İstanbul’un Fethinde Burçlara Sancak Dikme Probleminin Çözümü |
Bu Yazıda - Konu İçi Ara Başlıklar
İstanbul’un Fethinde Burçlara Sancak Dikme Probleminin Çözümü
“Ulubatlı Hasan”, “Balaban”, “Mustafa” ve “Karışdıran Süleyman”*
İstanbul’un fethi, Türk ve dünya tarihçiliğinin en çok tartıştığı konuların başında gelmektedir. Bir asra yakın zamandır çeşitli yönleriyle sürekli gündeme getirilen, bilinmeyen noktaları üzerinde farklı görüşler öne sürülen fetihle ilgili meseleler arasında bugüne kadar tartışılmaya devam eden en dikkat çekici konulardan birisi de; fethin gerçekleşmesinde birinci derecede rol oynayan, Osmanlı askerinin ruh dinamizmini doruk noktasına çıkarırken Bizans ordusunun psikolojik açıdan çökmesini sağlayan “İstanbul burçlarına sancak dikme” meselesidir.
Üzerinde defalarca kez farklı çalışmalar yapılmasına rağmen İstanbul’a ilk kez hangi noktadan girildiği, ilk sancağın hangi burç üzerine kimin tarafından dikildiği ve bunu hangi bölgelerde kimlerin takip ettiği tartışmaları, mevcut kaynakların yetersizliği ve sağlıklı sentezlenememesi nedeniyle yine de sonuçsuz kalmış; bu konuda gerçek tarihî sıralamaya ışık tutacak kesin bilimsel bir çözüm ortaya konulamamıştır.
Hakkındaki en önemli tarihî verilere, imparatorun yakınlarından olup kuşatmada surları teftişle vazifeli bulunan Yorgios Sfrancis’in (ö. 1488’den sonra) Chronicon Maius’undaki çağdaş kayıtları ve kısa bir süre önce Fatih Horhor’da tespit ettiğimiz kabrinin kayıp kitabesindeki ortak bilgilerden ulaşabildiğimiz Ulubatlı Alemdar Baba Hasan[1], ömrünün altmış yılını Bursa ve başkent Edirne’de, üç Sultan’ın hizmetinde büyük ve seçkin bir Alemdar (Sancaktar) olarak geçirdikten sonra, İstanbul kuşatmasına On Sekiz Sekbanlar bölüğünün “Sekbanbaşı”sı olarak katılmış; şehrin düşeceği gün Fatih seçkin kumandan ve emirlerini surlara çıkmaya teşvik ettiği sırada, Sultan’ın tecrübeli ve emektar bir sancaktârı olarak yalın kılıç surların üzerine atılıp, onun Ak sancağını tekbir sesleri içinde Topkapı (Romanos) burcuna dikmeyi başarmıştı.
Sfrancis’in büyük kroniği hakkındaki eski isabetsiz iddialar nedeniyle varlığı yirmi yılı aşkın bir süredir gölgede kalan[2] Sancaktar Baba Hasan’ın; Bizans tarihçisinin rivayetinin henüz hiç kimse tarafından bilinmediği, Osmanlılar’da klasik tarih yazım geleneğinin devam ettiği on dokuzuncu asrın başlarına kadar, İstanbul halkı tarafından kuşatmada can veren tüm “Şehidlerin Serdârı” ve “Fâtih’in gıpta edilen sancaktârı” olarak tanındığı, kabrinin 1221/1806 tarihli tamir kitabesindeki orijinal bilgilerden anlaşılmaktadır.
Bu manzum kitâbede, Hasan’ın dilinden nazma dökülen:
“Yedümde tîğ-ı âteş-tâb dilümde nazm-ı Settârî
Ben oldum Fâtih’üñ ol günde mergûb ‘alem-dârı
Gazâ-yı ekber itdüm Rüstemâne hasmıla yed-kesr
Oluban gark-ı hûn-âlûd işte Şehîdler Serdârı…”[3]“Elimde ateş saçan kılıç, dilimde Settâr’ın nazmı
Ben oldum Fâtih’in o gün göz kamaştıran sancaktârı
Kahır pençemle, düşmanla Rüstem’ce ulu gazâ ettim
Kanlar içinde kalarak oldum Şehîdlerin Serdâr’ı…”
Dizeleri, Sfrancis’in Büyük Kronik’teki şu izlenimleriyle aynı noktada birleşerek; Hasan’ın burcun üzerine çıkması, tek başına çatışıp oradaki savunmayı dağıtması ve nihayet kanlar içinde kalarak şehit olması anlarını bire-bir aynı çizgide tasvir etmektedir:
“İşte o sırada aslen Lopadion (Ulubat)’lı olup koca bir vücuda sahip olan ‘Hasan’ adlı bir yeniçeri, sol eli ile başının üstüne kalkanını tutup, sağ eliyle kılıcını çekti ve …surun tepesine doğru atıldı. Onunla aynı cesareti göstermek isteyen otuz kadar diğeri de kendisini takip etti. Bizimkilerden hâlâ surlarda kalanlar ise üzerlerine kayaları yuvarlıyorlardı ve onlardan on sekizini aşağı attılar. ..Ne var ki Hasan, kendisine mahsus şiddeti ile surun üzerine çıkıp bizimkileri kaçırmayı başardı. …Ancak almış olduğu pek çok yaradan dolayı artık sağ kolu işlemez oldu ve oklarla kaplandı, nihayet beraberindeki pek çok kişi ile birlikte öldü.”[4]
Sancaktar Hasan’ın kabir kitabesinin ilk beyitlerindeki burca çıkma, düşmanla çatışma ve ölüm anları Sfrancis’in bu betimlemesinde de tam olarak yer almakla birlikte, cesedinin sur dibinde kaybolduğu ve rüyada gösterilerek bulunduğu bilgisi yalnız kabir kitabesinin devamındaki beyitlerde karşımıza çıkar. Bundan daha da önemlisi; Sfrancis’in metninde onun burca ilk sancağı diken kişi olup-olmadığı anlaşılamazken, kayıp kitabesinin Târîh mısrasını teşkil eden: “Zehi devlet Hasan Baba ki heşt-seddin ‘alem-dârı = Ne devlet ki Hasan Baba’dır sekiz burcun sancaktârı” ifadesi, bu konuda çağdaş kaynaklarca da doğrulanan kesin bir ipucu sunar[5]. Bu mısra, fetih günü sancak dikenler arasında asıl devlete Baba Hasan’ın kavuştuğuna, onun Romanos/Topkapı burcunu da içine alan İstanbul’un sekiz burcunun ilk sancaktârı olduğuna kuşkusuz bir biçimde ışık tutar[6].
