Rahmetli Prof. Erol Güngör’ün deyimiyle “Bizim medeniyet eserlerimizin ve kültür kıymetlerimizin âdeta imbikten geçmiş, numunelerini vermiş ve yapıcı gücümüzün en yüksek sembolü haline gelmiş Osmanlı Devleti’nin başarılarındaki sır”, bugün dahi tam olarak çözülememektedir. Zira yetmiş iki millete kendini sevdirmek ve onları yüz yıllarca huzur ve refah içerisinde idare etmek öyle kılıçla, topla, tüfekle, akça ile olacak işler değildi. Peki nasıl olmuştu. Nasıl gerçekleşmişti. Gelin, Kayı yiğitlerinin Söğüt’e gelişlerine doğru bir uzanalım: Osmanlıların atası Gündüz Alp’in oğulları Sungur Tekin, Gün-doğdu, Ertuğrul ve Dündar babalarının vefatından sonra bir müddet Pasin ovasında oturmuşlardı.
Bunlardan Sungur Tekin ve Gün-doğdu buradan tekrar geriye ata yurduna dönerken. Ertuğrul ile Dündar İç Anadolu’ya doğru harekete geçtiler. Ertuğrul Gâzi’nin yanında seçme dört yüz kadar cengaveri bulunuyordu. Sohbet ederek yol alan gaziler bir tepeyi aşmışlardı ki ovada kızılca kıyametin kopmuş olduğunu gördüler. Tam bir ölüm kalım savaşı veriliyordu. Biraz daha yaklaştıklarında büyük bir Moğol birliğinin Selçuklu kuvvetlerini kıskaca almış mahvetmekte olduğunu anladılar. Selçuklu askerlerinin hâli gerçekten perişandı. Acı bir akıbetin onları beklediği belli oluyordu. Ertuğrul Gâzi yoldaşlarına seslendi: “Hey gâziler! Cenge rast geldik. Yanımızda kılıç taşırız. Korkak gibi geçip gitmek erlik değildir. Ne yapalım?” diye sordu.
Bazıları: “Mağlup durumdakine yardım etmek çok zordur. Kendimizi tehlikeye atmayalım”, dediler. Ertuğrul Bey ise:” Bu söz merdaneler kelamı değildir. Erlik zor durumda olan kardeşlerimize yardım etmektir. İşleri kolay olsa yardıma ne gerek vardı. Haydin bu dar günde Hızır gibi biçarelerin imdadına yetişelim”. Beylerinin bu sözleri üzerine Kayı yiğitleri kılıçlarına el attılar. Şahin kargaya girer gibi Moğolların içine daldılar. Kılıçları şimşek gibi çakıyor her alevinde bir Moğolun yıldızı sönüyordu. Şimdi galipler mağlup, mağluplar galip duruma geçmişti. Az sonra da Moğollar selameti kaçmakta buldular. Meğer Kayılar’ın yardım ettikleri Selçuklu birliğinin başında bizzat Sultan Alaaddin Keykubat bulunuyormuş. Ertuğrul Gâzi hürmetle gelerek elini öptü. Az evvel Moğollar arasında olanca heybetiyle yiğitlik ve merdanelik gösteren ve bir volkan gibi kaynayan genç, şimdi Sultanın huzurunda el-pençe divan duruyordu.[1]
Sultan asil soylu, pehlivan yapılı, alnında saadet nurları parlayan bu genç muharibi hayranlıkla süzdü. Alnından öptü, sonra batı cihetine işaretle: “Domaniç ve Ermeni dağlarını[2] yaylak, Söğüt’ü ise kışlak olarak size verdim. Cenab-ı Hak muininiz (yardımcınız) olsun”, diyerek uğurladı. Kayı yiğitleri Söğüt’e doğru atlarını şaha kaldırıp uçarcasına yol alırken. Sultan Alaaddin’in gözleri çok uzaklara dalmıştı. Bu gidişin Viyana kapılarına kadar uzayacağını mı görmüştü acaba? Kim bilir?.. Darda olan kardeşlerine yardım elini uzatanlara Cenab-ı Hak ne devletler ne hilatlar ne servetler ihsan etmezdi…[3]
Karacahisar’ın Fethi
Karacahisar Osman Gazi’nin ilk başkenti olan yerleşim yeridir. Bugün Eskişehir’in bir mahallesi haline gelmiş olan Karacaşehir köyünün üst tarafında yer almaktadır. Karacahisar’ın fethi Osman Gazi’nin ilk fetihleri içinde en önemli olanlarındandır. O halde Karacahisar’ın fethinin şartları iyi anlaşılmalıdır. Şunu öncelikle belirtmeliyiz ki Aşıkpaşazâde’ye göre birisi Ertuğrul Gazi, diğeri Osman Gazi zamanında olmak üzere Karacahisar iki defa fethedilmiştir. İlk fetihten sonra Karacahisar’ın tekfuru, Selçuklu sultanına vergi ödemek şartıyla yerinde bırakılmıştır. Diğer kaynaklarda bu ilk fetihten söz edilmese de tekfurun Selçuklu sultanının haraçgüzârı olduğu kaydedilmektedir. Dolayısıyla Karacahisar’a yapılacak doğrudan müdahale aynı zamanda Selçuklu sultanının hükümranlığına müdahale anlamına gelecektir. Bu nedenle olsa gerek Osman Gazi, Karacahisar’a müdahale etmek için en uygun şartların gerçekleşmesini beklemek durumundaydı. Bu uygun iklim için bazı önemli siyasal gelişmelerin ortaya çıkması gerekmiştir.[4] Birincisi; 1277 yılında özellikle Pervane Muinüddin Süleyman’ın serbest hareketlerinin doğurduğu tepkiyle idam edilmesi ve Moğol İlhanlığı’nın Anadolu’daki idareyi doğrudan üzerine almasıdır. Bu olaylar sonucunda artık tamamen bir gölge hükümdar haline gelen Anadolu Selçuklu sultanının otoritesi ülke genelinde ortadan kalkmıştır. Bu otorite kaybı özellikle uç bölgelerde bazı parçalanmalara ve bazı yerel beylerin bağımsız hareketlerine yol açmıştır. Bu bağımsızlıkçı hareketlerin kuzeybatı Anadolu ucundaki en önemli örneği Sahipataoğulları’dır. Selçuklu otoritesinden boşalan yeri kuşkusuz Moğollar dolduracaktır.[5]
İkinci önemli gelişme Moğol idaresinin de uçlardaki gücünü zayıflatan iç çekişmeleri ve özellikle Sülemiş isyanıdır. Osman Gazi’nin aşiretin başına geçtiği 1281’de ve izleyen birkaç yılda Moğolların Kuzeybatı Anadolu’daki garnizonunun Kütahya merkezine 60 km uzaklıktaki Çavdarhisar’da olduğu bilinmektedir. Muhtemelen bu garnizondan gelenler veya bu garnizonla ilişki içinde bulunan Germiyanlılar’ın ilk devirdeki bazı bağımsızlık alametlerinin ortaya çıkmasında özellikle de ilk hutbenin okunması ve ilk örfi verginin konulmasında çok önemli rolleri olduğu bilinmektedir. Yukarıda anlatılanların ışığında Osman Gazi’nin Karacahisar’ı fethetmesi için esaslı bir gerekçesinin bulunması gerektiği açıktır. Bu gerekçe aynı zamanda Selçuklu sultanına veya onun yerini alan Moğol idaresine başkaldırı niteliğinde olmamalıdır. Çünkü Osman Gazi’nin bu ilk devirlerde sahip olduğu asker miktarı ve diğer kaynakları birkaç cephede birden mücadele etmesine yetecek düzeyde değildir. Bu nedenle mücadelesini daha çok batı yönünde geliştirmek isteyen Osman Gazi Moğollarla ayrı bir cephe açmayı uygun görmemektedir. Bu yüzden fetih için bulacağı gerekçe Moğolların hışmını kendi üzerine çekmemelidir. Olayın gelişimi Âşıkpaşazâde’de şöyle anlatılır[6]:
“…İmdi Sultan Alâaddin’e” habar vardı kim Osman Gazi’nün üzerine kâfirler galaba leşker ile varmışlar; kardaşı Saru Yatu’yı şehid etmişler. Her kankı kâfirim leşkerü varduyise bildürdiler. Sultan dahı eyütmiş kim Ma’lum oldı kim Karacahisar tekvüri bizüm ile yağı olmuş dedi ve hem Cermiyanoğlı o garibleri sevmez” dedi” Ekseri o kâfirlerün hareketinim ihmalindendür ben hod bilirün” dedi. Emr eldi “tez leşker cem olınsun” der. Kim ol kâfirler bunun gibi iş ederler. Ve “ya gayret-i İslam bizde yok mudur” deyüb leşkeri azim cenk olındı hucum etdiler Karaca Hisarun üzerine düşdiler. Osman Gazi dahi geldi. O da bir tarafdan cenge meşgul oldı. Bir iki gün ceng olınca feryatcılar geldiler kim “Bayıncar Tatar geldi Ereğli’yi aldı. Ve yıkdı. Ve halkını kırdı. Ve şehrini oda urdı” dediler. Sultan Alaüddin dahi Osman Gazi’yi okıdı getürdi. Hisar içün gelürdükleri silahları cemi’isini verdi. Eyidür:” oğul Osman Gazi sen de saadet nişanları çokdur. Sana ve neslime âlemde mukabil olıcı yoktır. Benüm duam ve Allah’un inayeti ve evliyanın himmeti ve Muhammedün mucizatı senün ile biledür.” dedi. Ve kendisi vilayetine gitdi Sultan kim gitdi, Osman Gazi dahi birkaç gün sabr etdi. Ahır kalayı yağma etdi. Feth olundı. Tekvirini dahi dutdı. Gazileri dahi doyum etdi. Şehrinün evlerini gazilere ve gayrıya verdi. Ânı müsülman şehir eldi.”
