İnegöl Kavaklaraltı Parkı’nda Nostaljik Bir Gezinti |
Pandemiden dolayı bir buçuk yıldır ayrı kaldığım İnegöl’e 2021 ağustos ayında kavuşunca arkadaşım İlknur (Akıncı) ve kuzenim Müşerref’le (Sündüz) soluğu Kavaklaraltı Parkında aldık. Ulu kavak ağaçları kurumuş olsalar da yeni ağaçlardan ve bitkilerden dolayı yemyeşildi. Ama eski park yoktu artık. O anılarımızda ve Cemil Kavukçu’nun öykülerinde kalmıştı. Ben de o günleri biraz hatırlayalım istedim. İlk olarak 1916 doğumlu annem Hayriye Peşteli’nin anılarıyla başlayalım.
Hayriye: “Park Boşnak Mahallesi’ndeydi (Şimdi Burhaniye Mahallesi) Kaşıkçı Mehmet Ağa mesire yeri olsun diye, kavakları ekmiş. Bana Habibe Hala (Ural) anlatmıştı. O zaman parklar yoktu. Yeşillik, piknik yeriydi. O zamanlar otomobiller, yaylı arabalar da yoktu. Herkesin evinde öküzleri, arabaları vardı. Arabalara şilteler, halılar seriliyor. Sepetlere yiyecekler konuyor. Hıdrellez yapmaya gidiyorlardı. Orada ip geriyor, salıncak kuruyorlardı. Etrafta jandarmalar geziyordu. Kimseler gelip kadınları rahatsız etmesin diye bekçiler değil de jandarmalar geziyordu. Sessiz sedasız eğleniliyordu. Kimi akordeon çalıyor, kimi darbuka, kimi ud. Öbek öbek insanlar, yemekler yeniyor, sütlü kahveler içiliyordu. Parkın etrafı telle çevriliydi. Akşamüstü herkes evine dönüyordu. Hıdrellez’de nişanlı olan kızları, kayınvalideleri çağırıyordu. Elbiselik kumaş alıyorlardı.
Selma: Ne zaman park haline geldi? Çocukluğunda mı?
Hayriye: Evet. Hatırladığım ilk işletici, Hasan Efendi (Saraç) sonra Ahmet Efendi, soyadını bilmiyorum. Masalar kondu, çay ocağı şimdiki yerinde, üstünde teras gibi bir yer. Merdivenlerden çıkıp, orada otururduk. Ahmet Efendi ağaca ampullerle ay, yıldız yaptırmıştı, ışıl ışıl çok güzeldi. Sihirbazlar, cambazlar gelirdi. Dışarıdan da gözüküyordu. Sonra herkesten para toplamışlardı. Askeri katar varken, onlar o zaman pist yaptırdılar. Etrafı duvarlarla çevrildi. Sağ tarafta epey büyük bir şey yaptılar. Askeriye kışın mahfel olarak kullanacak denmişti. Sonradan parkı işleten Emine, çocuklarıyla oturmuştu. Ahmet Efendi tarabalarla ayırmıştı, diğer tarafta içki içenler vardı, erkekler. Akşamüstü Fehim zamanında aileler yemeğe geliyorlardı.
Askeriyenin zamanında pistte dans ediliyordu. Parktaki ilk düğün Müfettiş Şahap Beyin kızı bir subayla evlendi. Orkestra vardı, askerlerden oluşan, İstanbul’dan gelmişler. O zaman Almanya ile harbe gireceğiz diye Ermenileri de askere aldılar, evvelden almıyorlardı.
Hayatilerin Hikmet’in düğünü de Halk Evinde olmuştu. Onlar büfe hazırladılar. Büyük kapılardan giriyorsun, sağ tarafta oda, L biçiminde masa, masanın üzerinde -o zamanlar meyve suları yoktu- evlerinde portakal suları hazırlamışlar, sigara börekleri, her şey… İnegöl’ü de bütün çağırmışlar, herkes vardı.
Selma: Düğün maaile miydi?
Hayriye: Tabii, memurlar, askerler, kendileri tabii. Onlar başı açık, bant bağlamışlardı. Ben de türban yapıp iğne takmıştım, kaybettim, sonra bulundu. Düğün çok güzel oldu. Gemlikli Veteriner Naci Beyle evlendi, Bebek’te oturuyor.
