Kitap Eleştirisi: “Bunu Herkes Bilir” mi? |
Kitap Eleştirisi/Book Review: “Bunu Herkes Bilir” mi? *
Tarih alanında akademik ya da popüler sayısız kitaplar yazılan ülkemizde, farklı isimler altında sürekli aynı bilgilerin tekrarlanmakta olduğu bir gerçektir. İşte akademik kesimin tarihî meseleleri popüler tarihçilere bırakmasının önüne geçmek ve yanlış yorumlanan meselelere entelektüel seviyede bir çözüm getirmek gâyesiyle çıkarıldığı belirtilen Bunu Herkes Bilir’in yazarı Emrah Safa Gürkan, kitabının “Giriş”inde sürekli tekrar edilen bu tür konulara dair uzun örnekler sunduktan sonra, bu yeni kitabın amacının bu gibi klişe meseleleri tekrar etmek değil, “Okuyucuya entelektüel bir derinlik kazandırmak ve yaşadığı çağı daha iyi yorumlama yetisini edinmesiyle birlikte kaliteli bir yaşam sürmesini sağlamak” olduğuna işaret eder (s. 2).
Üslûbu itibariyle büyük bir cazibe taşımasına rağmen, yazarın büyük vaadler içeren bu iddialı kitabı, içeriği incelendiğinde sıra dışı birkaç mesele dışında; çoğu vasat, hatta vasatın bile altında seyreden konu ve yorumlar nedeniyle tam bir hayal kırıklığına yol açmaktadır. Yeniçerilerle devşirmelere yönelik sabit yaklaşımları iyi bir şekilde analiz eden yazar, Osmanlılar’ın Avrupalılar’dan geri kalış nedenlerini onların “ileri gidişleri”ne bağlarken; coğrafî keşifleri, endüstrinin gelişimini, sömürgeciliği ve kapitalizmle ilgili görüşleri ayrıntılı olarak irdeler ve bunları Osmanlı-Avrupa merkezli verileri karşılaştırarak çözümlemeye çalışır. Geri kalmışlığı “Araplar’ın dinini almak” saplantısıyla açıklamanın asılsızlığını ve Osmanlılar’ın “Türklüğü aşağıladığı”nı öne süren ifadelerin de yalnız belli olaylara odaklı “Türkler”le, onlara benzer durumdaki diğer milletleri kapsadığını çeşitli örneklerle gösterir (s. 52, 146-148). Ancak burada küçük bir düzeltmeyi de hemen yapmak gerekir: Genç araştırmacının ‘urbân-ı ‘uşât (isyankâr Araplar) şeklinde aktardığı ifâdenin (s. 148) ikinci kelimesinin doğrusu ‘uşât değil ‘usât olup (Ar. ‘âsî’den), burada yazarın “ş” zannettiği harf, kopyaladığı tam transkripsiyonlu metindeki ص “ṣad”ın noktalı “ṣ”sidir.
Kitabın zaten “doğru” olan kısımlarını rutin ifadelerle tekrarlamak yerine, içindeki bilgi ve yorum hatalarından örnekler sunmak -bazıları yapısı gereği peşinen “hakaret” gibi algılasa da- bize göre “ilmin hakkını ilme vermek” ve içeriği daha “kaliteli” bir hale getirmek adına yapılması gereken en önemli ve öncelikli şeydir. Bu noktada, VIII. bölümde: “Plan üstüne plan yapan komplocu bir Batı’dan söz etmek mümkün müdür?” sorusunu soran yazarın, devletler arasında bazen doğal olarak yapılan “siyasî” ve “askerî” işbirliklerini öne çıkararak, bunu kendince “dinî ve millî amaçtan sapma” gibi sanal bir gerekçeye bağlamaya çalışması buna örnek olarak gösterilebilir. Modern Batı tarih ekolünün klişeleşmiş iddialarını “tekrar” ederek, Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselişinde en önemli rolü oynayan “gazâ” ve “cihad” idealini “kronikleri ve tevarihleri süsleyen” bir “edebiyat” seviyesine indirgeyen genç araştırmacı: “Haçlı sancağı taşımak yerine