Metinden anlaşılacağı üzere Osman Gazi, Karacahisar’a saldırma gerekçesini Karacahisar tekfurunun sultana asi olmasına dayandırmaktadır. Böylelikle, bağımsız hareket eden bir uç beyi olmak yerine sultanın ve onun metbuu olan Moğol ilhanının haklarını koruyan bir bey vasfını elde etmiş bulunmaktadır.[7]
Yukarıda Âşıkpaşazâde’nin metninde dikkatimizi çekmesi gereken bir nokta daha vardır: Selçuklu Sultanı uçlardaki ahalinin uç beylerbeyi konumundaki Germiyanlılar tarafından yeterince korunamadığı görüşündedir. Vekayinamelerimiz bu yolla da Osman Gazi’nin harekâtı için bir diğer meşruiyet zemini sağlamış olmaktadırlar. Uç beylerbeyliğinin Germiyanlılar’dan Osman Bey’in eline geçiş süreci Karacahisar’ın fethiyle başlamış olmaktadır. Demek ki, Karacahisar’ın fethiyle bağımsız bir Osman Bey göremezsek bile artık daha serbest hareket eden bir Osman Bey tarihi bir vakıa olarak karşımızda durmaktadır.[8]
Karacahisar’da İlk Hutbenin Okunması
Karacahisar 1288’de alınınca bir kısım halkın şehri terk etmesi üzerine evler uzun süre boş ve ıssız kalmıştı. Ancak zamanla çevre illerden ve Germiyan ülkesinden gelenlerle şehir şenlenmeye başladı. 699/1299 yılına gelindiğinde mescitleri, mektepleri, çarşıları ve pazarı ile mamur bir belde halini almıştı. Halk Dursun Fakih’e gelerek şehirde Cuma namazı kılınması için izin istediler. Ayrıca problemlerinin çözümü için kadı tayin edilmesini arzu ettiler. Dursun Fakih konuyu Şeyh Edebalı’ya açtı. Sonra beraberce Osman Gâzi’ye arz ettiler. Osman Gâzi “Ne yapılmak gerekiyorsa yapılsın” deyince. Dursun Fakih: “Hânım! Sultandan izin almak gerektir”, dedi. Bunun üzerine Osman Gâzi: “Bu şehri ben kendi kılıcımla aldım. Bunda sultanın ne dahli var ki ondan izin alayım? Ona sultanlık veren Allah bana da gaza ile hanlık verdi. Eğer minneti şu sancak ise ben kendim dahi sancak kaldırıp düşmanlarla uğraştım. Eğer o, ben Selçuk hanedanındanım derse ben de Gök Alp oğluyum derim. Eğer bu ülkeye ben onlardan önce geldim derse Süleyman Şah dedem de ondan evvel geldi”, cevabını verdi. Bu sözlerden sonra Osman Gâzi, Karacahisar’a Dursun Fakih’i hem kadı hem de hatip tayin etti. Şeyh Edebalı’nın akrabası ve talebesi olan Dursun Fakih, büyük alimlerdendi. Osman Gâzi ile bütün savaşlara katılır ve mücahitlere namaz kıldırırdı. Dursun Fakih ilk cuma günü, minberde hutbeye çıktı. Allahü zülcelal’e hamd, Resülüne salevat, âline ve ashabına duadan sonra; Osman Gâzi’nin adını hutbede zikretti.[9]
Aşiret beyliğe dönüşmüştü. Aşık Paşazade tarihinde 699/1299 olarak tarihlendirilen bu olayı Kemal Paşazade, 688/1288-89 yılında Karacahisar’ın fethinin hemen akabinde gösterir. Kemal Paşazade’ye göre Dursun Fakih’in Cuma namazı için Selçuklu sultanından izin istenmesi gerektiği yolundaki sözlerine Osman Gâzi şöyle cevap vermiştir: “Ben kimsenin taht-ı hükümetinde değilim. Kendi başıma sultanım. Bu diyarı kılıcımla açıp dururum. Kul nöker almadım ne efendim var ne sultanım! Benim icazet verdiğim yetmez mi? Benim iznim kifayet etmez mi? Sultan-ı zaman dediğiniz Melik-i Yunan ise benim mülkümde anın ne tasarrufu var. Nesebde ondan eksik değilim, benim aslım geniştir. Gök Alp’i bilmeyen bilmez, bilen Selçuk’a nisbet kılmaz.” Kemal Paşazade Osman Gâzi’nin Karacahisar’da cemaatle Cuma namazı kılmağa izin verip adına hutbe okutmasını, serbest hareket etmeye başlamasına bir misal olarak gösterir. Ancak o da kesin müstakilliğini ilan tarihi olarak 699/1299 tarihini şu ifadelerle verir. “Âl-i Selçuk dağılıp saltanat işleri ve memleket ahvali bozulunca Osman Gâzi cihangirlik meydanında idare dizginlerini eline aldı. Sultan-ı alişan olup ünvanı emir iken han oldu. Hicretin 699. yılında emirlik kürsisinden saltanat tahtına çıktı. Hilafet hil’atin eğnine alup cihangirlik kemerin beline kuşandı. Kadr ü celali hilal iken bedr, kişveri karye iken şehr, leşkeri nehir iken bahr oldu.” Görüldüğü gibi 1299 yılı Osmanlı devletinin kuruluş tarihi olarak verilebilecek en güçlü konumunu devam ettirmektedir. Neşri tarihinde ise Aşık Paşazade ve Kemal Paşazade ye muhalif olarak; “Osman Gâzi dahi Sultan Alaeddin zamanında devletini ilan etmişti. Lakin edebe riayet edüben hutbeyi ve sikkeyi yine Sultan Alaeddin adına kılmıştı… Ne zaman ki Sultan Alaeddin ahirete intikal etti, oğlu kalmadığından yerine veziri Sahip Ata geçti. Osman bunu işidüb buyurdu; Karacahisar’a Dursun Fakih’i hem kadı ve hem hatip ettiler… Böylece ilk defa hutbe Karacahisar’da Osman Gâzi adına okundu”, ifadeleri yer almaktadır.”[10]
Yörük ve Türkmen Kavramı
Yörük: Yörümek fiilinden türemiş olup, Anadolu’ya gelip yurt tutan göçebe Oğuz Boylarını (Türkmenleri) İfade eden bir kelimedir (Eröz, 1991: 20). Faruk Sümer de “Yörük” kelimesini hemen aynı anlamda Göçebe Türkmenler olarak kullanmaktadır (Sümer, 1950: 518). Bazı araştırmacılar “Yörük” yerine “Yürük” kelimesini kullanmışlardır. Buna neden olarak da yürümek fiilinden türediğini iddia etmişlerdir (Gökbilgin, 1957: 4, Güngör, 1941). Bu görüşü kabul etmeyenler ise, yürük kelimesinin aslının “Yüğrük” olduğunu, bu tabirin sıfat halinde ileri, medeni, bilgili, cins ve saf anlamlarına geldiği gibi halk arasında kabiliyetli, dirayetli, cesur anlamlarına da geldiğini kaydetmektedirler. (Eröz, 1965: 121). Yine Eröz, Dinar Türkmenlerinde düğünlerde kullanılan odunu kesmek için gençlerin dağa gittiğini, odunu ilk getiren gence çeşitli hediyeler verildiğini ve bu oduna “Yüğrük Odunu” adı verildiğini belirtmiştir. Bu örnekten “Yüğrük” kelimesinin kabiliyetli, atak, iyi koşan anlamlarına geldiği anlaşılmaktadır. Bu durumda bu konudaki çalışmalar ve bizzat günümüzdeki yaşayan grupların kendilerine “Yörük” dedikleri dikkate alınırsa, bize göre de “Yörük” kelimesinin daha uygun olduğu söylenebilir.[11]
