İşgalin Gölgesinde İstanbul ve Peyami Safa |
Peyami Safa’nın yazdığı ve eski harfli basınımızın sayfaları arasında kalmış bir makaleyi yeni yazıya aktararak dikkatinize sunmak istiyorum.
Bu gazete makalesi, Milâdi tarihe göre doksan dokuz; Hicri tarihe göre ise yüz iki yıl önce bugünlerde yazılmış ve 20 Mayıs 1920 tarihli Tercüman-ı Hakikat Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Yazar, işgal altındaki İstanbul’dan hüzünlü ve ibretlik iki Ramazan manzarası sunmaktadır.
İşgalin kasveti, Ramazan sevincini gölgede bırakmıştır.
Muhteşem asırlar görmüş olan Osmanlı başkenti, yirminci asrın başlarında sefîl bir hayat yaşamaktadır. Çoğu mahallelerde kimsesiz, yetim çocuklar tam bir sefalet içinde yaşamaktadır ve en çok da onların perişan hali yazarı derinden etkilemektedir.
Savaş ve işgal dönemlerinin en talihsiz kesimidir çocuklar. Yazının ilk bölümü buna ayrılmıştır.
Yazarın ikinci bölümde dikkat çektiği husus ise birtakım tezatlar ve çelişkilerdir. İşgale, yoksulluğa ve diğer birçok sıkıntıya rağmen bazı kesimler kendilerini Ramazan eğlencelerine vermeye çalışmaktadırlar. Dönemin basın yayın organlarının çoğu da bu sefâhati körüklemekte ve hiçbir sıkıntı yokmuş gibi bir hava oluşturmaya çalışmaktadırlar.
Yazara göre, bu sefâhat karşısında, hem de Ramazan gibi mukaddes bir ayı kullanarak eğlenmeye çalışmak İstanbul’da çok eski devirlere dayanan bir tür “Bizans mikrobu”na bulaşmışlık hâlidir ve bu coşku gösterisinin altında aslında derin bir ızdırap yatmaktadır.
Ramazanda İstanbulumuz: Mukaddes Ay Karşısında
I
Karşımıza çıkacağını hiç ümid etmediğimiz âşinâ bir çehre gibi “Mukaddes Ay” İstanbulumuzun solgun ufuklarına birdenbire doğuverdi.
Onun bu kadar çabuk geleceğini hiç birimiz hayalimizden geçirmiyorduk değil mi?
Geçen Ramazan ile bu Ramazan arasında hayatımız hırçın bir dalga gibi belirip kayboldu.
Cidden, hayat bir karış yol!
İki Ramazan arasında sıkışan bu on bir ay içinde ne heyecanlı vakalar seyrettik!
Yalnız şu bir senelik hayatımızda tarihin müsterih sahifelerine uzanan binlerce hadiseyi yan yana gördük. Arzın en hayret verici vakaları gözlerimizin önünden elektrikli bir mevce (dalga) süratiyle geçti.
Biz, muhafaza-i dimağında birer tarih kitabı taşıyan insanlarız; fakat çok korkunç bir kitap!
Sahifelerindeki her satır ruhumuzun en derin köşesine bir çivi gibi saplanan simsiyah bir kitap!
Hele, son yaprağında doğanlar kadar müthiş bir âfet taşıyan meş‘ûm bir kitap.
Dün, akşamın lacivert gölgeleri içinde küskün küskün yolumu yürüyorken, karşıma ansızın önünde meşale ve arkasında coşkun bir mahluk yığını koşan dağınık bir tabur çıktı: Ramazan davulcusu ve çocuklar!
Ah, çocuklar! O, şüphesiz hepimizden daha bahtsız insancıklar!
Kendilerine uzak diyarlardan saadet getirmiş bir havarinin arkasından koşar gibi davul çalan adamı takip ediyorlardı.
Heyhat! Zavallı yavrucuklar!
Sevince en muhtaç oldukları günlerde hep feryad ve hıçkırık; hep bükülen boyunlar; ağlayan gözler; sararan yüzler görmeye mahkum talihsiz kafile!
Bilseniz, bilseniz size ne kadar acıyoruz!
Gözlerimi hemen bu fıkırdayan, kanayan, coşan küçük insanların üstüne diktim.
Hepsi zayıf, çelimsiz, solgun ve sapsarı.
Belli ki, sütten, yumurtadan, has ekmek ve iyi sudan mahrum yaşamışlar.
Belli ki, evine her akşam haline göre küçük, büyük bir “cici paket” taşıyan babaları görmemişler.
Belli ki, en kudretsiz eve bile on iki ayda bir kere olsun bolluk getiren eski Ramazanları hatırlamıyorlar; bilmiyorlar.
Bizler ki, çocukluğumuzda sulhun şen ve mesud kollarında yaşadık.
Harp kasırgası, ailelerimizin hâkim uzuvlarını kapıp götürmedi.
Bütün bu cehennemî günlerde bizim inşirâhla yâd edilecek müsterih bir mâzimiz var.
Fakat bunlar, bu küçük insanlar, bu mini mini talihsizler?
Ey, kimsesiz, avâre çocuklar!
II
Ramazanın gelişi bizim için yalnız mukaddes ve dinî bir hadise değildir.
O geldiği zaman cemiyet hayatımız da birden bire değişiverir.
İctimâi vicdanımız bu hadisattan pek şiddetle müteessir olur.
Ramazanın cemiyet hayatımızdaki en bariz tesiri bize çılgın bir gece hayatı getirmesindedir.
Senenin on bir ayı bizim için geceler engin karanlıklardan ibarettir: Yalnız uyku!
Ramazanda ise tamamıyla aksine bir ay geçer: Sanki on bir ayın “gece hayatı” mahrumiyetinin intikamını alırız.
Hele bu Ramazan!
Caddedeki hazırlıklara bakılırsa, geçen on bir ayın intikamını fena alacağız.
Dün kalabalık bir caddede şu muhâvere kulağıma çarptı:
– Acayip insanlarız canım. Devletçe, milletçe züğürdüz. Dâhili – hârici gâileler, felaketler başımıza çökmüş. (Oysa) Gazeteler her yerde bir sürü eğlentiler, cünbüşler ilan ediyorlar.
– Birader, bütün bu çılgınlıklarımızın sebebi o dediğin gâileler, felaketlerdir. Herkesin beyni sersem oldu. İçen de, içmeyen de sarhoş. Binlerce derdin içinde kavrulup gitmektense, işi coşkunluğa vurmayı tercih ediyorlar.
Birinci mütalaa ne kadar şayan-ı dikkatse, ikincisi de o kadar doğrudur.
Hakikaten bazı sevinçler, coşkunluklar vardır ki, doğrudan doğruya ızdırabın alâmet-i fârikasıdırlar.
Maamafih ( Lapyayed? ) ile birlikte İstanbul’un biraz da eski Bizans şimesinden mikrop kaptığını tasdik etmek mecburiyetindeyiz.
Tercüman-ı Hakikat
1 Ramazan 1338 /20 Mayıs 1920
Numero: 14070, Sahife: 3
Muharriri: Peyami Safa