Yunan, arkadan dolanıp Kütahya’yı, ardından Eskişehir’i alınca Keşiş Dağı’ndan beri tarafta umutsuzluk, yılgınlık, içine çekilmişlik had safhaya varmıştı. Kütahya’yla Bursa arasını sağlama almak için Keles’te, Orhaneli’de, Domaniç ve Tavşanlı’da Yunan karakolları kurulması kararlaştırılmıştı.
Yunan karşıdan göründüğünde Keles’in eşraf takımı sekiz kişilik bir kafileyle karşılamak için son hazırlıklarını yapıyorlardı. Yunan askerleri Keles’in içine dağılırken komutan, tahsis edilen iki katlı gösterişli evde kendisine hoşgeldine gelen Keleslilerle görüşüyordu.
Düşman askerlerini Yenice Mahalle’nin üst tarafında gören ahali, Ağalar Mahallesi’nin arkasındaki ormana doğru bir koşu tutturmuştu. Herkesin derdi, bir an önce kendini, çoluk çocuğunu ormanın içine atıp uzaklaşmaktı. Çoluk çocuk, kadın erkek ormana kaçarken yaşlı bir kadın tüm bu koşuşturmaya aldırmadan burçak yolmaya devam ediyordu. Kayıtsız biçimde önünden ormana doğru koşturan Mehmet oğlana gözü kaydı. İçinden ‘Demek ki, bunun buvası gibi zengin de olsan Yunan’dan gaçacan’ diye geçirdi. Sonra ‘Amaaann’ dedi. ‘Benim gibi yaşlı bir gadını kim ne yapsın’ deyip burçağa döndüğünde bir silah sesi duyuldu. Mehmet oğlan ormanın ilk ağacına on adım kalmışken taa Yenice Mahalle’nin başından atılan bir kurşunla yere serilmiş, anında can vermişti.
Kadın, diziyle dövünüp ölünün başında ulurken Yunan çavuşla iki asker yanlarında bitiverdi. Kadını dürttüler.
-Sete sete…
Kadın anlamayınca bu kez tüfekle dürttüler.
-Sete bu sete.
Kadın gene anlamayınca bir dipçik darbesiyle sırtüstü devirdiler. Mehmet oğlanı ayaklarından sürüye sürüye cami meydanına götürdüler.
Komutanla karşılama komitesinin toplantısı çok olumlu geçmişti. Komutan; Millicileri aralarında barındırmaz, Yunan askerine karşı düşmanca davranmaz, iaşe ihtiyaçlarını karşılarlarsa kimseye dokunulmayacağını söylemiş, silahı, kaması, kılıcı olanların akşama kadar bunları teslim etmelerini istemişti. Bu hususlara uyulursa kimsenin canını yakmayacaklarının teminatını vermişti.
Heyeti temsilen söz alan Hacı Semavi ise kendilerinin işinde gücünde insanlar olduklarını, Yunan askeri gelmeden önce çetelerin zulmünün doruğa çıkıp kimsenin canından ve dahi malından emin olamadığını uzun uzun anlatmış, inandırmak için gözyaşı bile dökmüştü.
Aralarında Millicileri değil barındırmak, güçleri yetse Yunan askerinden önce kendilerinin bu eşkıya takımını tepeleyeceklerinin garantisini vermişti.
Yunan karakolunun iaşesine gelince, o iş kolaydı. Bir yıldır Bursa’daki garnizonun üst rütbeli subaylarına her hafta kaymak, tereyağı, süt, tavuk taşımıştı. Hacı Semavi hizmet ettiği bu subayların adlarını saydıkça komutanın yüzüne daha bir itimat geldi. Hacı Semavi, ‘Askerinizi burada balla börekle besleriz Kumandan Paşa hazretleri’ deyince komutan ayağa kalkıp ziyareti bitirdi. Görüşmeden eşraf takımı ağzı kulaklarında ayrıldı. Merdivenlerden inip meydana adım attıklarında onları; kapının önüne uzatılmış, yüzü gözü kana ve toprağa belenmiş bir delikanlının cesedi karşıladı. Herkes donup kaldı. Cesedin başındaki çavuş komutana durumu aceleyle anlattı. Komutan, kaşlarını çatarak misafirlerine döndü.
-Askerlerime direnen bu sete gördüğünüz gibi belasi buldu. Lakin söyleyin bana; kimdir bu?
Yerde yatan cesede dikkatli bakanlar, onun kim olduğunu anladı. Hacı Semavi telaşla komutana döndü.
-Gumandan Paşa, bu çocuk kövlüklerden olsa gerektir. Zira tanıdığımız, buralara gelip giden biri değildir. Olsa muhakkak çıkarırdık.
Arkadaki İsmail Ağa, önlerindekilerden anca fırsat bulup cesede baktığında beyninden vurulmuşa döndü. Yerde yatan küçük oğlu Mehmet’ti. Öylece kalakaldı. Bağıramıyor, ağlayamıyor, kımıldayamıyor hatta nefes alamıyordu. Sanki boğazına yumruk tıkanmıştı. Titremeye başladı. Zangır zangır titriyordu. Allah’tan komutan ‘Kaldırın bu leşi’ deyip yukarı çıkmıştı. Oradakiler İsmail Ağa’nın koluna girip uzaklaştırdılar. O günden sonra İsmail Ağa bir daha kendine gelemedi. Gösterdiği tek yaşam belirtisi engel olamadığı titremesiydi.
