Lefkoşa: “Şam’ın Küçük bir Kız Kardeşi” |
Prof. Dr. Ata ATUN tarafından çevirisi yapılan
Sir Harry Luke’un Cyprus (Kıbrıs) adlı 1957 yılında
yazılmış kitabından Lefkoşa şehri ile ilgili bölümden bir alıntı.
(Bölüm 12, s. 106-116)
Katolik Doğu’dan kalanların sahip oldukları özgün çekicilik ki o Doğu Haçlı seferini gerçekleştiren lordların kurallarını ve Frenk tacirlerinin görkemini bilmektedir, Doğuya has içerikle Ortaçağın batı yaratıcılığının ürünü olup, az bulunur ve tanımlaması zor bir niteliktir. Bu denli anlaşılması zor olan bir şeyin tanımlanmasına izin verilseydi, Doğu’nun güneşinin kızartısı ile birlikte, sanki de hiçbir zaman Batı’da olamayacaklarmış gibi Akdeniz’in göğü altında Sarazen[1] mimarisi ile harmanlanan Gotik mimarisi içinde, koyu yeşil servi ağaçları ile örtülmüş harabe halde kalelerin avlularında, heybetli dallarını, bazı manastırların Gotik oyma taş süsleri ile bezenmiş üstü örtülü geçitlerinin üzerine yükselten hurmalarda, ısıtılmış ve aydınlatılmış aile armaları ile süslü, altın renkli kum taşından inşa edilmiş aşırı gösterişli evlerin içinde yatmaktadır.
Kıbrıs, başkenti denizden uzakta olması nedeni ile diğer adalardan farklı (müstesna) bir konumdadır. Savaşların arasında ve özellikle de II. Dünya savaşından itibaren Lefkoşa (şehri) tüm olasılıkların ötesinde, şişman bir kadının (fazla kilolarının) korsesinin dışına taşması gibi, daha evvel şehrin etrafını çepeçevre kuşatan Venediklilerin yaptığı surların dışına taşarak, etrafını çeviren (düz) ova içine yayıldı. Fakat 1908 yılında şehri ilk defa gördüğümde, hala daha Haçlıların ayak bastıkları topraklarda kurmuş oldukları Latin (Katolik) şehir örneklerinin en iyi korunmuş olanı idi.
Şehre güney taraftan Larnaka yolundan gelirseniz, bir veya iki mil kalana kadar şehir, araya giren tepelerin sırtlarından dolayı görüş alanı içine girmez. Tepeleri aştıktan sonra Türklerin 1570 yılında en son başarılı hücumlarını yaptıkları yerden, aniden önünüze ufak derin ve dairesel bir yerin içinde, küçük bir cazibe merkezi çıkar.
Aynen Şam’ın, ilkbaharda Hermon’un doğu yamaçlarından göz alıcı yeşillik kuşağı içinde beyaz bir şehir sarmalı halinde göründüğü gibi, yaşlı Lefkoşa’da aynen Venediklilerin yaptığı hendekte büyüyen okaliptüs, servi ve çamlardan oluşmuş bir kuşaktan oluşan yeşil çelenkle taçlanmış idi.
Artık kış yağmurlarından sonra, Makharias’ın üst kısmındaki tepelerden aceleci bir şekilde aşağıya akan dağ suları ile coşan Pedias deresinin suları altında kalmayan Lefkoşa hendeği, surlar ve surların çevrelediği şehir için çok sevimli bir bahçe ve gelişmekte olan bir tarım alanı halini gelmiş. Tepenin sırtından bakınca, ağaçların üstünden, eşit aralıklarla yerleştirilmiş on bir tabyası ile kusursuz bir daire şeklindeki Venediklilerin yaptığı surlar ortaya çıkmaktadır.
Bu çifte yeşil ağaç kuşağı ve altın kahvesi renkli duvarların içinde Lefkoşa şehri yer almaktadır. Surların içinde kiliseler ve camiler, ortaçağ sarayları ve Türk konakları, hurmalar ve portakal bahçeleri, Gotik kuleleri ve Türk minarelerinden oluşan (renkli) bir karışım yatar. Bazılarının yaptığı gibi Türkleri Vandal olarak kabul etmek yanlıştır. Çoğu zaman (durum) tam olarak bunun tersidir. Ele geçirdikleri ve sonrada elden çıkardıkları şehirler, küçük köyler ve sayfiye yerleri genel olarak, geçiş dönemlerinde oraya buraya yaptıkları minare(ler), Kubbeli Türk hamamı, bir köprünün zarif kemeri ile ve de yardımsever bir onsekizinci yüzyıl (Türk) Paşasının susuz bir köye bağışladığı su taşıyan suyolunun kemerleri ile daha güzel olmaktadırlar.
