Sinema bize farklı bir dünyanın kapısını açardı. Perdede seyrettiğimiz sadece görüntü değildi. Çoğu zaman filmin içine girer, efe olurduk, korsan olurduk, kovboy olurduk. Malkoçoğlu, Karaoğlan, Tarkan’la akınlara çıkardık. Herkül veya Masis’le Antik Çağ yaratıklarıyla dövüşürdük.
Ankara, İstanbul, İzmir ve Uludağ gibi ismini duyduğumuz ama gidemediğimiz yerleri filmler ayağımıza getirirdi. Sadece buralar mı? Paris, Roma, Londra, Newyork… Balta girmemiş ormanlar, uçsuz bucaksız çöller, okyanuslar filmlerle bize grlirdi. Kitaplarda okuduğumuz arslan bize kükrer, balina içine çektiği suyu fışkırtırdı.
Bursa’nın tanınmış gazetecilerinden Mehmet Ali Yılmaz’ın dedesi İsmail Ekmekçi ve babası Ragıp Yılmaz 1965 yılında kâgir bir binada ilk defa bir sinema açr. Sinemanın makinesi biraz olaylı gelir. M.Ali Yılmaz, “İstanbul’dan makineyi almaya babam gitti. Orada kursunu gördü. Dönüşte de makineyi çalıştırmak için fişe takılınca içinden dumanlar çıkıp durdu. Meğerse makine 110 Volt’a ayarlıymış. Bu ayrıntıyı söylememişler. Makinenin sigortası yanmış. İstanbul’a götürülüp tamir ettirildi. Dönüşte dedemin evinin salonuna kuruldu. Beyaz badanalı duvarda sülalenin pek çok mensubuna Ekmekçi ve Yılmaz sülalelerinin pek çok mensubuna ilk film gösterildi”
Sinema ahşap kâgir, alaturka kiremitli bir salondu. Adı Kısmet Sineması’ydı. Ucuz olsun diye koltuklar Bursa’dan, çıkma yaylı hurda yolcu otobüsü koltuklarından seçilmişti. En ufak bir harekette yaylanırdınız. Girişte fuayesi vardı. Giriş 1 liraydı. 150 kişilik kadardı. Sinema kışın da çalışırdı. Salonun kenarında kocaman çam talaşıyla ısıtan bir sobası vardı.
Salonun arka kısmı bir bölmeyle ayrılıp kadınlar kısmı yapılmıştı. Beyaz başörtülü ya da yemenili kadın ve kızlar gelirdi.
Daha sonra 70-75 arasında ikinci sinema, Aslan’ın sineması açıldı. Bir dükkâna açılmıştı. Çok küçük, 60-70 metrekare bir yerdi.
Kadınlar Yanlarında mendilleriyle gelirdi hepsi. Çünkü filmin esas oğlanıyla, zengin kız arasında az sonra gelişecek aşk hikâyesini izlerken ağlamak garantiydi
Fatih’in fedaisi Cüneyt Arkın sahnede İstanbul’u fethederken aynı heyecan, gurur ve mutluluk yaşanırdı, sanki burçlara bayrağı bizler dikerdik, salondakilerin tamamı ayağa fırlayıp alkışlardı.
Çocukken kendi aramızda “İrfan Atasoy mu Cüneyt Arkın’ı dövebilir yoksa Cüney Arkın mı onu” konulu tartışmalar yapardık?
Keles’te seyyar sinemacı yoktu. Ama o yılların sonunda Babamın otobüsüne bir televizyon konur, yine bir liraya antenin çektiği yere kadar gidilip orada durularak televizyon izlenirdi.”