İzmir’in İşgalinin 100. Yılı – 15 Mayıs 1919 |
I.Dünya Savaşı Almanya ve müttefiklerinin mağlubiyetiyle sonuçlanmıştı. Osmanlı Devleti bütün sıkıntılarına rağmen dört yıl boyunca sekiz cephede (Irak, İran, Filistin, Suriye, Sina, Galiçya, Çanakkale, Romanya, Kafkasya) savaştı. Birçok cephelerde, özellikle Çanakkale ve Kut-ül amara’da büyük başarılar elde etmesine ve hiçbir cephede kesin bir yenilgiye uğramamasına rağmen yenilen devletler safında olduğu için 30 Ekim 1918’de İtilaf devletleriyle Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştı.
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’nda yenilmesi ile Türk tarihi yeni bir safhaya girmişti. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra Anadolu’nun bazı kısımları Fransa, İngiltere, İtalya ve Yunanistan gibi Batılı devletlerin işgaline uğramıştı. Anadolu’daki işgal hareketleri I. Dünya Savaşı’nın devamı niteliğindeydi. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’nda Kanal, Irak ve Filistin cephelerinde İngiltere ile savaşmıştır. Kanal Cephesi ve Filistin Cephesi’nin çökmesi üzerine Osmanlı orduları Halep’in kuzeyine çekilmişti. Irak Cephesi’nde ise Musul’a kadar çekilmişti. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığında Musul Osmanlı Devleti’nin sınırları içindeydi.
“Düşmanların Amacı, Ege’de Yunan İşgalini Serbest Bırakmak”
İngilizler, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın yedinci maddesine dayanarak, çok miktarda askerini daha iyi şartlarda barındırabilmek için iskân mıntıkasını genişletmek istediler. Bu maksadı temin için İngiliz birlikleri Antakya’nın güneyinden itibaren doğuya doğru 7. nci Ordu Birlikleri ile temas hâlinde idi. İngilizlerin Suriye Cephesinde Mondros Antlaşmasına aykırı ilk istek ve davranışları İskenderun’dan başlamıştı. İngilizler, Mütarekeden hemen sonra 1 Kasım 1918’de Irak‘taki güçlerini toplayarak Musul‘a girdiler. İngilizlerin Suriye Cephesinde Mondros Antlaşması’na aykırı ilk istek ve davranışları İskenderun’dan başlamıştı. 9 Kasım 1918’de 15 kişilik bir kuvvetle İskenderun’u kolayca ve yalnız tehditle işgal eden İngilizler, şehrin etrafında geniş bir bölgeyi de ellerine geçirmişlerdi. İngiltere harekâtını Antep, Maraş Vilayetlerine doğru genişletmişti.
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkması üzerine İngiltere Hindistan yolu üzerindeki bu bölgeyi ele geçirmek için faaliyete geçti. Savaş telaşı içinde bol keseden yapılan dağıtım daha sonra İngiltere’yi rahatsız etti. Zira Filistin, Irak ve Suriye Cepheleri’nde tek başına savaşın bütün yükünü çeken ve Osmanlı Devleti’ni yenen İngiltere’nin amacı, gizli antlaşmalar gereğince Fransa’ya vermesi gereken Musul’u, kendi elinde tutmaktı. Bu sebeple İngilizler, Fransızları Mondros Antlaşması görüşmelerine bile katmamışlardı. İngiltere, Avrupa’da Fransızların güvenliğini sağlayan tedbirleri desteklemenin ücretini bu devlete Ortadoğu’da ödetmeyi düşünmekteydi. Bununla birlikte, İngiltere, tampon bölge fikrinden vazgeçmemiş, ancak savaş sona erdikten sonra stratejisini değiştirerek, tampon bölgenin sınırını daha kuzeye doğru çekmeye ve genişletmeye çalışmıştır.
İngiltere’nin bu konudaki faaliyetleri üzerine kaleme alınan raporlardan biri olan 6. Ordu Taharri (Araştırma) Raporunda, İngilizlerin Araplarla özellikle Şerif’in askerler ile birlikte sadece sahil şeridine değil Urfa, Antep, Birecik, Nizip’e doğru yayılmak istediklerini belirtiliyordu. II. Ordu Komutanlığı’nın bu konudaki telgrafını -Ayıntap Mutasarrıflığının bu konudaki yazısına atfen- 22.12.1334 (1918) tarih ve 10425 nolu telgrafla takdim ettiklerinin hatırlatıldığı 30 Ekim (1335) 1919 tarihli bu raporda, Sadaret-i Uzma Dairesi (Başbakanlık)’tan acilen tedbir alınması şu ifadelerle talep edilmekteydi:
“… Mukaddematı başlamış olan bu hulule şimdiden itiraz edilmediği takdirde işgal mıntıkasının muhtelif bahanelerle meşhale doğru gittikçe tevsi edeceği bedîhîdir (açıktır)….”