Faruk Sümer, Yörük sözünün kesinlikle bir kavim, ulus (il) veya bir kabilenin adı olmadığını belirtmiştir. Kelimenin yapısında da işaret edildiği gibi, şimdi göçebe kelimesiyle anladığımız hayat tarzının kastedildiğini kaydetmiştir (Sümer, 1950: 551). Büyük Larousse’de ise Yörük, Orta, Güney ve Batı Anadolu ile Rumeli’de konar göçer yaşamı sürdüren, Türkmen boylarından olan kimselere 14. Yüzyılın sonlarından itibaren verilen bir ad olarak kaydedilmektedir (Larousse, c:24). Türkmen kelimesi ise, Müslüman olan oğuzlara “Müslüman Türk” manasına “Türkmen” demişlerdir. 11. Asırdan beri Oğuz kelimesi ile aynı anlamda kullanılan “Türkmen” kelimesi, Oğuzların yerleşik olmayan, henüz yerleşmeyen, göçebelikte devam eden kısımlarına verilmiştir. Sonradan “Oğuz” kelimesi tamamen bırakılmış, yerleşik oğuzlara Türk, göçebeliğe devam edenlere Türkmen denilmiştir. Bundan sonra Oğuz yerine Türkmen kelimesi kullanılmıştır. Bu durumda Türk kelimesinin Türkmen’den daha medeni olduğu ortaya çıkmaktadır (Türk Ans., 1977: c:25). Türkmen kelimesinin kullanılmasındaki önemli bir nokta da Türkmen kelimesinin Oğuzları, Şamanist Oğuzlardan ayırt edebilmek için kullanıldığı kaydedilmektedir (Sümer, 1980: 51). Yörük terimine ilk defa Yazıcıoğlu Ali’nin kitabında (Tarih-i al-i Selçuk) rastlanılmıştır. “Sahra nişin ve göçküncü, yani yaban yurtlu ve Yörük” sözlerini kullanmıştır. Yine aynı yazar “Yörük evi” kelimesini kullanmıştır (Sümer, 1950: 518). Ayrıca Germiyanoğlu Ali Şah, Osman Gaziye Yörükoğlu tabirini kullanmıştır (Sümer, 1950: 518). Bu konuda dikkati çeken bir nokta da çeşitli araştırmalarda 15. ve 17. yüzyıllarda Anadolu, Suriye ve Irak’ta yaşayan aşiretlere Türkmen denilmektedir. Kızılırmak’ın batısında yaşayan Adalar, Marmara, Batı Anadolu ve Rumeli’de yaşayan aşiretlere Yörük tabiri kullanılmaktadır. (Sümer, 1950: 551) Fuat Köprülü de Yörüklere Türkmen denildiğini ifade ederek, aşiret, Yörük ve Türkmen kelimelerini aynı anlamda kabul etmektedir (Gökbilgin, 1957: 6). Eröz, Köprülünün görüşüne yakın bir görüş belirtmiştir. Yörük kelimesinin Türkmen eski adlarının yerini tuttuğunu belirtmektedir. Türkmen’in boy, şube ismi olmaktan başka ekonomik ve sosyal hayat tarzına sahip olduğunu belirtmiştir. Bundan dolayı Türkmen kelimesinin yerini Yörük kelimesinin aldığını ve tarih kaynaklarında bu iki kelimenin çoğu eş anlamlı olarak birlikte kullanıldığını kaydetmiştir. Türkman-ı Halep, Yörükhan-ı Halep gibi (Eröz, 1965: 121).[12]
Yukarıda belirtildiği gibi, Yörük tabirinin göçebe anlamında olmak üzere, 14. Asrın ikinci yarısında ortaya çıktığı veya kullanılmaya başlandığı söylenebilir. Bunun yanında Yörük sözünün şimdiki anlamda göçebe olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu durumu destekleyen çeşitli örnekler verilebilir. Yerleşik hayata geçenlere (Antalya-Alanya civarı) manav denildiğini ve Yörüklükten çıktı denildiğini gördük. Mehmet Eröz’ün araştırmasında Orta Asya ile Anadolu aşiretleri arasında önemli benzerlikler ve bağlılıklar olduğu zengin örneklerle anlatılmaktadır (Eröz, 1991: 15). Yukarıdaki çalışmalar göz önüne alındığında Türkmenlerin Oğuz Türklerinin bizzat kendisi olduğu anlaşılmıştır. Oğuz ulusu 24 boy ve soy adı taşımaktadır. Afşar, Beğdili, Çepni, Alayontlu, Yüreğir, Kınık, Bayat, Yazır, Akevli, Karaevli, Döger, Dodurga gibi kabile ve aşiretler halinde olmayanlar ise yerleşilen yer ve köy adları halinde bu unvanlarını günümüze kadar taşımaktadırlar. Yörükler ise, yürüyen, gezen, göçebe demektir. Naci Kum, her Yörük’ün Türkmen olduğunu, buna karşılık her Türkmen’in Yörük olmadığını Kaydetmektedir (Kum, 1949:70). Yörüklük Türkmen aşireti hayatının sadece davar sürüleri otlamakla geçinen ve daha iptidai bir hayat tarzı içinde olanlarıdır. Diğer bir nokta da Yörükler’in kök bir Türkmen kabile veya aşiret adlarından çok davarlarının (keçi), koyunlarının renklerini, aşiret başkanlarının adlarını taşımalarıdır. Sarıgeçili, Tekeli, Saçıkaralı, Şıhlı, Akkoyunlu, Hacılı, Karaısalı, Hayta, Honam, Boynu inceli gibi. Naci Kum bunların hepsine birden Türkmen demenin daha uygun olacağını belirtmiştir. Netice olarak Yörükler yazın yaylalarda, serin otlaklarda ve kışın kışlaklarda, daha sıcak ovalarda hayvancılıkla uğraşan, büyüklü küçüklü gruplar halinde yaşayan, konar-göçer Türklerdir. Bu konar-göçer gruplar az sayıda haneler olduğu gibi, oldukça çok sayıda (yüzlerce) haneli büyük gruplar da olabilir. Grupların başında yönetici durumunda bir bey bulunur. Kısaca günümüzdeki Yörük kavramını Anadolu ve Rumeli’de konar-göçer olarak yaşayan, geçimlerini çoğunlukla hayvancılık ve ziraat ile sağlayan, mevsimlere göre kışlak ve yaylalarda kurdukları evlerde ya da çadırlarda oturan, Oğuz Türklerine verilen isim olarak söyleyebiliriz.[13]