Ulubatlı Hasan Ağa’nın emrindeki “On Sekiz Sekbanlar”ın onun kabrinin hemen yukarısında yer alan şehitlikleri de, kuşatmanın bu çağdaş tasvirlerde anlatılan son safhasını önemli topografik bir kanıt olarak tarihî gerçeklik noktasına taşımakta; Fatih’in şehit sancaktârı Hasan Ağa ile beraberindeki “On Sekiz Şehit Sekban”ın fethe damgasını vuran şanlı hâtıralarını zihinlerde yeniden canlandırmaktadır.
Ulubatlı Baba Hasan’ın varlığını doğrulayacak hiçbir kanıt bulunmadığı savından hareketle, kaynaklarda ona alternatif sayılabilecek daha başka isimler aranmış ve bunun sonucunda burçlara sancak diken diğer kimselerin kimler olabileceğine ışık tutacak daha farklı bilgiler ön plâna çıkarılmıştır.
Kuşatmada Ulubatlı Hasan’ın yerine burçlara sancak dikmiş olabileceği öne sürülen diğer isimler şunlardır:
Fetihte burçlara sancak dikme tartışmalarında öne çıkarılan isimlerden ilki, 1914’teki ilk fetih ihtifali haberlerinde adı geçen Arnavut devşirme “Balaban Ağa” ya da “Balaban Badera”dır[7]. Onun fetihten sonra “Sekban-başı” olduğu, dokuz yıl sonra ise Fatih tarafından Rumeli’de Sancak beyliğine atandığı bilinir. Marin Barleti, İskender Kastriota hakkında kaleme aldığı kronikte: “[Balaban Badera] Konstantinopolis kuşatması sırasında ilk kez şehrin surlarına çıkıp şehre girmiş, bu nedenle Sultan Mehmed onu daha aşağı bir statüden sancak beyliğine yükseltmişti.” diyerek, burca tırmanıp şehre ilk girenin o olduğuna işaret eder[8]. 1464-1467 yılları arasında İskender Kastirota üzerine gönderilen Balaban Bey bu çatışmalardan birinde vurulup şehit edilmiştir. Eski başkent Edirne’de, vaktiyle Alemdar Baba Hasan’ın mahallesi içinde küçük bir mescid yaptıran[9] Balaban’ın; Şehzadebaşı’ndan Laleli’ye geçiş noktasında, bir Bizans şapelinden çevrilmiş küçük bir mescidi daha vardı ve 1930’da yıkılıp ortadan kaldırılmıştı[10]. Bu mescidin de Ulubatlı Baba Hasan’ın kabrine ve On Sekiz Sekbanlar hazîresine çok yakın bir noktada bulunuşu, onun Hasan ve Sekbanları ile öteden beri yakından ilişkili olduğuna delil kabul edilebilir.
Nicolai Jorga’nın yayınladığı Romence bir kronikte verilen bilgilerden hareketle, şehre ilk giren ve imparatorla çatışmaya girişen kişinin “Mustafa” adlı biri olduğuna da dikkat çekilmiştir[11]. Kaynakta “flaborariu: sancak beyi” olmakla birlikte, uydurma bir eklenti ile aynı zamanda Anadolu askerinin “baclerobei: beylerbeyi” de olduğu öne sürülen Mustafa’nın imparatorla çatışma anları, benzer tasvirlerle Nestor İskender’in eserine de yansımıştır[12]. Bu Romence kroniğe göre; “Dev boylu ve çok cesur olan Doğu flambulario’su ‘Mustafa’, ürpertici nâralar atarak ve bütün Anadolu askeri ile koşarak Grek kuvvetlerini dağıt”mış, sonra seçkin askerleriyle birlikte Romanos burcunun arkasına kadar ilerlemeyi başarmıştı[13]. Romen yazar, bilahare çatışmada imparatorun “ikiye böldüğünü” belirttiği bu sancak beyini, sırf imparatoru yüceltmek amacıyla açık bir tahrifle Anadolu’nun “beylerbeyi” (baclerobei) yapmıştır. Oysa kuşatmada hazır bulunan Fatih’in tarihçisi Tursun Beg, İbn Kemâl ve diğer müverrihlerin açıkça belirttikleri üzere bu sırada Anadolu beylerbeyi İshak Paşa’dır[14].
Kronik yazarının bu gibi düzmece eklentileri istisna edilirse, verdiği kayda değer diğer önemli bilgilerden; Mustafa’nın Silivrikapı önünde konuşlanmış Anadolu askeri içinde savaşan bir sancak beyi olduğu ve şehre giriş noktasının da burası olduğu anlaşılır.