Halk Evi, Marmara Sinemasının olduğu yer, şimdiki Belediye düğün Salonu. Cumartesi günleri İnegöl’ün kızları arkadaşlarını çağırıp, orada toplantı yapıyorlardı. Eskiden Yıldız Sinemasının olduğu yerde (şimdi cami olan) Yıldız Kahvesi vardı. Kadın garsonlar hizmet ediyormuş.
Parktaki ikinci düğün, Şebboyların kızının düğünüydü, İzmitli bir gençle evlendi. Bir de Kadıyoranların Hasibe de burada evlendi, galiba askerle.” (1)
Sahavet Türkisay’ın anımsadıkları: “Mesrure ablalar (Bosna) Adana’dan İnegöl’e gelince mahallenin havası değişirdi. 1940’lı yıllarda o yeni çıkan plakları yanında getirir, parka gittiğimizde onları çaldırırdık.
1950’li yılları Feriha Çilek’ten dinleyelim…
Feriha:” Parkın karşısından akan dere yüksek tahta su yolu ile değirmene kadar gelirdi. O su akar, akar. Herhalde kum da getirir. Tahtaların arasına sıkışmış yeşillikler, söğütler. Tahtadan su akar değirmene, o güzellik, o yeşillikler. O görüntü çok güzeldi. Kavaklaraltı’na herkes gelirdi, herkesin yeri belliydi. Âdem Ağaların Kadriye, İpekçi Mehmet Efendi’nin kızı Feriha, Sadiye Abla- yeni öldü- onların yeri ayrı. Paşa beylerin Cavidelerin yeri ayrı. Mukaddes, Hacı Yakupların, üç katlı ev İnegöl’de onlarınkiydi. Cerrah Yolu’ndan gelenler ayrı. Önde delikanlılar top oynuyorlar, öbür tarafta herkes yerinde oturuyor. Akşamüstü Ziraattan çiçek kokuları gelirdi. Şimdi altmış sene geriye gittim. Ömer Azmi vardı rahmetli, çekirdek satardı. Ne kadar güzel ne kadar temizdi İnegöl. Herkes birbirini tanıyordu, seviyordu. Gazhane’den bir araba geçerdi -bir posta- Ankara’dan Bursa’ya, akşama da dönerdi. Murat Çavuşların Remziye gelirdi, annesi Hatice Hanım anneme gelirdi. Bizim ev caddede, köşede. Araba geçer, Hatice Hanım kalkar. Annem “otur” derdi. O da “Remziye’m geldi, gidiyorum” derdi. Aslında gelen Remziye değil, arabadır. Akşamüstü sizin rahmetli Nezihe, Ömer Ağaların Melahat, Saadet, Elmas, herkes hazırlanır. Gazhane’de Eminanım vardı. Orada yürüyüş yaparlar. Delikanlılar gene atlarla çıkarlar. Zadelerin Mehmet, Hamza Peşteli, onlar da atlarla geçerler, Ayşe ablayı görecekler, adı bile Güzel Ayşe.
Selma: Onların evi de çok güzeldi. Bütün evler bahçeliydi.
Feriha: Çok güzeldi İnegöl. Meselâ camda oturuyorsun, geçenleri tanıyorsun, şimdi geçenleri tanımıyorsun, yabancının yabancısı. Biz zaten dört senedir buradayız.” (2)
İlkbaharda kavakların yaprakları yeşillenir, havada polenler kar gibi uçuşurdu. O zamanlar alerjik rahatsızlıklar yoktu. Bu durumdan yakınmadığımız gibi hoşumuza da giderdi. Parkı işletenler yaza hazırlık olarak çiçek ekerler, duvarları bembeyaz badana yaparlardı.
Park mahallemizde olduğundan hayatımızın da içindeydi. Çocukken aile büyükleriyle, gençken arkadaşlarla, aileyle hatta sülalece giderdik. Annem onlar gençken yalnız gitmelerine izin verilmediğini, başlarında yaşlı bir kadınla gittiklerini anlatırdı. Bir de mahallemizde biri öldüğünde ister akraba ister komşu olsun kırk gün parka gidilmeyeceğini belirtmişlerdi. Elbette isyan etmiştik, iki yaşlı ölse yazımız zehir olacaktı. Onun üzerine yas süresi yedi güne indirilmişti.