Müjgan Cunbur’un 1999 yılındaki Türk Kültüründe KARAKEÇİLİLER isimli sempozyumda sunduğu “Karakeçili Aşireti” isimli bir Risaleden alıntıları sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu Risale II. Abdülhamid döneminde Sabah ve malumat matbaasında basılmıştır[14]:Karakeçililerin Osmanlı soyunun atası Ertuğrul Gazi’yle birlikte geldikleri, devrin padişahına bağlılıkları bilinmektedir. Âşık Paşazade, Neşri gibi ilk Osmanlı tarihçilerimiz Ertuğrul Gazi’yle birlikte gelen Türk boylarından yalnız Kayıların adlarını yazıyorlar. Günümüzde de en güvenilir kaynak olan İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihinde, Selçuknâme’ye dayanarak, Oğuz boylarını damga ve anlamlarıyla açıklarken, başta Kayılara yer verdiği hâlde kolları üzerinde durmuyor. Ziya Gökalp ise, Türk Medeniyeti Tarihinde (s.21-22), Yürüklerden bahsederken, “Celâleddin Harezm Şah’la gelmiş Türkmenlerdir” dedikten sonra, onların kollarını Çavdurlar, Tekeler, Karamanlar, Sarılar, Karakeçiler, Kank-lılar, Karapapaklar, Yumudlar, İlbekliler, Göklenler, Salurlar diye sayıyor. Ziya Bey’in bu fikri, son zamanlarda çıkan eserlerde bir belgeye dayanmadığı için tenkit edilmiştir. Karakeçililerin Osmanlı tarihindeki rolleri kısaca şöyle sıralanabilir: Aşiret Ertuğrul Gazi tarafından eğitilmiş, Karacahisar’ın fethinde karakeçilerinin boynuzlarına birtakım ışıldaklar bağlayarak, alaycuk üzerine kara keçeden örtü örtmek suretiyle harp hilesi yaparak Karacahisar’ı almışlardır. Savaş sırasında Ertuğrul Gazinin “Haydin alplerim! Haydin Karakeçili yürüklerim!” diye teşvik etliği için aşiret mensuplarına Karakeçililer Osmanlıların bütün seferlerine katılmışlar, üzerlerine düşen görevi yapmak için hiçbir fedakârlıktan geri kalmamışlardır. Bu arada Yavuz Sultan Selim’in bütün seferlerinde de cansiparâne mertlikler göstermişler, bu yüzden Yavuz onlara “Haremeyn-i Şerifeyn Aşireti” unvanını vermiş, yani onları Müslümanların en mukaddes bildiği iki yerin, Mekke ve Medine’nin Aşireti diye taltif etmiştir. Devrin padişahı II. Abdülhamid’in Karakeçililerin bu bağlılıklarına ve hizmetlerine karşılık aşireti anlatılamayacak büyük bir armağanla ödüllendirdiği bilinmektedir. Bu armağan, o devrin deyişiyle, “avâtıf” şudur: Karacahisar köyü yeniden kuruluyor, Osmanlıların ilk istiklâl hutbesinin okunduğu yere bir cami ve çevresine evler yaptırılıyor. Aşiret halkı buraya yerleştiriliyor. Yalnız bununla da kalınmıyor, Ertuğrul Gazinin ruhunu şad etmek için o çevredeki birçok köy ve kasaba imar ediliyor. Yukarda da işaret edildiği üzere, merkezi Bilecik kasabası olmak üzere “Ertuğrul Sancağı” adıyla bir liva oluşturuluyor.[15]
Karakeçili aşireti her yılın Rebiülevvel ayında Ertuğrul Gazinin türbesini ziyaret ederlermiş, bu ziyaret aşiretin kendilerine has bayram imiş. Büyük bir topluluk hâlinde atlara binerek, türbeye gelip, ziyaret ettikten sonra mevlit okuturlar, kurbanlar keserek, konuklara yedirip, ikramda bulunurlarmış. Ve bu tören dolayısıyla olağanüstü neşelenir, kalpleri sevinçle dolarmış. Sonra aşiretin hayatına ait bazı özellikler anlatılmıştır: Aşiret içinde kadınların büyüklerine “abla”, erkeklere de “başa” denirmiş, paşa kelimesinin buradan geldiğine işaret edilmiştir. Erkek kadın yünden ve yapağıdan eğirip dokuduklarını giydikleri, bu işi bildikleri için de asker için gerekli abayı dokumaları ve eksiklikleri gidermeleri için Balıkesir’de bir fabrika kurulduğu, aşiretin oba oba oraya ilhak edildiği, gerektikçe her obanın başındaki eski meşhur alpların çocuklarından birine emir verildiği, onun da bu emri halka duyurduğu, övgüye değer hizmetleri geçtiği için oba halkının mükâfat olarak askerden ve koyun vergisinden muaf tutuldukları, çok az bir Haremeyn vergisi alındığı, bu vergiye mahsuben de eğirme ücretlerinin irat kaydedildiği bildiriliyor. Obaya yün verilir, ip alınırmış. Bu ipten başka yılda bir kere nüfus başına birer, ikişer kıyye “beden ipi” denilen eğri İmiş ip dağıtılırmış. Haremeyn vergisinin toplanması ve diğer hususların ierası için alpzâdclerden biri bey atanırmış. 1259/1848 yılında bir padişah iradesiyle Manisa ve Hüdavendigâr yani Bursa illerinde ve diğer yerlerde bölük bölük yaşayanlar iskân edilip, bazı vergiler kaldırılarak oba fertlerinden asker ve öşür alınmaya başlanmış. 1283/1867’de Ahmed Vefik Paşanın müfettişliği sırasında aşiret Balıkesir’den fek edilip, bulundukları ilçelere ilhak olunarak, beğlik ünvanı da kaldırılıp, eskiden olduğu gibi muamele edilmeye başlanmış.
Karakeçili aşireti Özbek diyarından geldiği için adı Özbek ve Türk aşireti ise de oba oba birer cemaat oldukları için her obaya birer nesil ismi verilmiş, denildikten sonra şu oba adları sıralanıyor: Veliler, Tülüzlü, Karabakılı, Şazlı, Haeı Halil. Hayyam Kethüda, Akçainli, Ayn-ı Hanî, Özbekli cemaatleri diye tanınan bu cemaatler sonradan ikiye ayrılıp, değişik isimlerle de anılırlarmış. Özbekli adını taşıyan tek cemaat kalmış.
