Honamlı Gelinin Çekisi (Mersin Mezitli-Ohunkeşlik) |
Ali Tanyıldız’ın Honamlı Yörükleri’nde “gelin atının sıçırılması!” bölümü (Isparta) aklımı karıştırmıştı. “Gelinin namusu atın g. den mi sorulur?” diye olmazlanmıştım. Atalar “Eli, alemi kınama! Başına gelir!” diye uyarırdı. Honamlı’da duyup kınadığım göreseği, başkalarında da görmek beni şok etmişti. Bu garip göreseğin öyküsünü paylaşmadan edemedim!
Özetle, “Honamlı yörükleri, gelinin bineceği atı, sabahtan başlayarak sıçırana kadar gezdirirmiş! At dışkıladıktan sonra, gelinin bineceği kıvama gelirmiş!” Buna “Gelin atını sıçır-mak!” denirmiş! Komik diye hemen gülmeyin! Turpun büyüğü heybede! (Ali Tanyıldız- Honamlı Yörükleri)
Gelin, ata bindikten sonra, damat evinde inene değin, atın ‘ sıçmaması’ gerekirmiş! Atın sıçması uğursuzlukmuş! Öyle bir uğursuzluk ki, “Gelinin kız oğlan kız olmadığı!”na işaret sayılırmış! Tuhaf yeri de burasıydı! “Ne alakası var? Atın sıçmasıyla gelinin iffeti arasında nasıl bir ilişki kurulur?“ diye aksilenmeyin!. Oluyormuş işte! (Tanyıldız. Honamlı Yörükleri)
Geçmişte olup biten her şeyin mantıklı olmasını aramak boşunadır! Nasıl olmuşsa olmuş, vaktiyle böyle bir gelenek doğmuş. Yakın zamana değin bu görenek yaşamış. Belki bir yerlerde, hala gelin atının sıçırılması ciddi bir sorundur. Bir kınalı gelinin yazgısı, bir atın densizliğine bağlanmıştır!..
Gelinin iffetiyle, gelin atının dışkılaması arasında bağ kurulunca; atın “sıçırılması” çok önemli iş olurmuş. Güvenilir birinin atı alıp dışkılatıncaya kadar dolaştırması gerekirmiş. Düğün alayı sırasında, atın densizlik etmemesi için böyle önlem alınırmış! Aksi halde düğün evi cenaze evine dönüverirmiş! Duy da inanma dedikleri budur zahir!..
Eşe, dosta elde kınadığımız bu konuyu bir araştırın demiştim.
Torosların denize bakan yamaçlarına geçtiğimiz sırada, Torosların yukarı yaylalarını, Kır’ı seyil ve yamaç yörükleri birlikte kullanırmış. Yayla’ya çıkan tüm yörük boyları birbiriyle tanışır, komşuluk ve iş birliği ederlermiş. Sonra yavaş yavaş tarıma geçip oturak olmaya başlamışlar.
Göçebelik kökenli göresekler bir bir yitip gitmeye başlamış! Kalanları da unutulmaya yüz tutmuş! Yörük boylarının adları unutulmuş. Yerlerini köylerinin adları almış! Biz Keşli Yörükleri adımızı unutmamışız! Biz köylerimizin adına keşli-keşlik sözünü eklediğimiz için unutmamışız. Köyün adı da Ohunkeşlik idi. Sonra adını Doğançay yapmışlar. Adımız da unutulacaklar arasına katılmış! Ardına göçebelikten kalma gelenekler sıralanmıştı!..
Eşe dosta, densiz atın ve bahtsız Honamlı gelinin çekisini anlatmıştım.
Etrafa kulak kesilmelerini, yaşanmış örnek olursa haber vermelerini istemiştim. Kız kardeşim A.Öztürk Keleş’e açıkça angarya yüklemiştim. Biz, Mersin yakınlarındaki bucağa tıkışmadan önce birçok yayla seçeneğimiz varmış! Kâh Gölpınar’a, kah Urum’a, Ereğli yöresine doğru Yıldız Dağı’nın eteklerindeki yaylalara çıkarmışız! Urum dediğim Rim, yani Roma demekti. Yani Torosların üstündekiler, ardındaki bölgeye urum derdi. Oraya çıkınca Urum Konya olurdu. Konya’ya erişince Urum ötesiydi. Sahici Urum’a kadar her yerin batısı Urum’du! Marmara Denizi’ne varınca da karşı yaka Urumeliydi! Yani Roma’ya kadar uzanır giderdi!