Surlara sancak dikme konusunda Ulubatlı Hasan’a alternatif gösterilen üçüncü isim “Karışdıran Süleyman”dır. Oğlu Behiştî’nin Vâridât-ı Sübhânî adlı eserinin VII. cildinde belirttiğine göre o, Sultân’ın has ordusunda bulunan Baba Hasan ve Anadolu askeri içinde savaşan Mustafa’dan tamamen farklı olarak, kuşatma sırasında bizzat “Rûm-ili begleri” arasındadır[15]. Feridun Emecen, savaştıkları bölgeler ve mensup oldukları birliklerin birbirinden farklı oluşunu hiç hesaba katmadan, Hasan ve diğer isimlere alternatif sandığı Karışdıran Süleyman’ı düz bir mantıkla diğerlerinden daha kuvvetli bir aday gibi yansıtmış[16] ve zamanla bu isabetsiz çıkarım akademik câmiada tekrarlanıp duran bir söylem halini almıştır.
Behiştî, kroniğinde babasının Rumeli ordusuna öncülük ederek burca çıkıp sancak diktiği ânı şöyle anlatır:
“Evvel Rûm-ili beglerinden hisâr-ı ‘âlî-mikdâr (yüksek burc)a çıkan merhûm-ı mağfûr vâlidüm (babam) Süleymân Beg idi dirler. …Anı görüp sâyir (diğer) begler dahı ikdâm u ihtimâm (gayret) eyleyüp, a’lâm-ı nusret-encâmı bâm-ı felek-i a’lâya (fetih sancaklarını göğün doruk noktasına) çıkardılar.”[17]
Emecen, fetihten sonra Fatih tarafından İstanbul’a subaşı tayin edilen Karışdıran Süleyman’ın, Nestor İskender’in işaret ettiği “Baltavulji” (Balta-oğlu) adlı kişi olma ihtimalinden söz ederek, onun üç bin askeriyle Edirnekapı’da açılan büyük gedikten içeriye giren komutan olabileceğine dikkati çeker[18].
Bu çağdaş kayıtlara atıfla, Ulubatlı Baba Hasan’a alternatif gösterilen isimlerin kuşatmada tamamen farklı burçlar önünde, birbirinden farklı Osmanlı birlikleri içinde yer alıyor olmaları birinin diğerine alternatif olamayacağına peşinen delil olmakta ve tartışmanın çözümlenebilmesi noktasında araştırmacılara farklı bir perspektif sunmaktadır.
İstanbul’un fethinde surlara sancak dikme meselesi tartışılırken, ilk sancağı dikenin tespiti konusunda araştırmacıları yanılgıya düşüren en önemli nokta; pek çok burca sırayla çok sayıda sancak dikilmişken, bunların kim tarafından ve ne zaman dikildiğini saptamak yerine tek bir kişiyi bulmak gerektiği fikrine odaklanmaları ve kaynaklarda adı geçen birkaç isimden birini diğerlerine alternatifmiş gibi sunmalardır. Bu yaklaşım, surlara ilk sancağı dikenin kimliğini tespit noktasında doğru gibi gözükse de, bulundukları bölgeler birbirinden tamamen farklı olan bu isimlerin sancak diktikleri yer ve zamanı göz ardı etme noktasında hatalıdır.
Bu tartışmaların çözümü düşünülenin tam aksine, adı geçen surlara ilk çıkış ve şehre ilk giriş noktalarının kronolojisinin tespitinde yatmaktadır. Şehre pek çok yönden ani girişler olmasını sadece bir “ihtimal” olarak gören Emecen, o karışık ortamda surları ilk kimin aştığının belli olmasının pek beklenemeyeceğini; bununla birlikte surlara çıkan ilk grubun, ötekilerden “daha inandırıcı” bulduğu Karışdıran Süleyman ve askerleri olması gerektiğini iddia etmiş, Balaban’ın ve Ulubatlı Hasan’ın bu grupta bulunup-bulunmaması meselesini ise herhangi bir kaynak veya belge ile irdelemek yerine “okuyucunun muhayyilesine” (!) havale etmiştir[19].
Uzun zamandır akademik çevrelerde bu ve benzeri pek çok yüzeysel iddia ortaya atılmışsa da, aslında dönemin kaynaklarında bizi bu konuda net bir sonuca ulaştırabilecek yeterince bilgi vardır. Fethin görgü şahitlerine yetişen ve onların sözlü rivayetlerine dahi yer veren Kemâl Paşa-zâde, Târîh’inin bu dönemi içeren VII. Defter’inde herhangi bir isim belirtmese de: “Top-kapusı dimekle iştihârı (şöhreti)” bulunan burçta “bâb-ı feth (fetih kapısı) açılup”, gâzîlerden ilk burca çıkan grubun “henüz kal‘a-yı düvâzdeh-burc-ı sipihrde râyet” (göğe uzanan on iki burçta sancak) dikilmemişken, “Sultân-ı ‘âlemüñ ak ‘alemi (sancağı)”nı “âvâze’-i tekbîr (tekbir nâraları)” ile “kulle”ye diktiklerini; bundan sonra ise “Silivri-kapusı cânibinden (yönünden) Anatolı ‘askeri ve Edirne-kapusı tarafından Rûm-ili leşkeri dahı hücûm idüp, gülgûn (gül kırmızısı) sancaklar”ı burçların üzerine yerleştirdiklerini ve onları takiben “lîmân cânibinden” yola çıkan “‘azeb”lerin de şehre girdiklerini önemli bir ayrıntı olarak zikretmiştir[20]. Aynı şekilde Fatih’in tarihçisi Tursun Beg de Târîh-i Ebû’l-Feth’inde Sultan’ın “kapu halkı”ndan olduğunu belirttiği seçkin askerlerinin, “henüz Rûm-ili ve Anatolı ve gemi ehli tarafları muhârebede ve müdâfa‘ada sâbit turmışlar”ken “asl-ı kal‘a” olan Topkapı/Romanos burcu üzerine çıkıp ilk sancağı bu burca diktiklerine benzer ifadelerle işaret etmiştir[21]. Bu bilgiler, Hasan’ın ve On Sekiz Sekban’ın şehadetlerinden daha sonra surların iç ve dış kesimleri ile liman bölgesinden: “Kale düştü, kulelere bayraklar ve askerî alemler dikildi!” şeklinde sesler yükseldiğini belirten Sfrancis’in Büyük Kronik’teki kayıtları[22] ile tamamen örtüşmekte ve yukarıdaki kronolojik sıralamanın tarihî gerçekliğini teyit etmektedir.