Risalede bundan sonra “alaçuk” denilen çadırlarından ve bu çadırların kuruluşundan bahs olunmuştur:“Şimdi pencerelerde görülen kafes misal ve ham yünden mamul sofla iki parmak arzında ve yarım parmak kalınlığında iki adam boyu tulünde tahtaları birbirine çatarak bir beygir dengi olacak kadar ağırlıkta ve icabı takdirinde her ikisi karşı karşıya getirilip arka ve ön taraflarına dahi hallaçların yay astıkları ağaç gibi çubukları ip ile kafes misal örülüp üzerinden duman çıkacak bir delik bırakarak her tarafını keçe ile örtüp ve keçe dahi dumanın ihatasından beyaz iken kara keçe olur ve bu hâlde evlenirlermiş.[16] Ve el’an Türkistan ve Özbek diyarında ve Horasan’da bunun gibi haneler mevcut imiş. Yük hayvanlarının mahsus semerleri olmayıp alaçuk üzerine örtülen keçenin ismine torluk denilir ve semerin üzerinde görünen ağaç gibi şey de kendi imalâtı olarak alık ağacı ilamıyla müsemma ağacın altına mezkur tozluğu yedi sekiz kat dürüp beygirin üzerine ve onun üstüne de alığı koyup ip kolonlarıyla bağlar ve ağrık tabir olunan pırtı ve eşyayı saireleri de yükleterek konup göçerek yaşarlar imiş.” Risalede “yakın zamana kadar Ertuğrul Gazi’nin türbesinde alâmet-i mahsusa olmak üzere torluk parçasıyla alık muhafaza olunur, aşiret ve ziyaretçiler tarafından takbil edilirmiş” diye açıklanmıştır.
Uyanık ve dirayet sahibi kişilere “Ace” denirmiş. Özbek cemaatinde risalenin yazıldığı sırada “Ace” lâkaplı kimseler yaşamaktaymış. Nitekim Tülüzlü cemaatinde Osman Gazi zamanındaki emirlerden Durgut Alp’a nispetle isim alanlar varmış. Risalede üç buyrultu yer almaktadır: Bunlardan 1 Safer 64 yani 8 Ocak 1848 tarihlisi Özbeklü Cemaati Reisi Hacı Kerim Bey torunu, Karaca Hacı Mehmed Bey’in oğlu Mehmed Bey’e verilmiş, Beyin dirayetli ve denenmiş bir zat olması dolayısıyla mülhakatıyla Karesi sancağı muhassallığının 1264 senesinde de beyliğinin ibka edildiği bildirilmiştir. Kendisinin bey bilinip, sözünden bir adım dışarı çıkılmaması, halktan alınacak miri malının zamanında toplanıp, mal sandığına gönderilmesi emredilmiştir. Bu bahane ile fakirlerin tedirgin edilmemesine itina ve dikkat olunması ve aykırı hareketten çekinilmesine de ayrıca işaret olunuyor.
Yine Mehmed Bey’e verilen ikinci buyrultu sureti 7 sene 285/1868 tarihli, ay adı yazılmamış. Kıdvetü’l-aşâir ve’l-kabâil ve Haremeynu’ş-Şerifeyn yörükânından Eskişehir sancağı kazalarında iskân üzere bulunan Tülüzlü ve Poyrazlı ve Hacı Halil obası ve Özbekli ve Hayyam Kethüda ve Akçainli ve Şazlı ve Karabakılı cemaatlerinin beyIcriyle bilcümle muhtar ve söz sahiplerine hitaben yazılmıştır. Askerin kışlık elbisesi için kendi koyunlarından alınacak yün iplerinin, taahhüt etmelerine rağmen Balıkesir’deki aba-hâneye teslim edilmediğinin anlaşılması üzerine, buyrultunun yazıldığı anlaşılıyor. Buyrultu ile birlikte ne kadar yün ipi toplanacağını bildiren bir defter de gönderilmiş, dışarıya bir dirhem ip satılmadan toplanıp aba-haneye teslim edilmesi emr olunarak, kararlaştırılan fiyat üzerinden bahasının ödeneceği bildirilmiştir.[17]
Risaleye aşiretin eski kahramanlık türkülerinden birkaç örnek de eklenmiş, okuyalım:
“Aşağıda algım salgım bir savaş görünür
Gecesi düş gündüzü hayal meyal görünür
Korkarım yoldaşıma bir iş görünür
Er yollarına canını kurban eden alpım benim
Gelin komşular ben can ciğerim aldırdım
İki ellerim bütün al kanlar içine daldırdım
Canlar dayanmaz salını kendi elimle kaldırdım
Ilgıd ılgıd kanlarla mezara giren benim
Yörük yârimin mezarını yeşil çemen bürüdü
Gözyaşıyla kiralımız çılbırcağını sürüdü
Hep oba halkı gözlesine kalktı yürüdü
Obası yurd yerinde kurulu kalan serdarım benim
Bu savaş Ertuğrul Gazi’den kaldı bize eser
Osman Gazi çok düşmanların başın keser
Böyle ölüm her kavme olmaz müyesser
Yerin tutar mı bilmem yadigârın oğlum benim “[18]
Risaleye Karacaoğlan’dan da bir koşma alınmış.
Başında “Karakeçili Aşiretinin Özbeklü Cemaati beyzadelerinden Hacı Mehmed Beyin mecmuasından istihraç olunmuştur” denilmiştir.
“Bağır kır atım bağır
Düşman duymasın dostumu çağır
Düşmanın arkasında ola yeğ bağır
Alığım alınmaya alınmaya
Babamdan bunca aldığım öğüt
Düşman içün gördüğüm kayıt
Düşman duymasun dostuma ayıt
Unuttular çağrılmaya çağrılmaya
Çağır Karacaoğlan çağır
Taş koptuğu yerde ağır
Adam dostundan bile soğur
Candan sarılmaya sarılmaya”
Son belge, Karakeçili aşiretinin Hacı Halil obası cemaatinden Yusuf Beyzade Mehmed Hikmet Bey’e verilen 7 sene 73/yani 1856 tarihli buyrultu sureti olup, Hikmet Bey’in doğruluğu, ip imalinde, miri malının toplanmasında gösterdiği gayret ve cemaat halkının kendinden hoşnut olmaları bakımından o yıl de beyliği üzerinde bırakılmıştır. Buyrultuda cemaatin beyine itaat etmeleri, nizamiye askerinin abaları için gerek aba-haneden alacakları yünlerin, gerekse kendi beden yünlerinin gayet düzgün ve alâ olmasına dikkat etmeleri, beye de, ipleri zamanında toplayıp, peyderpey mal sandığına götürüp teslim etmesi, ahali ve fukarayla güzel geçinmesi, fukarayı izaç etmemesi emr olunmuştur.[19]
Risalede bu buyrultunun, isimleri de zikredilerek, diğer cemaat beylerine de yollandığı bildiriliyor. Bundan sonra aşiretin nüfus ve hâne sayısını gösteren bir cetvel yer alıyor. Kütahya, Eskişehir ve Ertuğrul Gazi sancaklarında, nahiye ve kazalarda toplam nüfus sayısı 14521, hâne sayısı 2856’dır. Köy adlarından bazıları gerçekten güzel, birkaçını sayayım: Yörük Karacaviran, Arı Kaya, Yarımca, Bozdağ, Kavacık, Turgudoğlu, Akçın, Akçayır, Yörük Kartal, Eşen Karaca, Karaca Hisar, Akça Kaya gibi… Daha sonra bu oba ve cemaatlerin askere ne kadar süvariyi, kimin maiyetinde yollayacaklarını gösteren cetvel yer alıyor. Bu cetvelin toplamı da 435 atlıdır. Bunlardan 45’i Eskişehir’in Seyitgazi nahiyesine tâbi Kuyucak köyünden Özbcklü cemaatinin Beyi Hacı Kerim Beyzade Hacı Bekir Bey, yedi kardeşi, dört oğlu, dört eniştesi, dört damadı ve torunları, 25’i yine Seyitgazi’nin Numan Oluk köyünden Hikmet Beyzade Yusuf Bey ve oğlu Hikmet Bey’le maiyetleridir. Diğerleri de cemaatlerin nüfusuna göre cetvelde yer alıyor. Yörük Kırka köyünden aşiret serçavuşu Mehmed Bey tek kişi olarak harbe katılıyor.[20]