Osmanlı, Karaman Beyliği’ni ezince, sıra Yörük ve Türkmenlere gelmiş! Osmanlı onları asi saymıştı. Eskiden yaşadığımız Karaman toprağını, Ereğli, Ayrancı ve Karaman alanlarını Osmanlı bize haram etmişti! Karamanlı’ya arka çıkmanın bedeli Kıbrıs’a, Adalara, Uçlara ve Rumeli’ne sürülmek olmuştur!
Bizimkiler ayaklarını çabuk tutup Torosların Akdeniz yamacına kaçmışlar! Ulukışla, Sertavul ve Dümbelek Boğazları’nı kullanmışlar! Yaz gelince yine o yana yaylaya çıkar, oralara yakın yerlerde yazlanırmış! Kaçmadan önce de oralarda yazlarmışız. Sürgünden kurtulmuşlar ama yaşadıkları topraklardan olmuşlar. Yayla yaptıkları yerden Ayrancı, İvriz, Ereğli, Halkapınar vb. yamaçlara bakar bakar; eski yurtlarına (Ergenekon) özlem duyarlarmış. Urum’da Yörük boyları yan yana yurt tutarlar; oba oba çadırlarını komşuca kurarlarmış. Boy boy, oba oba birbirlerini tanır, kız alır verirlermiş. Düğün dernek yapıp akrabalıklar kurarlarmış!…
Çiftçi kimliğiyle, dar alana sıkışıp kalınca, eski bildiklerinin tümüyle yabancısı olmuşlar!..
Eskisi gibi oymak oymak birbirlerine karışamaz olmuşlar. Adları unutulmuş. Sorulduğunda, köylerinin adını vermişler. Dünya olarak kendi köylerini çeviren dağların arasını, çevliği görmeye başlamışlar! Köylü kimlikleri, yörük kimliklerinin önüne geçmiş. Köklerini unutmuşlar. Yeni nesiller eski kültüre yabancı kalmışlar! Atalarının sağlığında anlattıklarını ciddiye almaz, kulak vermez olmuşlar. Hatta komik bulup alaya almaya başlamışlar!..
Babam sağlığında, Honamlı’larla yakın olduğumuzu; hatta akraba düştüğümüzü söylerdi. Yakınlarda bildik bir Honamlı obası yoktu. Bir de “Honamlı karısı gibi kamıtmak!” deyimi kalmıştı aklımda. Honamlı kadınların uzunca, boru gibi, ortasına yazma bağlanan; heybetli bir hotozu -başlığı- olurmuş. Başlık ağır olunca, onlar da ağır ve oturaklı olurlarmış! Heybetli ve ağır hotozun altında hareketleri kısıtlanırmış! Oturup kalkmaları zorlaşırmış! (Ersöz, Yörükler)
Bu yüzden olmalı, bir köşeye kurulup heykel gibi sessiz ve kıpırtısız oturanlara, “Ne o gıız? Honamlı karısı gibi kamıttın kaldın hoy!?” derlermiş.
Kamıtmak veya anıtmak sözü, bildiğimiz (anıt-heykel) sözünden türemedir.
Heykel gibi kıpırtısız dikilip kalmaya anıtmak denirdi. Anacığım da bunu bize sık sık kullanır-
dı!. Sözün mecaz anlamı, bön bön, aptal gibi bakakalmaktı! Atın ya da taşın üstünde kıpırtısız oturmaya kamıtmak derlerdi. Taşın üstünde oturup kalanlara kamıtıyor derlerdi. Orta Asya’da Türk Anıtları diye anılan anıt taşları, bozkırın ortasında öylece hareketsiz dururlarmış! Bu anıt taşlarını gözleriyle görmüşler. Bu sözlerle anısını yaşatmışlar; hem de eleştiri olarak algılayıp deyişet haline getirmişler! Anıt gibi, hoyuk (korkuluk) gibi kıpırtısız durmayı burada kınarken; tarihi bir anı da yaşadıklarını anlatmış oluyorlardı!
Anıtmak, anıt gibi kıpırtısız durmak; at üstündekine de kamıtmak demişler. At kurbanlarını, uzun bir sırığa geçirip başı yukarıda arkası aşğıda atı asarlarmış. At orada kuruyup dağılana kadar öyle asılı kalırmış.
Hoyuk, giysili bir adam profilidir. Atları sahiplerinin ardından kurban ederken, başından sonuna uzun bir sırık geçirirler ve yükseltirlermiş. At orada yavaş yavaş kurururmuş. Zaman geçip dağılana kadar orada öylece kalırmış. Hoyuk, hüyük deyimi de bu at kurbanından günümüze gelen bir adlandırma olmalıdır.