Şehrin tam olarak ortasında, bir zamanlar Lüzinyan krallarının katedrali ve şimdi de Kıbrıs’ın en önemli camisi olan, (Kıbrıs’ın) en asil ve en dikkat çekici tarihi yapısı Aya Sofya bulunmaktadır. Orantılarında harmonik ve detaylarında çok güzel, Onüçüncü yüzyılın Fransız işçiliğinin en iyi ürünü olan bu muhteşem bina, bitirilmemiş Gotik (çan) kulelerinden yükselen incecik ve zarif ikiz minareleri ile sadece şehre değil, tüm çevresine de hakim olup, bu kombinasyon içinde Latin (Katolik) Doğu’nun gerçek ruhunu içermektedir. Askeri Hristiyanlık dünyasının Doğu’ya karşı son ileri karakolu olduktan sonra bir Osmanlı eyaleti haline gelen ve üç asır (Osmanlı toprağı) kalan bir ülkenin tarihinin özetidir.
Aya Sofya (katedralinin) detaylı mimari tanımlaması için okur, adanın ortaçağ ihtişamı ile ilgilene kişiler için vazgeçilmez (bir eser) olan Bay Camille Enlart’ın “L’Art Gothique et la Renaissance en Chypre” (adlı kitabına) başvuru yapmalıdır. Lefkoşa (şehrinin) Lüzinyan katedralinin önemi yerel olmaktan çok daha ötedir. Genel kabul, 1209 yılında bir olasılıkla daha eski bir dini yapının yerinde inşasına başlandığıdır. 1248 yılında (Fransız Kralı) St. Louis’in Lefkoşa’da geçici ikameti sırasında cömertliği sayesinde (inşaatı) çok ilerledi. 1326 yılında kutsandı fakat tam olarak hiçbir zaman bitirilemedi. Kusursuz bir Ile-de-France[2] tarzında olan bu katedral, değişik olaylarla dolu tarihine rağmen, Latin (Katolik) Doğu’nun en mükemmel abidelerinden bir tanesidir.
Gerçek şu ki, üç buçuk asır cami olarak kullanılması, düşünülenden çok daha az güzelliğinden bir şeyler alıp götürmüştür. Bu durum (katedralin) kesinlikle harabeye dönüşmesini önlerken, aksi (bir uygulama) Müslüman fethediciler tarafından kullanılması amacı için devredilmeyen ele geçirilmiş çok sayıda Haçlı kiliselerinin başına geldiği gibi, harabe olmasına yol açacaktı. Mekke’ye taraf bakan güney transept’e[3] inşa edilmiş mihrabın iç kısma bir şekilde döndürülmüş havası vermiş olmasına rağmen bu, kemerli yapının (inasnı) etkileyici çizgilerine veya da binanın dikkat çeken oranlarını bozmamıştır. Duvarların kaplandığı beyaz badana, bu kapsam içinde hoşa gitmekten çok uzaktır. Penteli’den[4] gelen mermer panellerden oyma işçiliği ile yapılmış mükemmel giriş bölümü, 1326 yılında Başpiskopos John de Polo tarafından inşa edildiği gibi (aynen) durmaktadır.
Aya Sofya bir mücevherdir ve layık olduğu ortamda durmaktadır. Kuzey kapısının karşısında, şimdilerde okul olarak kullanılan, Latin Başpiskoposlarının sarayından geriye kalan binalar bulunmaktadır. Doğuya taraf Padişah tarafından kurulan vakfa ait ilahiyat okulu yer almaktadır. Kütüphanesindeki, takdire şayan Doğuya has hat sanatı örnekleri olan Arapça, Farsça ve Türkçe el yazmaları, eski dönemlerdeki barışın unutulması güç anılarıdır.
Aya Sofya’nın, güney doğu köşesinden yolun öbür tarafına uzattığı kemerli payandasının ierisinde, çok iyi bir şekilde korunmuş ve yakın zamanda restore edilmiş ondördüncü yüzyıl evi bulunmaktadır. Bir olasılıkla ortaçağa ait papaz evi veya da başpapaz konutu idi.
Güneye doğru narteksin karşısında, Venedik işgali döneminde Ortodoks katedrali olan ve Türkler tarafından, günümüzde adı Bedesten olan çarşıya dönüştürülen geniş ve yaygın yapı yer almaktadır. Benim Kıbrıs’taki memuriyetim dönemimde bu bina Evkaf Yönetimi (Müslüman dini Vakıflar İdaresi) tarafından tahıl ambarı olarak kullanılmaktaydı fakat şimdi Eski Eserler Dairesi tarafından yoğun bir tamirat ve bakım yapılmaktadır.