Sfrancis’in gözlemleri, kabir kitâbesi ve bu çağdaş kayıtlara göre Topkapı (Hagios Romanos) burcuna ilk sancağı dikenin Alemdar Ulubatlı Hasan olduğu kesindir. Sfrancis onun Romanos burcunu savunan Giustiniano’nun yaralanması sonrası, yaşanan kafa karışıklığı sırasında bu burcun üzerine çıktığını; İmrozlu Kritovulos ise Türkler açılan büyük gedikten şehre girmeden çok önce bu “Büyük burc”a “Sultan’a mahsus büyük bayrakla sancağın çekildiği”ni açıkça belirtmişlerdir ki[23]; bu, Emecen’in iddiasını kökünden çürütecek şekilde, Karışdıran Süleyman Edirnekapı’daki gedikten içeri girip sancak dikmeden çok önce Ulubatlı Hasan’ın Büyük burca sancak diktiğini açıkça belgelemektedir. Bu çağdaş kaynaklara paralel olarak, Alemdar Baba Hasan’ın kabir kitabesinde de bizzat kendi dilinden: “Ben oldum ol günde Fâtih’üñ mergûb (gıpta edilen) ‘Alemdâr’ı” ifadesine yer verilmiş; hatta “Târîh” mısrasında: “Zehi (ne büyük) devlet Hasan Baba ki heşt-seddin (sekiz burcun) ‘alemdârı” denilerek bunun böyle olduğu daha kesin bir ifadeyle dile getirilmiştir[24]. Karışdıran Süleyman’ın şehre gireceği nokta olan Edirnekapı-Eğrikapı burçları da onun sancak diktiği bu “sekiz burc”un içine dahildi.
Hasan Ağa Sultan II. Murad’ın son zamanlarından beri “Sekban-başı” olmasına ve kuşatmaya On Sekiz Sekbanlar’ın lideri olarak katılmasına[25] rağmen, deneyimli eski bir Alemdar olarak Topkapı burcuna tırmanıp oraya Fatih’in ak sancağını dikmeyi başarmıştı.
Mehmed Süreyya, Sicill-i ‘Osmânî’nin son cildinde “Erkân-ı Seyfiyye”nin tarihçesinden söz ederken, bunların ilk şubesi olarak gösterdiği “Sekbân-başı”lığın başlangıcı ve tarihî seyri hakkında şu önemli bilgileri vermiştir:
“Sekbân-başılardan isimleri işidilanleriñ eñ kadîmi (eskisi) ‘Hasan Ağa’dır ki, Sultân Bâyezîd Hân-ı evvel (Yıldırım Bâyezîd) ‘asrında bu hidmetde idi. Ba‘de-hû (sonra) ‘Kazgâncı Toğân Beg’ ve ‘Mustafâ Beg’ ve İstanbûl fethinde ‘Hasan Ağa’ ve soñra ‘Abdu’r-Rahmân Ağa’ sekbân-başı olarak, üç soñrakiler şehîd olmışlardur. Ba‘de-hû Balabân Ağa… sekbân-başı …olmışdur.”[26]
Burada Yıldırım Bâyezîd döneminde yaşamış “İlk Sekbanbaşı” olarak gösterilen “Hasan Ağa”, Ulubatlı Baba Hasan Ağa’dan daha farklı bir kimse olup, müellifin “Hasan Ağa” başlıklı diğer bir maddede belirttiği üzere 816/1414 yılında Mûsâ Çelebi ile birlikte katledilmiştir[27]. Ondan sonra II. Murad ve Fatih devrinin meşhur yeniçeri ağası “Korucu Doğan Ağa” ile burca sancak dikme tartışmalarında adı geçen isimlerden “Mustafa Beg”in, “İstanbûl fethinde Hasan Ağa”nın ve ardından “‘Abdurrahman Ağa” ile yine “Hasan”a alternatif gösterilen “Balaban Ağa”nın da sekbanbaşı oldukları; ancak bu isimlerden Mustafa Beg’in ve özellikle Ulubatlı Hasan Ağa ile Abdurrahman Ağa’nın şehit oldukları haber verilmiştir. Abdurrahman Ağa’nın türbesi bugün İstanbul Ayakapı’da, bu rivâyeti doğrulayan topografik bir kanıt olarak ayakta durmaktadır.
Alemdar Baba Hasan’la yakın ilişkisini gösterdiğimiz Balaban Ağa’nın “sura çıkıp şehre girmeyi başaran ilk kişi” olduğunu gösteren kayıt, onun On Sekiz Sekban’ın şehadetinden sonra Ulubatlı Hasan’ın peşinden ikinci kez burca tırmanan “On iki kişi” arasında yer aldığını gösterir. Bu nedenle Baba Hasan Ağa ve Abdurrahman Ağa’nın peşpeşe şehâdetleri sonrası önce Fatih tarafından sekbanbaşı tayin edilmiş, daha sonra ise Rumeli’de Ohri sancak beyliğine getirilmiştir.
