. Üzüm dikti. Kuzgunluk da çevrenin en görkemli örnek bağı, üzümünde en iyi yetiştiği yer olarak tarihe geçti. Benim de ömrümün yarısı oldu. Rahmetli dayımla uzun müddet bağın içindeki çakal çarıklarını temizledik. Bir gün babam geldi. Temizlediğimiz yeri görünce beğenisini:“Pirinç gibi olmuş” diyerek ifade itti. Hey gidi günler hey. Tüm güzellikler bizimle idi. Çakal çarığı temizlerken dahi mutlu, davul sesi duyduğumuzda umutlu olurduk.
Kaşobası´nda mevsimine göre yapılması planlanmış işler vardı. Bugünün işi yarına bırakılmaz. Düğünler genellikle sonbahar ve kış aylarında yapılır. Çevre köylerde yapılan düğünlerdeki davulun sesi ta uzaktan duyulurdu. Sabah ve akşam köyün sığırlarının gelişi de gidişi de ayrı bir renkti Kaşobası´nda. Akşam anasına kavuşarak hasret giderecek olan buzağıların ağlamalarını duyunca: Ana sevgisi, hasret, sıla, yâd eller gelirdi akla. Köpeklerin havlaması, horozların ötmesi, kuzuların melemesi, eşeklerin anırması, ineklerin, tosunların möürmesi ise Kaşoabası´nın neşe kaynağı idi.
Kuzgunluk Tepesi sırtlarında bütün bunları görmek çok kolaydı. Tıpkı su içmek gibi. Çobanların en çok uğradığı mevki Kuzgunluktu. Karapınar Çeşmesi ise son durak. Geceleri bu çevrede yanık yanık öten kaval sesleri duymak olasıydı. Çoban öyle bir öttürürdü ki kavalını… Hasret düğüm düğüm olur gözyaşı dökerdi kavalın nağmelerinde. Nağmeler ise ok olur saplanırdı yüreğe. Tüyleri diken diken olurdu insanın. O kaval yâr için, ana, için, gurbet için öter. Çoban hırsını alamaz. Atar elini kulağına Karacaoğlan´dan bir türkü tutturur.
Doğup büyüdüğüm evin müze olmadan önceki hâli. [1].
Deli gönül gezer gezer gelirsin
Arı gibi her çiçekten alırsın
Nerde güzel görsen orda kalırsın
Ben senin derdini çekemem gönül
diyerek inletirdi koyakları… Gecenin karanlığında ses tren yolu gibi uzar gider. Çoban yavaş yavaş hayvanlarını suya indirir. Kavaldaki hava yürüyüş havasına dönüşür. Sürü yürüyüş havası eşliğinde ağır ağır Karapınar´a suya iner. Hayvanlar sulandıktan sonra yatağa çekilir. Çoban da kepeneğin altına… İşte böyledir köylerimiz. Çobanıyla, kavalıyla, acısıyla, tatlısıyla. Böyledir İncirgediği, böyledir Kaşobası.
*(Dr. Halil Atılgan)
([1])Yıkılmak üzereyken aslına sadık kalarak yaptırdım. Sene de bir gün de olsa oradaki yer yatağında yatıyor, o yıllarımı hatırlıyorum.