1919 yılı başlarında Fransızlar, Adana’da belediye, polis, jandarma ve adliyeyi kontrolü altına aldıkları sırada İngilizler ise Maraş, Antep ve Urfa tarafını işgal etmek niyetindeydiler. İngiltere, Fransa’ya karşı pazarlık konusu olarak ellerinde bulundurmak amacıyla, petrol sahası Musul Vilayeti ile birlikte Kilis, Cerablus, Birecik, Urfa, Maraş ve Antep’i işgal etmeyi tasarlıyordu. Mondros Mütarekesi’nin ardından Osmanlı Hükûmeti’nin Güney bölgesindeki (Adana, Antep, Urfa ve Maraş) sancaklardan askerî kuvvetleri çekmesi İtilaf Devletleri’nin bölgedeki işgallerini kolaylaştırıcı bir zemin oluşturmuştu.
Mustafa Kemal 12 Ekim 1919 sabahı şafak vaktinde yanına çağırdığı Kılıç Ali’ye Antep’ten gönderilen telgrafı okuduktan sonra emrini şöyle tebliğ etmişti:
“Seni Maraş-Antep havalisinde millî kuvvetler teşkilatını yapman için oraya gönderiyorum. Biliyorsun, her savunma beldesi bir cephedir ve burada görev alanlar, cephe komutanlığı yetki ve sorumluluğuna sahiptirler. Düşmanların amacı, Ege’de Yunan işgalini serbest bırakırken, kendi ellerindeki toprakları bizden koparacaklarıyla genişletmek ve bağımsız Türk Devleti’ne imkân vermemek… İlk anda Fransızları karşımızda buluyorum. Telgrafı okudun, bu millet esir olur mu? Her yer arkasından gidebileceği asker-sivil insan arıyor. Bugün için en buhranlı bölge Urfa-Maraş-Antep… Bu konuda tecrüben var. O bölgenin halkını bilirim. Yiğit, sadık, fedakâr insanlardır.”
Anadolu’daki Kuvayı Millîye Örgütlenmesine Karşı Çıkanlar
İşgale karşı bir cemiyet kurulması için o bölgenin ileri gelenleri ve halk örgütlenmeye başlamıştı. 4 Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi, Mustafa Kemal’i Heyet-i Temsiliye reisi seçmişti. Mustafa Kemal Paşa, Heyet-i Temsiliye reisi sıfatıyla bütün kolordulara, vali ve mutasarrıflara Sivas Kongresi’nin kararlarını tebliğ ederek, yabancı işgallere karşı direnilmesini ordu ve milletten istiyor, “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”nin her il ve ilçede kurularak Kongre kararlarının gerçekleşmesi için çalışılmasını tavsiye ediyordu. Sivas Kongresi’ne ilişkin genelgeler, tüm illere gönderilmişti. Kuvayı Millîye örgütlenmesi, Sivas Kongresi’ni müteakiben şekillendi. İşgal altındaki illerde Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin
Mustafa Kemal Paşa Millî Mücadele hareketini başlattığında, komuta ettiği askeri birliklerin işgal bölgesinden daha içerilere çekilmesini istemiş daha o günlerden itibaren nüfuz ve iradesinin taalluk ettiği yerlerde milleti intihabata davet ve sırası geldiği zaman silaha sarılmak suretiyle hakkını ve yurdunu bizzat kurtarması için askeri teşkilatı vasıtasıyla emirler vermişti. Mustafa Kemal ordularının hazır vaziyetine rücu esnasında, Millî Harekete mihrak teşkil edecek olan Ankara ve civarında bu kıtaların naklolunmasını düşünmüştü.
