Güllüce Köyü, Mustafakemalpaşa ve Anılar |
Birkaç ay evvel “Atatürk’ten Anılar” adında bir kitap okudum. Kitabın sonlarında tanıdık bir isme rastladım; Pepe Ali’ye. Atatürk 1936 yılında Merinos fabrikasının açılışı için Bursa’ya gelir. Bursalılar Merinos fabrikasının önünde toplanmışlardır. Atatürk’ü görmek için çevre kasabalarda, köylerde yaşayan birçok insan kimi atıyla, eşeğiyle; kimi yürüyerek; kimi bulabildikleri motorlu araçlarla Bursa’ya gelmiş ve hanları doldurmuşlardı.
Tören esnasında birisi kalabalığı yarar: “Paşam, paşam” diye bağırır. “Benim ben; Pepe Ali.” Atatürk ‘ün işaretiyle yol açılır. Bağıran kişi koşarak Atatürk’ün eline sarılır, öper. Atatürk onu kaldırır ve sorar. “Ali, şimdi ne yapıyorsun?” Pepe Ali cevap verir: “Siz Türkiye’nin reisi oldunuz, bende köyümün, Güllüce’nin muhtarı oldum.” Atatürk çok memnun olur, bir isteği olup olmadığını sorar. Pepe Ali hiçbir şey istemez, sağlık diler.
Bu beni alıp çocukluğuma götürdü. Bayramları, yazları babamın görev yaptığı İnegöl’den Güllüce köyüne giderdik. Uzun burunlu, ağaç kasa kamyondan bozma şimdiki İnter, Austin, Mercedes Benz gibi burunlu otobüslerle eski İnegöl yolundan Bursa’ya giderdik. Yolda şimdi yıkılmış, neredeyse izi bile kalmamış, kıymetini bilemediğimiz eski bir su değirmeninin yanından Kazancı bayırının dar ve virajlı yollarında ilerlerdik. Yol o kadar virajlıydı ki insanların mideleri bulanırdı. Daracık yol Aksu köyünün içinden geçip ve Kestel’e inerdi. Oh nihayet düzlüğe indik, Bursa’ya yaklaştık derdim. Sonrasında yıkık Hacivat Hanı’nı geride bırakıp, bugün Erikli kavşağı yakınındaki “yanık fabrika”ya bir selam sarkıtıp sağımızda solumuzda yer alan şeftali bahçeleri arasından geçip bugünkü Yıldırım Caddesi’nden Santral Garaja gelirdik.
Santral Garaj, sadece Bursa’nın değil farklı mimarisiyle Türkiye’nin gurur duyduğu bir yapıydı. Garajın etrafındaki taksi, dolmuş, otobüs duraklarının yanı sıra talika denen at arabalarının durağı da vardı.
Mustafakemalpaşa otobüsünün kalkış saatini beklerken alt kattaki dükkânların vitrinlerine bakardık. Havlu ve kolonya satan dükkânlar çoğunluktaydı. En çok ilgimizi çakmak, çakı, bıçak ve oyuncak satan bir dükkânın vitrini çekerdi. Vitrindeki küçük kurmalı robota dakikalarca bakardık.
Sonra otobüsümüz hareket eder, parkın yanındaki Yağcılar durağından birkaç kişi daha alır, Acemlerden aşağıya iner şimdi kapalı olan benzinliğin oradan devam ederdi. NATO’dan gelen parayla yapıldığı için NATO yolu diyen ve inşaatı yıllarca süren yeni yolun zaman zaman kenarından geçer Mustafakemalpaşa’ya varırdık. Otobüs şehir merkezinde durur, Şeyh Müftü camisinin karşısındaki köy minibüslerine kadar yürürdük. Köyün yanından geçen ilk minibüse binerdik, köyün başında inerdik. Oradan yaklaşık yarım saat yürüyüp, yolda rastladıklarımızla selamlaşarak Çerkes mahallesindeki ninemin evine ulaşırdık. Bu yüzden eve ulaşmamız bazen bir saati bulurdu. Köyde hısım, akrabayı ziyaret ederdik. Bu ziyaretlerin birinde babam gel buraya seni bir gaziyle, Atatürk’ün emir eriyle tanıştıracağım. İstiklal madalyalı yaşlı, güleç yüzlü “Pepe Ali’yle” tanışmamız böyle oldu. Konuşurken bazı kelimelerde takıldığı için pepe lakabı takılmış.