Bu binaya, Üçüncü Haçlı seferinde Thomas à Beckett’in[5] anısına kurulmuş olan İngiliz Şövalye Tarikatı Akka’lı Aziz Thomas’ın kilisesi olduğu inancı ile bazen İngilizlerin Aziz Nikolas kilisesi olarak da atıfta bulunulmuştur. Bu inanç bir olasılıkla yanlıştır fakat İngiliz sömürge döneminde yeteri kadar ciddiye alındı ve 1878 tarihinde Lefkoşa’nın Anglikan ibadet yeri olarak kullanılması önerisi yapılmasına yol açtı. Mükemmel güzellikteki kuzey kapıları, kendisini sadece bir yolun genişliği kadar mesafenin ayırdığı Aya Sofya’ya yakışır değerli bir kolye haline sokmaktadır. Zarif payandaların ve gittikçe incelen Gotik binaların tepelerindeki süslemelerin oluşturduğu bir orman halindeki Aya Sofya’nın çatısından, Lefkoşa’nın kiliselerinin, saraylarının ve camilerinin üzerinden bakarak geniş bir görüntünün hazzını yaşarsınız. Başpiskoposun sarayı, başpapazın evi ve Bedesten ayaklarınızın altındadır.
Güneye taraf, Frenk şövalye ve leydilerinin mezar taşlarının bol sayıda yer aldığı Latin (Katolik) döneminin Augustin Kilisesi olan Ömerge Camisi yükselmektedir.
Batı tarafta, Arap Ahmet Camisinin beyaz kubbesi görülmektedir. İçinde, her yıl müminlere bir kez gösterilen ve sedef kakmalı bir mücevher kutusu içinde saklanan Peygamberin (Hz. Muhammet) sakalı bulunmaktadır.
Kuzeye taraf sadece birkaç yüz yarda[6] ötede, sanki Girne dağlarına yaslanmış gibi, Azize Katerina Kilisesinin narin oyma taştan yapraksı süslerini görürsünüz. Sonra da Kıbrıs’taki Gotik binaların en kibar ve en mükemmeli olan Haydar Paşa camisini.
Aynı zamanda bu yükseklikten, aşağıdan pek belli olmayan ama Lefkoşa’da, ne kadar küçük olursa olsun her evin, çamurdan yoğrularak güneşte kurutulmuş tuğlalar (kerpiç) ile örülmüş yüksek duvarlarla sokaktan soyutlanan bir bahçesi olduğunu fark edersiniz. Bu yüksek yerinizden şehri, çan kulelerini ve minareleri Kral ve kraliçe olarak, camilerin ve hamamların kubbelerini de daha düşük rütbedeki piyonlar şeklinde beyaz ve yeşil bir satranç tahtası gibi görürsünüz. Buna ilaveten yeşil karelerden Kıbrıs’taki baharın bir neşe kaynağı olan portakal çiçeklerinin yoğun rayihası ile narenciye ve diğer yabani çiçeklerin kokusu yükselir; beyazlardan da, kış döneminde Toroslardan veya da üzeri karlarla kaplı Olimpus dağından Mesarya ovası boyunca soğuk hava estiğinde, yakılan zeytin ağacı odunun dumanı, adeta bir tütsü benzeri açık mavi renkte, güzel kokulu halkalar halinde yukarı doğru yükselir.
Fakat, sokak seviyesini bilen ve Birinci dünya savaşı öncesi ve hatta bin dokuzyüz yirmileri yıllarda şehirde yaşayan ve şehirde dolaşmaktan hoşlanan kişiler son derece üzücü bir görüntü ile karşı karşıya kalırlar.
Çok çirkin ve uygun oldukları şüpheli (surların etrafındaki) hendekten geçen ve hendeği bölen geçiş yolları ile duman çıkaran çok sayıdaki otobüs, kamyon, özel araçlar, taksiler, bisikletler ve bunlardan eksik kalmayan diğer motorlu araçların yarattığı karmaşaya ilaveten yayalar, eşekler, atlar ve en fazla da develerin kullanımı için yapılmış yollarda yürüdükçe (ve durduklarında da) gürültülü bir şekilde öten (bu) araçlar nedeni ile bir zamanların sevimli küçük kenti, hızla Latin (Katolik) Doğu’nun bir zamanlar mücevheri olmaktan Levant’ın yirminci yüzyıl dış mahallelerinin bir örneği olan lanetli bir yere dönüşmekte.
İki savaş[7], Kıbrıs’ı (zarar görmekten) korumasına ilaveten (adayı) zengin de etti; ve her iki halk da şimdi, şirin cumbalı eski Türk evlerini yıkıp yerlerine niteliksiz (hiçbir özelliği olmayan veya da dörtköşe) modern kutular yapabilecek parasal güce sahip oldular. Bu kişiler bilerek ve büyük bir şevkle, bir daha yerine koyması mümkün olmayan nadir şekillerdeki güzellikleri yok etmektedirler. Bunlar günümüzün ikon düşmanları, yerleşmiş gelenekleri yok eden kişilerdir. Bir asırdan biraz fazlası evvelsine kadar, Yakın Doğu’daki insanlar (diğer yerdekiler gibi) isteselerdi bile çirkin bir şey yapamazlardı. Ama şimdi nadiren tersini yapabilmekteler.