birbiriyle savaşanlar hep şu çok dünyevî Hıristiyan krallar değil mi?” diyerek onların da Osmanlılar gibi dinlerinde samimi olmadıklarını ima eder (s. 153-154). Oysa Osmanlı ordusunda Hıristiyan askerler bulunması, Müslüman askerlerin “gazâ” niyeti taşımasına bir bahane ve engel teşkil etmediği gibi, sayıları birkaç taneyi geçmeyen Haçlı Seferleri’nin de Batılı devletlerin bir “savaş makinası” gibi sürekli üretmek zorunda kaldığı bir şey olmadığını vasat bir akla bile sahip olan “herkes bilir”. Ayrıca bunların hiçbiri yukarıdaki asıl sorunun cevabı değildir. İslâm’ın dünya ile âhiret arasında denge kuran yaklaşımını “kapitalizm ruhu” gibi aşırı bir yoruma maruz bırakmakla kalmayarak (s. 47), bu konuda da heyecana kapılıp kendini frenleyemeyen genç tarihçiye; öncelikle dünyada gerçekleşen tüm olayların sabit tekdüze bir fiile indirgenemeyeceğini, Müslüman devletlerin yaşamında “gazâ”, Hıristiyanlarınkinde “haçlı seferi” dışında başka olayların da meydana gelebileceğini ve istisnâî durumların daha köklü olan yerleşik genel kalıpları değiştirmeyeceğini anlatmak gerekmektedir.
Okurlarını modası geçmiş bilgilerden kurtarmaya çalıştığını öne süren yazar, İstanbul’un Fethi ile ilgili meselelerde de Emecen’in eski görüşlerini aynen tekrar ederek “Önsöz”de iddia ettiğinin tam aksi bir yol izlemiştir. Tabii bu noktada genç araştırmacının selefinin eski tezlerine yeni ve ilginç ilâveler yaptığını da göz ardı etmemek gerekir. Meselâ Fatih’in “Gemileri karadan yürütme”sinin ilham kaynağını açıklamaya çalıştığı satırlar bunun en çarpıcı örneğini teşkil eder. Burada Fatih’in “On beş yıl önce” Venedikliler’in yaptığı harekâttan “bihaber” olmasını muhtemel gören genç yazar, daha sonra kronoloji mefhumunu tamamen aradan kaldırarak, onun 1453’te kuşatma sırasında gerçekleştirdiği bu taktiği Enverî’nin henüz kaleme almayıp on iki yıl sonra yazacağı (krş. İzmir Millî Ktp. nsh., nr.: 22/401, vr. 139b {278}, st. 8) Düstûr-nâme’den “okumuş” olması gerektiğini (!) iddia ederek çarpıcı bir çelişki örneği sergilemiştir (s. 200). Fatih’in bunu aslî kaynağından okuduğu düşünülebilirse de, Düstur-nâme’den okumuş olması ihtimâl dâhilinde bile değildir.
Genç araştırmacının Ulubatlı Hasan hakkında yazdıkları da Emecen’in daha önce öne sürdüğü, artık ilmî hiçbir geçerliliği kalmayan; okurlarını “entellektüalitelerini yükselt”meyip yerinde saydıracak eski klişe iddiaların bir tekrârından ibarettir. İmparator’un başmuhâfızı Sfrancis’in “müsveddelerini kendi eliyle temize çekip 29 Mart 6986/1478’de yeniden yazdığını” açıkça belirtmesine, daha önce bir bildiri ve makale metninde bizim de aksi tüm iddiaları sayısız tarihî delille çürütmemize rağmen, “Chronicon Maius’un Sfrancis’e ait olmadığı yönündeki görüşlerin hâlâ geçerliliğini korumakta” olduğunu öne süren yazar (s. 196), bunların neye istinâden “hâlâ geçerliliğini korumakta” olduğunu izah edememiştir. Melissinos’tan altmış beş yıl sonra onun yaşadığı çevrelerde yaşayan Leo Allatius (ö. 1669) ve onu takiben Georges de Guillet de kroniğin Sfrancis’e ait olduğuna tanıklık ettikleri halde, onlardan asırlar sonra