Romence kronikte “Doğu beylerbeyi” olduğu öne sürülen Sancak beyi Mustafa’nın, ordusuyla birlikte “Pege kapısı (Silivrikapı) ve Altınmeydan” önünde savaşması ve “çok yüksek boylu ve korkunç görünüşlü beş Türk”le birlikte şehrin içine girerek Grekler’le çatışması, kaynakta açıkça belirtildiğine göre 28 Mayıs 1453 tarihinde gerçekleşmiştir[28]; dolayısıyla bir gün sonra meydana gelecek olan surlara çıkıp sancak dikme safhası ile alâkalı değildir. Kaynağa göre o, şehrin düşeceği ertesi gün Romanos burcu (Topkapı)’dan İstanbul’a giren ilk gruptan sonra, Anadolu askerinin bulunduğu Silivrikapı’dan şehre girmeyi başararak burcun gerisindeki Bizans kuvvetlerini dağıtmış; ardından askerleriyle gediğin açıldığı bölgeye doğru ilerleyerek burada imparatorla yüz yüze çatışmıştı[29]. Dolayısıyla bu olay, çatışmaların seyrine göre Silivrikapı’dan yapılan ikinci giriş ve “Mustafa Beg” tarafından buraya dikilen ikinci sancakla ilgilidir.
Mehmed Süreyya’nın kaydı, Mustafa’nın şehâdeti noktasında Romence kronikle aynı bilgi etrafında birleşmekteyse de, Romen yazarın pek çok düzmece efsane gibi, bu “ikiye bölme” hikâyesini de sırf imparatoru yüceltmek amacıyla[30] uydurduğu; onun aslında kabri ve mescidi bugün Silivrikapı’da bulunan “Canbâz Mustafâ Beg” olduğu daha makûl ve tutarlı bir tez olarak öne sürülebilir. Fetihten sonra uzun süre yaşamaya devam eden, hatta Fatih’in 864/1460 tarihli Vakfiyesi’nde: “Yayalar za‘îmi (komutanı) Sü-başı Mustafâ”, Türkçe tercümesinde ise: “‘Cânbâz’ dimekle ma‘rûf Mustafâ Sü-başı nâm kimesne” diye nitelendirilen[31] Canbaz Mustafa, bu tarihte “Karışdıran Süleyman” gibi İstanbul subaşılığına tayin edilmişti. II. Bayezid dönemine ait bir İn‘âmât Defteri’ne göre, daha sonra Trakya’da Çingene Livâsı beyliğine getirilen Mustafa Beg, 910/1504’te Sultan II. Bâyezîd imareti nâzırlığına, 916/1510 İstanbul depreminin ardından şehrin tamiri işine memur edilmiş[32] ve 917/1511 yazında Trakya’da şehit edilmiştir.
Surlara sancak diken son isim olan Karışdıran Süleyman’a gelince; onun şehre girdiği yer ne Topkapı, ne de Silivrikapı’dır. Oğlu Behiştî kroniğinde onu mutlak anlamda tüm Osmanlı askerlerinden değil, “Rûm-ili beglerinden hisâr-ı ‘âlî-mikdâra çıkan” ilk kişi olarak göstermiş ve Rumeli ordusunun konuşlandığı Edirnekapı yönünde, gediğin açıldığı bölgede sancak dikenlerin ilki olduğunu açıkça belirtmiştir[33]. Fethin çağdaşı yazarlardan Nestor İskender’de ve Romence kronikte yer alan ortak bir bilgi, Behiştî’nin babası hakkındaki bu sözlerini destekleyecek oldukça önemli ayrıntılar içerir. Bu kaynaklara göre Sultan Mehmed, güya Mustafa Bey’i öldürdüğü için imparatora öfkelenerek, kumandanlarından surları toplarla yıkıp yerle bir etmelerini ister. Ardından “Baltavulji” (Balta-oğlu) adlı paşaya ordusuyla Edirnekapı’da açılan büyük gedikten şehre girmesini emreder, o da üç bin askeriyle birlikte topluca gedikten içeri girer[34]. Ancak burada sözü edilen Paşa’nın “Balta-oğlu Süleyman” olması mümkün değildir; çünkü o daha önce Fatih tarafından görevinden azledilmiştir. İşte bu noktada Emecen, bu kişinin onun gibi “Süleyman” adını taşıyan “Karışdıran Süleyman” olması gerektiğini belirtir ki[35], Behiştî’nin sözleriyle birleşen bu çıkarımın tarihî perspektife uygun düştüğü peşinen söylenilebilir. Kaldı ki bu gediğin açıldığı cephede savaştığı anlaşılan Tâci-zâde Câfer Çelebi’nin meçhul râvisi de: “Edirne-kapusı cânibi (tarafı)ndan olan gedükde kıtal (savaş) iden gâzîler kâfirlere gâlip gelüp, beş-on gâzî duvar üzerine çıkup sancak dikdi.” diyerek[36], Rumeli ordusu tarafında gerçekleşen bu son sancak dikme safhasına açıkça işaret eder.
İşte bu tarihî veriler ve sancak dikilen burçların çağdaş kaynaklardaki kronolojik sıralamasından yola çıkılarak, bugüne kadar içinden çıkılamayan ilk sancak ve diğer sancakların sırayla kimler tarafından, hangi burçlar üzerine dikildiği problemi kolaylıkla çözümlenebilir. Başta İbn Kemâl olmak üzere, bizzat çağdaş kaynakların tenkid ve sentezine dayanan bu tespitlerimize göre; İstanbul’un ilk sekiz kara burcu arasında henüz hiçbir yerde sancak dikilmemişken, Fatih’in ak sancağının onun yanından ileri atılıp Topkapı burcuna çıkan “Ulubatlı Baba Hasan” tarafından dikildiği, ardından onun On Sekiz Sekban’ıyla birlikte burada şehâdete erdiği, kalan on iki sekbandan ise ilk olarak “Balaban”ın şehre girdiği şüphesizdir. Aynı şekilde, ikinci sancağın Silivrikapı’dan Anadolu askeriyle şehre giren “Mustafa Bey” tarafından dokuzuncu kara burcu Porta Pighi (Silivrikapı) üzerine çekildiği; üçüncü aşamada yine “sekiz burç” arasına dikilen diğer tüm sancakların ise Porta Charisius (Edirnekapı) tarafında, “Rûm-ili beglerinden hisâr-ı ‘âlî-mikdâra çıkan” Karışdıran Süleyman ve beraberindeki “beş-on gâzî” tarafından Edirnekapı ile Eğrikapı (Kaligaria) burçlarına yerleştirildiği netleşmekte, böylece fetihte sancak dikme meselesi ilk kez güvenilir bir kronolojik çerçeveye oturtulabilmektedir.