Araçların kornaların klakson sesine ilaveten, yıkım ekipleri, sondaj işçileri, kazıcılar ve yapıcılar (şehre) kendilerine özgü gürültülerini ekliyorlar. Saat başı zerafeti ve belirgin özelliği olan bir şeyi yok ediyorlar, dar olanı genişletiyorlar, kamyonları ve otobüsleri sığması için dar yolları büyütüyorlar ve bir zamanlar geniş saçaklı çatıların, sarmaşık (veya asma) talvarlarının gölge yaparak alış veriş yapanları (yakıcı) yaz güneşinin ışınlarından korudukları Pazar yerlerinin yerlerine ev ve ofislerini, önleri cam kaplı dükkanlarını, aşırı süslü sinema binalarını inşa ediyorlar.
Surlar içindeki Lefkoşa bir zamanlar küçük homojen bir şehirdi. Şimdi ayakta durmayı başarabilmiş kiliseleri, camileri, hanları ve diğer ortaçağ binaları, gelişme denen şeytanın pençelerinden Eski Eserler Dairesi tarafından kurtarılmaktadır. Bu binalar, oluşumu harmonik olmaktan çıkarılmış, uyumsuz, aykırı ve ahenksiz hale getirilmiş bir arka fondan izole olmuş şekilde (ayrık) durmaktadır. Adına Güzellik dükkânı denilen yer bir aktarın yerini almıştır.
Ford garajı ve gösteri salonu (showroom) (benzerlerinin en iyisi olduğunu söylemek gerekir) şimdi tarihi Girne Kapısı ile Sema Yapan Dervişlerin Tekkesi arasında yer almaktadır. Ben bildiğimden beri lefkoşa’nın nüfusu beş misli arttı. Surların dışında büyüyüp gelişen yeni büyük bölgeler veya varoşlar, (çok değil) daha otuz sene evvel arpa tarlaları idi, ve şimdi Lefkoşa şehrinin içini, büyük ve yuvarlak bir ekmeğin ortasında küçük ve yalnız bir yer haline dönüştürdü.
Buradaki bu yeni bölgede olması gereken apartmanlar, şimdiki zamana uygun dükkân ve ofisler, garajlar, sinemalar, kabareler ve barlar gibi her tür çağdaş gereksinim için uygun yer bulunmaktaydı. Niye surlar içi (Lefkoşa) bozulmamış kalmak için ezgi çekmemiş ve Malta’nın tarihi başkenti Notabile veya Mdina gibi daha iyi günler için (tarihi) hatırlatıcı (bir yer) olmasındı.
Lefkoşa’yı, 1570 yılındaki Türk fethi zamanında nasıl olduğunu anlatabilmek için, Venedik Senatörü Diedo, Lefkoşa şehrinden “kale olarak şöhret kazandı, (dini) yapıları ile gururlandı ve zenginlikleri ile yaygın bir şekilde tanındı. Uygun konumu, güzel iklimi, bir yağmur gibi doğa tarafından yağdırılan armağanları (ve bunlara) ilaveten sanatın getirdiği çekicilik kendisine Avrupa’nın en iyi, en güçlü ve en ünlü şehirleri arasında bir yer verdi” sözleriyle övgü ile bahsetti.
Şimdi görebilseydi neler söyleyecekti. Sanırım Servantes’in ibret verici[8] hikâyelerinden bir tanesinin başlangıç bölümünde yer alan “ Kötü kaderli Lefkoşa’nın Yürekler acısı kalıntıları” cümlesini aynen tekrar etmeye meyledecekti.
Son zamanlarda yapılan iyileştirmeler arasında, birbirine bağlı olan, kaliflerle (Çardaklarla), tentelerle veya da kemerler üzerine yer alan çatı ile örtülmüş dar sokaklardan oluşan bir (Örümcek) ağı şeklindeki eski çarşı yerlerinin çağdaşlaştırılması. Diğer doğulu şehirlerde olduğu gibi burada da her ticari alanın kendine özgü bir sokağı bulunmaktadır (bir dereceye kadar hala daha varlığını sürdürmektedir). Bakırcıların çekiç vuruşları ile inleyen bir sokaktan hiçbir sesin çıkmadığı yorgan dikenlerin çarşısına geçebilirsiniz. Oradan da terlik imalatçılarının çarşısının içinden ve zerzevatçıların sokağından geçerek, tatlı satıcılarının barakalarının bulunduğu yere ve Bedesten’de son bulan gümüşçülerin sokağına gidersiniz. Çarşılar hayat ve renk doludur. Kıbrıslı köylüler çarşıya gelirken, hangisi olursa Rum veya Türk, yerel milli kıyafetlerini giyerler.