ortaya çıkan bu “nev-zuhûr” (Far. nev : “yeni” + Ar. zuhûr : “ortaya çıkma”) tarihçi hangi sağlam ilmî gerekçeye istinâden hâlâ bunun aksini iddia etmiştir? Bu sözde tez, bizim çağdaş kaynak ve belgelerle sabit olan “Ulubatlı Hasan’ın Osmanlı kaynaklarında geçtiği” ilmî tespitimizi de çürütemez, çünkü burada kastedilen XIX. yüzyıla ait kitâbenin salt metni değil, ondaki bilgileri tam olarak doğrulayan “fetih dönemi kaynak” ve belgelerindeki çağdaş verilerdir. İşte genç araştırmacının içine düştüğü en büyük “mantık hatası” da burada kendini gösterir. Keşfettiğimiz Bursa/Ulubat çevresi ve İstanbul Fatih’teki “fiziksel mekân”ların aynı “Hasan”a ait olduğunu gösteren iki çağdaş vakfiye, bunları te’yid eden sayısız belge; özellikle Sfrancis’in Büyük Kroniği ile kitâbedeki bilgileri satır satır doğrulayan çağdaş kaynaklardaki ortak tasvirlere rağmen (Bu tasvirler için, bk. Bursa Günlüğü, sy.: 9 / Mart-Nisan-Mayıs 2020, s. 50-52), genç araştırmacı bu çağdaş belgelerin aynı ismi taşıyan bir “efsâne” adına düzenlendiğini ve iki ortak materyaldeki “Burca sancak dikme” fiilini de aynı “halk efsânesi”nin gerçekleştirdiğini (!) neye dayanarak öne sürebilmiştir? Dahası; bu çağdaş kaynaklardaki veriler, Sfrancis’in İstanbul’da hiç tanınmadığı bir devirde nasıl olmuş da kitâbeye manzum bir formatta aynen geçmiştir? Daha bu en temel sorulara bile bir açıklama getiremezken, lâfla bunca çağdaş verinin “bir halk efsanesinin fiziki bir mekânla özdeşleştirilmesi” olduğunu öne süren genç araştırmacı ve selefinin “Lâfla peynir gemisi yürümez” atasözünü akıllarından hiç mi hiç çıkarmamaları gerekir.
Okurlarını “yanlış” tekrarlardan kurtardığını öne süren genç tarihçi, bir başka konuda ise yine İsrafil Balcı adlı bir “İlâhiyatçı”nın görüşlerini “tekrar” ederek meşhur Fetih Hadisi’nin de “uydurma” olduğunu iddia etmiştir (s. 204-206). Oysa Buhârî’nin et-Târîhu’l-Kebîr (I, 81) ve et-Târîhu’s-Sağîr’inde (I, 306), Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde (IV, 335) ve Bezzâr, Taberânî, Hâkim, Heysemî ve Suyûtî gibi diğer muhaddislerin eserlerinde Hadis’in râvî zincirinde hiçbir kopukluk olmayıp hepsinin güvenilir olduğu açıkça belirtilmiştir. Bunları görmezden gelerek Hadis’in “güvenilir kaynakların hiçbirinde yer almadığı”nı öne sürenlerin bu asılsız çıkarımları acaba hangi sağlam “güvenilir kaynaklar”a isnad etmektedir? Genç tarihçinin “İsrâfil”i alenî bir çarpıtma ile aksini iddiaya yeltense de, Hâfız Zehebî bile bu Hadis’in “sağlam ve güvenilir” olduğunu açıkça ifade etmiştir (Telhîsü’l-Müstedrek, IV, 422). Bu noktada fena tökezleyen popüler araştırmacının: “Bu görüşler bana değil, İsrafil Balcı’ya aittir!” bahanesinin arkasına sığınması hiçbir anlam ifade etmez; çünkü ilk elden kaynaklara dayalı onca “doğru” ve “tarafsız” ilmî çalışma varken, bunların yerine kasıtlı olarak aksini dikte etmeye çalışan bu spekülasyonları alıp da özellikle kitabına koyana: “Öyleyse kitapta bunların işi ne?” sorusu mutlaka yöneltilir. Kaldı ki genç yazar, seçtiği bu “İlâhiyatçı”nın daha en başta “hakikat borusu”nu üfleyeceğini öne sürerek bu spekülatif görüşlerini açıkça desteklediğini; hatta devamında Emecen’le birlikte Hadis’le ilgili bu isabetsiz iddiayı müştereken benimsediklerini kendisi de ifade etmiştir (s. 206). Fetihle ilgili her konuda olduğu gibi, burada da aynı şahsın sabit tezlerini “tekrar” etmekten kurtulamayan yazar, bu muhalefetine de ilham kaynağı olan Emecen’in bu tür Hadis’lere yönelik: “Masal, hikâye, rivayetlerden çıkarılmış önemsiz metinler şeklinde mütalaa edip yine eski tarzda büyük bir abartılı anlatımı -tarihî zemini olmasa bile- herkesin duymak iseyeceği şekle büründürerek ‘büyüklere masallar’ haline getirme” şeklindeki görüşüne yer verir ki (s. 206), tüm bunlar “ütopya”dan başka hiçbir ilmî dayanağı olmayan asılsız birer spekülasyondan ibarettir. Çünkü Hadis literatüründeki tüm ortak veriler, iddia edilenin tam aksine Hadis’in “sağlam ve güvenilir” olduğunu te’yid etmektedir. Bu güvenilir kaynaklara bilerek muhalefet edip “tribünlere oynayan böyle hamasî bir tarz”a öncülük edenler, bu kadarıyla yetinmeyip, “Allah’tan başkasının gaybı bilemeyeceği” hükmüne Hazret-i Muhammed (s.a.v.)’i de dâhil etmeye kalkışırlarken: “Gaybı bilen ancak O’dur, gaybına kimseyi muttalî kılmaz.” (Cin/72: 26) Âyet’ini de kendi aleyhlerine delil olarak getirmişlerdir. Çünkü bu yersiz iddiayı kökünden çürütecek şekilde, hemen devamındaki Âyet’te: “Ancak beğenip seçtiği Resul (elçi) bundan müstesnâdır.” hükmü verilmiştir (Cin/72: 27). O gaybı Resullerine de bildirdiğine göre, bu muhalif “İlâhiyatçı”ya önce Âyet’in devamındaki bu Kur’an Âyet’ini mi reddettiğini, yoksa Hz. Muhammed (s.a.v.)’i “Resul” olarak mı kabul etmediğini açıklamak düşmektedir. Bunları öne sürmenin “dinî açıdan” ne fenâ “sıkıntılar içerdiği” ise bellidir. Özetle genç araştırmacının “İsrafil”i sandığı gibi “hakikat borusu”nu üfleyememişse de, dinî ve tarihî açıdan kendisinin ve destekçisinin “kıyamet borusu”nu başarıyla üflemiştir, denilebilir.
Fatih’e “gemileri karadan yürütmek” için henüz yazılmamış Düstûr-nâme’yi okutarak, yüz elli yıl önce yaşamış olan “Gazi Umur Bey”i role model yapmakta sakınca görmeyen genç araştırmacı, “Uydurma Kuruluş Tarihleri” bölümünde: “Osmanlılar ile hiçbir Anadolu beyliği arasında devamlılık kurmanın mantığı yoktur” diyerek, Deniz Kuvvetleri’nin kuruluş tarihini Çaka Bey’in beyliğini kurduğu 1081’le özdeşleştirmenin “bir fanteziden ibaret” olduğunu söylerken de (s. 227) nasıl bir çelişkiler girdabının içine düştüğünü farkedememiştir.
Değerlendirmemize burada son verirken, kitaptaki çok önemli teknik bir eksikliği de hatırlatmadan geçmeyelim: Takipçileri için bir “Seçme Kaynakça” oluşturan yazar, -baskıyı aceleye getirdiğinden midir bilinmez- en basit kitaplarda bile yer alan, bir kitabın olmazsa olmazı niteliğindeki “Dizin/İndex” kısmını nedense tamamen es geçmeyi tercih etmiştir. Bu büyük eksiklik ise okuyucuyu kitabın sürekli idealize edilen “titizlik” iddiası üzerinde yeniden düşünmeye sevk etmektedir.
* Bu makale daha önce Şiraze Kitap Kültürü Dergisi, Sy. I (Eylül-Ekim 2020), s. 88-89’da yayınlanmıştır.
[1] Araştırmacı-yazar & Yeniçağ Tarihi uzmanı | [email protected]