“Hilafet ve Saltanat” Kitabının Akademik ve Etik Bir Değerlendirmesi |
Osmanlı klasik çağının meseleleri üzerinde makaleler yazmanın veya eser neşretmenin, kaynak ve belgelerin zenginliği, çeşitliliği ve bunları sentezleyip tutarlı sonuçlar çıkarmanın güçlüğü nedeniyledir ki, eli kalem tutan herkesin kolaylıkla üstesinden gelebileceği bir iş olmadığı konunun genel ya da özel meseleleri üzerinde çalışan herkes tarafından çok iyi bilinir. Bu zorlu işe girişenlerin geniş literatür bilgisinin yanı sıra, her şeyden önce ayrıntılı araştırma, kaynak ve belgeleri titizlikle gözden geçirip nitelikli ve düzgün bir biçimde yorumlama, tenkidî bakış yeteneğine sahip olma ve verileri “kendi görüşüne uydurma” değil, akademik metod ve yaklaşımlara uygun bir çizgide ortaya koyma… gibi özelliklere sahip olması gerekir.
İçinde bulunduğumuz yılın ilk ayında Feridun Emecen tarafından, daha önce seri hâlinde neşredilmiş üç kitabın dördüncüsü olarak yayımlanan Osmanlı Klasik Çağında Hilafet ve Saltanat kitabının da (Kapı Yayınları, İstanbul 2020, 508 s.), yazarının ifadesiyle yukarıdaki teknik ve yöntemlere uygun bir çizgide hazırlanmış olduğunun “Takdim”de özellikle altı çizilmiştir (s. 7-9). Bu kısa “Takdim” metnini takiben başlayan kitap metni ise ana hatlarıyla: “Hilafet ve Cihanşümul Siyaset” (s. 13-213), “Aktörler, Asiler ve İmaj” (s. 217-371) ve “Tarihler ve Tarihçiler” (s. 375-458) başlıklarını taşıyan üç ana bölümden meydana gelmektedir.
Kitabın esasını teşkil eden ilk bölüm, yazarın 2013 yılında sınırlı kaynaklar çerçevesinde yazdığı bir makalenin genişletilmiş şeklini içeren bir girizgâh niteliğindeki “Klasik Dönem Osmanlı Hilafetine Yeni Bir Bakış” başlıklı yazısından meydana gelmektedir (s. 13-88). Bu metni takip eden yayımlanmış diğer beş makaleden yalnız üçü kitabın ana konusu ile kısmen ilişkilendirilebilirse de (s. 89-175), Kanunî’nin şehzâdelik dönemi ve Macaristan’daki türbesi ile ilgili son iki makale (s. 177-213) asıl konu ile alâkalı değildir. Aynı durum yazarın daha önce yayınladığı sekiz makalesinden oluşan kitabının ikinci bölümü için de geçerlidir; bu kısımdaki “Şahkulu Baba Tekeli İsyanı” (s. 301-320) ve “Osmanlı İdaresinde Mısır” (s. 321-354) konulu iki makale dışında kalan altı makalenin de, doğrudan ya da dolaylı olarak kitabın ana teması ile ilişkilendirilmesi mümkün gözükmemektedir. Kitabın özellikle üçüncü ve son bölümü ise -başlığından açıkça anlaşılacağı üzere- doğrudan Osmanlı ve Modern Türk tarih yazımı ile ilgili olup çalışmanın içeriği ile hiçbir şekilde örtüşmemektedir. Bu son kısmın -ince de olsa- müstakil başka bir yayına dönüştürülmesi, önceki iki bölümde geçen farklı makalelerin ise yazarın konu ile alâkalı diğer kitaplarına eklenmesi, yayın neşir mantığı açısından kuşkusuz daha doğru ve isabetli bir yöntemdir. Bu muhteva problemi dikkate alındığında, ilk bakışta 500 küsür sayfalık çok geniş hacimli bir kitap izlenimi uyandıran kitabın ana metninin, ilginç bir şekilde sadece 271 sayfalık kısmının, yani ancak yarısından biraz fazlasının içeriğiyle alâkalı olduğu söylenilebilir.