Zerzevatçıların sokağı (Şimdi tezgâhları büyük ve yeni yapılan Belediye Çarşısının çatısı altında toplanmıştır) özellikle çok canlı idi.
Köylülerin ve kasabalıların oluşturduğu kalabalık, domatesleri ve karnabaharları, yumurta otları ve kolokasları[9], yabani enginarları ve ayrellileri (Kuşkonmaz), kaşaları[10] ve kaysıları, sonbaharda kavun ve karpuzları, incir ve üzümleri (satmak) için birbirleri ile aynı şekilde pazarlık ederlerdi.
Zaman zaman duyulan küçük çanların sesleri, bir deve kervanının geçişini haber verir ve kalabalık zorlukla kenara çekilerek hayvanların gürültü içinde sağdan sola yavaşça sallanarak geçmesine izin verir. Değişik yerlerde bir kemer, köylülerin başkente (mal) satın almak ve satmak için geldikleri zaman, kendileri ve eşekleri için kalacakları bir yer olarak buldukları saygıdeğer bir hana göz atmamıza izin verir. Bunların en büyükleri olan “Büyük Han” günümüzde bereket versin ki hala daha ilk günkü amacı doğrultusunda muhafaza edilmektedir. Son zamanlarda restore edilmiş ve daha küçük olan “Kumarcılar Hanı”nın dışındaki küçük kahvehaneyi gölgesi altında tutan, eski dönemlerden kalan son kalifli (çardaklı) asma ağacıdır.
“Büyülü Bir Adada” adlı eserinin en dokunaklı bölümlerinden bir tanesinde Mallock, “Bazen de kalabalık çarşı yerinde, loş geçitlerin bir tanesinin bitiminde, göz aniden çok uzaklardaki dağların kayalık tepelerine takılmaktadır. Devamlı olarak, sokağın içine sarkmış olan çatıları nedeni ile evlerin damları koyu renkli gözüken bazı dar ve gölgeli sokakların içinde, laciverttaşı renkteki bitiş yerinin içi koyu renkli servi ağaçları ile süslenmiş, mavi göğün görkemli görünümüne teslim olarak duraklarım.” demektedir.
Ankara Cumhuriyetinin “Şapka Kanunu” ve bunun sonucu olan Türk kıyafetlerinin batılılaşması, Kıbrıs’ta da etkisiz kalamazdı. Şimdi Kıbrıslı Türkler, sadece taşradakilerin giydiği torba gibi pantolondan (vraka) değil şehirdekilerin taktığı festen de vazgeçtiler. Rum köylülerin kendilerine özgü elbiseleri nadiren görülmekte ama çoğu zaman halkları ayırmak çok zor olmaktadır. Son zamanlarda kimlik saptama otomatik olmaktaydı. Büyük Müslüman dini günlerinde – iki Bayram ve Mevlit (Peygamberin doğum günü) – Lefkoşa’nın surlar içinin havası çok Türk olurdu. Bayramın arife gecesi top atıldıktan sonra genç erkekler parlak renkli elbiseleri içinde sokakları doldurmaya başlarlardı. Şunu da ilave etmek gerekir ki, Kıbrıslı Türklerin elbiseleri, tüm Türklerin yerel elbiseleri arasındaki en göz alıcılardan bir tanesidir.
Kuşlarla veya daha şaşırtıcı desenlerle süslenmiş, göz alıcı parlak renkli çoraplar; büyüleyici beyazlıkta diz boyuna kadar olan, çok büyük bir torba şeklindeki kısa pantolon; Kırmızı, sarı veya elma yeşili renkli, kadifeden yapılmış, sıkı sıkıya vücudun üst kısmını saran kollu bir ceket olan kavuşturma ve bele sarılan, rengarenk ipek kuşak, giyim takımını oluşturmaktaydı. Köylüler genellikle çiçek desenli müslin[11] bir mendili feslerinin alt kısmına sararlar. Bazen belirli zenginliğe sahip kişiler, beyaz vraka yerine koyu mavi şalvar tipi pantolon ve kavuşturma yerine de yelek giyerler.
Bu (özel) günlerde, Türk kadınları da her zaman giydikleri siyah veya beyaz pamuklu kumaştan yapılmış çarşaflarını[12] çıkarırlar ve en parlak ipeklilerini giyerek aşağıdaki hendekte oynanan cirit müsabakasını seyretmek için Baf kapısının yanındaki tabyaların üzerinde toplanırlar. Böylesi bir durumda, Kaytazağa (Roccas) Tabyası üzerindeki bir seyircinin gözüne çarpan bu görüntü, bu günlerde bulunamayacak bir olağandışı olaydı.