Şu halde bu çağdaş tarihî sentezden hareketle; ilk sancağın Fatih’in hâssa ordusunda bulunan Ulubatlı Baba Hasan tarafından Topkapı/Romanos burcuna, ikinci sancağın Anadolu ordusu sancak beyi Mustafa Beg tarafından Silivrikapı/Porta Pighi burcuna; üçüncü ve onu takip eden diğer sancakların ise Karışdıran Süleyman öncülüğünde Edirnekapı/Porta Charisius’la Eğrikapı (Kaligaria) burçları üzerine dikildiği; bundan sonra Haliç tarafında Zağanos Paşa emrindeki donanma kaptan ve leventlerinin de surları aşıp, Ayvansaray’daki Kerkoporta & Hagia Kalinkos burçlarını Türk sancaklarıyla bezedikleri kesin olarak söylenebilir.
Sancağın Dikiliş Sırası | Dikildiği Yer | Diken Kişi/Kişiler | Bulunduğu Askerî Birlik |
1 | Topkapı (Romanos) | Ulubatlı Baba Hasan Ağa | Sultân’ın Hâssa Ordusu |
2 | Silivrikapı (Porta Pighi) | Canbâz Mustafa Beg | Anadolu Ordusu |
3 | Edirnekapı (Porta Charisius) & Eğrikapı (Kaligaria) | Karışdıran Süleyman ve “sâ’ir begler” | Rumeli Ordusu |
4 | Haliç-Ayvansaray (Kerkoporta-Hagia Kalinkos) | Liman Bölgesindeki Diğer Emir ve Leventler | Donanma |
* Bu makale daha önce Toplumsal Tarih, Sy.: 309 (Eylül 2019), s. 62-69’da yayımlanmıştır.
[1] Ulubatlı Alemdar Baba Hasan’la ilgili çağdaş verilere dayanan bu tespitlerimiz için, bk. Hakan Yılmaz, “Bir ‘Fetih Efsânesi’ Olduğu Öne Sürülen Ulubatlı Hasan’ın Yeni Keşfedilen Kabri ve Bilinmeyen Gerçek Tarihî Kimliği”, Toplumsal Tarih, Sy.: 305 (Mayıs 2019), 74-78; a.mlf., “Efsane mi, Gerçek mi? Ulubatlı Hasan’ın Varlığını Kanıtlayan Yeni Tarihî Bulgular”, Türk Dünyası Tarih Kültür Dergisi, Sy. 389 (Mayıs 2019), 24-29; a.mlf., “Keşfedilen Kabri, Yıkılan Mescidi ve Ulubat Gölü Civârındaki Köyünün Vakfiyesi Işığında; Fâtih’in Alemdârı, Şehidler Serdârı ‘Ulubatlı Baba Hasan”, Türk Dünyası Araştırmaları, 121/239 (Mart-Nisan 2019), 383-404.
[2] Bu iddialar ve cevapları hakkında, bk. Yılmaz, “Keşfedilen Kabri…”, a.g.e., 387-389; a.mlf., “Ulubatlı Hasan Rivâyeti Efsâne midir, Gerçek midir?”, Fatih Sultan Mehmed Dönemi Osmanlı Dünyası Sempozyumu (12-13 Nisan 2019) bildiri metni. Feridun Emecen Fetih ve Kıyamet 1453 adlı kitabının genişletilmiş yeni baskısında (İstanbul 2019) kronikle ilgili yersiz iddialara karşı ortaya koyduğumuz kesin kanıtlara rağmen, yaptığımız ayrıntılı tarihî çözümlemeyi “peşin kabul” olarak nitelendirip, “Bizantologlar”ın hiçbir delile dayanmayan eski tutarsız iddialarını “peşin kabul”le savunma çabasına girişmişse de (a.g.e, 382), çürüttüğümüz bu iddiaların aksini ispat edecek tek bir bilimsel kanıt bile gösteremediğinden, müzmin isabetsiz yorumları tarihî açıdan değer ifade etmemektedir.
[3] VGMA, Hasan Baba Mescidi ve Türbesi, Dosya nr.: 532, Fotoğraf nr.: 3998.
[4] G. Sphrantzes, “Cronica (Chronicon Maius): 1258-1481”, Memorii, II, ed. Vasile Grecu, Bükreş 1966, 426-429; Kriton Dinçmen, Şehir Düştü: Bizanslı Tarihçi Francis’den İstanbul’un Fethi, İletişim Yayınları, İstanbul 1992, 95-96.
[5] Bu târîh mısrasının anlamı ve çağdaş kaynaklarla örtüşen noktaları için, bk. Yılmaz, “Keşfedilen Kabri…”, a.g.d., 392-393.