Bazı sabahlar kahvaltıya giderdik. Evlerimiz yakın olduğundan kahvaltılıkları, tabakları, piknik sepetlerine koyar, yanımızda götürürdük. Simitler Beyaga’dan sıcak sıcak gelirdi. Kahvaltıdan sonra kahveler eşliğinde muhabbet edilir, öğlende evlere dağılırdık.
Parkımız sonbaharda da çok güzel olurdu. Sarı kırmızı yapraklar dökülürken renk cümbüşü sunarlardı bize.
Müberra Kaşıkçıoğlu, parka gelen tiyatrolardan Avni Dilligil ve Tevfik Gelenbe’yi hatırlıyor. Tevfik Gelenbe Radyo Tiyatrosunda Uğurlugiller’deki bacı karakteriyle gönlümüzde taht kurmuştu. Tiyatroda görmeden önce sesinden tanıyorduk.
1960’lı yıllarda çok radyo sanatçısı, şarkıcı gelirdi. Nevin Demirdöven ve Mustafa Sağyaşar’ı anımsıyorum. Ayrıca Bursalı sanatçı Şadi Gümüşdağ yaz boyu güzel sesi, efendi kişiliğiyle bizlere Türk Sanat Müziğini sevdirmiştir.
Şadi Gümüşdağ
Müzisyen, 01 Ağustos 1941 tarihi İnegöl doğumludur. Küçük yaşlarda Bursa’ya taşındılar. Oto tamirhanesi çalışanı olarak hayatını sürdürürken 1958 yılından itibaren müzikle ilgilenmeye başladı.
Haydar Telhüner, Kadri Şençalar, Gavsi Baykara, Fahri Kıral gibi müzisyenlerden eğitim ve katkı gördü. 1960’lı yıllarda Bursa’da sahneye çıkan bir müzisyen olarak hayatını sürdürdü. Plakları: Gülelim Eğlenelim- Çileli Bülbül, Bir Yar Sevdim Adalı- Dertli Pınar, Düş, Ben Gibi Bir aşk’a Avareyim Ben, Neşelenip Coşalım, Güzel Bir Kız Sevdim. (3)
Cambazların gelmeleri hepimizde heyecan uyandırırdı. Yüksek yere ip gerilir ve cambaz ipin üzerinde yürürdü, hiçbir can güvenliği olmadan tam olarak “canbazlık” yapardı. Cambaz aşağı indiğinde hepimiz rahat bir nefes alırdık. Sonrasında da sahneye bir şarkıcı çıkar, neşeli bir şarkıya kendimizi kaptırırdık.
Mualla Erkul’un hatırladıkları: “Çocukluğumda sanatçılar gelirdi. Babam akşamları ailecek bizi götürürdü. İp üstünde yürüyen bir cambaz gelmişti. Annem Meral’e hamile, Beyaz Kelebekler’e gittiğimiz akşamın sabahı doğurdu. Herkes şaşırmış, neredeyse parkta doğuracakmış diye. Demek ki Beyaz Kelebekler 28 Ağustos 1965 yılında gelmişler. Bir de Kavaklaraltı’nın sembolü Beyaga’nın simitleridir bence.”
Takvimler 1968 yılını gösterdiğinde bizler de “Siular” orkestrasıyla tanışmıştık. Günün sevilen şarkılarını, aranjmanlarını seslendirip bize müzik ziyafeti sunuyorlardı. Yeni yetişen bizler de tempo tutup, hırka sallıyorduk. Orkestrada gitar çalanlar: Emin Akıncı (18), Gazozcu Ayhan (21), Ertan Sözügüzel’di (20). Ertan aynı zamanda solistti. Saksafonda Nurettin (21) ve bateride Fahri Çayırlı (21) vardı. Kavaklaraltı ve Hastane Parklarında ücret almadan çalıyorlardı, içecek (gazoz, çay) bedavaydı. Kimi üniversiteye gidiyordu, kimi liseyi yeni bitirmişti. “Sensiz Saadet Neymiş?” “Ağlama Değmez Hayat” gibi şarkılar popülerdi. Parkı işletenler Fehmi ve oğlu, Hilmi Coşartekin idiler.