Risale aşiret gençlerinin cirit oynarken söyledikleri bir türkü ile sona eriyor. Aşiret Reisi Hacı Bekir Bey’in cüzdanında kayıtlı olan bu türkünün atalarından kaldığı belirtiliyor. Türkünün sözleri şöyle:
“Haydi haydi haydi haydi haydi haydi haydi haydi haydi haydi benim Türklerim
Haydi haydi haydi haydi haydi haydi haydi haydi haydi haydi benim yoldaşlarım
Haydi haydi haydi haydi haydi haydi haydi haydi haydi haydi benim yürüklerim
Haydi haydi haydi haydi haydi haydi haydi haydi haydi haydi benim alplerim
Çabuk çabuk yetişin çabuk çabuk yetişin çabuk çabuk yetişin düşmanlara ulaşalım
Ulaşalım da kuvvetle elimizden ulaşalım da kuvvetle elimizden ulaşalım da kuvvetle elimizden geldiği kadar savaşalım
Asla korkmayın düşmandan asla korkmayın düşmandan asla korkmayın düşmandan Çalaba eman olalım
Bu yolda hepimiz bu yolda hepimiz bu yolda hepimiz şehid ya gazi olalım”[21]
En sonda padişah II. Abdülhamid’e dua bulunmaktadır. Risale yazarı diyor ki: Çocukluğumda dedemden Sultan Hamid’in “Ben onlara söz söyletmem. Onlar benim ceddimdir, ben onların soyundan geliyorum” dediğini kaç kere duyduğumu hatırlıyorum. Son olarak demek isterim ki, Karakeçili aşireti Yavuz Sultan Selim’in verdiği adla Haremeyn-i Şerifeyn Aşireti hakkındaki bu küçük risalede, Karakeçililerin yüzyıl önceki yaşayışlarından görüntüler dile getirilmiştir.
Mehmet Eröz’de saha araştırmasında Karakeçeli’leri ağabeye Başa derler ki, paşa kelimesi buradan gelmiş demektedir. “İl kelimesinin en eski manası (sulh) dür. (Mahmud Kaşgari) İlçi kelimesi bu manadan gelir: (İlçi) bidayette (sulhçü) manasıydı. İl kelimesinin ikinci manası da (devlet) oldu. Orhun kitabesinde (il) kelimesi bu ikinci manada kullanılmıştır. Türklerin aşîret devri tarihten evvel geçmiştir. Tarih Türkleri (il) halinde yani göçebe devletler şeklinde görmüştür. Küçük illerde sulh mabudu (Oğan) dır. Diğer yersular aşiretlerini harbe teşvik ettikleri halde Oğan, bunları harbden ve kan davasından meneder.” Sonradan halk manasına geldi: “İlle kara gün bayramdır” yahut (elle gelen düğün bayram) Sonra bu halkın oturduğu ülke manasına gelmeğe başladı: İç İl, Dış İl, Rum İli gibi. Daha sonraları (yabancı) manasına gelmeğe başladı: kâtip benim, ben kâtibin, il ne karışır.[22]
Boy: 24 Oğuz boyu vesilesiyle daha yakından aşina olduğumuz bu mefhum halen yaşamaktadır. “Kabile (boy) bir hukukî mefhumdur. Bunun (oymak), (arıs) gibi şubelerinin, onlara mensup şahısların hukuku da örfî kanun, (zang) ve (yasaca göre muayyendir. Müstakil kabile hukukuna malik olan bir (arıs) Kazak Kırgızlarda bir ceddin neslinden yedinci batından sonra toplanan evlâdından hasıl olur. Müstakil kabile şeklini aldıktan sonra bir arıs hayvanlarını bellemek için kendisine has (damga) alır, kabilelerin içtimalarında kendisine ayrı yer (orun) alır ve ancak biri diğerinden ayrı (arışlar halinde akalyedi batın babalarıyla ayrılan camialar biri diğerinden kız alıp evlenebilirler. Bunun için Türklerde her erkeğin yedi ceddini bilmek içtimaî bir nizamın esaslarından biri ‘olmuştur. Hattâ İslâmiyet’i kabul ettikten sonra da bu usule riayet edilmiş, yedi batın içinde evlenmişler, hattâ bunu İslâmiyet’in bir hükmü gibi telâkki etemislerdir” 80 küsur yaşında, Sarıkeçili Aşiretinden Ali Osman Efendi boy teşekkülünü, (boy beği) tâbirini de kullanarak, aşağıdaki şekilde anlattı ki, Oğuz Hanın altı oğlundan 24 Oğuz boyunun meydana gelmesi an’ane ve inancına uyuyor: “Dağlı, Şeytanlar, Üsemoğlu, Odabaşı dört gardaşmış. Pederden bunu duyardım. Kökü bir. Herkes avanesini çekmiş, birer boy beği olmuş.” Bir (oymak)ın zamanla 6-7 ye çıktığını gördüğümüz gibi (oymaklardan bazılarının büyüyüp, kız kaçırma, kavga, niza, arazi kifayetsizliği gibi sebeplerden başka yerlere giderek müstakil birer (boy) haline geldiklerini anlıyoruz.[23]
Osmanlı İmparatorluğunda “bir boya bey tâyini-ırsî olmıyan teşekküllerde o boyu teşkil eden grupların başında bulunan kethüda ve ihtiyarların bir’şahsı boy beyi olarak kabul edecekleri hakkında kanaatları açıklandıktan sonra, hükümet tarafından o şahsın tayin edildiğine dair beylik beratı verilirdi. Fakat Rişvan gibi bazı teşekküllerde boy beyliğinin berât ile değil, ancak boy aristokrasisini teşkil eden kimselerin kethüda, ihtiyar ve söz sahihleri eliyle seçildiğini ve istedikleri sahsı boy beyi yapabileceklerini de ilâve etmeliyiz. Kethüdalar ise içtimaî ve idari bakımdan tâbi bulundukları boy beyi tarafından tâyin edilmekte idiler. Fakat kethüdalar hakkında oymak ahalisinin kefaletleri lâzım olduğu gibi kanunen, tâyin edilmiş olan vergilerini Has Voyvodalarına vermediği taahhüt etmeleri de şarttı. Bundan sonra daha ziyade bu hususun hükümet tarafından kabul edildiğine dair bir berât gönderiliyordu”[24]
Boy’un kolları olup, Türkiye göçebeleri arasında yaşıyan Oymak ve Oba mefhumlarını da şöyle tarif edebiliriz: Oba: Kaşgarî’ye göre (I, 86,22) aslında kabîle, Şeyh Süleyman’a göre, küçük çadır, çadır halkı, cemaat, Şemseddin Sami’ye göre, birkaç bölüğe münkasem büyük ve uzun göçebe çadırı, çadır halkı, göçebe ailesi, Hüseyin Kâzım Kadri’nin Türk lügâlinc göre, âzcrî dilinde çadır, bir çadır halkı, aile çağataycada (ova, oba) çadır, yurt, mesken, ikametgâh aile mânalarına gelmektedir.