Bu vatanı ne zorluklarla kurtardığımızı yeni nesil bilmiyor diye şikâyet etmişti. Atatürk bize Allah’ın bir lutfu. “Çanakkale’deki savaştan Kemal Paşa’nın da benimde sağ çıkmamız bir mucize. Eğer paşa zamanında yetişmeseydi cephe düşer ve yedi düvele İstanbul’un yolu açılırdı. Çok kuvvetliydiler o zaman gavuru zor kovardık” demişti. Çanakkale savaşından sonra istiklal savaşına da katılır Pepe Ali.
Babam bizi amcasının oğlu Halil İbrahim Efendi’nin evine götürürdü. Ailenin tek okumuşu olan İbrahim Efendi medrese hocasıydı. Yedek subay olarak savaşa katılan İbrahim Efendi gazi olarak savaştan döner. Evlerinin bir odasındaki camekânlı dolapta subay elbisesi, kılıcı, buhurdanlık ve gülabdanlığı dururdu.
Dedem ilk iki oğlunun adını şehit olan kardeşlerinin adını vermişti. Büyük amcamın adı Osman’dı. Osman, dedemin daha yaşı gelmeden askere alınıp Balkan savaşına katılan kardeşidir. Balkan savaşından kurtulan Osman dedem Sarıkamış’ta şehit olur. Kendisinden manastırda elinde tüfek, boynunda fişeklik dizisiyle çektirdiği resim kalır. Babamın ismiyse, Halil. Babama ismini veren Halil Şevki dedem Çanakkale’de şehit olur. Diğer kardeşi İbrahim Efendi Çanakkale savaşından gazi olarak dönmüştür.
Dedem Ahmet Çavuş on üç yıl önce askerlik yapmış 1924 yılında Doğu Cephesinde çarpışan dedem Nuri Paşa’nın komutasında Bakü’ye girer. Sonra Kazım Karabekir Paşa’nın komutasında Ermeniler ve Gürcülerle savaşır. Doğu Anadolu kurtarılıp, sınırlar kesin olarak çizilir. Sonra Sovyetler İngiliz yanlısı bu devletleri ortadan kaldırır. Kazım Karabekir Paşa birliklerinin bir kısmını Batı Cephesi’ne gönderir. Dedem de Bolvadin menzili 3. katar kıstasından çavuş rütbesiyle istiklal madalyası alıp döner, hafif sağır olarak.
Dedem öldüğünde üç-dört yaşlarındaydım. İşlettiği bakkal dükkânını hayal meyal hatırlıyorum. Kendisi okuyamayan dedem dört erkek çocuğunu okutmak ister. O şartlarda en uygun okul “Köy Enstitüleri” dir. Babam Halil ve onun küçüğü Hayrettin amcam okullarını bitirip öğretmen olurlar. Diğer iki amcam gittikleri okulları bitiremezler, ayrılırlar.
Dedemin başarısız girişimleri ninemi usandırır ve ellili yılların başında dedemden boşanır ve çocukların bakımını üstlenir.
Dedemle ilgili acı bir anıyı Osman amcam sık sık anlatırdı. 1946 yılında parti kurulması serbest bırakılır. Dedem yeni kurulan Demokrat partiyi destekler. O yıllarda kutlanan milli bayramlarda siyasi partilerde yürüyüş kortejine katılırmış. Demokrat partinin bayrağını taşımayı dedem üstlenir. Tören olaysız sona erer. Sonraki hafta pazara dükkân için mal almaya giden dedeme tenha bir yerde birkaç CHP’li fanatik saldırır ve dedemi fena hırpalarlar. Bu durum amcamı o kadar kızdırmış ki ölene kadar CHP’ye muhalif kaldı, hep eleştirdi. Amcam ömrünün son yıllarında Ankara’da kalp kapakçığından ameliyat oldu. Ameliyatı yapan doktor Sayın Deniz Baykal’ın oğludur. Amcam gülerek bana “doktorum çok iyiydi, dayanamadım ben yıllar boyu CHP’ye muhaliftim. Allah’ın işine bak, beni Baykal’ın oğluna ameliyat ettirdi dedim. Doktorum gülerek; Osman Bey ben siyasetçi değilim, doktorum sen bir an önce iyileşmene bak.” Dedi diye anlatmıştı.
Köyümüzde iki harman yeri vardı. Çerkes mahallesindeki harman yeri evimizin karşısındaydı. Harman yeriyle evlerin arasında çıkrıklı bir kuyu ve küçük bir su kanalı vardı. Kanalda su kaplumbağaları ve kurbağalar yaşardı.
Bahçeli evimizin sınırlarında boydan boya erkek dut ağaçları dikiliydi. Bunlar dut meyvesi vermezdi. Bu ağaç yaprakları ipek böceklerine verilirdi. Çalılardan oluşmuş kerevetin üzerine dallarıyla konan yapraklar beyaz böceklerce çıtır çıtır sesler çıkararak yenirdi.
Kullanım suyunu bahçemizdeki kuyudan çekerdik. İçme suyunu köyün merkezine yakın bir çeşmeden getirirdik. Çeşme başı gençlerin buluşma yeriydi. Konserve bitkileri/sebzeleri üretimi yaygınlaşınca aşırı sulama yüzünden sular çekildi, kuyular kurudu.
Çok düven sürdüm, buğday demetlerini römorklarla taşıdım. Ayçiçekleri olgunlaşınca kellelerini keser, sopayla vurarak, mısırları ise elle birbirine sürterek koçanlarından ayırırdık. Ninem ve halam Buğdayları depolar ihtiyaç kadarını değirmene götürüp un yaptırır, kalanı satardı.
Hayvan yemlerini, samanları balya makinelerinde sıkıştırıp o şekilde saklardık. Otları ise tepe gibi yapar üst kısmını yağmurdan korurduk.
Akşamları evin önünden boyunlarındaki çıngıraklarıyla koyun ve keçi sürüleri geçerdi. Arkalarından sığır sürüleri gelirdi. Sığırlar su yalaklarına böğürerek itişerek üşüşürdü. Sonra hemen hepsi kendi evlerinin yolunu tutardı. Çoban bulunamaz oldu, hayvancılık eski önemini kaybetti.
Köyümüzde binek atı besleyenler de vardı. Çerkez mahallesinde caminin hemen karşısında bakkal işleten Kamil Ağa’nın çok güzel bir atı vardı. Harman yerine götürür, boynuna bağlı uzun ipi demir bir kazığa çakardı. At kazığın etrafında daireler çizerek koşardı. Hepimiz hayranlıkla seyrederdik. Bazen köylerde at yarışları yapılırdı.
Harman yerinin biraz ilerisinde kerpiçlik dediğimiz yer vardı. Birkaç dönümlük bu çukur yağmur sularıyla dolar; köyümüzün mandalarına, malaklarına yatak olurdu. İşi olmayan mandalar bütün gün çamurda burada yatardı.