Başta Sadrazam Damat Ferit Pasa ve Hürriyet ve İtilaf Fırkası, bütün şubeleri ve partilerle birlikte başlangıçta seçime iştirak hususunda karasızdılar. Gazetelere göre, istirak kararı kesin olmamakla beraber, iştirak hâlinde program gereğince hareket edeceği, bu arada muhtelif Osmanlı unsurlarla anlaşarak bunlardan da aday göstereceği bildirilmiştir. Hükûmete verilen muhtırada, millî teşkilatın yönetimi ele geçirebilmek için her şeyi yapabileceği, bu yüzden seçimlerin icrasında dikkatli ve tarafsız olunması istenmiştir. Fakat Anadolu’nun Müdafaa-i Hukuk teşkilatı ile kaplı olduğu anlaşılınca seçime girmemiş ve şubelerini boykota ve hükûmete baskı yapmaya davet etmiştir. Birçok teşekkülü de kendisi ile birlikte harekete çağıran Hürriyet ve İtilaf Fırkası baştan beri hazırlandığı seçimlerde önce çoğunluk sağlayabilmek için hükûmet üzerinde baskı oluşturmaya çalışmıştır. Kendi içerisinde meydana gelen parçalanma ve güç kaybı, Heyet-i Temsiliye’nin gerek İstanbul’da gerekse Anadolu’da büyük bir güce ulaştığını görmesi seçimlerden çekilmesinin sebepleri olarak değerlendirilebilir.
Hürriyet ve İtilaf Fırkası, eyleme fiilen 14 Ocak 1919 tarihinde geçmiş, yabancı ve işgalci makamlar tarafından da desteklenmiştir. Ne var ki parti tüm uğraşılarına rağmen iktidar partisi olamayacak, birleştirici bir rol de oynayamayacaktır. Parti, Damat Ferit Paşa hükümetlerini desteklemiş, Anadolu’daki Müdafaa-i Hukukçuları da ittihatçı ve asi ilan etmiş, ancak içinde oluşan hizipler ve kabineye verilecek üyelerin koltuk kavgası sebebiyle içinden bölünmeye uğramış, böylece gerçek bir parti hüviyetine ulaşamamıştır. Hürriyet ve itilafçılar baştan sona İngiliz taraftan kalmışlar, Anadolu’daki millî harekete şiddetli cephe almışlar, Anadolu’ da çıkan tüm isyanların kışkırtıcısı olmuşlardır. Nihayet 5. Damat Ferit Kabinesi iktidarda iken büyük çoğunluğu itilafçı olan üyeler tarafından Sevr Antlaşması imzalamıştır. 1922 yılında İstiklal Savaşı zafere ulaşınca İtilafçılar tarih sahnesinden çekilmiş, bütün üyeleri yurt dışına kaçmışlardır.
Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile işbirliği içinde ve İngilizlerden maddi destek gören cemiyetlerden biri olan “Sulh ve Selamet-i Osmaniye Fırkası”, Padişah’a ve Halife’ye bağlıydı. Bu Cemiyet, tıpkı Kürt Teali Cemiyeti, İngiliz Muhipler Cemiyeti, Wilson Prensipleri Cemiyeti ve Hürriyet ve İtilaf Fırkası gibi millî mücadeleye karşı bir duruş sergiliyordu.
Mustafa Kemal Nutuk’ta bu durumu şu sözlerle ifade etmiştir: “Bundan başka ülkenin her yanında Hristiyan azınlıklar, özel istek ve amaçlarının elde edilmesi, devletin bir an önce çökmesi için, gizli açık çaba harcıyorlar.”
Namus Cephesi
Mondros Mütarekesi’nin 7. maddesi emniyetlerini temin için icap eden yerlere asker sevk ederek işgal etmek hakkını İtilaf Devletleri’ne veriyordu. İtilâf Devletleri, anlaşmaya dayanarak Anadolu’yu işgale başladılar. Mondros Mütarekesinden sonra ordusuz bırakılan ülkemizin güney illeri bir bir işgal edilirken 15 Mayıs 1919’da İzmir çıkarılan 12 bin Yunan askerine İzmir işgal ettirilmişti.
Türk milleti işgal hareketleri karşısında vatanını kurtarmak için 1919 yılında yer yer direniş hareketlerini başlattı. Bu hareketler, 19 Mayıs 1919 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a ayak basmasıyla kısa sürede merkezi bir nitelik kazandı. İtilaf Devletleri, Türkiye’nin taksimine yol bulmak emeliyle, Yunanlılara işgal ettirdikleri Batı Anadolu’da yaptırdıkları baskı, öldürme ve yok etme hareketlerini, bu defa da Ermeniler vasıtasıyla Adana, Maraş, Urfa ve Antep’te uyguluyorlardı.