Söğüt Karakeçili ve Karakeçeli’leri (oba)yı (çadır) manasında kullanıyorlar. Yeniosmanlı’larda çadır topluluğu manasına geldiği gibi, komşu manasına da geliyor, Oba esas olarak çadır topluluğu çadır mahallesi manasına gelir. 5-10 çadırdan fazlası bîr arada mer’a kifayetsizliği sebeb ile barınamadığından oba’lar vücut bulur. Oba, 5-10 çadırın en yaşlısı, en dirayetlisinin ismi ile anılır. Ekseri akraba olanlar bir oba teşkil eder. Bugün Yörükler (oba) verine (mahalle) tabirini kullanırlar. Bekdikler oba’nın hatırlı, sayılır kimsesine (obabaşı) derler. Bu oymak reisi olan (kethüda)nın mukabili de olabilir. Gene Bekdik’Ierin bir atasözü (oba) nın manasını sarih olarak gösteriyor. (Oğlunla oba ol, kızınla komşu ol:)
Oymak: Büyük oba’lar bir oymak teşkil ediyor. (Oba) mekân ifade ederken, (oymak) bir cemaat, bir içtimaî zümredir. Yörükler’den başka, şehir halkının da günlük konuşmalarında gecen soy-sop, soylu-soplu, soyu-sopu temiz kelimelerinin menşeini Z. Gökalp izah ederek, (elan) manasına geldiğini söylüyor. ‘Yakutların bugün semiyeye verdikleri isim (sib) kelimesidir ki (soy-sop) kelimesindeki (sop) ile müteradiftir. Eski Türkçede (Sob) kelimesi (Su) manasına olup, gerek (soy) ve gerek (sop) kelimeleri bu iki kelimeden müştaktır. O halde (elan) kelimesinin Türkçedeki mukabili şark Türkçesinde (sop) ve Oğuz Türkçesinde (soy)dur. (Soy-sop) tâbiri ikisinden mürekkeptir…Hattâ Diyarbekir’de kadınların ıstılahına göre (soy) baba cihetinden olan akrabaya (sop) ise ana cihetinden olan akrabaya denilir. O halde Türklerde en eski bir zamanda (Budun) (Dört Ulus) a ve her Ulus da bir takım (sop) lara münkasem imiş ve saplarda medenî saniye mahiyetini haiz olup birer (Kile) ye yani (Maderî totemle malik bulunurmuş, Bilâhare bu teşkilât inhilâl ‘ederek Yakutlar’da Ulusların mümessilleri olarak dört büyük Şaman, sopların mümessili olarak da küçük şamanlar zuhur etmiş”[25]
Yakın zamanlara kadar Yörüklerde kavga, niza, ihtilâflar, kız kaçırma vak’alarını koca (ihtiyar) 1ar müzakere, hal ve hükme bağlarlardı. Bey seçiminde ihtiyarların sözü büyüktür. Beylerin ve kethüdaların otoritesinin yanında, ihtiyarlar müşavere hey’eti olarak yer alıyordu. Mehmet Eröz “gezdiğimiz aşiretlerde ağa ile yanaşma çobanı aynı sofrada yemek verken gördük” demektedir. Kaplancık Köyüne (İzmir) yerleşen Karatekelilerden dinledik: vaktiyle kimsesiz, fakir bir çoban ihtiyarların sohbetine katılır, sopasına yaslanıp sadece dinlermiş. Yeri gelince akıllıca sarf ettiği laflar ihtiyarların dikkatini çekmiş ve “Bu çoban ihtiyar gibi konuşuyor” demişler. Şimdi bu nesle (ihtiyar uşağı) diyorlar. Bu hikâye ve bizim müşahedelerimiz Yörüklerde keskin bir sınıf farklılaşmasının derin bir tabakalaşmanın mevcut olmadığını gösteriyor.[26]
Şeyh Edebalı’nın Osman Bey’e Nasihatı[27]
“Oğul! insanlar vardır, şafak vaktinde doğar, gün batarken ölürler. Unutma ki dünya sandığın kadar büyük değildir. Dünyayı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüzdür. Hırsımız, bencilliğimiz.
Dünya bir garip han, bir hoyrat mekân, insan bir garip varlık kabına sığmayan… Hayat bir yudum su, bir anlık rüya… Ömür bir kısa yol tekrarı olmayan… Bu yolda nazarımızı sonsuzluğa dikip; büyük yürümek ve büyük ölmek gerek. Bu yolda hırs, diken; benlik ve kibir engeldir oğul. Sakın ha kendine takılmayasın ve kendinde boğulmayasın. Teklik sadece Allah’a mahsustur, tek başına karara durup hoyrat dünyanın dayanılmaz ağırlığını kaldırmayasın. İşlerini ehil kişilere danışarak tutasın, danışırsan yol alırsın, danışmazsan yolda takılıp kalırsın oğul.
Güçlüsün, akıllısın, söz sahibisin; ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen, sabah rüzgarında savrulup gidersin. Bir dem gelir bir tekmeyle dünyaları yıkacak olursun, bir dem gelir yerdeki karıncaya mağlup olursun. Güç hayvanda bile mevcut. Akıl sadece anahtar. Anahtara takılmasın. Aslolan anahtarın açacağı kapılardır. Kapıların ardında hazineler, kapıların ardında sırlar vardır. Sırlar ki, ebedî muştulan koynunda barındırır; sonsuza kavuşturur. Aklını kullanıp dünyadayken cennetin kapılarını aralayasın oğul.
Öfken ve benliğin bir olup aklını yener! Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın, azminden dönmeyesin. Çıktığın yolu, taşıyacağın yükü iyi bil, her işin gereğini vaktinde yap![28]
Öfke ateş, öfke afet, öfke şeytandır oğul. İnsanoğlu dağları devirir; ama öfkesine mağlup olabilir. Öfkeyle savaşı daima taze tutmak gerektir.
“Yolcu, buruk baş gerek
Gözde daim yaş gerek
Huy biraz yavaş gerek
Yoksa yollar aşılmaz.”, diyen ne güzel söylemiştir. Öfke benliğin yemi, en lezzetli gıdasıdır. Benlik semirdi mi irade yok olur gider. İradesi zayıflayanın ruhu intihar eder. Posalaşmış bir beden taşımak ne ağır zillet, ötelere kapalı bir ruh taşımak ne büyük ihanet. Sabırsız olmaz oğul. Sabırsız menzile varılmaz. Kaf Dağı’na sabırsız ulaşılmaz. Sabır kara bir dikeni yutmak, diken içini parçalayıp geçerken de hiç ses çıkarmamaktadır. İnsan ocaklar gibi yanmalı, yanmalı da kimselere gamını ilan etmemelidir. Gözünü ötelere dikesin oğul, hesabını idealine göre yapasın. Şunu da asla unutmayasın: Her şeyin vakti tayin edilmiştir. Vaktinden önce öten horozun başı kesilir.
Vazifen çetin, yükün ağırdır oğul. Hizmette önde, ücrette geride olasın. Vazifenin en ağırına talip olmakta kaçınmayasın. Vazifenin ağırlığı Yaratan’ın kullarına ihsanıdır. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördüğünü söyleme, bildiğini bilme, sözünü unutma, sözü söz olsun diye söyleme. Bizler nefreti eritmek için, muhabbetin asaletini dünyaya yeniden hâkim kılmak için çıktık yola. Bu yolda utanacak bir şeyimiz yoktur. Muhabbet yolunun gizlisi saklısı yoktur oğul. Ama altının değerini de sarraf bilir, sözünü muhatabına göre ayarlayasın. Cahilin karşısında altınlarını çamura atmayasın. Yiğit olan kördür, kötülüğü görmez; sağırdır, kem sözü işitmez; dilsizdir, her ağzına geleni demez. Bildiğini de her yerde ayaklar altına sermez. Yunus gibidir o; yüreği muhabbete, gönül ibresi Hakikate ayarlıdır. O bir defa söz verdi mi, onu namusu bilir.[29]
Ananı, atanı say; bereket büyüklerle beraberdir!