Emin Akıncı’nın unutamadığı anısı: “Konser için parka gidiyorduk. Yolda değirmenin oradaki çınarın arkasından rahmetli Altınbaş Hoca çıkıverdi. Hatırımızı sorup, “Bakın çocuklar size bir şey diyeceğim. İyi güzel çalıyorsunuz. Ama insanlar bana ‘Babası, Allah Allah, oğlu yallah yallah diyorlar. Çok ağırıma gidiyor’ demişti. Ve rahmetli Fahri ağabey o gece son kez sahneye çıkmıştı.” (4)
Aslında İnegöllüler müziğe, orkestralara alışkındılar. Ama Altınbaş hocanın duyarlılığını da anlamak gerekir.
Melahat Bekâr, 1938 yılında on iki yaşlarındayken kuzeni Nebahat (Peşteli) ve Aysel’le (Bosna) gündüz parka gittiklerini, gece için prova yapan orkestradan Memduh ağabeylerinden ve kısa boylu bir askerden dans dersi aldıklarını hatırlıyor.
1926 doğumlu Ahmet Özaras, kendi orkestralarının kuruluş sürecini anlatmıştı.
Ahmet: “Akordeon çalardım. Orkestrada hep birlikteydik arkadaşlarla, Yörük Mehmet Ali derler. Guruptuk. Sonra işte biraz laflar oldu herhalde. Sonra biz ayrıldık. Bu arkadaş bateristti, bateri önemlidir müzikte, ben akordeon çalardım. Saksafon çalan çocuk bizim mahalledendi. Bir de klarnetçi, malum ya bizim düğünlerde klarnetle oyun havaları çalardık. Klarnet çalan Ahmet, saksafon çalan Nurettin, ben akordeon, baterist arkadaşım Sabri Akpolat, bir de Emin. İlk zamanlar “Gençlik Caz” idi adı. Sonra” Orkestra 26” yaptık, adını değiştirdik. Orkestra hâlâ devam eder. Benim Kumla’da iki tane akordeonum, iki tane orgum var. Şimdi müzisyen arkadaşlarım var orada. Oranın musiki derneği başkanı, hatta kalp krizi geçirdi arkadaşım, o sık sık gelir bana. Buradan “Yörük” dediğim kimse gelir, kanun çalar o, ud çalar öbürü. Bayan arkadaşımız solistlik yapar. Güzel sesi müsait, böyle ara sıra toplanırız.
Müzik benim hayatım. Ben onsuz yapamam. Ya akordeon çalarım tek başıma ya org çalarım. Kendi teşkilatım vardır, hoparlörlerim var, etrafı rahatsız etmeyecek şekilde. Gece arkadaşlar toplanırlar ailece, ille beni çağırırlar yanlarına. Gurup halinde otururlar sahilde, yemek yerler, orada müzik yaparız. Ondan sonra ben çalarım, devam eder.
Hiç notayı öğretmediler bana, pratik yaparak öğrendim. Müziği Halk Evi’nde öğrendim. Biz Halk Evi’nden başka yer bilmezdik. Halk Evi’nde doğup, Halk Evi’nde büyüdük biz. Bütün gecelerimiz orada Temsil Kolunda geçerdi. Burada bir tiyatro yaptık biz. Bursa Valisi geldi, özellikle davet etti Bursa’ya. Şevket Şennet vardı öğretmen, bir de katarda Darülbedayi’den bir sanatkâr vardı, o organize ederdi temsili. Çok güzeldi, çok fevkaladeydi. O kadar çok beğendi ki, Bursa’ya davet etti. Bütün masrafları karşıladı. Birkaç gece orada temsil verdik. Müziği de orada gördüm. Hâlâ hazırda bir piyano vardı, kuyruklu piyano derdik biz, ortaokulda dururdu. Hâlâ da duruyor zannediyorum. Ben orada öğrendim kendi kendime, ama ne hoca var ne bir şey. Merak işte! Düğünlere giderdik. Oradan para kazanırdık.” (5)
Mine Tekgöz’e göre park deyince, yetmişli yıllarda ikindilerde Beyaga’nın simit getirmesi ve arkadaşımız Turhan Neşe’nin parası olmayan arkadaşlara kendi harçlığından ısmarlaması aklına geliyor…
Turhan Neşe’nin parkla ilgili anılarını kendisinden dinleyelim.