***
Bunları anımsayınca, şu “at sıçırma işi” Toroslara erişmiş mi? Bizim yörede örneği var mı diye bakınıyordum! El elin eşeğini türkü çağırarak ararmış! ”Namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmaz!” derler diye kendimi eleştirirdim. Aradan birkaç yıl geçti. Ama buluntu çıktı geldi. El alemde kınadığımız kendi oymağımızda yaşanmış meğer! Bir kere daha şaşırdık!
Anamın “eli kınamayın uşaklar, başınıza gelir!” uyarısı başımıza geçen yüzyıl başlarında gelmiş meğer!..Yüz yıllık bir öykü!..
Gelin atının pislemesi, eskiden bizde de bilinirmiş. Honamlı komşulardan ödünç mü aldık, yoksa bizim öz göreseğimiz miydı? Orasını Allah bilir! Göresek, Keşli yörüklerine de bulaşmış! At pislemesi sanakası burada da bilinirmiş! Gelinin kız oğlan kız olmadığına yorulurmuş.
Güvey ‘densiz atın sırtında, gelini, baba ocağına geri çevirmeye’ mecbur ve haklı sayı-lırmış! Vay gele, yazgısı kötü kınalı gelinin başına gelene!
Bu öyküyü anımsayan biri çıkmış! Olanları anlatmış!
Vurgun olduğu kızı alamayan bir çılgın aşığın yediği haltları anlatmış.
Adam başkasıyla evlenip çoluğa çocuğa karışmış, saygın sınıfına katılmış!
İnsan ne denli saygın sayılırsa sayılsın, işin içine kara sevda, kıskançlık, bencillik girince bakın neler oluyormuş!
***
Adam eskiden tutkunu olduğu kızı alamamış. Kızın evleneceğini duyunca, hem atını verme-
yi, hem de gelin atının yedicisi olmayı üstlenmiş. Kızın ailesi kişinin evli barklı, saygın birisi oluşuna, biraz da hısım-akraba oluşuna bakarak bir sakınca görmemişler. Adama gelin atının sıçırılması, güvey evine girinceye kadar, gelinin koruyuculuğunu yapmasına izin vermişler.
Hani geline, ata binince ‘nereye’ diye sormuşlar! Gelin ‘ya kısmet’ diye yanıt vermiş.
Göreseğe göre, gelinle güveyin evleri kapsa kapsaya (kapı kapıya) bile olsa, gelin alayının dolaşacağı bir yol vardır. O yollardan geçilir! Gelin alayı, önlerinde davul zurna ile güle oynaya, oraları dolanır gelirler! Bu süre gelin alayının coşkusuna göre 3 ila 5 saat sürebilir. Gelin baba ocağında ata biner, üç, beş saat sonra, at sırtında güvey evine varırdı! Önce köyün giriş yolundan Mezarlığa çıkılırdı. Geçmişlerin ruhuna Fatiha okunur ve rahmet dilenirdi! Oradan Uluyola çıkılırdı. Düğün alayı Uluyol’dan Say’a Yayla yolu sapağına kadar yürürdü. Buradan köye yönlenirler, güveyin evinin önüne gelirlerdi! At üzerindeki gelin merdiven eşiğinde dururdu…
Düğün Alayı’nın önünde bayrak taşıyıcı olurdu. Yiğitbaşı veya onun görevlendirdiği bir genç, bayrağı taşırdı! Ardında halay çeken gençler olurdu. Onların ardından davulcu ve zurnacı abdallar gelirdi. Gelin atı ve dizginleri sıkıca tutan yedici, davulcunun-zurnacının ardı sıra gelin alayında yerini alırdı. Gelinin ardısıra atlarına yenge binmiş; gelinin görümceleri, kız kardeşleri, arkadaşları atlarıyla gelirdi. Onların at yedicileri olmazdı. Atlarını kendileri yönetirdi. Yengelerin ardından da düğün alayı gelirdi. Bunların ardından da atlı izleyiciler gelirdi. Yayalar bunların arkasında yer alırdı. Onların ardında da çehizleri taşıyan deve katarı gelirdi.
Düğün alayı böyle sıralanırdı…
Çehiz yüklü develerin önünde, daylak denilen erkek deve olurdu. Daylağın yüklerinin üstüne, güldürdek, gümbürdek çanları takılırdı. Bu çanların her biri bir bakır helke kadardı. Dört ila altı adet güldürdek çanı takılırdı. Çanlar devenin karın altına değin sarkardı. Güldürdek, gelin alayının bando mızıkası gibiydi. Yüksek sesler çıkarırdı. Devenin yürüyüşüne, ırgalamasına göre sesler değişir, artar, yükselir ve pesleşirdi. Dağlarda yankılanır, sesler geri dönerdi! Yankının da yankısı olurdu. Güldürdek çanları, çancıya özel yaptırılırmış. Her obanın güldürdeğinin sesi ve tonu farklı olurmuş. Çok uzaktan kimin deve katarının geldiği bilinirmiş.