Hendeğin içinde, iki tane iyi korunmuş Venedik burcu arasında yer alan açıklıkta, küçük fakat canlı atlarının üstüne binili iki zaptiye (askeri polis) takımı, Ortaçağ şövalyelerinin at üzerinde mızrakla dövüşmesine hiç benzemeyen eski bir İran oyunu olan mızrak atma (Cirit) müsabakası yapmaktaydı. Bir burçtan diğer burca, surların üstü, mavi ve kırmızı, portakal rengi ve mor ipekten oluşmuş göz alıcı bir şatafat sergileyen birkaç sıra sıkışık halde dizilmiş Türk hanımları ile doluydu.
Üst kısımlarında düzensiz bir sıra içinde, yeşil panjurlu ve kırmızı kiremitli beyaz evler yükselmekteydi. Arka planda, özellikle batmakta olan güneşin kayalıklarını kızıl renge dönüştürürken ve parça parça dağınık halde bulunan ormanlarını derin bir kızartı ile aydınlatırken kendine has bir güzelliğe bürünen Girne dağları, hayal gibi görünmekteydi. Bu manzara en iyi şekli ile, surların üzerinde bir zamanlar benim olan ama şimdilerde “gelişmenin” kurbanı olan evin pencerelerinden görülebilmekteydi.
Bu onyedinci yüzyıl eski Türk konağının bir tarafından sadece hendeği değil güney tarafından tepeleri karla kaplı Olimpus ile hudut olan geniş Mesarya ovasını da inceleyebilirdiniz. (Evin) Diğer tarafından, yarısı Gotik, yarısı doğulu olan küçük kasabanın kubbeleri, kuleleri ve minareleri üzerinden, Buffavento’nun sarp tepesi üzerinde yer alan ortaçağ kalesine, Beşparmakların beş parmak şeklindeki yükseltisine ve Mağusa’nın üzerinden Karpaz bölgesine doğru gittikçe alçalarak uzanan Girne dağlarının son yükseltilerine bakarsınız. Bu doğulu taraftır Müslüman bayramının gecelerinde alışılmadık güzelliği gözlemlediğiniz yer. Güneş battıktan sonra camilerin kubbeleri ve minarelerin şerefeleri sıralar halinde küçük lambalarla taçlandırılır. Işıklarının yuvarlak hareleri, büyüleyici ve aralıklı parıltıları ile binaların dış hatlarını ortaya koymaktaydı. Her bölgeden (lambaların) titreşen parıltıları karanlığın içinden hafif bir şekilde parlamakta, ışıldayan incecik bir iplik gib Aya Sofya’nın kuleleri arasına asılmış sıralar halindeki perilere ait ışıklar da, geri kalan her şeyin üzerinde havada asılı durmaktaydı.
Oruç tutma ayı olan Ramazan, çok önemli addedilen ve daha kısa olarak bilinen üç günlük bir kutlama olan Şeker Bayramı ile arkasından da yaklaşık yetmiş günlük bir ara ile de daha büyük olan Kurban bayramı ile sonlandırılır.
Kurban bayramı, yeni ay gözüktükten sonraki onuncu günde kutlanan kameri bir kutlamadır. Kadıya, yakında kutlamanın olacağını (Bayramın ilk gününü) açıklayabilmesi[13] için, hilalin gökyüzünde hayal meyal seçilmeye başlandığı anı bildirmek dini bütün Müslümanların görevidir. Kurban Bayramı İbrahim’in kesemediği kurbanının hatırasını anmak içindir. Müslüman inancına göre kurban edilmesi gerekenin İshak değil, İshamel’dir.Bu olayın anısına, parasal gücü yeten her Türk ailesi, tüyleri kırmızıya boyanmış (kına sürülmüş) kurbanlık koyunu, ev halkına ve fakirlere dağıtmak için kurban kesmelidir. Şimdilerde savaşlardan evvelkilere kıyasla daha az renkli olan Bayram kutlamaları, (arife) gecesi daha evvel söylediğim kutlamalar ve aydınlatmalarla başlar. Ertesi sabah, erkekler camideki dini törene katılırlar ve sonra da ölülerinin mezarı başında Fatiha[14] okumak için mezarlığa giderler. Dini vecibeler yerine getirildikten sonra müminler, dört gün süre ile kendilerini eğlenceye ve şenliğe hasrederler. Lefkoşa’nın Konak Meydanında salıncaklar ve atlıkarıncalar kurulur, tatlıcılar ve şerbet satıcıları satış barakalarını kurarlar. Burada parlak renkli elbiseler giyen çocuklar, Mallock’un deyimi ile “Sanki de yoldan geçen birisi tarafından, tozun toprağın içine bırakılmış anemon çiçeği ve nergis destesine benzemekteler, babaları ve büyük ağabeyleri, meydanın bir tarafında yan yana dizilmiş kahvelerden kendilerine bakarken eğlenmekteydiler. Bundan sonra birçok yerel komik olay seyredenler tarafından görülebilir. Bir uçta bir küçük çocuk, velileri tarafından eve gelmek için çağrıldığı vakit bunu reddeder. Annesi kendisini sevgi ifade eden “Gel canım, kuzum, iki gözüm” ve son olarak da “ciğer köşem” sözleri ile ikna etmeye çalışır. Bir diğerinde ise orta yaşlı kızgın bir kadın atlıkarıncanın içinde kendisini hiçe sayan çocuğuna öfkeli bir şekilde “karın ağrısı” diyerek seslenir.