Mustafa Kemal Paşa, Türk milletinin içinde her zaman var olan, fakat çaresiz kaldığı zaman ortaya çıkan üstün özelliğine güveniyordu. Türkler için vatan demek namus demekti. Her Türk vatansız yaşmaktansa ölmeyi tercih ederdi. Mustafa Kemal Paşa, Türk milletinin bu özelliğine güvenerek 19 Mayıs 1919’da Samsun’a hareket etti. Ordu yok dediler “kurulur” dedi, para yok dediler “bulunur” dedi. İşte Türk milletinin bu üstün gücüne sırtını dayayarak yedi düvele karşı Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. Mustafa kemal Paşa Zübeyde hanım’ın kabrini ziyaret için geldiği İzmir’de, 27 Ocak 1923 tarihinde yaptığı konuşmada “Namus Cephesi” konusundaki görüşlerini şöyle açıklıyordu:
“Namus Cephesi çok büyük, maddî olarak çok kuvvetli idi, denilemez. Fakat çok yüksek namus ve manevi kuvvete sahipti. Bunu oluşturan insanlar çok iyi biliyordu ki, bütün vatandaşlar bu cepheye koşacaktı. Gerçekten öyle oldu. Bütün millet gerçeği anladı, işbirliği yaptı ve bu cephenin desteklenmesine koştu.”
İzmir ve çevresinin namuslu ve vatansever halkı, derhal “Redd-i İlhak” adı ile kurduğu cemiyet aracılığıyla bütün halkı vatan savunmasına çağırdı. Bu cemiyet ile düşman karşısında “namus Cephesi” oluştu. Bu cephe çok büyük, maddî olarak çok kuvvetli idi, denilemez. Fakat çok yüksek namus ve manevi kuvvete sahipti. İzmir’deki bu Namus Cephesi” tüm ülkeye örnek olmuş, işgal güçlerine karşı bir çağrı ve yüreklendirme, harekete geçirme cephesi olmuştu. Batı illerinden başlayıp güney illerine doğru hızla yayılan bu manevi kuvvet, âdeta bütün vatandaşları mıknatıs gibi “Namus Cephesi” içine çekiyordu. Nitekim bu cephe, İngiliz Yüksek Komiserliğini çok rahatsız ediyordu ve panik havası içindeydiler.
Fransızların dikkatini Klikya bölgesine toplayan İngiltere’nin İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Sir de Robeck, 12 Kasım 1919’da Lord Curzon’a yolladığı roporda Antep, Urfa ve Maraş’taki işgalleri protesto telgraflarından söz etmekte, millî hareketin teşkilatlandırdığı halkın birliğinden duyduğu tedirginliği şöyle dile getirmekte:
“Suriye ve Güneydoğu Anadolu’nun İngiliz işgalinden Fransız işgaline devri hususundaki kararın açıklanması üzerine burada görülen tepki, Adana bölgesinin Türkiye’nin tabiî ve ayrılmaz bir parçası olduğu gerçeğini bir kere daha ortaya koymuştur. Nitekim bu karar üzerine İstanbul’daki Müttefik Devletlerin Yüksek Komiserlerine memleketin çeşitli yerlerinden gönderilen telgraflarda Fransızların Antep, Urfa ve Maraş’ı işgalleri protesto edilmiştir. Gelen telgrafların hemen hemen aynı formun tekrarından ibaret bulunuşu millî hareketin teşkilatlanışının yaygın ve süratli olduğunu, mütareke sırasında Türk yönetiminde kalan toprakların bölünmesini gerektiren Barış Konferansı kararının tanınmaması fikrinin ne derece yaygın hâle geldiğini ve bu hususta milliyetçi hareketin ne kadar gayretli bulunduğunu göstermesi bakımından önem taşımaktadır.”
“Namus Cephesi”nin giderek büyümesi üzerine işgal güçleri bunu anlamışlar, yazışmalarından da görüleceği üzere, buna fırsat vermemek için cepheye saldırmaya başlamışlardı. Mustafa Kemal Paşa’nın 27 Ocak 1923 tarihinde İzmir Hükûmet Konağı’nda yaptığı konuşmada, bu cepheyi hiçbir gücün yıkamayacağını şu sözlerle dile getirdi:
“Efendiler! Namus cephesi hiçbir zaman yılmaz, yenilemez. Bundan dolayı o cephe yıkılmamış, mağlûp edilememiştir.”
Mustafa Kemal Paşa “Namus Cephesi” tanımlaması ile bir milletin onuruna, egemenliğine verdiği önemi vurgulayan güçlü bir terim kullanmış, sihirli sözlerle âdeta; Türk milletinin tarihin derinliklerinden beri bağımsızlığından ödün vermeyen, esareti asla kabul etmeyen, yenilgiyi kabul etmeyen üstün özelliklerini vurgulamıştı. Cephe sözleri ile kendisinin de ifade ettiği gibi bütün bir vatan sathını kastetmişti.