[6] Bu konuda yayınladığımız bunca kesin tarihî belge ve delillere rağmen, Feridun Emecen Fetih ve Kıyamet kitabının son baskısında bizim bu bulgularımızın “inandırıcılık sağlamadığını”, “Sfrancis’teki Ulubatlı Hasan nitelemesine hiç uymadığını” iddia etmiş ve buna: “Sfrancis’in eserindeki Hasan ‘genç ve kuvvetli’ bir yeniçeri iken, Baba Hasan’ın 60 yaşında bir sekban olması”nı gerekçe göstermiştir (krş. a.g.e., 2019, 381-382). Oysa Sfrancis’in şimdiye dek her yerde defalarca kez yayınlanan rivayetinde, Hasan’ın “genç” olduğuna ilişkin tek bir ibare bile geçmez; müellif ondan sadece: “koca vücuda sahip bir yeniçeri” diye söz eder ki (Grecu, 426-427; Dinçmen, 95), biz bu “genç sancaktar” algısının yanlışlığını orada zaten delilleriyle göstermiştik. Dolayısıyla yazar her şeyden önce, bu tarihî bulgu ve verileri hiçe sayarak iddiasına dayanak yapmaya çalıştığı bu kaynağı belirsiz “genç” ifadesinin kroniğin neresinde ve ne şekilde geçtiğini kanıtlamak mecburiyetindedir. Çünkü tarih “laf”a değil, somut belge ve kanıtlara dayanan bir bilimdir. Kaldı ki kabir kitabesinde Sfrancis’e eşdeğer şekilde “Baba Hasan”ın da “kahır pençesiyle düşmanlarını dağıttığı” belirtilerek onun da güçlü-kuvvetli bir kimse olduğuna açıkça işaret edilmiştir (st. 2, mısrâ: 3). Ortaya koyduğumuz çağdaş tarihî belgelere ve Sfrancis’in rivayeti ile aynı noktada birleşen kitabedeki açık ifadelere rağmen, bu tarihî sentez ve delillerimizi hedef alan -istisnasız kim olursa olsun- herkes, aksini aynı düzeyde sağlam kanıtlarla inandırıcı bir şekilde ispatlamakla mükelleftir.
[7] Kâmûsü’l-A‘lâm’daki “Balaban Beg” maddesini kendi makalesinden görmemizin “muhtemel” olduğunu öne süren Emecen, asıl konuyu bir kenara bırakıp bu “ihtimal” üzerinden hemen bir “intihal” ithamı devşirerek bizi kendi makalesine atıfta bulunmamakla itham etmiştir (krş. Fetih ve Kıyamet, 2019, 383, dipnot: 12). Oysa bu konudaki tüm çalışmalarımızın başında onun bu ve benzeri alıntılarını içeren makalesine gönderme yapılmıştır. Bu bizim kullandığımız her kaynağı onun makalesinden almış olduğumuz anlamını taşımadığı gibi, Kamûsü’l-A‘lâm gibi ilk akla gelen kaynaklardan birini kullanmak için de hiç kimsenin Emecen’in makalesine ihtiyaç duymayacağı zaten çok açıktır. Herkesin yararlandığı meşhur bir ansiklopediden bilgi aktarmayı “keşif” sanma ve aynı kaynağı kullanan bir başkasını “intihal”le suçlama girişimi, aslında Emecen’in şahsında bu kavramın nasıl bir suistimâl ve kendini tatmin aracına dönüştüğünü de gözler önüne sermektedir. Müşterek kaynaklardaki bu ortak bilgilerden yararlanmak bir intihalse, bu durumda kendisini de Marin Barleti’den aktardığı bilgileri daha önce zaten bulup yayınlamış olan Erhan Afyoncu’dan (Sorularla Osmanlı İmparatorluğu, Yeditepe Yayınları, İstanbul, Nisan 2012) kaynak göstermeden alıp yeni bir buluşmuş gibi sunmakla itham etmek gerekirdi (krş. Emecen, “Menkıbe-Târih İlişkisinin Çarpıcı Bir Örneği: İstanbul’un Fethinde Surlara İlk Çıkanın Kimliği Meselesi”, İ. Aydın Yüksel’e Armağan, İstanbul, Aralık 2012, 256-258). Bu vesileyle gerçek “intihal”in ne olduğu konusuna eğilmek ve buna dair ilginç ve çarpıcı örnekler vermek gerekirse; İlk Osmanlılar kitabının ilk baskılarında Çalıca Mülk-nâmesi’ndeki tuğra metnini fahiş bir okuma hatası ile “Orhan Sultan biti” biçiminde okuyan Emecen (bk. a.g.e., İstanbul 2005, s. 199-200), bizim bir makalemizde: “Orhan bin Sultan” şeklinde yaptığımız düzeltmeden (krş. H. Yılmaz, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Tarihine ve Osmân Gâzî’nin Sakarya Fetihlerine Işık Tutan En Eski Vesîka: 1301 (H. 700) Tarihli ‘Çalıca Mülk-nâmesi”, HAİD, XVIII/215 (Ağustos/2011), 44-46) hemen sonra, kitabının genişletilmiş yeni baskısında bu düzeltmemizi muğlak ifadelerle sessizce kendi metnine dahil ederken (krş. a.g.e., İstanbul 2012, 310-311), bizim ortaya koyduğumuz bu yeni ve doğru okunuş biçiminin kim tarafından, nerede ve ne şekilde yayınlandığını nedense hiç belirtmemiş, okuyucuya düzeltmeyi kendisi yapıyormuş havası içinde vermiş ve dolayısıyla yaptığı sözde “düzeltme” basit bir “durumu kurtarma” çabasından öteye geçememiştir. Ayrıca kuruluş döneminde yazılmış olan, 2010 yılı başlarında ilk kez bizim tespit edip kısa bir makale ile tanıttığımız, Murad Hüdâvendigâr’a sunulmuş Tuhfetü’l-Guzât fî Fezâ’ilü’l-Cihâd adlı megâzî kitabını ise (Krş. H. Yılmaz, HAİD, XIX/198 (Mart 2010), 42-44), bizden tam beş buçuk yıl sonra yazdığı bir kitabına: “İlginç ve bugüne kadar dikkati çekmeyen eser” gibi ifadelerle, kendi keşfiymiş havasına sokarak eklemekten çekinmemiştir (Krş. F. Emecen, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve Yükseliş Tarihi, İstanbul 2015, 48-49). Bu makalelerimizin kısa bir tetkiki, yazarın bu tuhaf ve kontrolsüz çıkışlarının ister-istemez, geçmişe dönük “ev sahibi”ni bastırma amaçlı “yavuz” bir girişim olduğu ihtimalini akla getirmektedir. Bununla ilgili örnekler istenildiği taktirde daha da çoğaltılabilir. Oysa akademik davranış, başka birinin ilk elden “keşif”lerini kullanırken “atıf önceliğinin makaleye olması”nı gerektirir.