“Kavaklaraltı Parkı bizim gençlik yıllarımızın en güzide, halk arasındaki ifadesiyle ‘aile çay bahçesiydi’. Öğrencilik dönemimde çalışmaktan çok mutlu olduğum, yaşama dair insan, insan sevgisi, çok şey öğrendiğim çok özel bir yerdi. Bizim bir ucundan Kavaklaraltı’yla buluştuğumuz dönemde parkın işletmecisi simitçi Beyaga namıyla anılan İsmail Babür’dü. O yıllarda park çok popülerdi. Ama biz parkın işletmesini alan Boşnak Ömer Faruk Öner döneminde parkı daha çok sevdik. Faruk, işini çok seven, çalışkan, insan sevgisinde ve ilişkisinde çok sıcak, herkesle kaynaşmasını bilen, herkese saygılı çok can bir insandı. Kavaklaraltı’nda sabah kahvaltılı buluşmalar onun zamanında başladı ya da biz öyle biliyoruz. Her gelenin, doğasına, bahçe düzenlemesine hayran olduğu parkın müdavimleri ise kendilerine hep aynı masayı ve köşeyi seçerdi. Birçok kişinin yeri belliydi. Havuz zemininden, parkın set kısmına üç-dört basamaklı merdivenler çıkılır ve bu set bölümünde kamelyalar bulunurdu. Bu masalara oturabilmek için İnegöllüler birbirleriyle yarışırlardı. Özellikle Kavaklaraltı bizim dönemimizde İnegöl’ün bir sanat ve kültür buluşma merkeziydi. Erol Büyükburç’tan Gönül Yazar’a, Behiye Aksoy’dan Beyaz Kelebekler’e, Ahmet Sezgin’den Nejat Uygur’a, Erkan Yolaç’tan Cem Karaca ve Kamuran Akkor’a kadar birçok sanatçının gelip İnegöl’le buluştuğu bir kültür merkeziydi.
Ayrıca parkta İnegöllülerle ilgili özel anılarımız vardı. Sevgili olanların seçtikleri parçalar vardı. O zaman 45’lik plakları pikaba, müşterilerin gelişine göre dizilip, onların siparişleri alındıktan sonra şarkılar onlar için çalınırdı. Mesela Nasıl Geçti Habersiz Boşnak Mayk Muammer’indi, Bir Teselli Ver, Orhan Gencebay’ın. Behiye Aksoy’un Oyun Bitti’si, Mustafa Sağyaşar’ın Sabret Gönül’ü, Vedat Çetinkaya’nın Anlatılmaz Bin Dert İle adlı eserleri hep sevgililer tarafından seçilen şarkılardı.
Her kuşaktan müşteri profili vardı. Çocuklardan en yaşlısına kadar… Çocukların içinde en sevimlisi, parkın maskotu haline gelen, Dündar İlkokulu’nun karşısında oturan Şafak Nakliyat’ın sahibinin oğlu Zeynel Susever’di. Gençler olarak Cemil-Sinan Kavukçu, Ali Ulvi Ortanca ve arkadaşları Kavaklaraltı parkını içselleştirerek yaşayan hemşerilerimizdi. Öyle ki daha sonraları Cemil Kavukçu bu yaşantıları öyküleştirerek kitaplaştırdı.
Faruk ve Fahrettin Öner’in anneleri bizim tetka’mızdı. Tetka’nın Boşnak böreği o dönem parka gelen birçok genç tarafından özlenen ziyafetler arasındaydı. İdman Yurdu’nda top oynayan -nam-ı diğer Sarı Selahattin- Saraç Süleyman’ın oğlu Selahattin Özoktay da parka gelen, servis sıkıştığında çalışanlara yardımcı olan renkli, kişiliğiyle iz bırakan insanlardandı.
Her akşamüstü düzenli gelen mahalle sakinlerinden ise, o dönemde köfteci Zeynel Organ, uncu Niyazi Güneş, emlakçı Tahsin Sevinç, otobüsçü Ömer Konyalı, bunlar ayrılmaz dörtlüydü. Bir akşamüzeri hep aynı saatte gelirlerdi. Onlar da renkli kişilikleriyle Kavaklaraltı’na güzellik katan insanlardı. Hepsini rahmetle anıyorum. Adliyede zabıt kâtipliği yapan Nevzat Eren, Ziraat Bankası’nda çalışan Mesut Arda, Mümtaz Beşikkaya da bir başka grup olarak Kavaklaraltı’nın müdavimleri arasındaydılar. Parkın ilçe stadyumuna bakan aralık başında sanayi esnafı Mustafa, herkes tarafından tanınan meşhur zula Ahmet, traktörü ile kum çeken Arnavut Nurettin, onlar da parkımızın renkli simalarındandı. Zula Ahmet’le ilgili anlatılan onlarca öykü, Aziz Nesin’in kitaplarını bile geçecek düzeydedir. Süleymaniye mahallesinden berber Mahmut’un oğlu Akbank veznedarı Cemal Ayva, sanayiden mobilyacı ve sandalyeci Kemal Zeybek Kavaklaraltı sevdalısı olan mahalle sakinlerindendi. Ama hem parkın işletmesinde hem çalışanlarında, parkın müşterilerinde, herkesin en çok hayranlık ve saygısıyla sıcak bir ilgiyle takip ettikleri parka canlılık getiren kişi CHP Bursa milletvekili ve senatörü olan Saffet Ural Paşa’ydı. Parkta kahvaltı ve aile buluşmaları bir akraba şölenine dönüşür, burada mutlaka Peşteli, Lakşe, Bekâr’lar, Baysal’lar, Özgüvenç’ler ve Kömürü ailelerinin parka kattığı değerleri unutmamak gerekir. Ziraatçı Kemal Girginer’i de (Keklik Kemal) anmak gerekir.
Beyaga’nın simidi gibi yerel marka olarak da Oylat gazozu da Coca Cola’sız yılların en güzel içeceğiydi.” (6)
Kavaklaraltı Parkını yazarken bir yandan da Naci Memiş’in hazırladığı Kavaklaraltı’nda dinlenen şarkılar çalışmasını dinliyorum. Bu süreci kendinden dinleyelim.
“Yaz aylarında sabah kahvaltısı sonrası bazı günler Kavaklaraltı Parkına gidip, sanki parkı kapatmışım gibi tek kişilik imparatorluk kurduğum zamanlar… Yaş on yedi, tarih bin dokuz yüz yetmiş iki.
Defterim yanımda, ilk yazma denemelerimi yapıyorum. Kırık Yol romanı yol alıyor yavaş yavaş.
Parkın işletmecileri yakın akrabalarım Faruk ve Fahrettin kardeşler, parkın girişinde sağ dip köşede yaşıyorlar. Bazen öğle yemeklerine davet ediliyorum. Anneleri Emine yengenin acımasız kol börekleri sayesinde hem mola veriyor hem de içerideki ortamı kontrol edip, müzik yayınlarının yapıldığı yere doğru yollanıyorum. İlkel bir pikaptan yayın yapılıyor, yerlerde kırk beşlik plak cesetleri, kimi kırık, kimi çizik işlevlerini yitirmişler. O anda bir liste yapma fikri oluşuyor kafamda. Orada çalınabilen ve arızalı tüm plakların listesini yapıyorum. Bizim büyüklerimizin dinlediği plaklar bile var. Aradan nerdeyse yarım asır geçtikten sonra bu listeyi tesadüfen buluyorum. Bu antik buluşmadan sonra kafamda Kavaklaraltı Müzikleri projesi hayat buluyor. Altmışlı ve yetmişli yıllara zamanda yolculuk yaptıracak ve İnegöl insanı ile buluşacak bir çalışmaya başlıyorum. Tüm yakınlarıma dokunmak ve onlara güzel dakikalar yaşatmayı bir müzik adamı olarak görev biliyor ve borcumu ödemek istiyorum. Sevgilerimle…” (7)
Yalçın Turhan’ın hatırladıklarını okuyalım.
“Kavaklaraltı’nı ilk gördüğümde altı-yedi yaşlarındaydım. Babaannemin yeni taşındığı evin karşısında, etrafı yeşil portakala benzeyen dikenli ağaçlar ile çevriliydi. Çevresinde dar ve sığ bir dere vardı. Ve bu derede Arnavut Nurettin’in kazları yüzerdi. Bazen Nurettin’in büyük kızı Süreyya elinde bir değnekle onları toparlamaya çalışırdı. Özellikle akşam vakitlerinde, havalı hoparlörlerden yapılan müzik yayını bütün mahalleden dinlenirdi. Dikenli ağaçlar arasından birkaç kere parkı gözetlediğimde, tahta masalar, kalın kocaman gövdeleri ve yerleri bir halı gibi kaplayan yeşil çimenlerini görmüştüm. Daha sonra parka çok yakın olan Şakir Lakşe ilkokuluna kaydolunca, parkın bitişiğindeki çocuk bahçesine uğrar, buradaki tahterevalli ve salıncaklara binerdik. Parkın içini ilk defa öğrencilere gösteri yapmak için şehir şehir dolaşan bir kumpanya geldiğinde görmüştüm. Kumpanya çadırı parkın içine kurulmuştu. Hokkabazlar ve palyaçoları da ilk defa burada gördüm. O yıllarda Kavaklaraltı Parkı şehir turnelerine çıkan birçok sanatçıya da ev sahipliği yapıyordu. Tiyatro ve konserler genellikle burada sahneleniyordu. Biz de o yaşlarda konserlere, kollarımız, dizlerimiz çizik ve kan içinde, dikenli ağaçlar ve onların arkasına çekilmiş dikenli tellerin arasından kaçak girerdik. Sıralanmış sandalyelerin arasına saklanır, sandalye sahipleri geldikçe yerimizi değiştirirdik. O zamanlar parkta alkol serbest olduğu için bira şişelerin sandalye aralarına bırakan müşterilerin içkilerinden yudumlardık.
Kavaklaraltı Parkı’na müşteri olarak ilk defa, lise yıllarında 19 Mayıs Bayramı provalarının dinlenme arasında arkadaşlarımla gittim. İçinde birkaç ördek olan küçük bir havuz, yeşil çimenler arasında dar patika yollar, kocaman Kanada kavakları altında gölgelere yerleştirilmiş tahta masa ve sandalyeler olan iç açıcı ve ferah bir yerdi.
Yıllar sonra bir fabrikada iş bulup çalışmama rağmen ek iş olarak iş çıkışı gece on ikiye kadar burada çalışma imkânı buldum. Bu işten çok keyif alıyordum. Hem doğal ortamı hem sürekli müzik yayını hem de müşteri kalitesi beni çok etkiliyordu. Şu an bile halen arkadaş, ağabey, abla gibi görüştüğüm birçok kişiyle tanışmam bu sayede oldu. Garson olarak çalıştığım sıralarda samimiyet ve iyi niyetlerinden, kültür seviyelerinden dolayı hep bir aile gibi hissettim. Kimin ne yiyip içtiğini, çocukların huyunu suyunu, müzik tercihlerini ezberlemiştim. Bazı geceler rahmetli müzisyen, piyanist şantör Mehmet Ağabey program yapar ben de ona solist olarak eşlik ederdim. Hele o ortamda müzik eşliğinde şiir okumak çok hoşuma giderdi. Ortam o kadar güzeldi ki özgüvenim yükselmişti, hiç çekince hissetmiyordum. Bu ailelerden biri de diş hekimi Emin Akıncı ağabeyim ve İlknur ablaydı. Hemen hemen her gece aile dostları ve arkadaşları ile akşam yemeği sonrası çay-kahve içmeye gelirlerdi. Bir gün servis almaya gittiğimde masalarında bir kirpiyle oynadıklarını gördüm. Kirpiyi beslemek için park içindeki büfeden benden çerez almamı rica ettiler. Ben de bir miktar karışık çerez alıp getirdim. Yanlış hatırlamıyorsam kirpi, çerezlerin içinden leblebileri çok sevmişti. Ertesi gün geldiklerinde dikenli ağaçlar ve şimşirlerin arasında onların çocuklarla birlikte bir şeyler aradıklarını fark ettim. Yanlarına gidip sorduğumda geçen akşamki kirpiyi arıyoruz ama bir türlü bulamadık dediler. Daha önce dediğim gibi çok değerli insanlar ile orada tanışmam, onlar ile sohbetlerde bulunmam, hal-hareket, birbirlerine davranışları bana çok örnek olmuştur. Ancak çocukluğumun ve çalıştığım dönemin parkı ile şu anki durumu arasında çok fark var. Eski doğallığı ve sıcaklığı yok maalesef.” (8)
Bize yüzyıl gibi gelen birkaç yıllık kapanmadan sonra 1989 yılında Doğru Yol Partisinden seçilen Belediye Başkanı Cemal Arık’a parkın açılması için sekiz yüz imzalı bir dilekçe ile başvurmuştuk. O da parkta yenileme çalışmaları yaptırıp açtırmıştı. O günden beri açık.
Doğan Zafer’de o yıllara ait, “Özden ağabeyler çalıştırırken İtalya 90 Dünya Kupası maçlarını seyretmeye giderdik” diye anımsıyor.
Kaynakça: