Hep aklımdaydı. Bir gün bu konuyu muhakkak yazmam gerekir diye düşündüm. Aha bu gün aha yarın derken uzadı gitti. Evet, yazmak istediğim konu hayvanlarda cinsellik ve uygulamalarda yok olan sözcüklerin kalıcılığını sağlamak. Çünkü hayvanlardaki çiftleşme arzusu ve uygulanması hususunda bir hayli sözcük kullanılıyor. Elbette sözcüklerin kullanılması için uygulama gerekir. Bizim köylerde hayvan olmadığı için uygulamalar da ortadan kalktı. Uygulamaların kalkmasıyla sözcükler de yok oldu. Kısaca hayvancılığın yok olması, konuyla ilgili kültür öğelerini de beraberinde götürdü. Eskiden köylerde her evin ineği, eşeği, atı, keçisi koyunu olurdu. Köylerin şehre göçmesi köylülerinde tüketici olmasını sağladı. Köylülerin tüketici olması da üretimi durdurdu.
Şimdi köyüm İncirgediği’nin Kaşobası mezrasında bir eşek bulmak, inek bulmak maalesef mümkün değil. Çünkü şehre göç herkesi tüketici yaptı. Fakat benim babam hiç tüketici olmadı. Ürettikleriyle hayatını idame ettirdi. Şehre de göçmedi. Hayatı hep köyde geçti. O köyün tüm geleneklerini, yaşayışını, özelliklerini güzelliklerini harfiyen uyguladı. Benim çocukluğumun da Kaşobası’nda geçmesi, köyden hiç kopmayışım köyle ilgili tüm gelenek görenekleri öğrenmemi sağladı. Köyüme sadakatim onunla ilgili gelenekleri ve uygulamaları da unutmadı. Her fırsatta değerlen dirdi. İşte değerlendirdiği konulardan biri de hayvanlarda cinsellik ve konuyla ilgili unutulan sözcükler oldu. Makale benim çocukluğumun geçtiği İncirgediği’nin Kaş- obası’ndaki uygulamalara göre kaleme alındı. Köpek, eşek, at, inek, koyun, keçi gibi hayvanların çiftleşmesiyle ilgili tüm özellikler değerlendirildi. İlk olarak da köpeği seçtik.
Köpek; günlük hayatımızda sıkça kullandığımız sözcüklerden biri. Uzun yıllardır insanlarımızın gerek günlük hayatta, gerekse sosyal medyada kullandığı sözcüklerden birisi olarak hep öne çıktı. Sözcüğün Türkçeye 15. yüzyılda Kıpçak Türkçesinden geçtiği bilinmektedir. Kıpçaklarda kabarmak, irileşmek anlamlarına gelen “köp -” fiilinden türediği bilinir. “-ek” eki ise küçültme anlamında. 1312 yılında da Araplara Türkçe öğretmek için yazılmış Kitabü’l-İdrak li-Lisani’l-Etrak (Türklerin Dilini Anlama Kitabı) isimli bir Kıpçak’ça dil kılavuzunda “İtin iri ve tüylü olan cinsine köpek denir[1],”şeklinde bir tarifi vardır. Köpek sözcüğü dilimize yerleşmeden önce “ıt” sözcüğü kullanılıyordu. Tuvaca ve Yakutça da hâlâ ”ıt” sözcüğü kullanılmaktadır. Orhun Yazıtlarında da “ıt” olarak geçen sözcük, hâlen halk ağzında, benim köyüm Kaşobası’nda da yaygın olarak kullanılmakta. Dilimizde çok kullanılan sözcüklerden biri olduğu için “it”le ilgili atasözü ve deyimler de türemiş. İşte onlardan birkaçı: İte atsan yemez. İte gem vurma, kendini at sanır. Köpeğe oşt, kediye pişt de. İti bağlasan durmaz. İt yediği kaba pislemez. İtle yatan pireyle kalkar. İt yediği günde at yedi günde[2]…
Dişi köpekler, üreme döngülerinin doğurganlık aşamasına geldiklerinde “kızgınlık” dönemine girer[3]. Kızgınlık dönemi ortalama olarak 3 hafta sürer. Bir köpek çoğunlukla 6 ila 8 ayda bir kızgınlık dönemi yaşar. Pek çok ırkta, köpekler yaklaşık 6 aylık olduklarında ilk kızgınlık dönemine girmektedir; ancak bu daha erken ya da daha geç olabilir. Köpeklerin bu kızgınlık dönemine bizim köyde “kızan” denir. Köyde ne kadar köpek varsa kızan olan köpeğin peşine düşer. Fakat en güçlüsü dişinin hemen arkasında ilk sıradadır. Sırasını hiç kimseye vermez. Eğer bir başka güçlü gelirse kavga çıkar. Ölümüne kavga ederler. Yenilen çıkar yenen partnerinin hemen arkasındadır. Diğerleri güç sırasına göre dişinin peşine dizilirler. Kızan bitinceye kadar bu diziliş devam eder. Güç göstermek ve dişiye sahip olmak için müthiş kavgalar yaşanır. Dişiye sahip olan erkek ters döner. Vagonların bir biri ardına koşulmasını çağrıştırdığı için buna “tren” pozisyonu denir. Yaklaşık kızanlık dönemi 2 – 3 hafta sürer. Dişinin kızan dönemi bittikten sonra evli evine köylü köyüne. Yaralananlar ise uzun müddet kendisini toparlayamaz. Hatta ölenler bile olur. Dişi köpeğin çiftleşmeden sonra hamilelik süresi takriben iki aydır. İki aydan sonra doğum gerçekleşir. Dünyaya gelen yavrulara enik denir. Gözleri kapalıdır. Bir hafta –10 gün içinde gözler açılır. Enikler kendini toparlayıncaya kadar anne sütüyle beslenir.
Köpek konusunu işledikten sonra şimdi de sıra geldi büyükbaş hayvanlara. Büyükbaş hayvanların dişisi inek – erkeği öküzdür. Öküz tosunun kısırlaştırılmışıdır. “İnek” sözcüğü ilk defa Orhun Yazıtlarında kullanılmış[4]. TDK ise “inek”: – Dişi sığır- Çok çalışan öğrenci– İbne- Aptal – Bön olarak tarif edilmiş. Yazımıza konu olan inek ise dişi sığırdır.
Büyük baş hayvanlarda dişilerin çiftleşme arzusuna literatürde “kızgınlık”, bizim köyde ise boğasak denir. Boğasak: Yetişmiş düvelerin, ineklerin gebeliğe hazır olması ve erkeği kabul etme davranışlarını göstermesidir. İnek ve düveler yılın her mevsiminde, yaklaşık 21 günde bir tekrarlayan kızgınlık dönemi yaşarlar. Boğasak olan ineğe aşım ( Boğa ile çiftleştikten sonra) yapıldıktan sonra yaklaşık 280 – 285 gün arasında doğum yapar[5]. İneğin doğum yapmasına buzaladı, yeni doğan yavruya da buzağı denir. Buzağı büyünce dana olur. Dananın büyüğüne dişiyse düve, erkekse tosun denir. İneğin doğum yaptıktan sonraki ilk sütüne de “ağız” denir. Ağız üç günden sonra normal süte dönüşür.
Katır, erkek eşek ile kısrağın çiftleşmesiyle meydana gelen kısır tek toynağı olan atın ve eşeğin melezine denir. Meleze bizim köyde “Çandır“ bilinir. Kaynaklar “Daha az görülen, erkek at ile dişi eşek çiftleşirse bardo ya da ester denen at görünümünde ama eşek iriliğinde bir melez hayvan meydana gelir. Doğurması imkânsız olan bir katır doğum yapabilir. Katırların doğurmalarını imkânsız kılan kromozom sayılarıdır. Katır, at ve eşek kırması. Atın kromozom sayısı 64, eşeğin 62, katırın ise 63 ve 63 tek sayı olduğu için katırlar üremiyor. ‘Eğer katır doğurursa’ deyimi kullanılır. Kayıtlara göre 1527 yılından bu güne yalnızca 60 katırın doğurduğu tespit edilmiş. Yöresel olarak katır yavrusuna, Gıncırak ismi verilir[6] denmektedir.
Eşek: Yük hayvanı olarak uzun yıllardır insanoğluna hizmet eden tek tırnaklı bir hayvandır. Kızgınlığına bizim köyde “dalap“ ya da “güre” denir. Bizim köyde iki “Ş” ile, yani “eşşek” olarak teleffuz edilir. Hamilelik süresi ortalama 1 yıldır. Hamilelik dönemine “gunnacı” yavrusunu dünyaya getirmesine de “gunna”dı denir. Dünyaya gelen yavruya “kırı” biraz büyüdükten sonra da “sıpa” olur. Eşeğin yularına “ileşme” binmek için üstüne çekilen aparata da palan denir. Palan eşeğin vücuduna kolanla bağlanır. Palanın kaymamasını sağlayan eşeğin kuyruk altından palana tutturulan aparata da paldun, kuyruk altından geçerek palduna bağlanan kuşağa da kuskun denir. Bunlar aslında palanın koşumlarıdır. Eşeklerin iki ayda bir ön ayakları nallanır. Nalbant eşeğin tırnağını nal büyüklüğünde keserek nalı ayağına yerleştirir. Nalbandın eşeğin tırnağını kestiği alete “sıntıras” denir. Kaynaklar: Muğla’nın Yatağan ilçesinde eşek sütünün satıldığını, çeşitli rahatsızlıklara iyi geldiğini, eşek sütü ile yapılan sabunun[7] ise cilde çok faydalı olduğunu yazmaktadır.
Ben başka yerleri bilemiyorum ama benim köyüm Kaşobası’nda, ne nalcı, ne eşek, ne de nalbant kaldı. Hepsi şehre başlayan göçle yok oldu. Kullandığımız sözcüklerde bu kültürle tarihe gömüldü. Köylülerimizin şehre göçmesinden önce köyde hayvan ürünlerinin hepsini bulmak mümkündü. Şimdi yumurtayı bile bulamıyorsunuz. Tavuk kalmadı ki yumurta olsun… Kalsa da, kalmasa da biz tarihe not düşmek için konuyla ilgili tespitlerimizi sıralamaya devam edelim. Eşekten sonra sırada “at” var.
At: Eşeği tek tırnaklı küçükbaş kabul edersek, “at” ıda tek tırnaklı büyükbaş olarak düşünmek gerekir. Türklerin hayatında çok önemli bir yeri olan “at”; At Avrat Silah özdeyişiyle değerini ortaya koymuştur. Söz incelenirse atın kıymeti “avrat” la denk düşünülmüş ve önemi de bu şekilde ifade edilmeye çalışılmış. Ayrıca Kaşgarlı Mahmut: Divan-ı Lügat-it Türk‘te “At Türk’ün kanadıdır” atasözüyle Türk’lerin “at” tan tarih boyunca hiç ayrılmadığını ifade etmiştir. Hatta: “Türk‘ün yurdu atın sırtı, atın sırtı tarihin beşiğidir” şeklinde bir de özdeyiş gerçekleşmiştir.
Atın dişisine kısrak, erkeğine aygır, yeni doğan yavruya “kulun.” Kulun’un büyüğüne de tay denir. Aygır kısırlaştırılırsa “beygir” olur. Kaşobası’nda “beygir”e “gölük” denir. Cinsel isteği “dalap” ya da “güre” olarak adlandırılır. Hamilelik süresi 1 yıldır. Binek ya da yarış atlarına eğer, yük taşıyanlara palan ya da semer çekilir. Semer özel yük taşımak için yapılmış palan olarak tarif edilebilir. Ses çıkarmasına da ”kişne”me denilir. Atlardaki palan eşeklerin palanıyla aynı özelliklere sahiptir.
Saadettin Gömeç[8] “Türk Kültüründe At” başlıklı yazısında; “Eski kaynaklar bir Türk’ün her zaman yanında atı olduğunu söyler ki, yine Türklerdeki bir inanışa göre, onlar atla beraber yaratılmışlardır. Tarihteki Türk’ün hiçbir hayvanla bu denli içli-dışlı olduğuna şahit değiliz. Keza bugün de Hazar ötesi Türklerinin hepsinin hayatında atın ayrı bir yeri vardır. Öyle ki zamanımız Türkmenistan’ı ata verdiği önemi göstermek ve bu geleneğin bozulmadan devamını sağlamak için, dünyada tek olan bir at bakanlığı kurması son derece dikkat çekici bir husustur. Her ne kadar Batı Türkleri ve bilhassa Anadolu ve Balkanlarda yaşayanların hayatında artık atın pek bir yeri yoksa da, ona karşı beslenen tarihi sevginin izleri bugün dahi kaybolmamıştır.
Bununla birlikte kaynakları incelediğimizde eski Türklerin beslediği hayvan türlerinin en başta gelenleri at ve koyun idi ki, bu tür hayvan yetiştiriciliğin izlerine Türklerin hayatında M. önce 3000-2500’lerden beridir rastlanılmaktadır. Hatta Andronovo kültüründe birkaç tür at görüldüğü gibi, koyun ve keçi de onların en önemli servetleri arasında yer almaktaydı. Bazen öyle iri ve uzun bacaklı koyunlar oluyordu ki, bunlar bir araba tekerini bile sürükleyebiliyorlardı. Türk çağından kalma eski yazıtlara baktığımızda onlar, iyi beslenmiş ve ‘sekiz’ adaklıg barım diyorlardı. Netice itibarıyla zengin veya fakir herkesin bir miktar hayvanı mevcuttu, ama elbette bunun içinde atın yeri bambaşkaydı” diyerek “at”ın Türk Kültüründeki yerini ve önemini vurguluyor. Biz de Sayın Saadettin Gömeç’e katılıyor atla ilgili birkaç atasözüyle konuyu kapatıyoruz. At binicisine göre kişner. Atada ite de soy gerek. Ata eyer gerek. Eyere er gerek. At bulunur meydan bulunmaz, meydan bulunur at bulunmaz. At ile avrat yiğidin bahtına. At yedi günde, it yediği günde unutur. At ölür meydan kalır, yiğit ölür şan kalır. “At”ın iyisine doru, adamın iyisine deli derler.
Koyun ve keçinin çiftleşme arzusuna “savrukma” denir. Savrukma dönemi yani kızgınlık dönemi keçilerde 1 Eylül, koyunlarda ise 22 Eylül tarihi itibariyle başlar. Onun için erken doğum olmamasını sağlamak amacıyla 1 Ağustos’tan itibaren tekeler ve koçlar sürüden ayrılır. Bu ayrılık keçilerde 1 Eylül’e koyunlarda 21 Eylüle kadar devam eder. Adı geçen tarihler geldiğinde koç katımı uygulanır. 1 Eylül’de tekeler 21 Eylül’de koçlar süreye dâhil edilir. İşte erkeklerin sürüye müdahil olmasına “Koç Katımı“ denir. Koçların ve tekelerin sürüye müdahil olması “savrukma” döneminin (Kızgınlık döneminin) başlamış olması demektir ki… Koç katımıyla da çiftleşme gerçekleşmiş olur. Çiftleşmenin gerçekleşmesine “yüğrülme “ denir. Koyun ve keçinin hamilelik dönemi yaklaşık 5 aydır. Beş aydan sonra dünyaya gelen keçi yavrusuna oğlak denir. Oğlaklık dönemi yaklaşık altı ay sürer. Oğlak altı aydan sonra çebiç, 1,5 yaşını geçince dişiyse yazmış olur. Çebiçlerin kısırlaştırılmış olanına “seyis” dört yaşındaki erkek keçiye de “üveç” denir. Çebiç iki yaşından sonra erkekse teke dişiyse keçi olarak hayatını devam ettirir. Koyunların yeni doğan yavrusuna kuzu, altı aylık olduğunda “şişek,” altı aylığı aşmış olanlara da “toklu” denilir. İki yaşını aşan erkek koyunlar koç, keçiler ise teke olur.
Şimdi bir istatistik yapılsa: Teke – Toklu – Çebiç – Yazmış – Şişek- Üveç- Seyis – Kulun sözcüklerini yeni yetme gençlerin kaçta kaçı bilir… Nasıl bilsin ki… Çünkü öğretmedik. Öğretmediğimiz için de bu sözcükler unutuldu. Hâlbuki dil toplumların hayatında önemli bir vasıta, kendi ölçüleri içinde yaşayan, gelişen canlı bir varlık, milletin ortak malı, toplumların kaynaşmasına vesile olan önemli bir kurumdur. İnsanların anlaşmasına aracılık eden, sosyal aktiviteyi sağlayan, hayatımızın her safhasında duyduğumuz önemli bir ihtiyaç, anlaşmanın da en değerli bir organıdır. İşte bu organın özelliğini ve güzelliğini tespit edemeyen Selçuklu devlet adamları XIII. yüzyıl ortalarında edebi dil olarak Farsçayı, yazışma dili olarak da Arapçayı kullanıyorlardı. Halk ise kendi dilini konuşuyor, Yunus Emre, zamanın diğer ozanları da dörtlüklerini Türkçe söylüyorlardı.
Karaman oğlu Mehmet Bey toplumların hayatında dilin çok önemli bir unsur olduğunu tespit etti. Onun için de “Birlikte yaşamanın ilk şartı dil birliğidir[9]” dedi. Bu birliği gerçekleştirmek için Toros Dağları’nda yaşayan Türkmen boylarını etrafında toplayarak düzenli bir ordu kurdu. Kurduğu düzenli orduyla Selçuklu ve Moğol kuvvetlerini yenerek Konya’ya girdi. Burada yaşayan Selçuklu Türkleri de Karaman Oğullarına müdahil olmak durumunda kaldılar. Karaman Oğlu Mehmet Bey idareciliği sırasında Türkçeyi resmi dil olarak ilan eden fermanını yayımladı. Bu fermanda “Bugünden sonra divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste, meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır” diyerek tarihe geçti. 13 Mayıs 1277.
Dil birliğinin özelliğini, güzelliğini tespit eden, hassasiyetle üstünde duran diğer bir devlet adamımız ise Gazi Mustafa Kemal Atatürk oldu. Bu hassasiyetini 12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dil Kurumunu kurarak ortaya koydu. Bir gün önce yani 11 Temmuz 1932 gecesi sofrada bulunanlara: “Dil işlerini düşünmek zamanı gelmiştir. Ne dersiniz”? Masada bulunan konukların kendi fikrine iştirak etmesinin ardından: “Öyle ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona kardeş bir dil cemiyeti kuralım. Adı, Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun” diyerek Türk Dil Kurumunun kurulacağını bir gün öncesinden ifade etti. Ertesi gün de Celâl Sahir, Samih Rifat, Ruşen Eşref ve Yakup Kadri’nin İçişleri Bakanlığına müracaat etmesi sonunda Türk Dili Tetkik Cemiyeti resmen kurulmuş oldu. Böylece Türk Dili resmi bir kurumun himayesi altında varlığını sürdürmeye başladı. Ama buna rağmen Türkçemize gerektiği gibi sahip çıkamadık.
Ünlü düşünür Konfüçyüs’e sorarlar.
—Devlette sizi yetkili kılsalar önce işe nereden başlarsınız?
—Dilden başlarım.
—Pekiyi ekonomi, yol, yeni yatırımlar yok mu?
—Dili olmayan bir devletin yolu da olmaz, ekonomisi de olmaz cevabını verir.
Evet dili olmayan devletin yolu da olmaz beli de… Onun için dil toplumlarda çok önemli bir unsur, kişiler arasındaki anlaşmanın da anahtarıdır. Eğer siz dili bilmiyorsanız, gönül dilinden anlamıyorsanız onun kapısını açamazsınız. O kapıdan içeri girmek için dil bilmek gerekir. Gönül dilini açacak anahtar da yürektir. Zaten yürek yoksa siz ne dilden ne de telden anlarsınız. Yaşamanın anlamı yoktur.
Dil insan benliğinin ayrılmayan önemli parçalarından biridir. İnsan duygu ve düşüncesini, aşkını gurbetini, sevgilisine sitemini, başından geçen olayları, yüreğine sığmayan duygularını ancak dille anlatır, aktarır. “Dil ile düşünce iç içedir. Dilin gelişmesi düşünceye, düşüncenin gelişmesi de dile bağlıdır. Dil: insanın düşünmesini sağlayan sosyal ve milli bir varlıktır. Doğrudan milleti ilgilendirir. Toplumların düşünce hazinesinin temelidir. Milletleri ayakta tutan, birbirine bağlanmasını sağlayan, sosyal hayatı düzenleyen ve devam ettiren bir hazinedir[10]”. Biz dil hazinemize yeterli hassasiyeti gösteremedik. Onun için de çok zengin olan Türkçemiz ilkel kabilelerin dili gibi 330 sözcükle konuşulmaya başlandı. Acı, ama gerçek…
Kısaca yenilikler bir yeri yaparken bir yeri de yıktı. Yıkılan nedir? Dildir. Dil de hayatımızın bir parçası olduğuna göre her gün bizimle birlikte yaşaması gerekir. Eğer yaşamıyorsa kullanıldığı alan yok olup gitmiş demektir. Koyun ve keçi beslemeyen bir kişi “Tokluyu, çebiçi, yazmışı, seyisi, şişek”i bilemeyecektir. Küçükbaş hayvancılık da tükenmeye yüz tutmuştur Anadolu’da artık köyde yaşayan vatandaşımız da tüketici olmuştur. O zaman dilin yaşması icraatla mümkündür. İcraat olmazsa bunu uygulamaya koymak imkânsızdır. O halde dilin yaşamasında mevcutların korunması çok önemli bir unsurdur. Bu unsurun yakalanması ve devam etmesi için köylerin boşalmasına engel olmak gerekir. Bunun da tek çaresi köyü yeniden canlandırmak ve de üretime geçmesini sağlamaktır. Eğer bu yapılmazsa hem ekonomi, hem de dil konusunda istenilen başarı gösterilmemiş demektir. Bu sahada kullanılmayan sözcükler şimdi belirli bir gurup tarafından biliniyorsa yakın gelecekte bu grup gittikten sonra bilen kimse de kalmayacaktır. Sonuç: Konfüçyüs’ün dediğine gelecektir. Dili olmayan bir devletin yolu da olmaz, belide olmaz…
Kaynak Kişi
Adı Soyadı : Osman Kırbaş
Doğum Yeri ve Yılı : Topkaya – 1960
Ana Adı : Şebboy
Baba Adı : Ali
Nüfusta kayıtlı olduğu : Mersin – Mut – Topkaypa
DİPNOTLAR
[1] https://www.superhaber.tv/it-mi-kopek-mi-makale-255736
[2] https://www.atasozlerianlamlari.com/Harf/A-01/Atasozu/at-yedi-gunde-it-yedigi-gunde-unutur/
[3] https://www.hillspet.com.tr/dog-%20k%C4%B1zg%C4%B1nl%C4%B1k%20d%C3%B6nemine%20girecektir.
[4] https://www.etimolojiturkce.com/kelime/inek
[5] https://anadoluhayvancilik.com/inekler-kac-ayda-yavru-dogurur-ineklerde-gebelik-suresi/#:~:text=%C4%B0nek%20gebelik%20s%C3%BCresi
[6] https://tr.wikipedia.org/wiki/Kat%C4%B1r
[7] https://www.yenisafak.com/gundem/mugla-haberleri-esek-sutu-ve-sabununda-talebe-yetisemiyor-aylar-onceden-siparis-aliyor-3555421
[8] https://www.altayli.net/turk-kulturunde-at.html
[9] https://www.facebook.com/Cepni.Oguzlar/photos/a.621393777890065/1668679659828133/?type=3
[10] Halil Atılgan, Karacaoğlan’da Dil, Turunç S. 2, s. 47, Mayıs Haziran 2010.