Şakir Amca; seksenlerini aşan, kendine iyi bakan, sağlığına özen gösteren, ileri yaşına karşın oldukça dinç görünen biriydi. Söyleşimiz bizi; bir an için de olsa; 1950 ve öncesinin Bulgaristan’ında bir yolculuğa çıkardı.
Kaç yaşındasınız?
1929 doğumluyum. 84 yaşındayım.
Ne güzel. İsminizi de alabilir miyim?
Şakir Ak-ka-ya-lı…
…
Bulgaristan’ı neden terk ettiniz?
1950’de Türkiye Cumhuriyeti’yle Bulgar Hükümeti anlaşma yapmış.
‘Benim Türklerimi ver.’
‘Ne kadar?’
‘İki yüz elli bin…’
Biz o anlaşmanın içindeyiz. O anlaşmanın sonucunda geldik biz.
Bulgaristan’daki yönetim ne zaman değişti. Komünizm ne zaman geldi?
Komünizm 44’te geldi. Yedinci senesinde biz Türkiye’ye geldik. Altı yıl o rejimde kaldık.
Geldiklerinde yaşamınızda neler değişti?
Tarlaları birleştirdiler, sınırları kaldırdılar. Her yer devletin oldu. Herkes çalışacak, yevmiyesini bilecek. Çalışıp da ambara koymak yok. Biz o vaziyette bıraktık geldik. Ama ova kısmını yaptı. Gidip te Yenimahalle bayırlarını yapmadı.
Sizin oralara uğramadı mı?
Uğramadı. Eğridere kırsal alan, birleştirse ne anlayacak. Hiçbir şey!..
Sonradan sizin oraları da birleştirip tütün yetiştirme alanı yapmışlar.
Diyordular zaten. Zamanla buraları da olacak diyordular. Belki bizden sonra olmuştur. Mihail Gorbaçov 1984’te bu böyle olmaz dedi. Herkes malına… Herkes toprağına sahip çıksın. Ondan sonra eski sınırlar yeniden ortaya çıkmış. Şimdi nasıldır bilmiyorum.
Şimdi öyle. Herkes kendi yerini biliyor.
Gidip gelenler var. Aynı eskisi gibi diyorlar. Herkes tarlasına sahip…
Siz gelirken başta kim vardı hatırlıyor musunuz?
Komünizmi getiren Georgi Dimitrov. Başbakandı, yardımcısı da Vasili Kolarov’du. Biz gelirken Çervenkov vardı.
Peki, neden geldiniz? Yani oradaki sorununuz neydi?
Hıristiyan kötü nazarla bakıyor. Devlet dairesine gittiğin zaman azarlıyor, itiyor kakıyor. Bulgar’ın bayrağı… Hür değilsin. Babam 77 yaşında burada vefat etti. Annem de babam da burada; Çınarköprü mezarlığında yatıyorlar. Bulgar 1912’de bir katliam yapmış. Babam 13 yaşındaymış. Hatırlıyordu. Babamla emsal üç çocuk dağa kaçmışlar. ‘Tilki inine girdik. Elimizdeki bıçaklarla habire ileri ileri oyuyorduk bizi görmesin Bulgar askeri diye. Üzerimizden gürültü geçiyor. Top tüfek sesleri… Biz habire didiniyorduk. O şekilde kurtulduk oğlum.’ derdi. Bulgar hepsini doğramış. Ondan sonra açlık, kıtlık, dövmeler, sövmeler, itmeler, kakmalar… Elli anlaşması olunca; Allah rahmet eylesin; babam bizi çevresine topladı.
Kaç kardeşsiniz?
Altı kardeşiz. Üçü öldü, üçü kaldı. ‘Zaman bu zaman oğlum.’ dedi. ‘İki devlet anlaşma yaptı. Gözüm görürken sizi götüreyim ay yıldızlı bayrağın altına. Bu fırsat bir daha ele geçmez. Bulgar 1912’den sonra azıcık hürriyet vermiş orada kalan Türklere.
‘Baba! Bak burada bize bir şey demiyorlar.’
‘1912’yi ben yaşadım. Kâfir kâfirdir, gâvur gâvurdur. Hıristiyan Hıristiyan’dır. Bir gün gelir gene aynı vaziyeti yapar, belki de daha beterini. Götüreyim gözüm görürken.’
‘Tamam baba.’
Babam 51 yaşındaydı. Biz çalışıyorduk. Kırsaldır orası. Biz tarımla uğraşıyorduk. Dağlıktı, Yenimahalle bayırı gibi… Topraktan aldıklarımız pek idare etmiyordu. Gurbete gidiyorduk. İnşaatlara, kömür ocaklarına… Etrafa çalışmaya gidiyorduk.
‘Oğlum! Ben yaşlıyım. Para kazanamıyorum. Siz kazanıyorsunuz, bana getiriyorsunuz. Pasaport parayla oluyor. Türkiye’nin Filibe Konsolosluğu varmış. Biz de küçüğüz, aklımız ermiyor. Çevremiz, hısım akraba, amca dayı bizim işlerimizi yapacaklar. Siz bana getirirseniz ben de dayınıza veririm. O gider pasaportlarımızı alır.’
İki yüz elli bin nüfus alacak. Konsolosluk önü yığılmış. 300- 400 kişi sırada bekliyor. Sırayla gidip orada bekliyoruz. Neyse zaman geldi. Bizim akraba gidip alıverdi pasaportlarımızı. Ellinin sonlarında. Elli birde çıkacağız yola. Kafası çalışan bir amcamoğlu vardı; Allah rahmet eylesin, buraya gelişin Bursa’da öldü, Bulgarcayı da çok güzel biliyordu. Pasaportlarımızı almaya o gitti. ‘Amca pasaportlarınızı aldım.’ deyince babam heyecandan hastalandı.
Ya pasaportu vermezlerse gibi bir düşüncesi mi vardı acaba?
Sıra var, çok kalabalık… Konsolosluğa yakın bir çay bahçesi var. Millet orada açık saçık, kış kıyamet demeden konsolosluğun önünde bekliyor. Ellinin sonu… “Hadin bakalım! Toplanın.”
Hayvanınız, bağınız bahçeniz var mıydı?
Vardı. Koyunumuz, keçimiz, ineğimiz, tarlalarımız. Devlet tarlaları, evi sattırmadı.
‘Eee! Benim pasaporta param yetmiyor, tarlayı satarsam ancak!!!’
Satamazsın, bir karış toprak satamazsın.
‘Ne olacak?’
‘Mal ne varsa satarsınız. Eşek, inek, keçi satabilirsin.’
Tabii gâvurun hesabına geliyor. Keçi normalde 150 liraysa 50 lira, inek 200 liraysa 75 lira… Gâvur kazanıyor. Nasıl olsa gidecek bu… Ucuza alıyor.
‘Size git diyen var mı?’
‘Yok.’
‘Niye gidiyorsunuz?’
“Herkes bayrağının altına, herkes milletinin yanına…’
‘Gitmek istiyorsanız böyle…’
Her devlet dairesinden pasaporta imza alıyorsun. Resmi daireye gidiyorsun.
‘Tarlan duruyor mu?’
‘Duruyor.’
‘Kaç dönüm?’
‘Bu kadar.’
‘Ev?’
‘Ev de duruyor. Ben tarlayı satarsam param ancak çıkışacak.’
‘Bir karış satamazsın. Defol git!’
Nasıl olsa gitmeye karar vermişsiniz.
O kadar. “Biz sizi kovalıyor muyuz?” diyor. Kovalamıyorsunuz ama dokuz yüz on ikide ne yaptınız? Böyle düşünüyorsun, ama diyemezsin. De o anda da gör gününü. Pasaportunu imzalamaz. Üstüne bir de hapis veya ceza yersin. Dilin var konuşamıyorsun. Gözün var göremiyorsun. İnönü Bulgaristan’dan. Şumnu’dan; gelme. Çocukluğunda gelmiş. Akrabaları orada kalmış. Halası varmış. “Halamı bir dolaşayım” demiş. Halası da; kardeşimin oğlu geliyor diye çıkmış istasyona. Tren durmuş. Bir de bakmış halası orada.
‘Selam ün aleyküm Hala!’
‘Aleyküm selam!’
‘Nassınız? İyi misiniz?’
‘Ah evladım! Dilimiz var konuşamıyoruz. Gözümüz var göremiyoruz. Yaşıyeriz.’
‘Tamam Hala! Anladım ben’ demiş.
Ellinin Aralık ayında emir geldi. Kış kıyamet…
‘Çıkın evden. On beş gün müddet. Haydi yola!’
Çıktın çıktın. Çıkmadın, kalırsın. On beş gün zarfında evi barkı terk edeceksin. Çıktık. Aralık ayında Edirne’den sonra Bulgaristan’daki ilk kasabası vardır. (İsmini hatırlayamadı. Notlarıma bakıp yardımcı oldum. Svilengrad… NK) Svilengrad’a geldik. Bir geldik, ohoo üç bin kişi bekliyor. Öyle bir alana yaymış o kadar insanı gavur oğlu gavur. Üç odalı bir sıhhiye yeri yapmış dış devletlere karşı. Neymiş? Göçmenleri tedavi ediyormuş. Üç oda üç bin kişiye ne yapsın? Babam da hasta… Geldik oraya. Bizden önce aynı yerde iki bin beş yüz nüfus tren beklemiş. Toprağı delmişler. Bir kulübe gibi bir şey yapmışlar, girmişler toprağın içine. Orada sıra beklemişler. Biz o alana indik. Sıhhiye binasına gittik.
‘Hastamız var.’
‘Getirin, yatırın.’
Götürdük, yatırdık. Bulgar Gümrüğü hane sırasıyla çağırıyor. Amcam geldi.
‘Sıra numarası bize geldi. Hazırlanın!’
‘Amca sıra geldi, ama babam hastanede yatıyor.’
‘Babanın sırası değil şimdi. Kalkın!’ dedi sert bir tonda.
‘Can kurtarma zamanı.’
‘Amca! Babamı bırakçaz mı?’
‘Babanın sırası değil. Yörüyün. Sıra geldi bize.’
Allah Allah! İnsan babasını nasıl bırakır? Babam boylu boyunca yatıyor. Ağabeyimlen ikimiz gittik. Hemşire kokana…
‘Ne var?’
‘Babamı almağa geldik, sıra geldi.’
‘Alın götürün.’
Naletliği üstünde… Babamı kaldırdık, oturttuk. Boy pardüse başının altında. Ne yastık ne de yorgan veriyor gâvur oğlu gâvur. Hemen giydirdik. Ağabeyime sordum;
‘Babamı nasıl götüreceğiz ?’
‘Ne bileyim?!!’
‘Ne bileyim falan yok.’
Babama döndüm; ‘Bin sırtıma’ dedim. Babamı sırtıma aldım. Arada da bir dere var. Derede su diz üstüne kadar, buz gibi…
Ağabeyim sordu:
‘Buradan nasıl geçeceğiz?’
‘Bak şimdi nasıl geçiyoruz.’
Şambır, şumbur suyun içinden karşıya. Babam sırtımda… Götürdük. Amcam sıra numarası aldı. Bir de yağmur başladı mı? Gümrük kapalı bir yer, bekleyenler dışarıda, babam sırtımda… Ne yapayım ben şimdi? Yandaki bir binada bir açık kapı gördüm. Hemen götürdüm oraya. Bir kopuk kapı, iki de beygir vardı. Hemen babamı kopuk kapının üstüne yatırdım. Sıra bekliyoruz. Amcam haber verecek. O sırada geldi bir gavur! O gene gümrükte görevli memurmuş.
‘Kime sordun da girdin buraya?’
‘Kime sorayım? Yağmur yağıyor bak, babam hasta.’
‘Gebersin! Burada benim beygirlerim, samanım var. Sigara içiyon mu?’
‘İçmiyom?’
‘Ya bir ateş kaçıraydın, ne olacaktı benim halim?’
‘Ben sigara içmiyom.’
‘Şimdi gümrüğe geldin mi sorarım ben sana!’
Gümrük memuruymuş ya. Babam;
‘Ne diyor oğlum o kâfir?’
‘Baba! Bu galiba beni bırakacak. Kızdı, burası onunmuş.’
‘Hadi ordan. Bişey yapamaz. Amerika kaç nüfus aldığını kayıtlıyor. Bulgar kaç nüfus verdi Türkiye’ye? Amerika’da kaydı var. Bir kişinin kılına dokunamaz.’
Sıra geldi, girdik gümrüğe. Arka tarafında bizim tren. Türkiye treni. Muhacirleri almaya geliyor. Günde sekiz yüz nüfus alıyor. O kadar halledebiliyordu. Babamı gene sırtıma aldım. Gümrüğe girdik. Sekiz on Bulgar memur, sekiz on da kokana… Petkolar, Dimitrolar erkekleri, kokanalar da kadınları arıyor. Bu kapıdan giriyoruz, öbür kapıdan çıktık mı bizim tren bekliyor. Kontrol memuru babama:
‘Doğrul bakam, doğrul! Öyle hasta numarası yapma. Altınları sakladın üzerine de hasta numarası yapıyon değil mi?’
Babam ölmeğe çalışıyor, o altın arıyor. Yakalara çuvaldız sokuyor. Şapkayı, ayakkabılarını çıkarttırdı. Üstünü başını yokladı. Ondan sonra çıkardı. Neymiş, altın arıyormuş. Ne altını? Millet oraya zoraki gelmiş. Harç borç, işkence… Neyse geçtik. Bindik trene. Babamı trenin kanepesinin üzerine yatırdık.
‘Baba!’
‘Ne var oğlum?’
‘Bak Türkiye trenine bindik.’
‘Deme be oğlum. Ay-yıldıza bakçam. Şöyle bir kaldır beni.’
Pencerelerde ay-yıldız vardı. Kaldırdım. Biraz doğruldu.
‘Ey Yarabbi! Bugünü de gösterdin ya bana.” dedi, başladı ağlamaya. Nasıl anlatsam azdır. Gâvura; “Türk’üm” dediğin zaman kötü nazarla bakıyordu.
On dokuz yaşında, askerlik çağında geldim. Askerliğimi burada, Erzurum’da yaptım.
Şakir Amca güzel bir söyleşi oldu. Çok teşekkür ederim.
Ben de teşekkür ederim.
– Ekim 2013 –
[1] Söyleşinin tamamı için; Kobilyane Panayırı, Nazmi Karataş, Alp Yayınları, Şubat 2014…