Kerpiçe gelince; toprak suyla ıslatılır, çamur haline getirildikten sonra ayakla ezilir. Belli bir kıvama gelince dağılmaması için saman karıştırılır, sonra kalıpla şekil verilir, tahtalar üzerinde kurutulurdu. Kerpiç döşendikten sonra duvar içten ve dıştan sıvanırdı. Sonra kireçli su ile badana yapılırdı. Babamın arkadaşı ve evleriyle aralarında bir ev olan arkadaşı Seyfettin amcamız yıllar sonra bir arkadaşıyla burasını sazan yetiştirdiği bir gölete çevirdi. Birkaç yıl sonra bu işi bıraktı. Köy muhtarlığı buraya köye gelir olsun diye kavak diktirdi.
Rahmetli(Seyfettin Tayfur Amcamız) kurt köpeği yetiştirmeyi çok severdi. Kızı sevdiği gence kaçınca yirmi-yirmi beş yıl kızıyla da eşiyle de konuşmadı.
Seyfettin amcanın makinelere karşı özel bir yeteneği vardı, değişik tarım makineleri yapardı. Bir kaçını yakınlardaki –sonra kapandı – Tarımsal Fabrikası üretmişti
Kerpiç evleri kışın sıcak, yazın serin tutardı. Uzun yıllar sonra gittiğim Özbekistan’da betondan yapılmış ama duvarları kerpiç evler yukarıdaki özelliğinden dolayı çok tutulurdu.
Halamla yaşayan babaannemin bahçesinde tavuklar, horozlar, civcivler, ördekler, kazlar eksik olmazdı. Bunlara yem ve su vermek en büyük eğlencelerimizdendi. Halamın beslediği inek ve danaya su vermek için beton yalağı kuyudan su çekerek doldururduk.
Köye gittiğimizde kardeşimle, Mehmet Amcalara uğrayıp Rahmi’nin beslediği güvercinleri seyretmek büyük zevk verirdi. Her yıl bir güvercin alıp İnegöl’e giderdik. Ama nedense güvercin beslemeyi beceremedik.
Türk mahallesinin harman yeri İzmir yolunun Paşalar tarafındaydı. Bazen o taraftaki tarlalara gidip ahlat – yabani armut – toplayıp yerdik. Köyün gençleri diğer köylerdeki gençler gibi Karacabey Harasında çalışırlardı.
Köyün en renkli kişilerinden biri babamın öğretmen arkadaşı Karakündil’in Osman’dı. Eşinin tarlalarından birini satar çift motorlu Java yada C2’siyle tüm Türkiye’yi dolaşırdı. Gitmediği yer kalmamıştı. Ecel onu köyün dibinde hara dönüşü yakaladı. Bir kamyonun çarpmasıyla birlikte hayatını kaybetti. Güzelim motosikleti paramparça oldu.
Köyde düğünlerden sonraki en büyük eğlence pazara gitmekti. Mustafakemalpaşa’nın pazarı Perşembe günü kurulurdu. Sabah erkenden kalkar duruma göre akşamdan ayrı bir yere koyduğumuz tavukları yakalayıp ayaklarını bağladığımız tavukları bir sepete koyardık. Diğer sepetteyse kırılmasın diye samanların içine koyduğumuz yumurtalar vardı. Sepetleri kolumuza alıp köy meydanına giderdik. Hangi araç varsa ona binerdik. Bazen bir traktörün römorkuna dolardık, bazen de bir kamyonetin kasasına konmuş tahta sıralara oturup Mustafa Kemal Paşa’ya giderdik. Satacak ürünü fazla olanlar öküz arabalarıyla giderlerdi.
Şeyh Müftü camisinin önünde araçlardan inerdik. Yukarıdaki tavuk pazarında tavukları ve yumurta satar, alacaklarımızı alır, pazarı iyice dolaştıktan sonra bulduğumuz ilk araçla köye dönerdik. Ağır ağır yokuşu çıkan araçtan inip yürümek gelirdi içimden. O kadar yavaş çıkarlardı ki yokuşta dizili olan çömlekçi dükkânlarında durulur; küpler testiler, toprak tencereler satın alınırdı. Bazen buradan, bazen düzlükteki orman idaresinin önünde bekleyen birkaç yolcuyu almak için sıkışırdık.