“Namus Cephesi”, düşman birliklerinin İzmir’i işgal hazırlıklarını yaptığı günlerde harekete geçti. 17 Mart 1919’da Aydın, İzmir, Saruhan Sancağı, Muğla Sancağı, Balıkesir ve ilçelerinden 37 Müftü, 37 Belediye Başkanı ve yüzlerce delege katıldı. Ege havalisini içine alan bu Kongre, Padişah ve Tevfik Paşa Hükûmeti ile temas etmek ve tehlikeyi anlatmak için İstanbul’a bir heyet göndermeye karar verdi.
Bu sırada İzmir’in işgal edileceği İngiliz Amirali Calthorpe tarafından İtalya Yüksek Komiseri Kont Sforza ile Fransız Yüksek Komiseri General Amet’e bildirilmişti. Aynı gün İstanbul’da bulunan “İzmir Redd-i İlhak Cemiyeti” üyeleri bu durumu protesto ettiler. Bu girişimlerden bir sonuç alınamıyordu. 15 Mayıs 1919 tarihine gelinmişti ve İzmir’in işgali gerçekleşmişti.
Türk milletinin işgal hareketleri karşısında vatanını kurtarmak için 1919 yılında yer yer başlattığı bu direniş hareketleri, yani “Namus Cephesi”, 19 Mayıs 1919 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a ayak basmasıyla kısa sürede merkezi bir nitelik kazandı.
1 Eylül’de Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ordulara bir bildiri yayımlayarak şu tarihi emrini verdi: “Bütün arkadaşlarımın Anadolu’da daha başka meydan muharebeleri verileceğini göz önüne alarak ilerlemesini ve herkesin akıl gücünü, yiğitlik ve yurtseverlik kaynaklarını yarışırcasına esirgemeden vermeye devam eylemesini isterim. Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!”. Böylece düşmanın akıbeti de belirlenmiş oldu. Çalköy’de verilen bu tarihi emir üzerine İzmir’de “Akdeniz”i, Mudanya’da “Marmara” yı görmek için 8-9 günlük bir zaman kâfi gelecekti. Bu süreçte arka arkaya kazanılan Birinci İnönü, İkinci İnönü, Aslıhanlar-Dumlupınar ve Sakarya Meydan Muharebeleri ile yurdun kurtarılması yolunda önemli adımlar atıldı. 26 Ağustos 1922 sabahı dikkat ve titizlikle hazırlanan taarruz planı uygulamaya konuldu. 26-30 Ağustos 1922’de yapılan Büyük Taarruz, Türk İstiklâl Harbi’nin son safhasıdır. 30 Ağustos “Başkomutan Meydan Muharebesi”nde bir gün içinde Yunan ordusunun en önemli bölümü etkisiz hale getirildi. Böylece kesin sonuç beş gün içinde elde edilmiş ve hazırlanan plan tam bir başarıyla uygulanmış oldu.
31 Ağustos günü Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak), Batı Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) ordu komutanları Yakup Şevki (Subaşı) ve Nurettin Paşa’ları karargâhını kurduğu Çalköy’ünde toplayarak, kaçabilen Yunan kuvvetlerinin hızla takip edilmesini ve İzmir ile dolaylarındaki kuvvetleriyle birleşmemesi için üç koldan Ege’ye doğru ilerlenmesini doğru bulduğunu belirtti.
31 Ağustos’ta başlayan amansız takip sonunda Türk kuvvetleri 2 Eylül’de yıkıntılar haline gelmiş Uşak’a girdi. Burada Yunan Ordusu Başkomutanı General Trikopis tutsak edildi.
Takip Harekâtı insanüstü bir hızla ilerledi. Türk askeri dinlenmek ve uyumak istemiyordu. Çünkü kurtardığı her kasabanın, köyün, şehrin Yunanlılar tarafından yakıldığını, bölgedeki Türklerin de acımasızca katledildiğini görmekteydi.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa komutasındaki Türk Ordusu, 26 Ağustos’ta başlattığı Büyük Taarruz Harekâtı sonucu Yunan işgali altındaki İzmir’e 9 Eylül 1922’de girdi. 9 Eylül 1922 İzmir’in kurtuluş tarihi, aynı zamanda Milli Mücadele’nin sona erdiği ve Türk milletinin bağımsızlığını kazandığı bir tarih olarak tarih kitaplarında ve hafızalarımızdaki yerini almıştır.
Nevin BALTA
…
Kaynaklar