Aynı gün Orhaneli’nin tanınmış yirmi bir ailesinin reisi de ahaliye zarar gelmesin diye Çöreler köyü merasında Yunan komutanına hoş geldin edip benzer bir görüşme yaptılar. Ne de olsa mal canın yongasıydı. Hacı Semavi gibi adı Yunancı’ya çıkmış eşraf hep aynı telden çalıyordu. Onlara göre yaptıkları, düşmana yardım ve yataklık değildi. Çünkü Yunan, düşman değil; padişahın arzusuna binaen gelip asayişi temin eden zaptiye kuvvetleriydi. Asıl düşman ise huzuru bozan Kemalist Kuvvacı çetelerdi. Bu memleket kurtulacaksa kanla, silahla, savaşla değil ince ve yüksek siyasetle kurtulacaktı. Hangi devirde yaşıyorduk. Zorbalığın modası geçmişti. Padişahımız, en değerli paşalarını sulh için Devlet-i Muazzama payitahtlarına tekrar tekrar göndermekteydi. Hem bunca yıldır savaşan millet, acıdan, yokluktan, zilletten başka ne görmüştü ki…
Ahalinin elinde silah, arkasında asker, başında kumandan mı vardı? Ordu dedikleri kaçkınlar sürüsü daha Yunan ufukta görünür görünmez arkasına bile bakmadan Bursa’dan kaçmamış mıydı? Şehirde, kasabada, köydeki Müslümanları Yunan kuvvetlerinin kucağına, insafına bırakan kimdi peki?
Ne yapıyorlarsa zavallı millet için, bahtı kara Keles’in, Orhaneli’nin tekmil yakılmaması için yapıyorlardı. Onlar, hain değil, olsa olsa kellesini bu uğurda tehlikeye atan elçilerdi.
Onların kıymetini varsın dinsiz Kuvvacılar bilmesindi. Nasıl olsa bu millet, hizmetlerini bir gün hayırla yad ederdi.
Eşrafın kol kanat germesine, teminat vermesine karşın Yunan karakolundaki askerler zorda kalmadıkça uzak köylere gitmiyor, halkla fazla karşı karşıya gelmek istemiyorlardı. Kuvva korkusu onları karakollarına hapsetmişti.
Çok üstün Yunan kuvvetlerinin önünde ezile ezile çekilen ve düşmanı sadece iki gün oyalayabilen Dağ Müfrezesi’nin milisleri, Kurmay Haydar’ın şehadetinden sonra deyim yerindeyse yerin altına inmiş olsalar da Yüzbaşı Ragıp sayesinde yeniden hayat belirtileri göstermeye başlamıştı.
Köylüyse mevcut duruma şaşılacak kadar kısa sürede intibak etmiş, işinden gücünden başkasına bakmaz olmuş, Milli Mücadele’ye karşı olan imamlara küfredenler ağızlarından dini eksik etmeden imamlarla birlikte Kuvva’ya lanet okumaya başlamışlardı.
Sağda solda, camide, kahvede şöyle konuşmalar duyuluyordu.
-Olacağı buydu zaten.
-Böyük böyük devletlere kafa tutmaya galkarsan gırıverirle kafayı da gözü de.
-Gımılda da görem gali. Milletin başını belaya sokdu bu Guvvacıla.
-Yonan Mısdafa Kemal’i kafaya goymuş, yakalanması an meselesi deyola.
-İpin ucu yakın desene…
Moymullu’nun keyfi ise görülmeye değerdi. İslam’ın halifesine, Al-i Osman’ın yüce hünkârına karşı gelmek ne demekti? Bu nasıl bir cüretti ki, böylesine yüce makamın iradesi hilafına milletin arasına nifak sokup onları Devlet-i Muazzamanın karşısına dikmek, zaten perişan, sefil vaziyetteki köylüden çapaçul bir ordu kurmaya kalkmak anlaşılır, kabul edilir bir şey olsun. Bu Kuvvacılar, din, millet, devlet düşmanıydılar. Amma velakin sonları gelmişti. Ahanda Yunan iki adım öteye, Keles’e bile karakol açmıştı. Biraz zaman geçip kendilerine tam güvenleri gelince muhakkak Belenviran tarafına da gelecekler, işte o zaman kendisinin Yunan zabitine epey diyecekleri olacaktı. Cuma hutbesinde, kendisini minberden çekip cemaatin önünde döven İslam’la hesaplaşma günü artık çok yakındı. O gün geldi mi, Süleyman Ağa’nın şımarık, delibozuk oğlu kendini Yunan’ın elinden kurtarsındı bakalım nasıl kurtaracaksa. Muhakkak hapse atılıp kemikleri kırılana dek dayak yer, sonra ağabeyinin yanına Atina’ya gönderilirdi. Esirlikten ya dönerdi, ya da oralarda geberir giderdi.
Sadece İslam değil, köydeki diğer Kuvvacıları da Yunanlı zabite bir bir demeliydi. Artık köye bir huzur gelmeliydi. Millet yeniden işine gücüne dönmeli, ikilik kalkmalı, camiler gürül gürül dolmalıydı.