Kitabın daha önce yayımlanan ya da içerik dışı kalan makaleleri ayrı birer değerlendirme konusu teşkil ettiğinden, burada daha çok içeriği ile doğrudan alâkalı olup yazarın yeni bilgiler verdiği ilk kısmını mercek altına almakla yetineceğiz. Önceki eserlerinde dikkati çekmeyen çok agresif ve öfkeli bir üslûbun metne hakim olduğu bu ilk kısımda yazarın, Uğur Demir’in konu ile ilgili yeni bir makalesine ayırdığı müphem ve belirsiz ifadeler içeren uzun dipnotlarında tam olarak neyi anlatmaya çalıştığı, eleştiri yağmuruna tuttuğu makale görülmeden ilk bakışta hemen anlaşılmaz. Yazar bu dipnotlarında söz konusu makaleye şiddetle hücum ederek, orada kendi metninin ilk şeklini temsil eden, daha önce yayımlanmış eski makalesinde kullandığı “Ana kaynaklar”ın “daha da çeşitlendirilmiş” olması dışında bir şey görmediğini söyleyip kendi makalesine yeniden “itibar” kazandırmaya çalışır (s. 16, d.: 6). Kimi yorumlarını ise büsbütün isabetsiz kabul ederek, oldukça sert bir üslupla eleştirir ve bunu yaparken de bazı önemsiz fiziksel hataları özellikle ön plâna çıkarır.
Yazarın bu garip tavırlarının gerçek sebebi, ancak Demir’in makalesine göz atıldığında anlaşılır: Şâban Şifâî eserinde pek çok müellif gibi İbn Arabî’yi ismini zikretmeden, herkesçe bilinen meşhur “Şeyh-i Ekber” lakabı ile anmış; bu kadar meşhur bir unvandan “bihaber” olan yazar da ilginç bir şekilde burada kastedilenin “Şeyh Mer‘î” olduğunu sanmış; Demir’in bu bariz hatayı gösterip düzeltmesi ise (krş. Demir, “Hilafetin Osmanlıya Devri Meselesi ve Buna Dair Bir Literatür Değerlendirmesi”, Türk İncelemeleri Dergisi, Sy.: 40, s. 90, d.: 7) yazar tarafından kendisini ve eski makalesini “önemsizleştirme” şeklinde algılanmıştır (s. 17, d.: 6).
Yazar, konunun içeriği hakkında bilgi vermemeye özellikle dikkat ettiği uzun dipnotunun sonunda, öncesindeki tüm çıkış ve serzenişlerini: “…yazımın genişletilmiş hâlinde tashihini yapmayı düşündüğüm bazı zühulleri benden önce davranarak özel şekilde tebarüz ettirmesinin takdirini ise okuyucuya bırakıyorum.” şeklinde ilginç bir cümle ile tamamlar (s. 17, d.: 6). Halbuki ilmî bir yanlışı “tebarüz ettirmek”, sadece kendi hesabına değil biraz “bilim” adına da düşünüldüğünde suç olmayıp, aksine akademik meselelerin doğru bir şekilde tespitine önemli katkılar sağlamaktadır. Eski zamanlardaki gibi “tarihçi”liğinin yanısıra “müneccim” de olamayan bir kimsenin, ileride yazarının “tashih” edip etmeyeceğini bilmediği ilmî bir “zühul”ünü düzeltmeyip ortada bırakmak gibi bir zorunluluğu da yoktur. Böyle bir durumda “takdir” okuyucuya bırakıldığında okuyucunun da vereceği hüküm aynıdır. Özetle bu ilginç çıkışlarından yazarın; ilmî en bariz ve göze batacak bir hatasının bile düzeltilmesine tahammülü olmadığı, “akademik” tarihçiliğin olmazsa olmazı niteliğindeki “ilmî tenkid”i doğrudan bir “hakaret” ya da “açık arama” şeklinde algıladığı anlaşılmaktadır.