Gelin alayı belli güzergahı izleyip dolanırken, güvey ile sağdıcı evde beklermiş! Güveyin dışarıya çıkması, gençler tarafından kaçırılmasıyla sonuçlanabilirmiş. Güveyin kurtulmalık (!) bedeli, babasına ağıra patlarmış!
Gelin alayı, güveyin merdiveni eşiğine gelip dayanmasıyla bitmezmiş!
Gelinin attan inmesinden önce yapılması gereken zorunlu ürüsümler varmış!
Önce davul-zurna “gelin indi havası” vurmaya başlarmış!
Öksüz veya yetim bir çocuğun eline, işlemeli küçük bir yastık verilirmiş. Çocuğun yastıkla sırtına vurduğu kişilerin, bahşiş vermesi göresekti. Düğün, yastık vuran çocuğun da yüzünü güldürmüş olurdu. Sonra birisi dellal-okuyucu olurdu. Hısım akrabayı, konu komşuyu okumaya başlardı! Yeni evlenen çifte kimin ne katkısı olacağı sorulurdu! Adları bir bir okunurdu! Adı okunan yüksek sesle ne vereceğini bildirirdi. Tellal onun sözlerini yüksek sesle yinelerdi. “Emmisi Hüseyin’den bir kuzulu koyuuun!” diye duyururdu. Hediyesi hazır olan verir, olmayan vaad ederdi. Burada verilen sözler tutulurdu. Bu “okuma” faslı kayın babanın ve kayın ananın okunmasıyla biterdi! Yeni evlilere yapılacak cömertliğin son demiydi. Tam burada, gelinin “bahşişini almadan attan inmeyeceği, nazlanacağı” tutardı. Gelinin “göynü olsun, attan inmeye razı gelsin” diye güveyin anası-babası geline bir bağışta bulunur ve işi tatlıya bağlardı.
Ortalıkta görünmeyen güvey, bu sırada damın üstüne çıkmış; oradan gelinin başına saçı saçardı! Saçı torbasından gelinin başına, gelin alayının üstüne bozuk para kabuklu şeker, kövük şeker, şekerleme, kuru yemiş vb. şeyler saçardı! Saçı saçılması eski bir Türk geleneği idi. İlk üründen Gök Tanrı’ya bir şükür ikramı idi.
Saçı saçılırken, düğün alayındakiler saçıdan pay almak için yere eğildikleri sırada bir kargaşa çıkardı. Merdiven eşiğinde, tetikte bekleyen yengeler, güveyin yakınları, arkadaşları; gelini atın üstünden indirirler! Gelini kaptıkları gibi, merdivenden, koltuklayarak yukarı çıkarırlardı. Gelinin ayağı yer görmezdi! Saçı işini bitirip merdiven başına inmiş olan güvey, gelini kucaklayarak eşikten geçirirdi. Gelin ağır gelirse, eşiğe basmadan yürüterek içeriye alınırdı.
Gelin eşikten geçerken, kayınbaba ile kayınananın gösterisi başlardı.
Önce güveyin anası, su dolu bir testiyi tepikle kırardı. “Gönül kırgınlığı olmasın, gelin uğurlu ve bereketli olsun! Söz dinler olsun!’ diye yapılan bir umu uğrasasıydı. Kırılan testinin suları uğurdu! Ardından güveyin anası ile babası, yalancıktan bir güreşe tutuşurdu! Bu ürüsüm düğünün sonu demekti. Güleşi kaynana kazanırdı! Bunun anlamı ‘Bu evde kadının sözü geçer! Evin erkeği kadınına, kadını erkeğine saygılı olur!” demekti.
Güveyin babası herkese teşekkür eder, helallik dilerdi. Evli evine, köylü köyüne dönerdi…
***
Bu bağlamda, atın sıçırılması öyküsüne dönelim.
Gelin atının yedicisi, geline vurgun, kızın başkasına yar olmasını içine sindirememiş!
Gelin alayı boyunca yapacaklarını düşünmüş! Aklı, sevda bungunundan işlemez olmuş.
Önceden atın burunsuluğu üstüne, işlemeli bir mendil bağlamış! Elleri görünmesin diye ön-
lem almış. Gelin indi ürüsümü sırasında, parmaklarını atın burun deliklerine sokup öteki eliyle de atın ağzını kapatmış! Ağzından, burnundan nefes alamayan at, can havliyle havaya sıçramış! Nefessiz kalan at, can havliyle biraz sıçmış!