[8] Marin Barleti, De Vita Moribus Ac Rebus Praecipue Adversus Turcas Gestis, Georgii Castrioti, Strasburg 1537, 333-334.
[9] BOA, TAD, nr.: 77, 37.
[10] Semavi Eyice, “Balaban Ağa Mescidi”, DİA, V, 2.
[11] Feridun Emecen, Fetih ve Kıyamet 1453, Timaş Yayınları, İstanbul 2012, 317-318; a.mlf., “Menkıbe-Târih İlişkisinin…”, 259.
[12] Nestor İskender, The Tale of Constantinople, çev.: W.K. Hanak-M. Philippides, New York 1998, 83-85.
[13] Nikolai Jorga, “İstanbul’un Zaptı Hakkında İhmal Edilmiş Bir Kaynak”, trc. F. Işıközlü-A. Erzi, Belleten, XIII/49 (Ankara 1949), 142-143.
[14] Tursun Beg, Târîh-i Ebû’l-Feth, haz.: Mertol Tulum, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1977, 50-51; İbn Kemâl, Tevârîh-i Âl-i ‘Osman, VII. Defter (Tıpkıbasım), nşr.: Ş. Turan, TTK Yayınları, Ankara 1954, 46.
[15] Behiştî Ahmed Çelebi, Vâridât-ı Sübhânî ve Fütûhât-ı ‘Osmânî, es-Sifrü’s-Sâbi‘, British Museum, Add. Gr. Mr. 7869/4, vr. 158a.
[16] Feridun Emecen, Fetih ve Kıyamet (2012), 318; a.mlf., “Menkıbe-Târih İlişkisinin…”, 258-260.
[17] Behiştî, a.g.e., es-Sifrü’s-Sâbi‘, vr. 158a-158b.
[18] Feridun Emecen, Fetih ve Kıyamet (2012), 318; a.mlf., “Menkıbe-Târih İlişkisinin…”, 259.
[19] Feridun Emecen, Fetih ve Kıyamet (2012), 318; a.mlf., “Menkıbe-Târih İlişkisinin…”, 260.
[20] İbn Kemâl, a.g.e., VII. Defter (Tıpkıbasım), 63-65.
[21] Tursun Beg, a.g.e., 57.
[22] Phrantzes, a.g.e., II, 428-429; Dinçmen, a.g.e., 96.
[23] V. Grecu, a.g.e., II, 426-431; Dinçmen, a.g.e., 95-97; Kritovulos, Historia (Kritovulos Tarihi: 1451-1467), çev.: Ari Çokona, Heyamola Yayınları, İstanbul 2012, 226-229.
[24] Surlara ilk sancağı diktiği aşikâr olan bu “Hasan”ın Ulubatlı Hasan’dan farklı bir “Hasan” olduğunu öne süren Emecen, kitabedeki bu bilgilerin çağdaş kaynaklarla uyumu noktasında nedense tamamen sessizdir. Bunca çağdaş kaynak ve delile rağmen, lâfla bizim “iki tahminden gerçek bir Hasan” çıkarmaya çalıştığımızı öne süren Emecen’in (Fetih ve Kıyamet, 2019, 382), ortaya koyduğumuz bunca tarihî belgeyi hangi bilimsel delil ve gerekçeye dayanarak “tahmin” pozisyonuna düşürmeye çalıştığını ayrıntılı şekilde izah ve ispat etmesi gerekir.
[25] Mehmed Süreyya, Sicill-i ‘Osmânî, II, Matba‘a’-i ‘Âmire, İstanbul 1311/1894, 118.
[26] Mehmed Süreyya, a.g.e., IV, 770.
[27] Mehmed Süreyyâ, a.g.e., II, 117. Bu iki Hasan Ağa’nın öteden beri karıştırılması nedeniyle, ilkinin ölümünden on iki yıl sonra Alemdar Hasan Ağa’ya bağışlanan Bursa’daki Kızılcuklı (Hasanağa) köyünün de ona verildiği zannedilmiş ve bugün halk arasında köyün “Yıldırım döneminde yaşamış Hasan Ağa adlı biri tarafından kurulduğu” bilgisi yerleşmiştir.
[28] N. Jorga, a.g.m., 140-141.
[29] N. Jorga, a.g.m., 142-143.
[30] N. Jorga, a.g.m., 142-143.
[31] Krş. Fâtih Sultan Mehmed Vakfiyesi, Arapça Vakfiye (864/1460), TADB (TKGM), rulo nüsha, st. 632; Türkçe Tercüme: VGMA, nr.: 1373, 89.
[32] Defter-i İn‘âmât, İBB Atatürk Kitaplığı, Muallim Cevdet, Yzm. nr.: O.71, 77, 394.
[33] Behiştî, a.g.e., es-Sifrü’s-Sâbi‘, vr. 158a.
[34] Nestor İskender, a.g.e., 83-85.
[35] Emecen, a.g.e. (2012), 318; a.mlf., “Menkıbe-Târih İlişkisinin…”, 259.
[36] Tâcî-zâde Câfer Çelebi, Mahrûse’-i İstanbûl Fetih-nâmesi, İÜ Ktp. TY, nr. 2634/1, vr. 19a.