Yazarın buna benzer bir başka agresif göndermesi “Takdim”in üçüncü paragrafında, ancak bu kez yukarıdakinden çok daha sert ve öfkeli bir üslûpla kendini gösterir: “Yeri gelmişken son zamanlarda her şeyi bildiğini sanan, ilmi tenkidin nasıl olması gerektiğinden ‘bihaber’, akademi dünyası dışından gelen ve bu dünyada yer edinmek için kendisini göstermeye çalışan bazı kişilerin saldırgan üslûbunun yaygın hâle gelmemesinin en büyük temennim olduğunu ifade etmek zorundayım.” (s. 8) Ne var ki burada da yazar, muhatabının kim ve meselenin arka plânının ne olduğunu ilginç bir şekilde saklayıp gizli tutma çabasındadır. Kitabının baş tarafını adetâ belli bir ismin tenkidine dönüştüren yazar, onun kendisine yönelttiği ilmî eleştiriye de sebep kabul ettiği bu şahsın kim olduğu ve nerede, hangi konu sebebiyle kendisine “saldırdığı” konusunda isim ve bilgi vermekten özenle kaçınıp, kullandığı müphem ifadeleri ortada bırakmakla “akademik anlayışa uygun olmaya”n bir çizgiye sapmıştır (Buna paralel akademik olmayan bir başka uygunsuz referans örneği için, bk. s. 27, d.: 27). Hakarete varan bu ağır isnad ve suçlamaların kime, hangi gerekçe ile yöneltildiğini “okuyucu” anlayamadığı için, haliyle içeriğini bilmediği bir meseleyi objektif bir şekilde anlayıp değerlendirmesi ve herhangi bir yönde “takdir” belirtmesi de mümkün olamamaktadır.
Hilâfetin Osmanlı literatüründeki başlangıç aşamasına eğildiği kısımda yazar, Osmanlı sultanı Orhan’ı “halife” olarak niteleyen Seyyid Kāsım Bağdâdî Seyahat-nâmesi’ni daha önce önemli bir kaynak olarak zikrederken, bu çalışmasında birdenbire eski yaklaşımından çark ederek üzerinde “ciddî şüpheler” ve “önemli tereddütler” bulunduğunu iddia etmiş (s. 27 + dipnot: 27); ancak ilmî hiçbir delile dayandıramayıp içini dolduramadığı bu iddia, kendisinden başka hiç kimseyi bağlamayan kişisel bir “şüphe” ve “tereddüt” olmaktan öteye geçememiştir. Bu noktada yazarın, kitapta eserin tarihî önemine işaret eden eski makalelerindeki atıfları da sessizce ortadan kaldırarak, bu yeni iddiası için kendine uygun bir altyapı kurmaya çalıştığı dikkati çekmektedir.
Başka bir noktada yazar, Yahyâ-zâde İbrâhîm’in XVII. yüzyılda Câm-ı Cem-Âyîn’e bazı ilâve ve eklentiler yaparak kendi zamanına kadar getirdiği ve II. Osman’a sunduğu Hilye’-i Hâkânî’ adlı eserinin içeriğinden söz ederken: “Onun döneminde kaleme alınmış olan bir eserde Osmanlı atalarının silsilenâmesi Nuh’un oğluna dayandırılırken bir ölçüde ima yoluyla da olsa hilafet/saltanatın kökte olan bütünleşmeyle desteklenmeye çalışıldığı açıktır.” şeklinde bir anlam çıkarmış (s. 64); hatta bunu daha da genel bir çizgiye taşıyarak: “Osmanlıların atalarının kimler olduğu yolundaki ilk kronik yazarlarının ortaya koyduğu silsilelerin mantığı”nın da bu olduğu fikrini ortaya atmıştır (s. 64-65). Dipnot ve bibliyografyaya kaydettiği gibi “Süleymaniye Raşid” değil (krş. s. 65, d.: 135; s. 469), “Reşid” Efendi koleksiyonunda yer alan bu nâdir eserin (zira “Raşid” Efendi kitaplığı Süleymaniye’de değil, Kayseri’dedir) te’lif sebebini açıklamaya çalıştığı yerde de, artık modası geçmiş olan ve spekülasyondan başka hiçbir temele dayanmayan, her şeyi “siyâsî sebepler”e bağlama klasiğini devreye sokarken; Hilye-i Hâkânî’nin adı üstünde bir “Silsile-nâme” olduğu, “Eb-i Sânî” (İkinci baba) olarak tanınan Hazret-i Nuh’un yalnız Osmanlılar’ın ve II. Osman’ın değil, tüm insanlığın; oğlu Yafes’in ise sadece Osmanlı hânedan üyelerinin değil, tüm Türkler’in atası olduğu gerçeğini ilginç bir şekilde göz ardı etmiştir. Oysa tûfan gerçekleştiği sırada dünyadan farklı bir gezegende yaşamayan, başka bir cinsten olmayıp “insan” türüne mensup olan her “insan” peşinen “İnsanlığın ikinci atası” Nuh Peygamber’in silsilesindendir. II. Osman’ın en düşük tebaasına mensup sıradan herhangi bir Türk bile “Nûh’un oğlu Yâfes”in soyundan türediğine göre, bu mantıkla Sultan -üstelik Osmanlı’nın en ihtişamlı çağında- acaba kime karşı neyi meşrulaştırma gayretine girişecektir?
Seyyid Kāsım’ın Orhan Gâzî hakkında kullandığı “Halîfe” vasfını, bazı sikkelerinde adı geçen yüz yıl önce yaşamış eski bir Halife’ye “bağlı olduğu” (!) şeklinde yorumlayıp kendince “mahallî” ilân eden yazar; Hilye’de -öne sürdüğü gibi- “Halîfe” ya da “Sultan” olmayıp, yaşadıkları devirde farklı “Halîfe”lerin hizmetinde bulundukları açıkça belirtilen bu atalara acaba hangi makul gerekçeyle “Hilâfet” kisvesi giydirmiş, hatta bununla da yetinmeyip II. Osman’a bir de onların eliyle “meşruiyet” verdirmiştir? Veya yüz yıl önce “ölmüş” eski bir “Halife”ye bağlamak için Sultan Orhan’a atfettiği “biat” hakkını, acaba hangi geçerli bahane ile bu ataların kendi zamanlarındaki “Halife”lerden esirgemiştir?
Yahyâ-zâde ve Osmanlı kroniklerindeki soyağacı metinlerini basit ve temelsiz bir iddia ile değerden düşürmeye çalışan yazar, bu kroniklerdeki bilgilerin kaynağını teşkil eden Bayâtî’nin Oğuz-nâme menşe’li monografisini de yine aynı “meşrulaştırma” yapay iddiasına bağlamaya çalışarak: “Sultan Korkud için kaleme alınan Câm-ı Cem âyin gibi Oğuznameden istihraç edilmiş olan diğer silsilenameler, bir ölçüde Osmanlı saltanatının atadan dededen gelen hükümdarlığını, köken itibarıyla İslami anlamda meşrulaştırma ameliyesi/vazifesi görmekteydi.” yorumunu yapar (s. 65). Burada da yazarın eserin hem şekli, hem de içeriği hakkında akademik anlamda büyük bir bilgi zaafı içerisinde olduğu hemen göze çarpar. Çünkü sunulduğu şehzadenin adı zaten isminin içinde açıkça yer alan bu eser, yazarın zannettiği gibi “Sultan Korkud”a değil, -herkesin çok iyi bildiği üzere- onun otuz yıl önce ölen amcası merhum “Cem Sultan”a sunulmuştur. Yazarın öne sürdüğü gibi, bu risâle eğer Şehzâde “Cem”e değil de “Korkud”a sunulmuş olsaydı, adının “Câm-ı CEM-Âyîn” değil “Câm-ı KORKUD-Âyîn” olması gerekirdi ki, böyle bir isimlendirme kuşkusuz edebî açıdan da peşinen mantıksız ve anlamsız olurdu.
Öte yandan II. Osman’a sunulan Hilye’nin temel aslî kaynağı olan bu eserde de, Osmanlı atalarının kahir ekseriyeti yazarın sandığı gibi “Halife” olarak değil, tam aksine “Halife” ve “Sultan”ların emir ve nökerleri olarak gösterilmiştir ki, bu da yazarın bariz bir yanılgıdan öteye geçmeyen “meşruiyet” iddiasını büsbütün çaptan düşürüp ciddiyetsizleştirmektedir. Yalnız hânedan silsile-nâmelerinde değil, -tarikat pîrlerinin şecereleri dâhil- istisnasız tüm soy cetvellerinde “İnsanlığın ortak ikinci atası” olan Nuh Peygamber ve haleflerinin, doğal olarak Bayâtî’nin ve Yahyâ-zâde’nin Silsile-nâme’lerinde de yer almasının “hilâfet/saltanatın kökte olan bütünleşmeyle desteklenmesi” ile alâkası nedir? “Akademi dünyası içinden gelen” yazarın, bu iddiayı hangi “akademik” ritüele dayanarak ortaya attığını açıklaması gerekmektedir. Osmanlı coğrafyasından bile olmayan, Şehzâde Cem’le ilk kez Hacc’da karşılaşan Tebriz’li bir müellif; daha yeni tanıştığı ve “Sultan” dahi olamamış bir şehzadenin henüz ortada olmayan “hükümdarlığı”nı acaba hangi mantıklı gerekçeyle “meşrulaştırma” derdine düşecektir? Yazarın “akademik anlamda acemiliği yansıtan bir zaaf eseri” olmaktan öteye geçemeyen bu gibi yüzeysel iddialarının tarihî ve mantıkî açıdan hiçbir temele oturtulamayacağı şüphesizdir.
Kitapta sözü edilen yeni “kaynaklar”a gelince; yazarın bu ana metne eklediği ve son bölümdeki bir makalesinde de göze çarpan, daha önce içeriğine yönelik neşriyat yapılıp tarihî önemine dair de müstakil bir makale yazılmış olan Dâvud-ı Kayserî’nin el-İthâfu’s-Süleymânî’sini (bu konuda, bk. İhsan Fazlıoğlu ve bizim daha önce yayımlanan makalelerimiz) “akademi dünyası içinden gelerek” referans göstermeksizin ilk kez kendisi kullanıyormuş görüntüsü içinde vermiş (s. 26, 382); ilmî ve tarihî önemini çoktan vurgulamış olan daha önceki çalışmalardan ise hiç söz etmemiştir. Buna benzer şekilde, yine yıllar önce (2010 yılında) Edirne Kütüphanesi’nde keşfedilip bir makale ile bilim dünyasına zaten tanıtılmış olan, kimi akademik araştırmalarda hakkındaki bu ilk makaleye atıflar bile yapılan Murad Hüdâvendigâr’a sunulmuş nâdir kaynaklardan Tuhfetü’l-Guzât’ı da ilginç bir şekilde kendisine mâl etmiş (s. 382); böylece “akademi dünyası içinde” bir şekilde edindiği yerini “akademi dünyası dışından” topladığı başkasına ait verilerle nitelikli hale getirerek, bu dünya içerisinde “kendisini göstermek” istemiştir. Yine 2015 yılı Ağustos ayı sonlarında kendisiyle sözlü olarak paylaşılan, ilkin aynı yıl çıkarmak üzere olduğu bir kitabına çala-kalem ekleyip, bu yeni kitabına aldığı bir makalede de aynen tekrar ettiği, ancak hakkında kendisine söylenilenden başka bir malûmata sahip olmadığı için referansını bile veremediği: “Orhan Bey’in oğlu Süleyman Paşa adına yazılmış dinî kitaplarda da gazâ/gazî terimlerinin kaydedildiği” bilgisi de (s. 382), kitaptaki “akademi dünyası dışından” şifâhen devşirilmiş, başkalarını kenara itip “kendini gösterme” amaçlı etik olmayan bu girişimler kapsamına dahil edilebilir. Yazar, istifini hiç bozmadan ısrarla devam ettirdiği, “akademi”nin temel etik değerlerine aykırı olan bu alışkanlığına son vermediği taktirde, “akademik bir anlayışa uygun olmaya özellikle dikkat ettiği” iddiası boş bir “iddia” olmaktan öteye geçemeyecektir.
Değerlendirmemize burada son verirken; “akademi dünyası dışında” olduğu bahânesiyle başkasının alanla ilgili yeni keşif ve bulgularının üstüne konma çabasına “meşruiyet” kazandırmaya çalışan; kendisini “akademi dünyası içinde” gördüğü hâlde, henüz “akademi” etiğinden ve başkalarının ilmî çalışmalarının nasıl kullanılması gerektiğinden dahi “bihaber” olan böylesi bir üslûbun daha da aşırı hâle gelmemesinin en büyük temennimiz olduğunu ifade etmek zorundayız.
* Araştırmacı-Yazar & Yeniçağ Tarihi Uzmanı, [email protected]