Anadolu; içinden kıvrım kıvrım ırmaklar akan, ağıtları alev alev ciğerler yakan… “Ana”larla dolu olan… Ana çile yumağıdır, oğul dua kaynağıdır. Ana yüreği narin bir ipek, ata bileği Hakk’ın diktiği en sağlam direktir. Ne ananın ince yüreğini yakasın ne de babanın kapı gibi bileğini kırasın oğul. Yarın yuva kurduğunda ocağınla onlar arasında köprü olasın. Ana ve ata düşmemek için sırtımızı dayadığımız duvardır, yarın duvar yıkıldığında kıymetini anlarsın. Sevildiğin yere sıkça gidip gelme, muhabbetin kalkar, itibarın kalmaz. Düşmanını çoğaltma, haklı olduğunda kavgadan korkma! Bilesin ki; atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler! Her şeyin ortası makbuldür, sevginin de. Sevdiğini gereğinden fazla sevmeyesin. Sevgini de, sadece yüreğinin eline vermeyesin. En çetin imtihan “sevgi”yle olanıdır. “Kişi ne kadar bahadır olsa da, muhabbete tuş olur.” diyen atanın sözünü aklından çıkarmayasın. Böyle imtihan olmamak, istikbalde neslinden utanmamak için gecelerin bağrında, seherlerin aydınlığında duaya durasın. Senin ideallerin ve geleceğe dair hedeflerin var oğul.
Gönül adamı ömrünü boşa harcamaz, yüreğini ucuza satmaz, edep tacını başından almaz. Gönül erinin her zaman yüzü yerde, gönlü göktedir. Haklı olduğunda kavga vermesini bilir. Kavgayı sadece bileğiyle değil, ilmiyle ve yüreğiyle yapmasını bilir.
İyiliğe kötülük, şer kişinin kârı,
İyiliğe iyilik her kişinin kârı
Kötülüğe iyilik de er kişinin kârıymış oğul.
Sen bizim rüyamız, sen bizim devamız, sen bizim duamızsın oğul. Daima başın dik, alnın ak, gönlün pak olsun. Zümrüt-ü Anka’nı iyi seç ki Kaf Dağı sana yakın olsun. Yolun ebediyete kadar açık olsun.[30]
_______________________________________________________
[1] Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, Birincil Kaynaklardan Osmanlı Tarihi KAYI I, KTB Yayınları, İstanbul, 2010, s.16.
[2] Ermeni Beli: Domaniç’in alt yanından İnegöl’e doğru uzanan bir yükselti silsilesidir (Cezmi Karasu, Tuğçe M. Sakarya, Oktay Berber Osmangazi İlkler ve Karacahisar, Odunpazarı Belediyesi Kültür Yayınları, Ankara, 2010, s. 47).
[3] Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, a. g. e., s.17.
[4] Cezmi Karasu, Tuğçe M. Sakarya, Oktay Berber, Osmangazi İlkler ve Karacahisar, Odunpazarı Belediyesi Kültür Yayınları, Ankara, 2010, s.60.
[5] Cezmi Karasu, Tuğçe M. Sakarya, Oktay Berber, a. g. e., s. 60-61.
[6] Cezmi Karasu, Tuğçe M. Sakarya, Oktay Berber, a. g. e., s. 61.
[7] Cezmi Karasu, Tuğçe M. Sakarya, Oktay Berber, a. g. e., s. 61-62.
[8] Cezmi Karasu, Tuğçe M. Sakarya, Oktay Berber, a. g. e., s. 63.
[9] Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, a. g. e., s. 32.
[10] Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, a. g. e., s. 33.
[11] Doç. Dr. M. Said DOĞAN, Doç. Dr. Cihangir DOĞAN, Tarihsel Gelişim Surecinde Yörükler, s. 16. (ERÖZ Mehmet, “Yörükler”, Türk Dünyası Araştırmaları, İstanbul, 1991. SÜMER Faruk, “16. Asırda Anadolu, Suriye ve Irak’ta Yaşayan Türk Aşiretlerine Umumi Bir Bakış”, İ.Ü.İ.F. Mecmuası, cilt: 11, sayı: 1-4, İstanbul, 1949-1950. GÖKBİLGİN Tayyib, “Rumeli’de Yörükler, Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan”, İstanbul, 1957.)
[12] Doç. Dr. M. Said DOĞAN, Doç. Dr. Cihangir DOĞAN, a. g. m., s .17-18. (Larousse, cilt: 24. Türk Ansiklopedisi, Göç Maddesi, cilt: 17, MEB Basımevi, Ankara, 1969. SÜMER Faruk, “Oğuzlar (Türkmenler)”, İstanbul, 1980. SÜMER Faruk, “16. Asırda Anadolu, Suriye ve Irak’ta Yaşayan Türk Aşiretlerine Umumi Bir Bakış”, İ.Ü.İ.F. Mecmuası, cilt: 11, sayı: 1-4, İstanbul, 1949-1950. GÖKBİLGİN Tayyib, “Rumeli’de Yörükler, Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan”, İstanbul, 1957. ERÖZ Mehmet, “Türk Sosyolojisi Meseleleri ve Yörük Türkmen Köyleri”, Sosyoloji Konferansları 6. Kitap, İstanbul, 1966.)
[13] Doç. Dr. M. Said DOĞAN, Doç. Dr. Cihangir DOĞAN, a. g. m., s .17. (ERÖZ Mehmet, “Yörükler”, Türk Dünyası Araştırmaları, İstanbul, 1991. KUM Naci, “Türkmen ve Tahtacılar Arasında Tetkikler, Görüşler”, T.F.A. sayı:5-1949, sayı: 6-1950, sayı:8-1950, sayı: 10-1950, sayı: 15-1950.)
[14] Müjgan Cunbur, Gözden Kaçan bir Risale, Türk Kültüründe KARAKEÇİLİLER, Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, 3 Haziran 1999, Şanlıurfa, AKMBY, Ankara, 2000.
[15] Müjgan Cunbur, a. g. m., s.27-28.
[16] Müjgan Cunbur, a. g. m., s.29
[17] Müjgan Cunbur, a. g. m., s.30.
[18] Müjgan Cunbur, a. g. m., s.30-31.
[19] Müjgan Cunbur, a. g. m., s.31.
[20] Müjgan Cunbur, a. g. m., s.32.
[21] Müjgan Cunbur, a. g. m., s.32.
[22] Mehmet Eröz, Yörükler, TDAV, İstanbul, 1991, s. 42.
[23] Mehmet Eröz, a. g. e., s.42-43.
[24] Mehmet Eröz, a. g. e., s.43-44
[25]Mehmet Eröz, a. g. e., s.44-45.
[26] Mehmet Eröz, a. g. e., s.50.
[27]Ünlü Osmanlı Tarihçisi Cenabının Cenabî Tarihi adıyla da bilinen El-Hâfilü-l Vâsıt ve Aylemü’z-Zâhirul-Muhît adlı Arapça eserinin Süleymaniye Kütüphanesi de kayıtlı bir nüshasında mevcuttur. Mustafa Cenabî, 1540-1590 yılları arasında yaşamıştır, kendisi bütün kaynaklara göre Arap’tır, ondan önce kimse Edebalı’nın böyle bir vasiyetinden söz etmemiştir. (Nurullah Çetin, Millî Doğruluş Yeniden, Öncü Kitap, Ankara, 2010)
[28] Nurullah Çetin, a. g. e.,s.83.
[29] Nurullah Çetin, a. g. e.,s.84-85.
[30] Nurullah Çetin, a. g. e.,s.85-86.