Herkesin dikkati gelin inme ürüsümü ile meşgulken, bunları yapmış!
Atın yakınında duranlar “Eyvah! At sıçtı!” diye bağrışmışlar!
Davul, zurna zınk diye susmuş!
Ortalık bir ölüm sessizliğine bürünmüş! Düğün evi, bir anda cenaze evine dönüvermiş!
Düğünün keyfi, coşkusu uçup gitmiş! Herkesi derin bir üzüntü sarmış. Gelin ne yapacağını bilemez halde, atın üstünde öylece kamıtırmış! Bir atın densizliği herkesi perişan etmeye yetmiş!
Kızın ailesi, hısım akrabası büyük bir üzüntüye kapılmış! Savunulamaz bir düşkünlük hissetmişler. Güvey ve ailesi için durum çok daha zormuş!
Şurada birkaç dakika önce ürüsüm bitse, bunlar yaşanmayacaktı diye hayıflanmışlar!
Herkes belirsizliğin çukurunda sıkışıp kalmış!
Güvey evet dese sakal, hayır dese bıyık arasına sıkışmış! Binlerce yılın göreseği var! Sanki zamanın bir anında, donup kalmışlar!
Düğün alayında, atın yedicisinden huylananlar ve izeyenler de varmış!
Atın ağzını, burnunu kapatıp nefessiz bıraktığını görmüşler! Bunlardan biri duruma el koymuş ve atın dizginine yapışmış! Atın zorla sıçırıldığını, atın burun deliklerini ısrarla sıkarak bu sonucu yarattığını kalabalığa bildirmiş! Durumdan huylanan başkaları da varmış. Onlar da gördüklerini yüksek sesle dile getirmişler! Haberi verenin ardında durmuşlar! Yedicinin eskiden bu kızda gözü olduğunu bilenler de anımsamışlar. Atın burnunun sıkılarak yapılanın geçerli olmadığını, doğal olmadığın savunmuşlar!
Bunun geline bir zararı dokunmaz, gelin inme ürüsümü tamamlansın demişler!
Düğün alayı halkı bu görüşe arka çıkmışlar! Davul ve zurnaya, çalın demişler!
Düğün alayı, uykudan uyanırcasına uyanmış! Canlanmışlar! Benizlerine renk gelmiş! Herke-sin yüzü yeniden gülmeye başlamış. Düğün alayı toparlanmış! Davul zurna yeniden gelin indi havası vurmaya başlamış!
Yengeler gelini atın üstünden almışlar, koltuklayarak kapı eşiğine çıkarmışlar! Güvey, orada gelini kucaklayıp eşikten geçirmiş! Damat gelinin bir kusuru olmadığını, kucaklayıp eşik aşırarak; evine alarak kabullenmiş! Gelinin namus ve iffetinin eksiksiz olduğunu doğrulamış. Bir kınalı gelinin iffeti şüpheden arındırılmış!…
Atın dizginini adamın elinden kapıp alan, kalabalığa “Allahını seven vursun!” diye seslenmiş! Kötülük cezasız kalmamış! Adam kaçıp kurtulana kadar epeyce hırpalanmış! Hak ettiği cezayı göreseklere uygun biçimde vermişler!…
Bu göresek, kam-şaman zamanından kalma bir fosil adettir. Şaman, küçük şeylerden sonuçlar çıkarırmış. Gizleri yorumlar çözermiş! Şimdi kam yok, şaman yok! At densizlik ederse, masum gelinin iffetine etmiş sayılacaktır.
Bugün ortada ne kam var ne şaman! Ama, at bokundan mana çıkarıp günahsız gelinleri töhmet altında bırakan, fosil göreseğin hortlamışı aramızdadır. Zavallı at, densizliği ile bir kınalı gelini töhmet altında bıraktığından habersiz, def-i hacetini görürmüş!
Akıllı geçinen görgülü insanların, bu sanakaya metelik vermesi gariptir! Geçen yüzyılda, yani 20.nci yy başlarında yaşanmış bu göresek hala canlıymış. Honamlı’da kınadığımız bu gelenek-görenek fosili, aramızda hükümünü sürdürmüş!
Allahtan, gelinler artık ata (!) binmiyorlar. Atın densizliğiyle (!) ömür boyunca zan altında kalmıyorlar! Allah kınalı gelinleri, zan ve şüpheden arı sili kılsın! İffetlerini şüpheden ari kılsın!..
Bunlara kulak asanlara da Allah akıl, fikir versin!..