Zaman zaman babamla Mustafa Kemal Paşa’ya iner şehri ve akrabaları dolaşırdık. Şeyh Müftü camisinin önünde iner, köprüden karşı yakaya geçerdik. Lala Şahin Paşa’nın türbesini geçer, oradan kaymakamlığın bahçesindeki tarihi topa bakardık. Bahçede ayrıca birkaç mermer sütun başı, lahit parçaları vardı.
Köprüden Mustafakemalpaşa çayına kadar kayıkla gezenleri, balık tutanları seyrederdik. Sonraki durağımız balık pazarı olurdu. Balık pazarındaki iri iri sazanlar, yayınlar, turnalar tezgâhlarda müşteri beklerdi. Babam büyük bir sazan seçerdi. Balığı köyde kendi temizler güzel bir yahni yapardı.
Balık pazarının yanındaki avcılar kulübüne gidip çay içer, duvardaki postlara bakardık. Postların en ilgi çekeni 1950’li yıllarda Uludağ’da vurulmuş bir Anadolu parsı postuydu. (bazıları vaşak diyor ama vaşak postu daha küçük olurdu.) Annemin babası Ferit dedemle 1940-1950 yıllarında ağızdan dolma tüfeğiyle avladığı iki ayı ve bir geyik postunu annem çeyizinde getirmişti. Geyik postu kardeşimde duruyor ama ayı postlarını İnegöl’den taşınırken bıraktık.
Çayın üzerinden geçerken ninemin kurtuluş savaşı yılları için anlattıklarını anımsardım.
Osmanlı’nın emekli jandarma binbaşısı Anzavur lakaplı Ahmet Bey; paşa yapılır. Görevi Güney Marmara’daki direnişi kırmak bölgeyi İstanbul’a bağlamaktır. Emrine verilen subay ve askere ilaveten İngiliz altınlarıyla da takviye edilir. Bir gemiyle bandırma’ya getirilen Anzavur Ahmet Paşa bölgeden çoğu Çerkez birçok gönüllü toplar. Çanakkale’yi kontrol altına alır. Kuvvetlerinin bir kısmı Balıkesir’e yönelirken kendisi Manyas üzerinden Bursa’ya ilerler. Mustafakemalpaşa’ya gelir. Belediye binasından halka hitap eder.
“Bir elimde ferman, bir elimde Kur’an gelin bana katılın. Kendi atıyla gelene şu kadar altın maaş, yaya gelene şu kadar altın maaş verilecek” der. Çevreden az sayıda katılım olur. Sonrasında Ethem Bey’in kuvvetleri yetişip, Ahmet Paşa’nın kuvvetlerini dağıtır. Çok insan asıldı. Sonra Yunan işgali dönemi başladı. Kadınlar kızlar çirkin görünmek için yüzlerine boya sürerlerdi derdi. Toplu halde tarlaya giderdik.
Ev yaptın mı bir tarafını yıkık dökük yapacaksın, sonra ummadık zamanda yol olur deyip örnek verirdi. İşgal yıllarında işbirlikçi bir çete köyden birisinin evini basar. Adam evin yıkık bir köşesinden samanlığa geçmiş, samanlığın penceresinden kaçıp köy dışındaki tarlalarda saklanıp canını kurtarmış. Eşkıyada evde bulduğu bazı kıymetli eşya ile yetinmiş.
Köyün civarındaki tarlalarda dolaşır mevsimine göre sebze, meyve karpuz, kavun koparıp yerdik. Yazın Ocaklı köyüne yakın sulama kanalında çocuklar yüzer, bazen de balık avlarlardı. Bir gün nasıl yolunu şaşırıp oralara kadar gelmiş zargana balığını yakaladık. Hepimiz şaşırdık. O civarda yaşayanlar için çok yabancı bir balıktı.