Okul günlerimizden bize pek yabancı olmayan Rumca bir fiil vardır “dikkatten kaçmak”. Çok doğru bir şekilde ibadet ettikleri yerlerin niteliklerinin anlatımı ile ilgili olarak, uzun zamandır Türkiye’deki Ortodoks Kilisesinin yöneticilerin sürdürdüğü politikayı akla getirmektedir. İlk Hıristiyanların (Hristiyanlığı yaymak girişimlerine) benzer şekilde yer altı faaliyetlerinde bulunmadıkları bir gerçektir. Fakat (İngiltere Kralı) Sekizinci Henry’nin yardımseverlik günlerinde İngiliz asillerinin yaptıkları gibi aşırı zenginliklerinin ortaya çıkmasını sakıncalı gördüler. Bu nedenle (Ekümenik) Patrik’in İstanbul’daki makamı olan Fener, bir anlamda Ortodoksların Vatikan’ı olduğu dikkate alındığı zaman, dışa yönelik olarak şaşılacak denli önemsizlik içermektedir. Fener’de “dikkatten kaçmak” politikası, en doğru ifadesini bulmaktadır.
Kıbrıs’ta tehlike bir başka taraftan geldi fakat (buna karşın) sonucu aynı oldu. Burada Ortodoksların korku hissetmelerine neden olan (tehlike) Müslüman değil Latin gözü doymazlığı idi.
Lüzinyan ve Venedik Kilisesinin sert şekilde neredeyse bastırır gibi (Ortodoks Kilisesini) itaat altına alma tavırlarını, Kıbrıs Mühürü[15]nün (Bulla Cypria) yayınlanması ile adanın Türkler tarafından ele geçirilmesi arasındaki süre içinde adada inşa edilen Ortodoks ibadet yerlerinin sefil görünüşü ile Kıbrıslıların yerel kilisesi gözler önüne sermektedir. (Binanın) dış cephesine büyük boyutta veya da süsleme olarak, gösterişli kısımların yapılması ısrarlı bir şekilde yasaklanmıştı. Binayı inşa edenlerin hoşnut kalacağı, bütçelerinin izin verdiği herhangi bir gösterişli süslemeyi yapmalarına (sadece) iç kısımda izin verilmekteydi.
Böylece Hagios Antonios (Aziz Antonio) ve Chrysaliniotissa (Altın Bereketli Hanımefendimiz[16]) gibi Lefkoşa’nın daha eski dönemine ait[17] mahalle kiliseleri (çok) dikkatli bir şekilde, bir Doğulu kentin karmaşası içinde gözlerden saklandı.
Lüzinyan idaresi altında, aynı sebepten dolayı, (diğerleri ile) eşit düzeyde gösterişsiz olan çok hoş bir Ortaçağ Ermeni Kilisesi Notre Dame Tyre[18]ın, çekici tarafları, (gözlerden) saklanmıştır. Bu kilise, adadaki Hıristiyanların kullanımına hiç aralık vermeden devam etmiş olan yegâne Frenk kilisesidir. Sadakacı Aziz John[19] Ortodoks Katedrali fresklerle çok güzel süslenmiş olmasına rağmen ancak bir özel şapel büyüklüğündedir.
İlgi çekici freskler, dört resimde, Aziz Barnabas’ın bedeninin kendi (eli ile) yazdığı Aziz Matthew’in İncili ile birlikte mucizevi bir şekilde bulunmasını ve Kıbrıs (Ortodoks) Kilisesinin de bu hayırlı bulgu[20] nedeni ile bağımsızlığının onaylanmasını anlatmaktadır.
Birinci resimde, Aziz Barnabas Başpiskopos Anthemios’a rüyasında, bedeninin ve el yazması (İncil’in) nerede olduğunu açıklar.
İkinci resimde bunlar (Aziz Barnabas ile el yazması İncil) bulunur.
Üçüncü resimde Başpiskopos İstanbul’da, İncil’i İmparator Zeno’ya sunar.
Dördüncü de, İmparator buna karşılık Kıbrıs Başpiskoposunu, imparatorluğun mor rengi ile örtünmesi ve piskoposluk asası yerine hükümdarlık asasını taşımak izini ile ödüllendirir.
Ortodoks dünyasında benzeri olmayan bu imparatorluk imtiyazları, bir diğer Bizans hükümdarı tarafından bahşedilen Kırmızı mürekkep ile isimlerini (yazmak) ve imzalarını atmak ayrıcalığı ile birlikte Başpiskoposlar tarafından günümüze değin sürdürüldü. İngiliz Sömürge Valileri tarafından da zabıtların üzerine Başpiskoposların Kırmızı mürekkep ile imza atmalarına izin verildi.
DİPNOTLAR:
[1] Sarazen: Araplara ve Müslümanlara ait veya özgü.
[2] Ile-de-France: Fransa’da Paris kentinin içinde yer aldığı bölge
[3] Transept: Haç şeklinde inşa edilmiş kilisenin yan kolları
[4] Penteli: Atina yakınlarındaki Pentelikos taş ocaklarından çıkarılan mermer
[5] Thomas à Becket: Canterbury’li Aziz Thomas veya Londra’nın Thomas’ı ve sonra da Thomas à Becket olarak bilinen, 1118-1180 yıllaarı arasında yaşamış bir İngiliz Azizi. A. A.
[6] Yarda: 91.5 cm boyunda bir İngiliz uzunluk ölçüsüdür.
[7] Savaş: Birinci ve İkinci Dünya savaşları
[8] İbret verici hikaye: “Yüksek Ruhlu Sevgili”, Cervantes, 1570 yılında Kıbrıs Savaşı olarak bilinen başarısız harekatta hizmet verenlerden bir tanesi idi. Kıbrıs’ı Türk tehlikesinden kurtarmak için toparlanan fakat başarılı olamayan Papalık- Venedik ve İspanyol birleşik güçleri arasında yer aldı.
[9] Kolokas: Colocasia esculenta, Pasifik adalarında yetişen Taro veya Dalo adlı bitki. Türkler Yumurta bitkisi veya Patlıcan ile soğanı karıştırıp adına “İmam Bayıldı” dedikleri mükemmel bir kapama yapmaktadırlar. Yemeğin ismi şunu ima etmektedir. İmam yemeği ilk tattığında mükemmel tadı ve lezzetinden dolayı duyduğu hazdan bayılmıştır. Fakat daha iyi bir köken olduğuna inandığım bir diğer hikâyeye göre cimri bir kişi olan İmam, kapamayı yaparken harcadığı yağ miktarının çokluğunun verdiği üzüntü ile bayılmıştır.
[10] Kaşa: Dünyanın bu bölgesine has, küçük ve çok lezzetli, kayısı ve nektarin (tüysüz şeftali) kırması bir meyve.
[11] Müslin: İnce dokunmuş pamuklu kumaş
[12] Çarşaf: Edebi olarak yatak çarşafı manasındadır. Tek parça, başı ve giyilen elbiseyi örten bir giysi olup, batı veya yarı batı tarzı giyinmeyi benimsememiş Türk kadınları tarafından sokağa çıkılınca giyilmektedir.
[13] Açıklayabilmesi: Bir gün Baf’taki Türk memuruna Bayramın hangi güne düşeceğini sorduğumda “Kesin olarak söyleyemem. Lefkoşa’dan telgrafla Bayramın ne zaman olacağını bekliyoruz” yanıtını vermişti. SHL
[14] Fatiha: Kuran’ın birinci Süresi.
[15] Kıbrıs Mühürü (Bulla Cypria): 1260’da Papa IV. Alexander, Bulla Cypria (Kıbrıs Mührü) yayınlayarak Latin Kilisesi’nin Kıbrıs’ın resmi kilisesi olduğunu ilan etmiş ve Kıbrıslı din adamlarını sadakat yemini etmeye zorlamış ve bütün öşürler üzerinde hak iddia etmiştir.
[16] Altın Bereketli Hanımefendimiz: Kilisenin Rumca adı “Chrysaliniotissa”, İngilizce adı “Our Lady of the Golden Flax”dır. Birebir çeviri yapıldığında söz konusu kilisenin adının “Altın Keten Tohumunun Hanımefendisi” olması gerekmektedir. İsmin içerdiği dini manaya en yakın olan Türkçe çevirinin “Altın Bereketli Hanımefendimiz” olması gerekir diye düşünüyorum.
[17] Daha eski dönem: Bizans dönemi.
[18] Notre Dame de Tyre: Tire’li Hanımefendimiz.
[19] Sadakacı Aziz John: İngilizce ismi “St. John the Almoner”dir.
[20] Hayırlı Bulgu: Aziz Barnabas’ın bedeni ile birlikte kendi eli ile yazdaığı Aziz Matthews’a ait İncil’in bulunması.