*****
Mustafakemalpaşa çıkışında annemin amcası Hüsnü Okumuş yaşardı. Atölyesinde iş makinelerinde kullanılan kasnakları yapardı. Ağaçtan tek parça kasnağı ilk o yapmıştı. Eskişehir’de okurken fındık kırma makinesi mucidi diye Günaydın gazetesinin ön sayfasında yer almıştı.
Evi atölyesine bitişikti. Akşamları bahçedeki kameriyesinin altında nargilesini tüttürürdü. Sonra atölyesini ve evini satıp İstanbul’a yerleşti. Burada mantar öğüten bir değirmen yaptı. Yenişehirli akü imalatçılarına mantar öğütürdü.
Size biraz köyümden bahsedeyim. Yaklaşık beş-altı bin hektar tarım yapılabilecek araziye sahip köyümüz Bursa – İzmir yolunun kenarında yer alır. Bursa’ya 74 km Mustafa Kemal Paşa’ya 7 km mesafededir. Yolun ikiye bölündüğü köyümün ilk çağlardan kalma fosil yataklarının bulunduğu arazileri Paşalara kadar uzanır.
Eski bir yerleşim yeri olan Göllüce terk edilmiş bir köy iken 17. yüzyılda altı Yörük ailesi gelip yerleşir. Köy sınırları içinde ( Paşalara sınır olan bölgede) Bizans’tan kalma küçük bir kalenin kalıntıları mevcut.
Köydeki manav denilen yerlilere 1870’lerde Kafkasya’dan sürgün edilen Çerkezler katılır. Köyün nüfusu yeni göçmenlerle artar.
1877-78 Osmanlı-Rus savaşının başlangıcında Razgrat ve Şumnu bölgelerinden Karaman kökenli 5-6 aile gelip, devlet tarafından bu bölgeye iskân edilir. Savaş bitse de göçler devam eder, savaşlarda. Birçok genç Balkan Şavaş’ında, Çanakkale’de, Yemen’de,Sarıkamış’ta ve İstiklal savaşında şehit olur. !935-36 yıllarında Dersim’den 6 hane köye yerleştirilir.1951 yılında yine Şumnu bölgesinden gelen on aile daha köye yerleştirilir.
Köyde 1910-1911 yıllarında yapılan iki cami vardır. Camideki eski halılar zamanında sevabına halıflex dağıtanlarca değiştirilmiş. Yol kenarındaki köy mezarlığındaki tarihi mezar taşlarında erbabınca çalınmış. Suç işlemeyi serbest bırakana selam gönderelim…
Köyün ilkokulu Çerkes mahalledeki camiye yapılan ek binada başlamış. Üç yıllık okulun ilk öğretmeni Hasan Hüseyin Efendi’dir. Arap harfleriyle başlayan öğrenim sonrasında Latin harfleriyle devam etmiştir.1928 yılında Latin harfleriyle öğrenim devam etmiştir.
1945 yılında üç derslikli yeni binasına taşınan okula yeni ilave yapmış 1977’de beş sınıflı olmuştur.1984 yılında lojman ilave edilmiş.
Altı bin dönüm tarım arazisi var. Başlıca tarımsal ürünler domates, biber, patlıcan gibi konserve sektörüne ait tarımsal ürünlerdir.
Daha önceki yıllarda köy ekonomisinde yer tutan hayvancılık, konservecilik başlayınca önemini kaybetmiştir.
Daha önce her ailenin yetiştirdiği kozacılık Çin’den gelen ucuz ipekli kumaşlara karşı tedbir alınmayınca yok olup gitmiştir.
*****
Size biraz Alpağut ve Güvenden bahsedeceğim. Babam yedek subay okulundayken annemle Güven köyünde dedemle beraber yaşıyorduk. 1959 yılıydı. Dedemin evi ormanın kenarındaydı. Elli-altmış dönümlük bu orman annemin dedesi ZEKERİYA Efendi tarafından oluşurulmuş ve korunmuş.
Evimizin avlusunun ortasında ahşap erzak ambarı vardı. Yerden dört direk üzerine yükselen erzak ambarının şekli Karyalıların lahitlerine benziyordu. Anımsadığım bir başka olayda beni çağıran anneme Çerkezce “gelemem, arabama dingil yapıyorum” diye cevap vermemdi. Sonraki yıllar bu dili unuttum.
Güvem’e on iki yaşındayken tekrar gittim. Deveci Konağı’ndan bir kamyona binerek babamın öğretmen olarak ilk görev yeri olan ve doğduğum köy olan Alpagut’tan geçtik, Güvem köyüne dört-beş kilometre kala kamyondan indik.
Köydeki yaşıtlarımla köy çevresini dolaştım. Derelerin oluşturduğu büyük havuzlarda suya girdim. Sudaki balıkları kovaladım. Dedem köyden Bursa’ya taşındıktan sonra Güvem’den koptum. Yaklaşık otuz beş yıl sonra köyüme mermer ocaklarının verdiği zararı protesto için AS TV ekibiyle gittik.
Köye çıkan yolun iki tarafında mermer parçaları atılmıştı. Köyün dışındaki üç mermer ocağı köyün suyunu tüketmiş. Meyvecilik yapılan köyde tarlaları sulayacak su bulunmaz olmuş. Köyün içinden geçen ağır tonajlı kamyonların yüzünden yollar bozulmuş, kamyonların savurduğu tozlardan yol kenarındaki evler pencerelerini açamaz hale gelmişler. Atıklarını belli bir yere depolamak zorunda olan mermerciler atıkları ormana atarak yüzlerce ağacın kuruyup ölmesine sebep olduklarını görmek çok acıydı.
İkinci dünya savaşı esnasında seferlik ilan edilir. Güvem’den sekiz-on genç Trakya’ya gönderilir. Çok zor şartlarda askerlik yapanlar asker elbisesi, sabun zor bulunurmuş. Gidenlerden ikisi hastalanıp ölür.( Resim :…..Güvem köyünden Seferberliğe gidenlerin gidiş anı resmi)
Dedem Ahmet Ferit ve köyde yaşayanlar toprak mahsulleri ofisine manda arabasıyla ya da öküz arabasıyla buğday, arpa ve mısır götürürlermiş. Babam, çok sıkıntılı yıllar diye anlatırdı. Yokluk ve hastalıklar kol gezermiş.
*******
Güvem; Mustafakemalpaşa’nın Çerkez köylerinden biridir. İsmini köy civarında bol miktarda yetişen güveM adındaki bir meyveden alır. Orman köyü olan Güvem’de meyvecilik ve hayvancılık yapılır. Az miktarda buğday, arpa ve mısır yetiştirilir. Köyde üç mermer ocağı vardır.
1860’lı yıllarda Kuzey Kafkasya’dan göç ettirilen Çerkesler kurmuştur. Köyü kuranlar bugünkü Adige Cumhuriyeti’nin başkenti Maykop’tan gelmişlerdir. Köyün camisi de o yıllardan kalmıştır. Her yıl Ağustos ayının ilk Pazar günü kuşshamafe (Uğurludağ) İsimli bir festival düzenlenir.
Alpağut; Dandaenni adındaki arkeolojik kalıntılara yakın bir yerde kurulmuş bir Yörük köyüdür. Köyün geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Köydeki ocaklardan yıllardır linyit kömürü çıkarılmaktadır. Geçen yıl meydana gelen grizu patlamasında yirmi madenci hayatını kaybetmiştir.
Paşalar; Mustafakemalpaşa’nın en eski köylerinden biridir. Paşalar’ın kuruluş tarihi 1356 yılına kadar uzanmaktadır. Bursa-İzmir yoluna dört km mesafede olan Paşalar ve çevresi ormanlarla kaplıdır. Köyün geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır.